Kategori arşivi: Yazılar

Deli Dolu

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

“Reis”in bu akşam Maslak TİM Show Center Sineması’nda yapılacak galasına filmin yönetmeni Hüdaverdi Yavuz da katılmayacakmış. Bak şimdiden söyleyeyim, filmde referandumla ilgili bir mesajı görürsem veya duyarsam ciddiyeti bırakır gülerim. (Yanlış anlaşılmasın galaya gitmiyorum, ticari gösterimde halkımızla birlikte seyretmeyi düşünebilirim veya düşünmeyebilirim. Kararı serbest iradem verecek.) (26 Şubat 2017)

Farkında mısınız, bir-iki film yöneten veya bir-iki senaryo yazan veya bir-iki sene yazı yazdıktan sonra ortada ulema filmci, sinemacı, eleştirmen olarak dolaşan ve çeşitli atölye, kurs ve akademilerde ders veren, yarışmalarda, festivallerde jüri üyesi olan, yönetim kurulu, danışma kurulu vs. gibi yerlerde görev yapmaya talip olan vatandaşlar var. Oysa bendeniz şu 67 yıllık ömrümde 6767 tane film seyretmiş, 767 tane sinema dergisi, kitabı okumuş bir sinemasever olarak hâlâ sinemanın s’sinden anladığımı iddia edemem. Bir-iki filmle engin bilgi sahibi olan ve eğitmenlik yapan bu arkadaşlara duyduğum hayranlığa ne isim vereceğimi bilemiyorum. (28 Şubat 2017)

Hani bir çok kişinin de’yi, da’yı ayrı mı bitişik mi yazmakla ilgili tereddüdü vardır ya, itiraf ediyorum bendeniz de Meryl Streep, Johnny Depp ve Hezarfen Film Galeri’nin adlarını yazarken mutlaka oyuncu adları için gidip IMDb’ye, Galeri adı için son gelen bültene itinayla bakarım; Strepp, Deep ve Hazerfen olmadıklarına kanaat getirdikten sonra doğrularını yazarım. Yani Arnold Schwarzenegger’in, Edward Dmytryk’in soyadlarını gözü kapalı, bir seferde takır takır ekrana nakşederim de, sağ olsunlar yukarıdakileri tereddüt geçirmeden bir türlü yazamam. Eee ne yapalım her güzelin bir kusuru var. (Buradaki “güzel” ben oluyorum.) (28 Şubat 2017)

“Reis” filminin ilginç özelliklerine “Yönetmeni galasına gitmeyen film” özelliği de eklendi. Ayrıca filmin yönetmeni Hüdaverdi Yavuz’un bir önceki sinema filmi “Eşrefpaşalılar”da İzmir’li bir hocayı anlatması da ilginç, ancak “Reis” filminin 15 Temmuz öncesinde çekildiğini belirtmekte de fayda var. (02 Mart 2017)

Beyazperde Yazısı: Seni seviyorum; bunu kimse elimden alamaz. (Alt Tarafı Dünyanın Sonu – Juste la fin du Monde – It’s Only the End of the World, Yön: Xavier Dolan.)

Dikkatlerden kaçan bir film: İtalyan yönetmen Paolo Virzi’nin yönettiği ve Valeria Bruni Tedeschi, Micaela Ramazotti, Valentina Carnelutti ile Elena Lietti’nin oynadığı “Deli Dolu” (La Pazza Gioia – Like Crazy), sessiz sedasız 03 Mart Cuma günü Cinemaximum’un Levent Kanyon, Nişantaşı City’s ve Caddebostan Budak Sinemaları’nda vizyona girdi. İlk gösterimini geçtiğimiz Filmekimi’nde yapan film 31 Ocak’ta “Çılgınlar Gibi” adıyla İtalyan Kültür Merkezi’nde de gösterilmişti. Filmin dün vizyona girmesiyle 03 Mart haftasında vizyona giren film sayısı 8’e ulaşmış oldu. (04 Mart 2017)

03 Mart haftasında “Reis”, “İstanbul Kırmızısı”, Ferzan derken başımıza bir ilk daha geldi, “Deli Dolu” (La Pazza Gioia – Like Crazy) adlı İtalyan filmi sessiz sedasız gösterime girerken, “Biz Size Döneriz” adlı Türk filmi de sesli sedalı gösterime giremedi. 03 Mart’ta gösterime gireceği halen yol kenarlarındaki asılı duran panolarda duyurulan filmin gösterimi son anda 31 Mart’a ertelendi. “Biz Size Döneriz”in basın gösterimi ve galası da geçen hafta içinde yapılmıştı. “Deli Dolu”nun gösterimde olduğu konusunda ise sadece filmin gösterildiği sinemaların web sitesinde ve ithalatçısının sosyal medya hesaplarında bilgi var. sadibey.com’u saymıyorum, çünkü o da film hakkındaki bilgi ve görselleri 04 Mart’ta yayına verdi. Vizyona giren 8 filmin 4’ünün ön gösterim yapılmayarak basından kaçırıldığını ise dikkat ettiyseniz yazmadım. (05 Mart 2017)

Yazılarını zevkle okuduğumuz Sinema Yazarı arkadaşlarımızın bazıları görüşlerini bir süredir youtube aracılığıyla sözlü olarak da yansıtmaya başladılar. Sinema Yazarı ve Sinema Çizeri unvanlarından hareketle Sinema Söyleri diye bir unvan icat ettim, duyurmuş olayım. (05 Mart 2017)

20’li yaşlardaki seyyar simitçiye “Delikanlı hiç simitçiye benzemiyorsun, babanın yerine mi bakıyorsun?” diye sordum. “Yok amca, çalışıyorum ben, patrona ait burası.” dedi. “Suriyeli misin?” dedim, “Afgan’ım.” dedi. 3 ay olmuş Afganistan’dan geleli; yalnız, ailesi burada değil. Netice olarak yeni Türkiye’nin müteşebbis ruhu, yıllardır orada duran simitçiye de sirayet etmiş, garibim Afgan gencine iş vermiş, kendisini patronluğa terfi ettirmiş. Muhtemelen genci karın tokluğuna çalıştırıp, yan gelip yatıyordur. Orasını karıştırmayın, yollar, köprüler, havaalanları… (07 Mart 2017)

“Deniz ve mehtap sordular seni neredesin?” deyince “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın.” dedim. Neyse ki şarkılar güzel olduğundan olumsuz tepki vermedi. (07 Mart 2017)

Bizim vatandaşımızın dünyada benzeri olmadığına ve olamayacağına bir kez daha inandım. Ergenekon Caddesi ile Tavukçu Fethi Sokağı’nın köşesindeki dönercinin önünden geçiyorum, kulak misafiri oldum.Tezgahtaki usta yanındaki çocuğa “Halk otobüsü şoförü yarım ekmek, ciğer istedi, koş” derken ekmeğin içine, ciğerlerin yanına, patatesleri doldurmaktaydı. 4-5 metre gittikten sonra geri dönüp baktığımda, eleman camdan ciğer paketini uzatırken, otobüsün önündeki boş yolu gören arkadaki arabaların şoförleri kornalara basmaya başlamışlardı. Tarihe kaydetmiş olayım, 08 Mart’ta Ergenekon Caddesi’nde oluşan trafik sıkışıklığının -nereden bakarsan- 2 dakikasının sebebi bu olaydır. Feneranduma* evet olarak mı, hayır olarak mı yansır orasını ben bilemem.
*Pardon dilim sürçmüş, “Referandum” olacak. (08 Mart 2017)

(08 Mart 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

King Kong Sonsuza Kadar Yaşayacak

Amerikalı yönetmen Jordan Vogt-Roberts’ın yönettiği “Kong: Kafatası Adası”, fantastik ve heyecan dolu bir film. IMAX perdede üç boyutlu yansıyan görüntüler atmosferin içinde kaybettiriyor insanı.

Bu efsane, “King Kong” efsanesi Hollywood için bitmeyecek hiç. Bu efsanede bir dolu kuşak gelip geçti. Amerikalı havacı Merian C. Cooper’ın (1883-1973) Ernest B. Schoedsack’la ortak yönettikleri 1933 yapımı siyah-beyaz “King Kong” filmini RKO adına çektiler. Bu film 1933 yılında ülkemizde vizyona çıkmıştı. Bu filmin senaryosunu İngiliz yazar Edgar Wallace (1875-1932) yazmıştı ama bu filmi göremedi. John Guillermin 1976 yapımı renkli sinemaskop “King Kong” filmi de çekilmişti. Bu film, Şubat 1977’de ülkemizde gösterildi. Guillermin, 1986’da devam filmi sinemaskop “King Kong Lives-King Kong Yaşıyor”u çekmişti. 2005’te de Peter Jackson da renkli sinemaskop “King Kong” filmi çekmişti. Bu film de ülkemizde Aralık 2005’te gösterildi. Bu iki çağdaş film de bu senaryoya dayalıydı. Amerikalı yönetmen Jordan Vogt-Roberts’ın 2017 yapımı “Kong: Skull Island-Kong: Kafatası Adası” filmi gibi. Ama filmi IMAX perdede üç boyutlu seyretmek de bambaşka. Çok başarılı üç boyut çalışması, insanı atmosferin içine çekiyor ve bazı anlarda karakterlerin yaşadıklarını yaşıyor gibi hissediyorsunuz.

Filmdeki geçişlerle ön ve son jeneriklerinin yaratıcı olduğunu belirtmeli. Son jenerik yazıları akarken salonu hemen terk etmeyin. Filmin küçük bir sürprizi olabilir. Filmdeki geçişler de gerçekten etkileyici. Kamera, yakın plan çekimlerle Kong’un ve Yarbay Packard’ın gözlerini yansıtıyor. Evrimi çağrıştırıyordu. Sonra da insanlığın Afrika’dan yola çıktığını hatırlatıyor. Irkçıların eli ayaklarına dolaşacak. Çok çarpıcı ve derinlikli bir geçiş daha vardı. Helikopterden ayrılan kamera, birden yusufçuğu yansıtıyor helikopter gibi uçarken. Yönetmen, bu dünyanın sadece insanlara ait olmadığını hissettiriyor. İnsanlar dünyada yokken dünyanın sakinleriydi hayvanlar.

Liberal ruhun içinden…

Film, 1944 yılında Güney Pasifik’te açılıyor. İkinci Dünya savaşı yıllarıydı. Genç Teğmen Hank Marlow, Kafatası (Skull) Adası’na parşütle iniyor. Peşinde de kılıçlı bir Japon askeri. Onlar dövüşürken dev Kong kendini gösteriyor. Yaratıcı ön jeneriğinde siyah-beyaz ve renkli belgesel görüntüler 1940’lardan 1970’lerin başına kadar yansıyor. Bunları seyrederken yansıyan yazılara da dikkat edilmeli. 1973 yılı. Nixon, Amerika’da ikinci dönem başkan. Vietnam Savaşı’nda Amerika yenilmiş. Ama “Watergate” skandalı da uzakta değil. Mağlup ordu Vietnam’dan çekiliyor. Bu sırada devletin kurduğu keşif şirketi Monarch’ın üst düzey yetkilisi William “Bill” Randa, senatörden yeni yerin keşfi için para koparmaya geliyor. Uydu, Pasifik’te hâlâ haritada olmayan bir adayı keşfetmişler. Rusların haberi olmadan oraya çıkarma yapmak gerekiyor. Soğuk savaş yılları.

Filmin içinde dolaşırken, yönetmen Vogt-Roberts’ın her şeye gerçekten liberal bakışla eleştirel yaklaştığı fark ediliyor. En başta Nixon ve Vietnam Savaşı’na. Sonra da Kafatası Adası’nın sakinlerine saygı sunuyor. Batılı önyargıya eleştiri getiriyor yönetmen. Adada keşfedilen yerli halkın yansıyışı, Batılı bakış açısıyla yansıyordu. “Egzotik” ve “”Öteki” anlamındaydı. Jean Baudrillard, Batı için egzotik gelen doğa ve insanlara Batılı kendine benzemediği için (kendisi neye benziyordu) öteki olarak görüyor. Savaş muhabiri Mason Weaver’ın fotoğraf makinesinin objektifine takılan yerliler, Baudrillard’ın belirlediği gibi kendilerinin ne kadarının bilinmesini istiyorsa o kadarını sunuyorlardı. Gizemleri ve sırları daha derinlerdeydi. Fransız düşünür Baudrillard’ın, Ayrıntı Yayınları’nca yayınlanmış “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabında, fotoğraf makinesi ve fotoğraf da yer alıyor. Deklanşöre basıldığında o kişi öldürülüyor mu, yoksa sonsuza kadar yaşıyor muydu? Düşünüre göreyse her fotoğraf ölümdü. Foto muhabiri Mason’ın çektiği her şey ölümüydü? Düşünmeli. Yönetmen Vogt-Roberts, tamamıyla düşünür gibi yorumluyor birçok şeyi filminde.

Adaya keşif yolculuğu…

Vietnam Savaşı sonrası evine dönmeye hazırlanan ve mağlubiyeti içine sindirememiş Yarbay Preston Packard, yeni görev için emir alıyor. Onlara İngiliz subayı Yüzbaşı James Conrad da katılıyor. Conrad, Vietnam Savaşı’na katılmış ve hayal kırıklığı yaşıyor. Conrad’ı işe, iz sürücü olması için Randa alıyor. Randa’nın ekibinde de genç jeolog Houston Brooks ve genç biyolog San da var. Keşif gemisine Landsat’tan Victor Nieves de katılıyor. Kafatası Adası, fırtınalar tarafından konuyor sanki. Helikopterlerin fırtınanın içine dalışları Venüs’e iniş hissini veriyor.

Sonuç insanlar daima hata yapıyor ve keşfettikleri yere şiddet taşıyor. Askerlerin attıkları bombalar, kertenkeleye benzer insan eti yiyen canavarları da yeraltından gün yüzüne çıkartıyor. Ama bombaları attıkları için önce Kong’un şiddetini yaşamaları gerekiyor. Evet, onca şiddetten geriye kalan ne olacaktı? Ada sakinlerine mi bırakılacaktı? Yoksa? Filmin girişindeki Teğmen Hank de görünüyor. 30 yılı aşkındır yerlilerle beraber yaşamış. Uçağından tekne yapmaya uğraşıyormuş yıllardır. Bu tekne umut olabilirdi. Hank’in hayatta en sevdiği şey, ailesinden sonra, bira ve sosismiş. Son jenerikte sürpriz bekliyor sabırlı olanlar için. Kong’la Mason’ın iletişimi de çok etkileyiciydi. Kong kadar şefkatli olabilmeli. Filmdeki şiddet ikileme düşürebilir. Kong’un, insanların ve kötücül kertenkelelerin şiddeti var. İnsanın zihni karışıyor bir an. Şiddetin iyisi olur muydu? Filmi izlerken tüm bunlar zihinlerde anlamlaşacak belki.

Kong: Kafatası Adası (Kong: Skull Island)
Yönetmen: Jordan Vogt-Roberts
Eser: Merian C. Cooper-Edgar Wallace
Senaryo: Dan Gilroy-Max Borenstein
Müzik: Henry Jackman
Görüntü: Larry Fong
Oyuncular: Tom Hiddleston (Yüzbaşı Conrad), Brie Larson (Mason), Samuel L. Jackson (Yarbay Packard), John Goodman (Randa), John C. Reilly (Teğmen Hank), Corey Hawkins (Houston), Jing Tian (San), Toby Kebbell (Binbaşı Chapman), Shea Whigham (Earl), John Ortiz (Victor), Jason Mitchel (Glenn), Thomas Mann (Reg), Tom Wilkonson (Senatör), Terry Noterion (Kong)
Yapım: Warner Bros-Legendary (2017)

(08 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Aile ile Helâlleşmek

Xavier Dolan’ın anne ile ilişkisi sinemaya adım attığından beri gündemdedir. Kanadalı gencecik sinemacı 2008 yılında ilk filmini çektiğinde 19 yaşındadır. ‘Annemi Öldürdüm / J’ai Tué Ma Mère’ adını taşıyan bu otobiyografik deneme yönetmenin 15-16 yaşlarını sıcağı sıcağına perdeye taşır. Başrolde bizzat kendisinin yer aldığı terapi niteliğindeki bu ilk film, genç Hubert’in ergenlik acıları, mesafeli annesiyle yolunda gitmeyen ilişkisi ve eşcinselliği ortaya çıktığında yatılı bir okula gönderilişinin hikâyesini şaşırtıcı bir beceriyle aktarır. Klasik ödipal rüzgârların estiği bu ana oğul ilişkisinde aşk ve nefret, şiddet ile duygusallık yan yanadır. Anneye olan derin aşkı Guy de Maupassant’ın sözcükleriyle dillendirir Dolan: ‘Biz annemizi tanımadan severiz, bunun ne denli derin bir sevgi olduğunu ‘son hoşçakal’da idrak ederiz’.

Gençlik enerjisi perdeden taşan 2014 yapımı bir önceki çalışması ‘Mommy’ ile ergen yaşta delikanlı ile annesinin hikayesine kaldığı yerden devam eden sinemacı, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen ve bizde de gösterimi süren son filmi ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu / Juste La Fin Du Monde’ ile aynı sulara dönüyor, otuzlu yaşlarının başındaki Louis’nin annesi ve ailesiyle uzun bir aradan sonra biraya geldiği kısa günü perdeye taşıyor.

1995 yılında AIDS hastalığından hayata veda etmiş Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın aynı adlı oyundan yola çıkmış bu kez. 34 yaşındaki oyun yazarı Louis ölmek üzeredir. Metnin adı, ana karakterin dünyanın sonuna yaklaştığını ifade eder bir yandan. Öte yandan onun içinden çıktığı aileyi ve küçük kasabayı dünyanın bir ucu olarak gördüğünü düşündürtür. Hayatını ve eşcinselliğini özgürce yaşamak için büyük kente kaçmış genç adam, tüm korkularına rağmen 12 yıllık yokluğunun ardından ailesini ziyaret etmeye gitmektedir. Annesi ve diğer aile bireyleriyle son kez yüzyüze konuşmak, böylece hem kendine, hem onlara ömrünün sonuna dek hayatının efendisi olduğunu göstermek illüzyonu içinde olduğunu düşünür. Açılış jeneriğinde ‘Home Is Where It Hurts’ şarkısında ‘aile ocağı canımızın yandığı yerdir’ diye haykırmaktadır Camille. Oysa biliriz ki reddettiğimiz ailemizden kaçarken çatışmalı evimizi, koparmak istediğimiz aile bağlarımızı sırtımızda birlikte götürürüz. Aileyi reddediş bir mutsuzluk kaynağı olarak kanamaya devam eder hep. Louis’nin (belki de düşünde gerçekleşen) bu son ziyaret, ana rahmine dönüş arzusu taşır. Ailesiyle helâlleşmelidir ölmeden önce.

Mommy’de anne Diane aralarındaki ilişkiyi oğluna şöyle açıklar filmin bir yerinde: ‘Anneler oğullarını sevmeyi hiç bırakmaz. Bundan sonra tek ihtimal seni daha çok sevecek olmam’ diyor ve ilave ediyor ‘ancak sen beni giderek daha az seveceksin, doğal düzen böyle işliyor. Belki birgün beni sevmeyi bırakabirsin ama sen hep benim önceliğim olarak kalacaksın’. Louis’nin deli dolu annesi benzer sözleri tekrarlar: ‘ haklısın seni anlamıyorum ama seni çok seviyor olduğum gerçeğini hiçbir şey değiştirmeyecek’.

Bu kısa ziyarette fırtınalı diyalogların ardındaki hüznü duyumsarız. Louis üç kelimeden ibaret cevapları ve sessiz gülüşüyle onları dinler. Kendisini çok az tanımış kız kardeşinin hayranlık yüklü özlemine tanık olur. Kendinden büyük taşralı ağabeyin öfkeli itirazını usulca kabullenir. İlk aşkının anılarıyla yüklü eski yatak şiltesine sarılır, banyo havlusundaki sabun kokusunu içine çeker. Tarumar olmuş eski bağ evlerini ziyaret etmeyi içine atar. Saatin içine sıkışmış guguk kuşu misali kıstırılmışlığını hayal eder.

Ergen Steve’in ruhunun ve bedeninin uzantısı haline gelmiş bir enerji patlaması halinde yol alan ‘Mommy’de, oğlunun sağlık sorunları bir yana parasal olarak da zor durumda bulunan orta alt sınıftan annenin ve kabına sığamayan oğulun sıkışmışlığını çok yerinde bir buluşla 1:1 kare format tercihiyle perdeye yansıtmış olan sinemacı, bu kez ağırlıklı olarak yakın planları tercih ediyor. Perdede görmeyi çok özlediğimiz Nathalie Baye dışında Vincent Cassel, Marion Cotillard, Léa Seydoux ve Louis’de taze César ödüllü Gaspar Ulliel’den oluşan Fransız sinemasının rüya kastı tam bu noktada devreye giriyor ve bu hüzünlü veda sonatındaki mükemmel yorumları göz kamaştırıyor.

(06 Mart 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Bozuk Düzen

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Aksaray’daki bu pasajın aslında eski Bulvar Sineması’nın binası olduğunu gençler bilmezler. Acar Film’in işlettiği bu sinemada bilhassa aileler hedeflenir, Türkan, Hülya, Filiz ve Fatma’nın filmleri mutlaka gösterilirdi. Hülya Koçyiğit’in oynadığı “Kadınlar Hayır Derse”yi burada izlediğimi daha dün gibi hatırlarım. Yalan olmasın, parter’dan mı, balkondan mı izlediğimi hatırlamıyorum. Şimdilerin sinemalarında parter bölümleri de yok oldu. Yer üstü sinemalarında perdenin bulunduğu girişteki bölüme parter denirdi. Parası bol olanlar arka koltuk, dar olanlar daha ucuz olan ön koltuk bileti alırlardı. (Alaska, frigo satıldığı yıllardan bahsediyorum.) (25 Şubat 2017)

Beyoğlu’nun kapanmış fakat binası duran Alkazar ile yok olmuş Lüks ve Rüya Sinemaları’nı bir tarafım hüzünle diğer tarafım kalp kırıklığıyla hatırlıyor. Hüznün sebebi malûm, yok olma ve bir daha geri gelemeyecek olmaları, kırıklık ise bu sinemalarda seyrettiğim bazı filmlerin anılarımda zedelenmiş olarak muhafaza ediliyor olması. Bu üç sinemamızın özelliği salonlarının dar ve uzun olmasıdır. Perdelerinde çerçeve oranı 3×4 olan filmleri mükemmelen izlerdik ancak sinemaskop filmleri hiçbir zaman layıkıyla izlediğimi hatırlamıyorum. Dikdörtgen olan sinemaskop film görüntüleri her iki yanından bir miktar kesilerek perdeye yansıtılırdı. O nedenle Alkazar’da izlediğim Anthony Quinn’li “Kasabanın Sırrı” (The Secret of Santa Vittoria), Lüks Sineması’nda izlediğim “Adsız Cengâver” ve “Gelin Kız Maviş” filmleri hafızamda hep yarım kalmış filmler olarak durur. Cüneyt Arkın’ın Halit Refiğ yönetmenliğinde oynadığı “Adsız Cengâver” ve SİYAD’ın önümüzdeki ay onur ödülü vereceği Arzu Okay’ın başrolünde oynadığı “Gelin Kız Maviş” filmleri Erman Film’in sinemamıza hediye ettiği sayılı Sinemaskop filmlerdendir. O zaman aralığındaki birkaç yılda Erman Film, “Kezban Roma’da”, “Kezban Paris’te”, “Vahşi Çiçek” gibi 10’a yakın filmi Sinemaskop olarak gösterime çıkarmıştı. Bir diğer hoşluk da sinemalarımızın ticari zorunluk nedeniyle her tür film göstermeleridir. Anthony Quinn, Gerard Depardieu ve François Truffaut izlenen Alkazar’ın perdesinde Behçet Nacar’lı “Parala Behçet”; Lütfi Ömer Akad’ın Serdar Gökhan’lı “Irmak”ının izlendiği Lüks’ün perdesinde Mine Mutlu ve Zerrin Doğan’lı erotik filmler de izlenmiştir. Keza Rüya’da Emel Sayın’lı Neşe Karaböcek’li filmler hatırlandığı gibi Yılmaz Köksal’lı kovboy filmi “Çeko” da hatırlanır. Gelgelelim Emek Sineması hiçbir zaman gösterdiği filmlerde oradan oraya savrulmamıştır. Onda da etken olan sanırım sinemanın köklü geleneğinin işletmecilerini görünmez bir güç olarak denetlemesidir.* (26 Şubat 2017)
*Ali Sönmez Bey’in bu yazıya eklediği faydalı bir yorum: İlk izlediğim Sinemaskop Türk filmi, Atıf Yılmaz’ın siyah-beyaz çektiği “Toprağın Kanı”ydı (1966) ve Batman’daki idealist petrol mühendislerinin hikâyesini nefis görüntülerle anlatıyordu. O yaşımda beni çok etkileyen bir film olmuştu!.. Biraz araştırdım; çoğu internet kaynağında (!) ilk Sinemaskop Türk filmi olarak Lütfi Akad’ın yine 1966’da çektiği “Sırat Köprüsü” görülüyor!.. Artık hangisi daha önce çekildi ve/veya vizyona girdi bilemeyeceğim!
Bu arada “Toprağın Kanı”yla ilgili ilginç ve ibretlik bazı bilgilere ulaştım; meraklısı için aynen kopyalıyorum:
“Film fikir olarak merhum Gazeteci Recep Bilginer’in. Fikrini zamanın TPAO Genel Müdürü İhsan Topaloğlu’na açmış. Beraberce film yapmaya karar vermişler. Yönetmen Atıf Yılmaz ile anlaşıp Güneş Film’i kurmuşlar. Ekip Batman’a gitmiş. Senaryo ve diyaloglar yazılırken 45 günde çekim tamamlanmış.
1966 da 3. Antalya Film Şenliği’nde önce En İyi Film seçilmiş, sonradan ikinciliğe düşürülüp, Haldun Dormen’in “Bozuk Düzen” adlı filmi, bozuk düzeni onaylarcasına birinci ilan edilmiş!..
Hikâyeyi Recep Bilginer’den aktaralım. Recep Bilginer, 1 Aralık 1973 tarihli İstanbul Gazetesi’nde Apaçık köşesindeki “Petrol, Amerika ve Ötesi” başlıklı makalesinde şöyle anlatıyor:
“Orada en son elemeye kalan 10 film arasında en çok puanı ‘Toprağın Kanı’ topladı. Gerek film hikâyesini yazan ve gerekse filmin yapımcılarından biri olarak Antalya’da jüri üyeleri tarafından özel biçimde kutlandım. ‘Toprağın Kanı’ birinci seçilmişti. Geç vakit öğrendiğimiz bu haber üzerine memnun uyudum. Sabah uyandığımda durum değişmişti. Festival jüri üyeleri arasında, Amerikan elçiliğinde, galiba kültür ofisinde görevli bir de Amerikalı vardı. ‘Toprağın Kanı’ gibi bir petrol filminin festivalde birinci seçilmesinden, bu Amerikalı dostumuz hoşlanmamış, ‘Bu filmi birinci ilan ederseniz, bu taa Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulmasına kadar gider’ demiş. Son seçiminde Belediye Başkanlığını kaybeden o zamanki başkan (Dr. Avni Tolunay) da gece saat 3’te jüriyi tekrar toplamış. O ana kadar hiçbir derece alamayan bir başka filmi (Haldun Dormen’in ‘Bozuk Düzen’ini) birinci seçmişler. Bizim ‘Toprağın Kanı’ filmimizi de ikinci yapmışlar.”

Boşverin siz Ajda’ya; “kimler geldi kimler geçti” diyerek moralinizi bozmayın. “Kimler gelecek kimbilir” diyerek umudunuzu daima canlı tutun. Bu dünyadan gidene kadar başımıza gelecek iyi ve güzel şeyler tükendi mi? Hayııır, tükenmedi. (26 Şubat 2017)

(04 Mart 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

İstanbul Kırmızısı

Acılar insanı yaklaştırır birbirine… Bazen tersi de olsa, çoğunluk yakınlaşmadadır. Buna da bağlı olarak ne geçerse geçsin, ne istenirse istensin, ne yaşanırsa yaşansın hep yanınızdadır.

Ferzan Özpetek, aynı adlı kitabından serbest uyarladığı “İstanbul Kırmızısı” filminde küçük dokunuşlarla izleyicisinin kendi hülyasına dalmasına izin vermiyor. Güçlü bir kadroyla, iyi seçilmiş mekânlarla, pahalı bir prodüksiyon olduğu her halinden belli olan çalışmayla izleyicinin karşısına çıkan filmde, herkes kendince bir “kırmızı” bulacak.

Bir yüzleşme öyküsü

Dingin ve rahat bir anlatımı var filmin. İzleyiciyi içine çekiyor. Sonrası ise kendisine kalmış… İster “mavi” İstanbul’u, isterse “erguvani” olanı ile buluşturur. Sahi, İstanbul deyince, mavi ve erguvan -ki bence erguvandır İstanbul- gelir akla… Kırmızı ise pek yakıştırılmamış edebiyatta da sinemada da. Bu, Ferzan Özpetek’in, kendi yaşamından çıkarıp bizlere sunduğu… Buna da bağlı olarak kente dışarıdan bakmak kadar yüzleşmek de var.

En çok acı var filmde

O acıyla yakınlaşanlar, ama özümse(ye)mediklerinden olsa gerek bırakıp gidenler var. Çeşitli mekânlarda yaşamları kesişen insanlar, aslında bir bütünün parçasılar. Hepsi de odak noktası olarak kendisini görüyor. Hepsi de kendince yontuyor yaşananları.

İstanbul Kırmızısı ise o ilişkilerin arasında gözüküyor, isteyene. Kuşkusuz aşı boyalı yalı, kızın giysisi, telefonun rengi ve diğer tümü o “kırmızı”yı yansıtıyor, ama asıl kırmızı aşk, asıl kırmızı yüzleşme ve geri dönüş. Asıl kırmızı, yani işin özü bu üç kelime: geri dönüş, yüzleşme, aşk. Aralarını çok iyi oyunculuklarla, çok iyi görüntülerle, çok iyi reji ile dolduruyor… Bize de izlemek kalıyor, koltuğumuza yaslanıp.

İstanbul, İstanbul…

İstanbul yerine dünyanın başka bir kentinde, başka insanlarla, başka bir şekilde yaşanır mıydı bu geri dönüş, yüzleşme ve aşk üçgeni? Ferzan Özpetek olursa yaşanırdı kuşkusuz. Ama “teyzeler” ki, filmin içindeki en ilginç ayrıntı, bir diğeri de yaşlı magazinci başka bir yerde, başka bir zamanda, başka bir mekânda olamazlardı. Ressam olamayan ağabey, ilişkisi bulunmayan karı koca, saatçi abla bulunabilir. Kağıt toplayıcısı yerine başka biri olurdu o zaman, patlamalar ve/veya takımını destekleyen taraftarlar yerine başka şeyler olması gerekir. Serra Yılmaz’ın kendine has içtenliğiyle canlandırdığı hizmetçi de olmaz mıydı?

Hepsini buluşturan Ferzan Özpetek ve bunu bize yaşatmayı başarıyor…

İstanbul Kırmızısı, yönetmen Ferzan Özpetek, oyuncular Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler, Mehmet Günsür, Çiğdem Selışık Onat, Zerrin Tekindor, Serra Yılmaz, Reha Özcan… 3 Mart’tan itibaren gösterimde.

(02 Mart 2017)

Korkut Akın

X-Men’de Logan’ın Veda Busesi

Amerikalı yönetmen James Mangold’ın, “X-Men” serisinin onuncu filmi “Logan” yorgun mutantın son maceralarını perdeye yansıtıyor.

Hollywood’un “007 James Bond” ve “Star Trek-Uzay Yolu” seri filmlerinden sonra gelen “X-Men” bilimkurgusu da sonu belirsiz serilerden. James Mangold’ın bu yılki 67. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde galası yapılan 2017 yapımı sinemaskop “Logan”, neredeyse şiddetin pornografisini yansıtıyor. Logan/Wolverine, Charles Xavier/Profesör X ve bir albino mutant Caliban’la Meksika sınırında mezbeleye dönüşmüş bir yerde yaşıyor. Charles hasta. Onun pahalı ilaçları için limuzinle taksi şoförlüğü yapıyor. Peşinde de mutant avcısı “Reavers/Kurtarıcılar” ekibinden Donald Pierce var. Ama onunla savaşmak için değil. Pierce, küçük kız Laura’nın peşinde. Meksikalı hemşire Gabriela onu küçük Laura’yla yolunu kesiştiriyor. New Mexico’daki bir hastanede klon benzeri mutantlar yetiştiriliyor. Sadece öldürmeye programlanmış. Ama çocuklar duygularını da keşfedince her şey altüst oluyor. Laura, Kuzey Dakota’ya ulaşması gerekiyor, diğer mutant çocuklarla buluşabilmek için.

1963’te New York’ta doğan yönetmen James Mangold, sinemaya bağımsız iki muhteşem filmle giriş yapmıştı. İlki 1995 yapımı “Heavy-Şişman”, diğeriyse Hollywood’un büyüklerini yanına alarak 1997 yapımı “Cop Land-Güçlüler Bölgesi” filmlerini yaptı. 2007 yapımı sinemaskop “3:10 to Yuma-3:10 Yuma” western filmi de çarpıcıydı. Mangold, 2013 yapımı sinemaskop “The Wolverine-Wolverine” filmini de yönetmişti.

“X Men-Wolverine” çizgi roman olarak Marvel Comics tarafından ilk defa 1974 yılında yayınlandı. Yaratıcılarıysa Roy Thomas, Len Wein ve John Romita, Sr. İlki 2000 yılında yönetmen Bryan Singer tarafından “X-Men” olarak perdeye aktarılan ve bir seriye dönüştürülen bu bilimkurgu onuncu macerasına ulaştı. Bu son macerada Logan ve Charles veda ediyorlar seriye.

Şiddet gösterisi…

Bu son bölüm, tam anlamıyla kanın oluk oluk aktığı sarsıcı bir şiddet gösterisi. Neredeyse kanlar perdeye yapışacak. Dünyayı kuşatan şiddet sarmalının mikrokozmosu sanki bu film. İşte bu şiddet filminde Logan, Charles ve Laura’yla gönülsüz yolculuğa çıkıyor. Arkalarında bir dolu ceset bırakıyorlar elbette. Oklahoma City’de onlar otelde kalırken, yönetmen Mangold, Hollywood’a ve western filmlerine selâm gönderiyordu. Büyük yönetmenlerden George Stevens’ın 1953 yapımı renkli “Shane-Vadiler Aslanı” filminden anlar da yansıyordu. Sadece saygı için değil. Hikâyeye anlam verebilmek için. Yolculukta yolları çiftçi Munson ailesiyle de tanışıyorlar atlarıyla beraber. Şiddetin yukarıya çıktığı anlardan sonra Eden denilen yere ulaşıldığında daha büyük trajediler sarıyor perdeyi. Filmin ikinci yarısından sonra gerilim ve merak duygusu daha da çoğalıyor perdede.

Bu şiddet gösterisinde Marco Beltrami’nin yavaş tınıları sanki yaşlanmaya başlayan ve sadece ölümü düşünen Logan’ın içindeki dinginliği dışarı çıkartıyormuş gibiydi. Filmde hem Hugh Jackman hem de Logan gerçekten yorgundu. 17 yıl aynı karakterle yaşamak da kolay değildi. “Logan” filminde yorgunlar emekliye ayrıldıktan sonra yeni maceralara taze kanlarla devam edilecek. Bu filmin görselliği de etkileyecek. Kamera sanki bir karakter gibiydi filmde. Işık düzenlemeleri, öncelikle iç mekânlarda ve gece sahnelerinde fotoğraf sanatının estetiğine dokunuluyor. Bu serinin birçok filmini görmüş olan meraklılar için koleksiyonlarına bir film daha eklenmiş olacak “Logan”la. Son jenerikte Johnny Cash’in sesini duymak da muhteşemdi.

Logan
Yönetmen: James Mangold
Senaryo: Scott Frank-Michael Green-James Mangold
Müzik: Marco Beltrami
Kurgu: Michael McCusker-Dirk Westervelt
Görüntü: John Mathieson
Oyuncular: Hugh Jackman (Logan), Patrick Stewart (Charles), Dafne Keen (Laura), Richard E. Grant (Dr. Rice), Boyd Holbrook (Pierce), Stephen Merchant (Caliban), Elizabeth Rodriguez (Gabriela), Eriq La Salle (Will Munson), Elise Nael (Kathryn Munson), Quincy Fouse (Nate Munson)
Yapım: Fox (2017)

(01 Mart 2017)

Ali Erden

[email protected]

Biz Size Döneriz

Hayatın her anında, her alanında yeni duygular, yeni heyecanlar, yeni coşkular yaşamak, yeni tatlar almak için hepimiz her zaman arar ve deneriz. “Biz Size Döneriz”, bu arayışın, bu denemenin, bu yeni tadın filmi… Hepsi bir arada. Romantik ama bir o kadar da dramatik, çok komik ama… bir o kadar da güleriz ağlanacak halimize… keyifli ama en çok da farklı bir film “Biz Size Döneriz”.

Tam bir gençlik filmi

Okulun ilk günü komik ve hep merak edilen bir durum nedeniyle tanışan altı genç (biri tıp fakültesi okuduğu için mezun olamamış, iki yılı daha var okulu bitirmesine ama yatay geçişle o da katılıyor arkadaşlarına) iş arıyorlar. Filmin başında, her dört gençten biri işsiz istatistiğiyle öğreniyoruz ki, bu sorun tüm gençliğin sorunu, hem de üniversite mezunu olmalarına rağmen. Aynı hayalle yatıp aynı hayalle kalkan gençler kendi aralarında dayanışmanın da, kaçamakların da, aşkın da, aldatmanın ve ihanetlerin de içinde buluyorlar kendilerini. Sahi, öyle olmuyor mu, siz de aynı şeyleri yaşamadınız mı, şöyle bir dönüp bakın geçmişe… düne bile.

Başvurdukları her yerden “biz size döneriz” yanıtı, doğal olarak belli bir stres hatta depresyon yaratıyor. Para kazanıp hayata atılmadan önce bu yaşananlar, belki de hayattan soğutuyor gençleri. Ne heves bırakıyor ne coşku. Zaten yarış atı gibi yetiştirildikleri için ortaokuldan başlayarak bunun tedirginliğiyle, “başaracağım, başarmalıyım”, “ya başaramazsam” kaygısıyla çıkıyorlar yola.

Denemek gerek…

Doğa Can Anafarta, doğru bir şey yapmış, kendi yaşadıklarını yazmış ve çekmiş. Belli ki, film, anlatıldığı gibi aynı heyecanı paylaşan bir gençlik grubunun projesi… Doğru bir proje, üzerinde bir de iyi çalışılınca gerçekten başarılı oluyor. Projeyi gerçekleştirmek için oluşturulan ekip de -tabii, yine genç ve dinç- sahiplenince keyifli bir gençlik filmi izleme fırsatı doğuyor izleyici için de.

Sinema, zor bir alan… Sanatın en zor, en pahalı, ekiple birlikte yapıldığı için de birçok unsuru bir araya getirmek zorunda olunan… bir o kadar da hedef kitlesine kolay ulaşan dalı… Aynı fırsatı bir kez daha yakalayamayacağı kaygısıyla, haklı olarak her yapılmak isteneni, anlatılmak isteneni, görülmek/gösterilmek istenen her şeyi araya sokuşturuyor kendi senaryosunu yazan yönetmenler. Film uzuyor ister istemez. Bazen koptuğu da oluyor, ama değer bu çabaya.

Bir gişe filmi, bir festival filmi değil “Biz Size Döneriz” ama her ikisi de aynı zamanda. Yeni bir dil denemiş yönetmen, daha senaryo aşamasında. Kafasında canlandırdığını gerçekleştirmeye çalışmış, başarmış da… Denemek; yeni tatların, yeni duyguların, yeni heyecanların hatta “denizler ortasında yelkensiz” kalmanın taşıyacağı umuttur. Farklılığın gösterilmesidir. Başarılı olup olmamasından çok, sinema sektöründen seyirciye kadar beyin fırtınası yaratması önemlidir. Değil mi ki, Beckett, “yenil, bir daha yenil, daha iyi yenil” demiştir. O yenilgilerden çıkarılan derslerle daha iyisi, daha güzeli, daha doğrusu yapılacaktır. Muhakkak. Bunun örnekleri sayılmakla bitmez, sinemamızda da… hatta filmin içinden hepimize göz kırpan -sinema dünyasının ilk denemecilerinden- Melies de…

En çok da gençler…

“Biz Size Döneriz”, bu çerçevede ele alınması gereken bir yapım. 16-25 yaş arası gerçek gençlerin kendilerini, “tam da beni anlatıyor” duygusuyla izleyecekleri bir film. Daha büyüklerin, özellikle anne-babaların, bizim çocuklarımız neler yaşıyor, “duyguları neymiş, bir öğrenelim” diyecekleri bir film. Yukarıda, sinema tarihine bir selam yollandığını işaret ettim ama sanırım çok daha önemlisi, Yeşilçam’da hemen her zengin kız fakir oğlan konulu filmde karşımıza çıkan gururlu, itiraz eden, karşı çıkan onurlu gençlik duygusu da var hem de belirgin biçimde.

Gençlerin desteğe ihtiyacı var. İş bulmaları, ekmek parası kazanmaları için fırsat yaratılması siyasi erkin sorunu, geleceği onlar şekillendirecekler, ona göre davranmalılar. Bir şeyler anlatma sevdasında, yeni diller peşinde olanları ise biz desteklemeliyiz. Her bir izleyici, bu gelişimi güçlendirecektir.

“Biz Size Döneriz”, yönetmen Doğa Can Anafarta, oyuncular Hande Soral, Çağlar Ertuğrul, Fırat Albayram, Bestemsu Özdemir, Tarık Ündüz, Tuğçe Kurşunoğlu, Ceyda Kasabalı, Meltem Yaman, Yetkin Dikinciler, Haldun Boysan…

(01 Mart 2017)

Korkut Akın

Jim Jarmusch ve Şiir

Amerikan Bağımsız Sineması’nın gerçek anlamda bağımsız kalmayı bilmiş ve sinemasından ödün vermemiş büyük ustası Jim Jarmusch’un şiir ile ilişkisi çok eskilere dayanıyor. Columbia Üniversitesi’ne şair olmak niyetiyle girdiğini biliyoruz. Sinemacı olarak imza attığı kimi yapıtlarında ünlü şairlere atıfları gözden kaçmaz. 1995 yapımı ‘Dead Man (Ölü Adam)’ın ana karakteri klasik İngiliz şiirinin büyük ustası William Blake’in adını taşır. 1986 yapımı ‘Down By Law (İçerdekiler)’in ana sahnelerinden birinde Amerikan şiirinin anıt isimlerinden Robert Frost’un ‘The Road Not Taken’ şiirinin son kıt’ası İtalyanca olarak dökülür Roberto Benigni’nin ağzından.

New York Okulu şairlerinin ve aynı ekolün mensuplarından William Carlos Williams’un hayranıdır Jarmusch. Williams’ın yetiştiği Paterson kenti hakkında bir film çekme isteğinin geçmişi ise bölgeyi ziyaret ettiği 20 küsur yıl öncesine dayanıyor. Sinemacının şehirleri birer karakter olarak kullandığı ilk dönem filmlerini şöyle bir hatırlarsak, ‘Down By Law’da New Orleans’ın, 1989’dan kalma ‘Mystery Train (Gizem Treni)’nde Memphis’in ön plana çıktığını hatırlarız. Sinemacının ilk kez geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen, 2016 yılı kişisel seçkimde üçüncü sırada yer almış son çalışması ‘Paterson’, hem New Jersey eyaletine bağlı yerleşim bölgesinin, hem de Williams’ın kent üzerine kaleme aldığı beş cilt halinde yayımlanmış destansı şiirin adını taşımakla kalmıyor, filmin ana karakterinin ismi de Paterson.

Haftanın her gününün ayrı bir dörtlüğü oluşturduğu bir şiir olarak tasarlamış son filmini Jarmusch. Paterson her sabah 6’yı geçerekten kalkıyor, süt ve gevrekten oluşan kahvaltısını yapıyor, elinde sefertası şoför olarak çalıştığı otobüs garajının yolunu tutuyor. İç cebinde taşıdığı defterine karalamaya başlıyor sefere çıkmadan önce. Öğle arasında kentin ünlü şelalesine bakan tepede yemeğini yerken yazmayı sürdürüyor. Akşam evine, büyük bir aşkla bağlı olduğu karısının yanına dönüyor. Her akşam köpeği Marvin’i dışarı çıkarıyor. Kasabanın barında birasını yudumlarken satranç ustası, caz düşkünü siyah bar sahibi ile çene çalıyor. Her biri 15’er dakika kadar süren yedi bölümde Paterson’ın pek fazla değişmeyen gündelik hayatını aktarıyor Jarmusch. Rutin’in özgürleştirici ve yaratıcılığı teşvik edici etkisi üzerine kuruyor filmini. Otobüs şoförü Paterson’ın ‘suyun üzerine yazılmış sözcükler’ olarak niteledikleri sıradan hayatın benzersiz şiirine dönüşüyor.

Filmi aylar önce ilk kez izlediğimde, “cep telefonlarınızı, bilumum elektronik bağımlılıklarınızı bir kenara bırakın, huzur ve mutluluğun rehberi ‘Paterson’ başka şeylerden söz ediyor bizlere” diye yazmıştım. Geçtiğimiz günlerde ikinci izleyişte, her zaman genç ve bağımsız usta Jarmusch’un yüreğimize dokunan filmiyle bir kez daha sarsıldım. New York Okulu’nun izinden gitmiş Ron Padgett’in filmde kullanılan şiirlerinden, Adam Driver’ın ödül sezonunda haksızca gözardı edilmiş muhteşem performansından bir kez daha etkilendim. Otobüs şoförünün 10 yaşlarındaki küçük kızla şiir sohbetini, Paterson şelalesi fonunda farklı ırktan iki şairin paylaşımlarını aşkın duygularla izledim bir kez daha. Williams’ın ünlü epik şiirindeki metaforda olduğu gibi kent ile şairin birbirinin yerine geçtiği, gündelik hayatın şiirsel rutini üzerine benzersiz bir meditasyon, şiir sanatı üzerine yazılmış benzersiz bir aşk mektubu ‘Paterson’. Son dönemin kaçırılmaması gereken en iyi filmlerinden biri.

(26 Şubat 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Yirmi Yıl Sonra Şehirde Olanlar

İngiliz yönetmen Danny Boyle’un ilk “Trainspotting”ten yirmi yıl sonra devam “T2 Trainspotting” filmiyle geride bıraktığı gençlerin şimdiki hallerini kara mizah bir anlatımla perdeye yansıtıyor. Bu film, !f İstanbul’da gösterildi.

Film, tırnak içindeki “Rent Boy”u atmış ve şimdi 46 yaşında olan Mark Renton’un Amsterdam’da sağlıklı yaşam için fitnes salonunda çocukluk anları gözünün önünden geçerken yere yığılıyor birden. Şimdi o eski yere, Edinburgh’a geri dönüyor. Annesi ölmüş. Babası koca evde yapayalnız. Annesi kendi odasını hep dönecekmiş gibi hazır tutmuş. Mark, Amsterdam’da evliymiş bu yıllar boyunca.

Öte tarafta “Spud” Murphy, yıllar içinde evlenmiş, çocuğu olmuş. Ama bir türlü eroin müptelalığından kurtulamamış. Kendisi için çözüm yolu buluyor: İntihar… Spud, yazarlık taraflarını da keşfediyor ve ilk filmdeki hatıralarını kelimelere de dökmeye başlıyor sonra.

Dövmeli Simon “Sick Boy” Williamson, teyzesinden kendisine kalmış köhne Port Sunshine (Günışığı Limanı) “pub”ta çile dolduruyor. Sevişmediği Bulgar sevgilisi Veronika Kovach’la cüzdanı şişkin adamları tuzağa düşürüp onlara şantaj yapıp duruyorlar. Simon, göçmen sevgilisine sauna açmak istiyor, ama bu o kadar kolay mıydı? Her şeyin mafyası vardı bu dünyada. Simon, barda kenevir de yetiştiriyor. Sistemini kurmuş.

Bu üçünden daha yaşlı olanı Francis “Franco” Begbie hapiste. 16 bin sterline satılan uyuşturucunun cezasını 25 yıl hapis ceza yiyerek çekiyor. Yirmi yılı tamamlamış. Ama son beş yıl için şartlı tahliyesi reddediliyor. O da kendince yöntem bulup soluğu dışarıda alıyor. Kendi hapisteyken bebek olan oğlu Begbie Jr. şimdi üniversiteye gidiyor. Böyle bir babanın oğlu otelcilik okur muydu hiç? Oğluna hırsızlığın inceliklerini öğretmek isterken, yılların boşluğu cinsel hayatına da darbe vurmuş Franco’nun.

Eski heyecanlara…

Spud’un intihardan kurtaran Mark’ın yolu Simon’a düşüyor. Simon’a payını verse de Simon bununla yetinebilir miydi? Amsterdam’a gidemeyen Mark, eski heyecanların içine düşüyor. Uyuşturucu müptelalığından kurtulmuş Mark’ı bu heyecanlı zamanlarda ne bekleyecekti? Bir de başında Franco belası varken. Mark, Bulgar güzeli Veronika’nın da güzelliğini fark ediyor bu karmaşa ortasında üstelik.

Çarpıcı görsellik…

Filmin görselliği sinema adına estetik anlamda heyecan veriyor insana. Bu çarpıcı estetiği, sinema sanatının en başından yarattığı kuramsal ve uygulayımsal olarak ortaya koyduklarına saygı sunuşu olarak değerlendirilebilir. Yönetmen Danny Boyle, bununla beraber sanat estetiğinin yarattığı akımlara da bu saygısını gönderiyor. Öte taraftan bu filme postmodern durumun eklektik ruhu olarak değerlendirilebilir. Her şeyin aynı yapıtın içinde olmasının zihinsel kaos ve anlamsızlık yaratarak anlamsızlığa övgü olarak değerlendirenler de olabilir. Boyle’un ilkini düşünerek filminin ruhunu oluşturduğunu düşünüyoruz.

Doyle’un bu filmi de, tıpkı Jim Jarmusch’un 2016 yapımı “Paterson” filmindeki gibi estetik ruhun ortasına dalıyor. Bu iki filmde de iki büyük yönetmene, Amerikalı Griffith’le Rus Pudovkin’e saygı sunuşu vardı. “Kesme”li kurguyla betimlemeli anlatıma yaklaşıyorlar. David Wark Griffith’in (1875-1948), siyah-beyaz ve sessiz 1916 yapımı “Intolerance-Hoşgörüsüzlük” filminde koşut ve çapraz kurguları kullanan usta, “kesme”lerle misksiz yani geçişsiz kurgu yapmıştı. Vsevolod İllarinoviç Pudovkin’in (1893-1953), siyah-beyaz ve sessiz 1926 yapımı “Mat-Ana” filminde de “kesme”li kurguyla betimlemeli anlatıma ulaşılıyordu. Doyle’un bu filminde “hızlı kesme”ler sıkça görülüyor. Betimlemeli anlatımın yanında gerçeküstücü anlar da filmde fark ediliyor. Eroinin hazırlanışı veya finalde Mark’ın odasındaki anlar hemen akla geliyor. Doyle, kurgusal karşı-kahramanlarına geçmiş de yazmış. Çocukluklarından anlar yansırken, ilk filmden anlar da yansıyor filmde. Elbette görüntülerin donuklaşıp fotoğraflara dönüşmesi de nostaljiyi, yaşanmışlığı hissettiriyor.

1956’da Manchester’da doğan İngiliz yönetmen Boyle, filmlerinin birçoğu ülkemize uğradı. 2008 yapımı “Slumdog Millionaire-Milyoner” filmi tam sekiz Oscar kazanarak büyük bir sürpriz yapmıştı. Bu Oscar sağanağından kendisine de “En İyi Yönetmen” ödülü düşmüştü. Yönetmenin 1994 yapımı “Shallow Grave-Mezarını Derin Kaz” mutlaka görülmeli.

1957’de Edinburgh’ta doğan İskoç yazar Irvine Welsh, “Trainspotting” romanının devamı “Porno”yu 2002’de yayınladı. İlk roman 1993’te yayınlanmıştı. İlk film “Trainspotting”i de çeken yönetmen Boyle, işte bu “Porno” romanını uyarlamış devam filminde. 2017 yapımı “T2 Trainspotting”, yirmi yıl yaşlanmış uyuşturucu müptelası bu insanların şimdiki hayatlarına bakıyor. Yirmi yılda çok şey olmuş. Yazar Welsh, romanına neden “Porno” adını takmıştı? Simon ve Veronika’nın insanları seks tuzağına düşürdüğü şantajlarını mı çağrıştırıyordu? Yoksa filmin geneli için miydi? Franco’nun bulunduğu her yere taşıdığı şiddeti de duyuruyor muydu? Ama iktidarsız olan da oydu. Welsh’te, “vibratörlü kadınlar” bir takıntı olduğunu da belirtmeli. Spud’un içinden dışarıya savurdukları da. İlkinde dışkı, ikincisinde kusmuktu. Spud, bu iki filmin de en özel karakterlerinden biri. Evet Welsh, eserlerine “Sanat rahatsız eder” diyor hep. Bu film, bu yılki “!f İstanbul”da gösterildi ve son armağanıydı.

T2 Trainspotting
Yönetmen: Danny Doyle
Eser: Irvine Welsh
Senaryo: John Hodge
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Ewan McGregor (Mark), Ewen Bremner (Spud), Robert Carlyle (Franco), Jonny Lee Miller (Simon), Steven Robertson (Stoddart), Shirley Henderson (Gail), Gordon Kennedy (Tulloch), Anjela Nedyalkova (Veronika), Pauline Lynch (Lizzy), James Cosmo (Mark’ın Babası)
Yapım: TriStar-Film4 (2017)

(25 Şubat 2017)

Ali Erden

[email protected]

Köşeyi Dönen Adam

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Daha önce 17 Şubat’ta vizyona gireceği belirlenen Martin Scorsese filmi Silence’ın gösterim tarihinin ertelenmesi, “Bir deli kuyuya taş atmış bin akıllı çıkaramamış”a benzedi. Birisi “Recep İvedik 5 yüzünden salon bulamadı” dedi, herkes o güzergâhtan yürüyor. Bir filmin vizyon tarihi en azından 2-3 ay önce belirlenir ve bu gibi durumlar her zaman olağan karşılanır. Siz vizyon tarihinizi bu hafta belirlersiniz, bir iki hafta sonra gösterime giren başka bir film umulmadık ilgi gördüğünde dağıtımcılar ve sinemacılar anlaşırlar, o ilgi gören filmin gösterim süresi doğal olarak birkaç hafta daha uzatılır. Dolayısıyla ardından gelen tüm filmlerin vizyon tarihleri geriye kayar. Silence filminde olan sadece filmin vizyonunun ertelendiği bilgisinin biraz geç duyurulmasıdır. Benzer bir örnek vereyim: Şu anda 03 Mart’ta vizyona gireceği “sanılan” (dikkat ederseniz “kesinleşen” demiyorum) Reis filminin daha önce 14 Ekim 2016 tarihinde vizyona çıkacağı açıklanmıştı, vazgeçildi. Reis’in filmsel değeri bir yana o hafta vizyona giren Ansızın (Auf Einmal – All of a Sudden), Berzah: Cin Alemi, Cehennem (Inferno), Demir Yumruk (Hands of Stone), Oğlan Bizim Kız Bizim, Seni Seven Ölsün ve Yolsuzlar Çetesi adlı filmlerin hiç birinden daha az ilgi göreceği düşünülemez. Demek ki ertelenmesinin mutlaka başka bir sebebi vardır. İllâ aynı hafta vizyona çıkan filmlerden kaçtığı şeklinde yorumlayamayız. Keza İsmail Güneş’in Kervan 1915 filmi de ilk ilan edildiği tarihte vizyona çıksaydı şimdi film unutulmuştu bile, oysa isabetli bir kararla önümüzdeki Nisan ayında vizyona çıkmasına karar verildi. Bizlerin hariçten okuduğumuz gazeller kulağa hoş gelse de, sektör içinden dinleyenlerin kulağına farklı nağmeler ulaşıyor olabilir. (18 Şubat 2017)

Sosyal medya ve hayata savurduğum yazı ve sözlerimden kanaatimi anlayan veya sezen ve bu sebeple gönül koyan veya gücenen veya sükût-u hayale uğrayan takipçilerim veya arkadaşlarım varsa şimdiden beyan ederim ki “kandırıldım” veya “aldatıldım” haklarım saklıdır. (20 Şubat 2017)

Sosyal medyada, Recep İvedik 5′in hafta sonu rekorunu kırdığı haberleri yayılmaya başladı. Küçük bir düzeltme yapayım: (Belki yayılan haberlerin peşinden yetişir.) Recep İvedik 5, “Hafta sonu + 1 Rekoru”nu kırdı, çünkü film Perşembe günü vizyona girdi. Genel gişe söyleminde hafta sonu Cuma, Cumartesi, Pazar günlerini kapsıyor.* (20 Şubat 2017)
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
A.S.: Perşembe hariç 3 günlük hasılat da 1.646.846 kişiyle rekormuş!.. Zaten hiç de şaşırmadım!
A.R.Ö.: Şimdi bizim oralarda bir lâf var, “İtleri salmışlar, taşları bağlamışlar!” Bütün sinemaları kapat, ülkenin en çok seyircisi olan bölge sinemalarında Recep dışında film olmasın, ondan sonra da kalk, “Bak Recep rekor kırdı,” de! Olur, biz de yiyelim! Bu koşullarda Nuri Bilge Ceylan filmi de rekor kırardı!
Sadi Çilingir: 3 günlük rekora bir şey dediğim yok, 4 gündür vizyonda olduğu için açıklamaya ihtiyaç vardı. Onu hatırlattım. Ayrıca “Ölçülen zamanların hafta sonu rekoru” diye belirtmek lazım. Malûm, kayıtlar 1989’dan beri tutuluyor. Ayrıca 30-40 yıl önce filmler Pazartesi günleri vizyona girerdi ve ilk günler film hızını alır hafta sonu düşme bile olabilirdi. “Hafta sonu hasılatı” ifadesi bile yoktu.
U.K.: Hepsinde ebeveyn var mı? Lâkin film 7+13A.***
M.T.Ş: Film rekor falan kırmadı, önceki film 865 salonda gösterilirken bu film tam 1326 salonda gösteriliyor. Salon sayısında korkunç bir fark var. Recep’in girdiği hafta sadece 2 film daha (az kopya ile) vizyona girince de sinemaya giden herkesi alternatifsiz bıraktılar. 1326 salonu hesaba katarsanız seyircide artma değil düşme olacağını göreceksiniz. Recep’in 1 haftalık gişesini 4 günde yaptırdılar bu sayede.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını açıklayabilirim.
*** 7+13A belgeli filmlerde küçük çocukların filmleri ebeveynleri ile birlikte izlemeleri gerekiyor. Yorum yapan, küçük çocukların çoğunun yanında ebeveynlerinin olmamasına gönderme yapıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam 15 kopya ile tüm ülkede sinema gösterimini tamamlayan Eşkıya kopya başına 85.000 kişiye hizmet vermişti. Zamane filminin rekoruna birde bu açıdan bakmak lazım. Bizden önceki büyüklerimiz izleyici rekoru dendiğinde başrolünü Hüseyin Peyda’nın oynadığı Mezarımı Taştan Oyun filmini hatırlatırlar. Onun bir özelliği de yaptığı toplam hasılatın memleket nüfusuna oranıdır. Net olmasa da örnek olarak şöyle diyebiliriz: 40 milyon nüfuslu ülkede 10 milyon kişi izlese, yoldan geçen 4 kişiden biri filmi izlemiş oluyor. 4 no.lu Recep’imi yaklaşık 70 milyonda 7 milyon kişi izlediğine göre gerçek rekoru kırması için İvedik’in kopya başına 85001 kişi tarafından izlenmesi gerekiyor. (21 Şubat 2017)

Eski seri filmlerin adlarında bile bir özen ve hoşluk var: Hababam Sınıfı, Hababam Sınıfı Tatilde, Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor, Hababam Sınıfı Askerde… Turist Ömer, Turist Ömer Avrupa’da, Turist Ömer Afrika’da, Turist Ömer Uzay Yolu’nda… Karaoğlan Altay’dan Gelen Yiğit, Karaoğlan Baybora’nın Oğlu, Karaoğlan Bizanslı Zorba… Şimdikilerde ilave isim bulmaya bile uğraşmıyorlar, salla gitsin, 1, 2, 3, 4, 5… Bir de biliyorsunuz birincisi olmayan 2. film var: Amerikalılar Karadeniz’de 2. (21 Şubat 2017)

1. Sinema Güzeli Yarışması basın toplantısından canlı yayın görüntüsü. Bu arkadaşın görüntüyü ortalamaması ve telefonu dikey tutması sinemanın S’sinden bile anlamadığını gösteriyor. (21 Şubat 2017)

Bir filmi seyretmek kazanç olduğu gibi, seyretmemek de aslında kazanç. Düşünsenize, size müspet katkıda bulunacağını umarak merak ve heyecanla bir filmi bekliyorsunuz, görme imkânı bulduğunuzda seyrediyorsunuz ve sükût-u hayale uğruyorsunuz. İşte bu filmi seyretmemek sizin için bir kazançtı, çünkü seyretmeseydiniz beklentiniz sürecekti. Seyrettiniz ve beklentiniz yok oldu. (23 Şubat 2017)

(24 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 3

80’ler: Yeni Sağ’ın Zaferi

Rocky’nin muzaffer silueti akıldan çıkmadan, 81 yapımı Chariots of Fire / Ateş Arabaları ile çalışan ve başaran insanların arasına dönülmüştü. Böylesi bir ortamda Warren Beatty’nin John Reed uyarlaması Reds / Kızıllarının En İyi Yönetmen Oscar’ı alması bile mucize sayılırdı. Bir yıl sonra bir başka İngiliz yapımı biyografik film olan Gandhi, Hollywood temsillerine uygun bir seremoninin ardından heykele uzanacak, onu 84 tarihli Amadeus takip edecekti. Sergio Leone’nin Once Upon a Time in America / Bir Zamanlar Amerika ile şansı hemen hiç yoktu; çünkü film, şiddeti doğuran etmenleri sıralarken arka sokaklardaki göçmenlerin yaşantısını göstermeyi ihmal etmiyordu.

1983’e gelindiğinde kutsal ailenin yeniden bir araya getirilişine tanık olan seyirci, muhafazakâr Terms of Endearment / Sevgi Sözcükleri’ne sığınacaktı. Bu filmin rakiplerinden olan Lawrence Kasdan imzalı The Big Chill / Yıllar Sonra, 60’ların aktivistlerini yeniden bir araya getirmeye çalışıyor; ama köprünün üstünden çok sular aktığı anlaşılıyordu. Ertesi yıl Pollack, kariyerindeki en sıradan çalışmalardan biriyle (Out of Africa / Benim Afrikam) Oscar’a uzanacak; Orwell, Kafka ve Burgess göndermeleriyle hafızalara kazınan Terry Gilliam’ın fütüristik filmi Brazil, en çok da içerdiği sistem eleştirisiyle yarış dışına itilecekti.

Oliver Stone’un ilk kitlesel çıkışlarından olan Platoon / Müfreze – 1986, kısır geçen yılın öne çıkan yapımlarından olarak Akademi tarafından göz ardı edilemeyecek ve Vietnam karşıtı duruş Oscar’la taçlandırılır gibi görünecekti; oysa Kubrick’in Full Metal Jacket’i, sadece bir yıl sonra The Last Emperor / Son İmparator tercihi ile saf dışı bırakıldı. Film, özellikle ilk bölümüyle askerlerin savaşa hazırlanma ve birer makinaya dönüşme sürecini çok iyi anlatıyor, emperyalist ABD politikalarını mahkûm ediyordu.

80’ler Rain Man / Yağmur Adam – 1988 ve Driving Miss Daisy / Bayan Daisy’nin Şoförü ile noktalanacak, özellikle ikinci filmin Oscar’a uzanması ve Spike Lee’nin Do the Right Thing / Doğru Olanı Yap adlı filmini geride bırakması çokça tartışılacaktı. Bütün bu süreç içinde Soğuk Savaş rüzgârı dinmeye başlamış, SSCB’nin dağılmanın eşiğine gelmesi tek kutuplu bir dünyanın ayak seslerinin işitilmesine yol açmıştı. Başka bir deyişle, 70’lerin ikinci yarısından itibaren kuramsallaşan Yeni Sağ, bir yandan ana akım sinemaya hükmeder hale gelmiş, diğer yandan da ideolojik hâkimiyetini yerleştirmişti.

90’lardan Günümüze…

Dances with Wolves / Kurtlarla Dans, sessiz sinemanın ilk günlerinden bu yana potansiyel düşman ilan edilen ve bir kaç günah çıkarma eylemi sayılmazsa, kaderi (ve imajı) bir türlü değiştirilmeyen yerlilere itibarını iade ediyordu ama her şey için çok geç kalınmamış mıydı? (Bu noktada Marlon Brando’nun 1972 Oscar’larında ödülü yerli soykırımı nedeniyle reddetmesini ve bir Sioux kızını protestosunu kuvvetlendirmek amacıyla sahneye çıkarmasını hatırlatalım.)

80’lerde yenilenen ve iç içe geçen tür denemelerinin, süratli bir kurgu ile seyirciye nüfuz etme süreci, 90’lı yıllar adına da belirleyici olacaktı. Aksiyon ve gerilimi harmanlayan The Silence of Lamb / Kuzuların Sessizliği – 1991, westernin tabutuna son bir çivi çakan Eastwood’un Unforgiven / Affedilmeyen – 1992, epik filmlere dair yeni bir moda yaratan Braveheart / Cesur Yürek – 1995, Fargo ve Trainspotting gibi yeniçağın iki büyük başyapıtıyla yarıştığı yıl, şaşırtıcı (ya da hiç de şaşırtıcı olmayan) bir biçimde ipi göğüsleyen klişelerle örülü melodram The English Patient / İngiliz Hasta – 1996, yine melodramı aksiyon ve gerilimle aynı potada eriterek tüm zamanların gişe ve Oscar şampiyonları arasına yerleşen Titanic / Titanik – 1997 dönemin eğilimlerini ortaya koyuyordu. Ayrıca Akademi’nin, (Spielberg’ün muhafazakâr bakışıyla ABD ordusunu aklamaya çabaladığı Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’ını tercih ederek) Terence Malick’in savaşa dair insani yorumlarla dolu The Thin Red Line’a sırt çevirmesi, Büyük Ödül’ü anlamsız Shakespeare in Love / Aşık Shakespeare – 1998 adlı filme teslim etmesi, 90’ların hatırlanan kararlarından biri olarak ele alınabilir.

Benzer bir mantığa sahip olan 2000’ler, Gladiator / Gladyatör gibi dijital olanakları bir kenara bırakırsak tür adına yeni bir şey söylemeyen bir filmle yolculuğuna başlamıştı. Ertesi yıl, Ron Howard’ın bir başka klişelerle dolu biyografik filmi A Beautiful Mind / Akıl Oyunları, adaylar arasında Memento / Akıl Defteri gibi özellikle kurgu açısından önemli yenilikler barındıran bir filme tercih edilecekti. 2002’de ise müzikal bir film Chicago; The Pianist / Piyanist, Adaptation / Tersyüz, About Schmidt / Schmidt Hakkında gibi yapımların arasından sıyrılarak Oscar’a uzandı.

The Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi serisini noktalayan film, popüler sinemada birden çok türün bileşkesi olarak, tohumlarının 80’lerde atıldığını düşündüğümüz sinemasal anlayışın ulaştığı noktayı vurguluyordu. Aynı yıl gösterime giren Mystic River / Gizemli Nehir, ABD’deki muhafazakâr eğilimlerin başlıca temsilcilerinden olduğu iddia edilen bir sinema adamının, Clint Eatwood’un filmografisindeki en nadide ürünlerden biriydi. Yönetmen, sadece bir yıl sonra, önceki çalışmasıyla kıyaslanamayacak oranda sığ bir anlatıma sahip olan melodramatik boks filmi Million Dollar Baby / Milyonluk Bebek ile telafi Oscar’ına sahip olacaktı. 2006’da bir başka telafi Oscar’ı, Akademi’nin lanetli yönetmeni Scorsese’ye gidecek, sırası gelen Coen’ler ise 2007 yılında, tüm kariyerleri göz önünde bulundurulursa ortalamayı temsil eden bir proje olan No Country for Old Man / İhtiyarlara Yer Yok ile mutlu sona ulaşacaklardı.

2000’lerin En İyi Film Oscar’ına sahip olan yapımlar arasında en çok dikkat çekenlerden biri Paul Haggis imzalı Crash / Çarpışma -2005 oldu. Hakkındaki iddiaların muhtelif olduğu; ancak bir bütün olarak bakıldığında Bush politikalarının ulaştığı sonucu betimleyen 11 Eylül saldırılarının ardından, yoğunlaşan ırkçı bakışın izini süren yönetmen, daha önce Inarritu’da olgun örnekleriyle karşılaştığımız çoklu yaşamların kesişmesini başarıyla perdeye yansıtıyordu.

Danny Boyle, Slumdog Millionaire / Milyonerde ödül dağıtıcıların çok hoşlandıkları oryantalist bakışı Hindistan atmosferine taşımıştı. The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak’ta ise (Oscarlı ilk kadın yönetmen olma onuruna erişen) Kathlyn Bigelow, muhafazakâr ve aklayıcı bir bakışla ABD Ordusu’nun müdahalelerini masaya yatırıyor; işin ilginç yanı, teknolojik olanakların ulaştığı noktayı ortaya koyan Avatar, içerdiği muhalif anlatıdan olsa gerek, yarışın dışına itiliyordu. Konuşmayı başararak (!) ulusuna önderlik etmeyi öğrenen kralın öyküsünün En İyi Film seçildiği 2011 Oscar’ları ise sektörün 83 yıllık tarihine ihanet etmediğinin en somut göstergelerindendi. (Ayrıca o yılın öne çıkan diğer adaylarına baktığımızda, çağımız gençliğine yeni ifade yolları açarak ‘voliyi vuran’ gencin serüvenlerinin, doğaya direnerek hayatta kalmayı başaran bir modern çağ kâşifine ya da olanaksız koşullarda dahi çalışıp çabalayarak Amerikan Rüyası’na dalabilen boksöre karıştığını pekâlâ görebiliriz.)

Tablo, hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve gerçekten de özgün bir proje olan “Artist”le tamamlanmıştı; ancak bir farkla: Sessiz sinemanın önemli figürlerinden John Gilbert’in yaşamından esinlenen ve ünlü bir oyuncunun yaşanan teknik gelişmeler sonucu yalnızlığa itilmesini konu edinen film, finalde rüyayı yaşanılır kılıyor ve gerçeklikle bağdaşmama pahasına bireye mutluluğun kapılarını aralıyordu. Fransız yönetmenden Amerikan usulü sinema! Her şey tam da Hollywood’a göre işliyordu sizin anlayacağınız!

85. Oscar’da Ortadoğu’yu Amerikan adaletiyle tanıştıran (!) Argo / Operasyon: Argo ve Zero Dark Thirty, inananların zaferini tescilleyen Life of Pi / Pi’nin Yaşamı ve ortaya karışık spagetti western ve siyah sömürü sineması (Django Unchained / Zincirsiz) gibi filmler yarışmıştı. Bir yıl sonra, kaçışını Beyaz Adam’ın vicdanı sayesinde gerçekleştiren 12 Years a Slave / 12 Yıllık Esaret ödüle uzanırken, deneysel bir bakışın ürünü olan Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) / Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi)’nin 2015 töreninde En İyi Film seçilmesi, Oscar tarihinin ayırt edici yönlerinden biri olmuştu. Benzer bir durum, 70’lerin paranoya sinemasını akla getiren, geçen yılın kazananı Spotlight için de söylenebilir.

Sonuç Yerine

Güven tazelemek, sistemin gayret eden insanın yüzüne (hemen olmasa da!) bir gün, bir yerde mutlaka güleceği duygusunu pekiştirmek, ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından yürürlüğe koyduğu rüyanın özeti gibidir. Her kriz anında ya da varlığının sorgulanır, politikalarının eleştirilir hale gelmesinin hemen ardından gündeme gelen bu anlayış, sanat camiasının en popüler unsurlarından olan sinemayla mutlak bir mutabakatla sonuçlanmaktadır.

Kuşkusuz popüler sinemanın kimi dönemlerinde yedinci sanatın çağa tanıklık eden ve sorgulayan kimliğine yaraşır kimlikte ürünler ortaya konmuştur; ama bu ürünleri bizzat kendi eliyle soframıza sunan ve ne denli demokrat olduğunu “gözümüze sokan” da yine aynı sistemdir. Marx’ın deyişiyle “kapitalizm kendi idamı için olsa bile ip satar; ama ipin çürük olmasına bakar!”

Elbette bir eğlence aracının (!) bütün bu yazı boyunca iddia edildiği gibi, bir sistemin mevcudiyetini sürdürme siyasetinde bu denli belirleyici olabileceği iddiasını “saçma” olarak nitelendirmek de olasıdır. Chaplin’i, Welles’i, Lilian Hellmann’ı, Büyük Bunalım’ı, Soğuk Savaş’ı, McCarthy’lerin odun taşıdığı cadı kazanlarını, Küba, Vietnam ve ardıllarını ve günümüzü bir kenara bırakmak da öyle. Ama Oscar, “sinema ve ideoloji” tartışmasının en belirgin başlığı olarak daha uzunca bir süre gündemde kalmayı sürdürecektir.

(20 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Ayışığı’nda Mavi Görünür Siyah Çocuklar

‘Ay Işığı / Moonlight’ 2016 yılında Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli keşiflerinden biriydi. Siyah bir gencin 16 yıla yayılmış büyüme hikâyesini üç bölüm halinde aktaran yapım, Afro-Amerikan sinemanın Akademi Ödülleri’ndeki temsilcisi olarak halen gündemdeki yerini koruyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin görkemli gövde gösterisi olarak şahsen çokça da önemsemediğim Oscar adaylıkları bir yana, belki bir başyapıt değil ama, iyi kotarılmış içtenlikli bir sinema örneği bu.

37 yaşındaki yönetmen Barry Jenkins, Richard Linklater etkisi taşıyan ilk denemesi 2008 yapımı ‘Medicine for Melancholy’nin ardından çektiği yeni filminde, kendisi gibi siyah oyun yazarı Tarell Alvin McCraney’nin -Türkçe karşılığını yazının başlığına seçtiğimiz- ‘In Moonlight Black Boys Look Blue’ isimli oyununu kaynak almış. Oyun metninden farklı olarak, hem siyah, hem yoksul, hem de eşcinsel eğilimli ana karakterinin öyküsünü kronolojik atlamalarla anlatma yolunu seçmiş.

Yönetmenin doğup büyüdüğü Liberty City, Miami’nin yoksul mahallesini mekân alan yapım, benzerlikler olsa da özyaşamsal bir hikâye anlatmıyor. Uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşam savaşı veren, ‘Little’ (yani küçük) lâkabıyla anılan çelimsiz siyah çocuğun baba figürü arayışını ele alan ilk bölüm Tanrı/İsa ilişkisini çağrıştırıyor. İkinci bölümde ortaokul-lise yıllarında eril şiddetin hüküm sürdüğü çevresiyle uyum kurmakta zorlanan Chiron’un dışlanmasına şahit oluyoruz. Kendine bile itiraf etmekten çekindiği cinsel dürtülerinin su yüzüne çıktığı ay ışığı altındaki gece ilk kez dokunduğu bedende aşkla tanışıyor genç adam.

On küsur yıllık bir sıçramanın ardından, artık ‘Black’ olarak çağrılan Chiron’un fiziksel olarak muazzam bir biçimde değiştiğine tanıklık ediyoruz. Çocukluk yıllarındaki baba figürünün ‘ne olmak istediğine kendin karar verirsin, başkasının senin yerine karar vermesine izin verme’ öğüdüne uyamamıştır. Yaşadığı çevre onu güçlü ve sert bir siyah erkek olmaya zorlamış, o da bunun gereklerini yerine getirmiştir. Ancak gözleri onu ele vermektedir. Hayatı boyunca kendisine dokunmuş olan ilk ve tek aşkı ile yıllar sonra karşılaştığında koca cüsseli Black bastırdığı hisleriyle yüzyüze gelecektir.

Kısa özetten de anlaşılacağı üzere, acımasız bir dünyada geçen son derece şiirsel bir öykü anlatıyor ‘Moonlight’. Aynı çevrede, küçük Chiron gibi uyuşturucu bağımlısı AIDS hastası anneyle büyümüş Jenkins, yoksul siyah gençlere biçilmiş bir hayata direnmiş, okul yıllarında tanıştığı sinemanın büyüsüyle kendini ifade etmek istemiş. İkinci uzun metrajında favori yönetmenlerinden Hou Hsiao-Hsien imzalı ‘Üç Zaman’ın ana yapısından yola çıkmış. Son epizod’da Claire Denis’in ‘Vendredi Soir’ (Cuma Gecesi) ve Wong Kar-Wai’in ‘Happy Together’inin (Mutlu Beraberlik) gözle görünür etkisini duyumsuyorsunuz.

Epizodik yapısı üç bölümlü bir sonatı anımsatan filmin müzikleri özenle seçilmiş. İlk bölümde yer alan Mozart’ın K.339 ‘Vesperae Solennes de Confessore’ adlı koral eserinin ünlü ‘Laudate Dominum’una tanınmış film müziği bestecisi Nicholas Britell’in barok etkili tınıları karışıyor. Son epizodun trajik İspanyol halk şarkısı ‘Cucurrucucú Paloma’ya müzik kutusundan yükselen 60’lı yılların ünlü Barbara Lewis klasiği ‘Hello Stranger’ eklemleniyor. Görüntü yönetmeni James Laxton’ın geniş renk paleti ve aktörlerin bastırılmış duygularını ele veren yakın plan tercihleri son derece yerinde. Oscar adayı deneyimli oyuncular Mahershala Ali ve Noamie Harris’in ve ‘Black’ rolünde yükselen siyah oyuncu Trevante Rhodes’in performansları birinci sınıf.

Kimliği yüzünden dışlanmış, dünyada yalnız bırakılmış herkesin duygularını dile getiren, Donald Trump iktidarına bir manifesto niteliğindeki bu şiirsel filmi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum.

(20 Şubat 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Gerçeğe Çağrı

Bir Etkinlik Birden Fazla İsimle Anılıyorsa Afişindeki Adına İtibar Ediniz

TRT’nin, amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek amacıyla başlattığı Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri’ne başvurularda bu yıl bir rekora imza atıldı. Yurt içinden ve yurt dışından yoğun ilgi gören TRT Belgesel Ödülleri’ne 2015 yılında 42 ülkeden 348 belgesel film, 2016 yılında ise 47 ülkeden 427 belgesel film katılmıştı. 9. TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl Dominik Cumhuriyeti’nden Rusya’ya, Mısır’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Kanada’dan Japonya’ya 78 ülkeden 665 başvuru yapıldı. Dünyada benzer etkinliklere başvurular giderek azalırken 9. Uluslararası TRT Belgesel Günleri’ne katılım her yıl kendi rekorunu kırarak kültür ve sanat dünyasında kök salıyor. Yapılacak ön elemenin sonuçları 27 Şubat 2017’de açıklanacak ve finale kalan filmler, 11-14 Mayıs 2017 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek. 2017 TRT Belgesel Günlerinde 6 ayrı salonda seyirciyle buluşacak.

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Kong: Kafatası Adası filminin basın bülteni, zaman mefhumunun acı bir tarafını daha keşfetmeme sebep oldu. Filmde rol alan John Goodman adlı oyuncu Transformers: Age of Extinction (IMDb.ye göre bu filmde sadece sesi rol alıyor) ve Argo adlı filmlerin oyuncusu olarak tanıtılıyor. Genç kuşak için bu tanıtım belki doğru bir tanıtım ancak bir önceki kuşak, yani bendenizin bulunduğu yaş aralığındaki sinemaseverlere John Goodman deseniniz otomatikman “Ooo Big Lebowski” der. Misalen 10 sene sonra çevirdiği bir filmin bülteninde Keanu Reeves John Wick’in oyuncusu olarak tanıtılacak, oysa Keanu Reeves denildiğinde şu anda akla hemen Matrix geliyor. Neticede zamanın acımasız çarkı yavaş dönüyor ama her şeyi öğütüyor, unutturuyor. Bahsettiğim acı bu. (12 Şubat 2017)

Ahmet fiili durum yaratınca makbul, Mehmet memleketin fiili durumu aynen devam etsin deyince yanlış oluyor. Kafam karıştı vesselam. (14 Şubat 2017)

Yabancı filmlerdeki bazı sanatçı adlarının Türkçe karşılıkları ilginç çağrışımlar yapıyor. Misalen: Dehşet ve İntikam’da (Outrage) Mel Ferrer oynuyor. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın (The Postman Always Rings Twice) yönetmeni Tay Garnett, başrol oyuncusu Cecil Kelleway. Denizler Hakimi (Against All Flags) adı filmin müziğini Hans Salter yapmış, başrolünde Errol Flynn oynuyor. Punch ve Jody’de (Punch and Jody) Ruth Roman oynuyor. Sırasıyla şunlar çağrışıyor: Mel mel bakmak / At yavrusu / Kelle paça / Şalter’i indirmek / Erol Taş / Çingeneler Zamanı. (14 Şubat 2017)

Sevgililer Günü’nden hareketle: Kardeşler ve Sevgililer 1996 Nisan, Çılgınlar ve Sevgililer (Dude Where Is My Car) 30 Mart 2001, Sevgililer Günü Katliamı (My Bloody Valentine 3-D) 13 Şubat 2009, Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriend Past) 24 Temmuz 2009, Sevgililer Günü (Valentine’s Day) 12 Şubat 2010 tarihinde vizyona girmiş. (14 Şubat 2017)

Ünlü yönetmen “Dünyayı utanç kurtaracak” diyor ya, aslında dünya, dünyaya geldiğinde kurtulmuş haldeydi; saftı. Sonradan gelen insanoğlu yüzbinlerce yıl uğraşa uğraşa onu yeniden kurtarılacak hale getirdi. Yani bugün için utanç, vicdan ve hoşgörü dünyayı yeniden kurtaracak. Misalen bugün ülkemizde herkes utanç, vicdan ve hoşgörüsünü harekete geçirse memleket yarın güllük gülistanlık olur. İhtiraslar arkada kalsın. Önce sen. (15 Şubat 2017)

Reis sinema tarihimize herhalde en fazla değişikliğe uğrayan film olarak geçecek. Çekimine karar verildiğinden bu yana yapımcısı değişti, dağıtımcısı değişti, vizyon tarihi değişti, afişi değişti, görüntüleri değişti. Bakınız görsel. Bu arada belirtmiş olayım Türk Sineması’nda tek Reis var, O da Reis Çelik; film dersek Oruç Reis, Reisin Kızı ve Reis Bey gibi filmler var. Reisin Kızı’nda Reis rolünde Muammer Karaca, kızı rolünde Gülşen Bubikoğlu, Reis Bey’de ise Haluk Kurdoğlu oynuyor. Bir de 2011 yılında yapılmış Reis ve 2009 yılında yapılmış Aile Reisi adlı 2 TV dizisi var. Bu arada Reis’in, vizyona girdiğinde, 3. haftasına başlamış olan Recep İvedik 5 ile karşılaşacağını da belirtelim. (16 Şubat 2017)

Şilili şair Pablo Neruda’nın filminin yönetmenliğini Pablo Larrain yapmış; ahdim olsun yönetmenlik yapmaya karar verirsem Gülistan ve Bostan’ın yazarı Şirazlı şair Şeyh Sadi’nin filmini de ben çekeceğim. (Gelgelelim “Uzak İhtimal” / Şiir ve sinema sevgimden şüphe etmiyorum da iş yönetmenlik kabiliyetine gelince, orada derin düşüncelere gark oluyorum.) (18 Şubat 2017)

(20 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Gizli Sayılar -Hidden Figures-

Tarihin akışına ivme katan kişilikler vardır, birçoğunu bilmeyiz bile. Başarılı olup olmadıklarından öte, kazandırdıklarıdır belirleyici olan. Çünkü karanlığı yırtmışlardır, aydınlığı taşımışlardır, sadece kendilerine değil, tüm insanlığa. Gizli Sayılar, gerçek hayattan aldıklarını bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Düşünün, 1960’lar, daha dündür ama cinsiyet ayrımcılığının da ırkçılığın da belirleyici olduğu yıllardır, bir yandan uzay yarışı sürerken.

Yılmadan, bıkmadan, usanmadan…

Sovyetler Birliği ile ABD arasında tüm dünyayı etkileyen soğuk savaş sürerken bir yandan da uzay yarışı yapılıyor. Uzayı fetheden soğuk savaşın da galibi olacaktır. Sovyetler tarafında neler olduğunu bilmiyoruz ama ABD tarafında cinsiyet ayrımcılığı da, ırkçılık da tüm gücüyle belirleyici oluyor. En çalışkan, en başarılı, en bilgili olmalarına rağmen, filmin ele aldığı üç siyahi kadın hem dışlanıyor, hem aşağılanıyor. Onlarsa bıkmadan, yılmadan, yüksünmeden mücadele ediyorlar. NASA’da uzay çalışmalarında görev alan Katherine Goble Johnson (Taraji P. Henson), Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) ve Mary Jackson (Janelle Monáe) cinsiyet ayrımcılığını da, ırkçılığı da yeniyorlar.

Gerçek hayattan…

Biri, bilgisayarların yaptığı hatayı bile bulabilen, kimseye taviz vermeyen, sayılarla arası çok iyi olduğu için uzay merkezine kabul edilen ilk siyahi kadındır. Diğeri bilgisayar programcılığını kendi çabasıyla başaran ve mühendislerin çözemediği sorunları bir çırpıda gideren, -çok önemli bir dayanışma örneği de gösterir- lider ruhlu bir kadındır. Öbürü beyazların okuluna kendini kabul ettirerek ilk kadın ve siyahi uzay mühendisi olur. Uzay projesinin başındaki Al Harrison (Kevin Costner) ayrımcılığa -aslında kendilerini uzay yarışında geri bıraktıran zamanı harcandığı için- karşı çıkınca bir şeyler yerine oturur.

Dönüm noktası…

ABD uzay yarışını kazanmak zorundadır, onun için çalışanların haklarını gasp etmekten çekinmez. Bir biyografik drama olan, gerçek bir yaşamın kesitlerini anlatan bir film “Gizli Sayılar”. Görüyoruz, maaş da vermezler, mesai de… Fiilen yönetici olan Dorothy, ne terfi eder ne de asaleten atanır… Ne zaman ki, başarır, o zaman Mrs. Vaughan olur… Katherine’in ihtiyacı için bir kilometre kadar uzaktaki tuvalete koşturması gerçekten acıdır; kahve makinesi konusu küçük ama belirleyici bir dönüm noktasıdır… Janelle ise siyahilerin ve kadınların alınmadığı okula ilk kabul edilen olmayı söke söke başarır…

Biz şimdi, bir referanduma gidiyoruz ya, neredeyse birbirimizi vatan hainliğiyle suçlayarak. Yanlışımızı görmek, ayrımcılığı aşmak için bir seçenek var önümüzde… Gizli Sayılar bize rehberlik edebilir.

Gizli Sayılar -Hidden Figures- Biyografik dram, yönetmen Theodore Melfi, oyuncular Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monáe, Kevin Costner, Kirsten Dunst… 24 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(20 Şubat 2017)

Korkut Akın

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 2

Sistemi Yenilemek

30’ların perdesini açan Oscar’lı film, Lewis Milestone imzasını taşıyan All Quiet on the Western / Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque’ın yayınlandığı dönemde yankılar uyandıran romanından uyarlanmıştı. Savaş felaketini son derece dramatik bir anlayışla gözler önüne seren yönetmenin, özellikle belgeselci bir yaklaşım yeğleyerek yer verdiği siper görüntüleri, sonraki dönemlerde savaş sineması adına örnek oluşturmuştu; ancak filme verilen ödülün Hollywood’un anti-militarist bakış açısına örnek teşkil edebileceği iddiası -en azından sonraki dönem göz önüne getirildiğinde- gerçekçi sayılamazdı.

1931, genel eğilimlerin belirginleşmesi adına kritik bir yıldı. Aday filmler arasında yer alan Public Enemy ve Little Caesar, gangster/suç sinemasının erken dönem klâsikleri arasında yar alıyordu. İki film de, 1930’ların başlarında, Amerika’da içki yasağı döneminde suç dünyasında yaşanan bir yükseliş ve düşüş öyküsüne odaklanmaktaydı. Gerçekçi gözlemlere dayanan ve dönem eleştirisi barındıran bu yapımlar, binlerce yerliyi yok etme pahasına uygarlığı yaratan öncülerin serüvenleri kadar renkli değildi kuşkusuz(!). Akademi, ABD Kongresinin 1889 yılında aldığı karar uyarınca Oklahoma topraklarını çiftçi ve göçmenlere bağışlaması üzerine harekete geçen göçmenlerin öyküsüne odaklanan Cimarron’u En İyi Film ödülüne değer bulmuştu!

Sonraki yıl gösterime giren bir başka suç serüveni Scarface: The Shame of a Nation / Yaralıyüz, Greta Garbo’nun varlığı dışında hiçbir anlam ifade etmeyen Grand Hotel’e kaybedecekti. Bu, sisteme güveni boşa çıkarma çabası taşıyan gerçekçi öykülerin ikinci sınıf melodramlar karşısında alacağı ilk yenilgi olmayacaktı!

Dönem; aşk (It Happened one Night / Bir Gecede Oldu – 1934, Gone with the Wind / Rüzgar Gibi Geçti – 1939), iyimserlik (You Can’t Take it With You / Para Beraber Gitmez – 1938), macera (Mutinty on the Bounty / Gemide İsyan – 1935) gibi öyküler ve yeni çiftler aracılığıyla (Clark Gable & Claudette Colbert, Jean Arthur & James Stewart) bunalımı hafifletmenin yollarını ararken, özenle yaratılan vitrini bozmaya çalışan yaramaz çocuklara da rastlanmıyor değildi (Modern Times / Modern Zamanlar – 1936.); ancak Akademi’ye göre pek çok sinemaseverin adını hatırlamakta dahi güçlük çektiği The Great Ziegfeld, çok daha başarılı bir yapımdı ve o saçma “komünizm paranoyasını” kaşıyıp duran bu küçük adamı dikkate almak yersizdi!

30’lar, biraz da Frank Capra’nın içi doldurulamamış hümanizminin, aykırı sesleri boğduğu bir dönem olarak hafızalara kazınacaktı.

Kuşkudan Destana

Hitchcock imzası taşımasına karşın, sanatçının olgunluk dönemi göz önüne alındığında vasat bir film olan Rebecca’nın, The Grapes of Wrath / Gazap Üzümleri gibi eskimeyecek bir klasiğe yeğlenmesiyle açılan 40’lar, aslında sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden olan Orson Welles’in çıkışını müjdelemesi açısından kayda değerdi. Ne var ki yedinci sanatın anlatım olanaklarını yerle bir eden ve yeni bir çağın kapılarını aralayan 1941 yapımı Citizen Kane / Yurttaş Kane, biraz da filmin teşhir ettiği basın imparatoru Hearst’ün kampanyası sonucu göz ardı edilmişti. Akademi’nin 1942 tercihi daha da acıklıydı. Birçok eleştirmen tarafından “savaşa çağrı yapan, duyguları sömürücü basit bir propaganda filmi” olarak nitelendirilen Mrs. Miniver (Yönetmen: William Wyler), Aristokrat bir İngiliz ailenin, 2. Dünya Savaşı sırasında yok olmaya yüz tutan yaşamlarına odaklanıyordu. Ne var ki, kararlarını “Nazi tehdidine karşı kamuoyu baskısı oluşturmak” olarak açıklayan üyeler, bu kez de Lubitsch’in To be or Not to be / Olmak ya da Olmamak adlı başyapıtını ıskalamışlardı. Anti-militarist sinemaya armağan ettiği birçok sahne ile akılda kalan film, -The Great Dictator ile birlikte- Alman faşizmine en sıra dışı darbeleri savuran yapımlar arasında yer alırken, Miniver, nadiren hatırlanacaktı.

1944’ün gözde filmi Oscar’lara da damgasını vuran Leo McCarey’nin Going My Way / Yoluma Giderken, New York’taki bir Katolik kilisesine atanan genç papaz Chuck O’Malley’nin maceralarını anlatıyordu. Günümüzde, Bing Crosby’nin performansı sayılmazsa “sıradan” olarak nitelendirilebilecek film, Hollywood’un en başarılı dönemlerinden birinde şaşırtıcı olarak öne çıkarılmıştı. Bu kez, kara filmin doruk noktalarından olan Double Indemnity / Çifte Tazminat dışarıda bırakılmış, western tarihinde yeni bir sayfa açan The Ox-Bow Incident adaylığa dahi değer bulunmamıştı. (Öncülerin ülke yaratma çabaları veya yerlilerle olan mücadelelerini konu alan 40’ların westernlerinden kesin bir dille ayrılan bu film, uygar Batı’nın (!) linç yaklaşımına keskin bir bakış atmakta ve olasılıkla 2. Dünya Savaşı atmosferinin kahramanlık destanlarıyla uyuşmamaktaydı!)

Wyler’ın, Miniver’ın ardından savaş sonrasındaki toparlanış esnasında uyum sorunu yaşayan savaş gazilerini rehabilite çabaları The Best Years of Our Lives / Hayatımızın En Güzel Yılları – 1946 adlı filmde karşılığını bulacak; kuşkucu yaklaşımı ve karamsar yapısıyla topluma güvensizlik aşıladığından olsa gerek, Akademi’nin her daim burun kıvırdığı film noir, kendini yenilemeye devam edecekti (The Big Sleep / Birleşen Kalpler, The Postman Always Rings Twice / Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Notorius / Aşktan da Üstün).

Soğuk Savaş Yıllarında

Joseph L. Mankiewicz sinemasının doruk noktalarından olan All About Eve / Perde Açılıyor, 50’lerin perdesini açmıştı açmasına; ama tiyatro dünyasında yaşanan bu hırslı mücadelenin, Sunset Boulevard’dan daha başarılı olduğunu iddia etmek olası değildi. Hollywood’u konu alan filmler içinde en alaycı ve en saldırgan filmlerden olan Sunset Bulvarı, sessiz sinemanın kraliçelerinden biriyken, sinemanın sese kavuşmasının ardından bir kenara fırlatılan Norma Desmond’un tuhaf öyküsünü perdeye taşıyordu. Oscar dağıtan seçkin üyeler, filmin gösterime girdiği dönemde ayyuka çıkan eleştirilerden etkilenmiş olmalılar; zira bir kez daha ‘yanlış ata’ oynamışlardı! Soğuk Savaş’ın miladı sayılabilecek bu dönem, Akademi Ödülleri’ni de etkileyecek ve 50’li yıllarda hatalı kararlar tavan yapacaktı.

1951 yapımı Vincente Minnelli müzikali An American in Paris / Paris’te Bir Amerikalı, Method Kuramı’nın en başarılı örneklerinden olan A Streetcar Named Desire / Arzu Tramvayı’nın önüne geçmişti (Üstelik o yılın bir başka dikkat çeken yapımı da George Stevens’ın Theodore Dreiser’ın ünlü An American Tragedy adlı eserinden uyarladığı A Place in the Sun / İnsanlık Suçu idi!). Bir yıl sonra, görkemli filmlerin babası Cecil B. DeMille’in, seyircinin gözünü boyamaktan öte bir anlam taşımayan filmi The Greatest Show on Earth, McCarthy dönemini ironik biçimde mahkûm eden High Noon / Kahraman Şerif’in gölgesinde kalmasına karşın ödüle uzanacaktı. Üyeler, bu kez de John Ford, Howard Hawks ve John Wayne’den oluşan derin Amerikan korosunun “Böyle western mi olur?” serzenişlerinden etkilenmişti.

İki savaş filminin öne çıktığı 1953 Oscar’larında yapılan tercihler, “Akademi’nin Eğilimleri” kavramının altının doldurulmasına olanak tanıyacaktı. Zinnemann’ın Pearl Harbor baskınını fon alan melodramatik öyküsü From Here to Eternity / İnsanlar Yaşadıkça, Billy Wilder’ın bir toplama kampında kurtuluş mücadelesi veren askerleri konu edinen Stalag 17’yi saf dışı bırakacaktı. (Wilder’ın filminde masum kişinin casus ilan edilmesi, yine McCarthy dönemine dair üstü kapalı bir gönderme niteliği taşımaktadır.) Benzer bir durum 1957’de de ortaya çıkacak; yine iki savaş filmi, The Bridge on the River / Kwai Köprüsü ve Paths of Glory / Zafer Yolları, Oscar’lar için yarışacak ve kazanan; kuşkusuz askerlik kavramını tartışmaya açan Kubrick olmayacaktı!

Gerçeklikten kaçışın sinemasal zeminde teorize edilmesinin diğer bir karşılığı olan müzikallerin büyük başarıya kavuştuğu 50’ler Gigi’de somutlaşırken, çemberin dışında kalan yapımlar arasında Rebel Without a Cause / Asi Gençlik – 1955, 12 Angry Men / 12 Kızgın Adam – 1957, Touch of Evil / Bitmeyen Balayı – 1958 bulunuyordu. Perde, dönemin din sosuna batırılmış süper kahramanı Ben Hur ile kapanıyordu.

Büyük Değişim

60’ların daha ilk adımında, önceki onyılın memnuniyetsiz kuşağının isyana evrilmesine az bir zaman kala, Oscar’ın geleneksel ruhuyla tezat oluşturan The Apartment / Garsonyer, içerdiği vahşi kapitalizm eleştirisiyle hak ettiği ödüle uzanıyordu. Hemen sonra gündeme gelen Robert Wise’ın West Side Story / Batı Yakasının Hikâyesi, sıradan bir müzikal olmanın ötesine geçerek, gençlik sorunları ve Yeni Dünya’daki göçmen algısını yansıtmaya çalışıyordu. Yine de umutlanmak için erkendi.

Bernard Shaw’ın Pygmalion adlı oyununun yeni uyarlaması anlamı taşıyan My Fair Lady’nin, Kubrick klasiği Dr. Strangelove’u gölgede bırakması, 1964 Oscar’ları hakkında derin şüphelerin oluşmasına yol açacaktı. Üç yıl sonra, Norman Jewison’un, tek özgün tarafı ana karakterlerden birinin siyahî bir oyuncu olması olan In the Heat of the Night / Gecenin Sıcağında adlı filmi, sistem ve ödül işbirliğini somutlaştırması bakımından önem taşıyordu. Oyunu beyazların kurallarına göre oynayan Sidney Poitier’nin Virgil Tibbs karakteri ile akılda kalan bu film, her ne kadar liberal bir bakış açısına sahip olup, Martin Luther King’in öldürülmesinin hemen ardından gösterime girse de devre dışı bıraktığı filmler kadar önem arzetmiyordu. Arthur Penn’in ana akım sinemanın geleceğine yön veren Bonnie ve Clyde’ının yanı sıra, Mike Nichols’ün The Graduate / Aşk Mevsimi de 1967 Oscar’larında ödüle değer bulunmamıştı.

Değişime direnmeye kararlı görünen Akademi, sinema tarihinin en başarılı bilim-kurgu filmlerinden olan 2001’i es geçmiş, Polanski imzalı Rosemary’s Baby’i dikkate almamış, Blake Edwards-Peter Sellers iş birliğinin en parlak örneği olan ve ikinci Sunset Boulevard vakası gibi duran The Party’i ise adaylığa dahi uygun görmemişti. Kazanan, Charles Dickens’ın klasik eserinden uyarlanan bir müzikaldi: Oliver!

1969 ise Oscar Tarihi’nin en anlamlı değerlendirmelerinden birinin gerçekleşmesi adına önem taşımaktaydı. 60’ların ortalarından itibaren ciddi biçimde kabuk değiştiren Hollywood; aykırı insan öykülerini muhalif bir tavırla ele alırken, bu atılımın doruk noktalarından birkaçı bu yıla rastlayacaktı: Peckinpah’ın bir süredir etrafında gezindiği temaları belli bir bütünlük içinde sunma olanağı bulduğu westerni The Wild Bunch / Vahşi Belde adaylar arasında yer alıyordu. Türde bir dönemin sonunu işaret eden bu yapımın yanı sıra, Easy Rider gibi 68 kuşağının manifesto filmlerinden biri, Bunalım Dönemi ve bir rüya eleştirisi olarak nitelendirilebilecek Sydney Pollack’ın They Shoot Horses, Don’t They / Son Gerçek: Atları da Vururlar, toplamın önemli parçalarıydı. Oscar’ın sahibi ise adeta dönemin isyancı ruhunun kısa bir süre sonra karanlığa gömüleceğini işaret eden Midnight Cowboy / Geceyarısı Kovboyu oldu. James Leo Herlihy’nin romanından uyarlanan eser, parlak cilasının ardında korkunç bir sefalet gizleyen New üzerine gerçek bir başyapıttı. İki usta oyuncunun (Dustin Hoffmann & Jon Voight) görkemli yorumları, doğaçlama diyaloglar, çürümeye yüz tutan kentin ‘arka’ sokakları ve Andy Warhol ile Paul Morrisey gibi aykırı figürleriyle film, 60’lar sinemasının özeti ve en önemli olaylarından biri anlamına geliyordu. (Akademi’nin X-Rated bir filmi cesur bir kararla ödüllendirmesinin ardında, Gregory Peck’le birlikte yaşanan değişimin bulunduğunun altını çizelim.)

İdeolojiler Çapışırken

Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça ve M.A.S.H. / Cephede Eğlence gibi önceki dönemin izlerini takip eden filmler bir yana, 70’li yıllar biyografik bir filmle yola çıktı: Patton / General Patton. Filmin yarı militarist söylemi, usta oyuncu George C. Scott’ın varlığı ile bir parça törpülense de, 1971 adayları bu yönelimin bir tesadüf olmadığını kanıtlayacaktı. Başına buyruk, adaleti sağlama bahanesiyle kişisel yöntemlere başvuran faşizan polislerin temsilcisi The French Connection / Kanunun Kuvveti, Dirty Harry / Kirli Adam’la birlikte bu dönemin simge filmlerinden oldu. Akademi ise iki yıl önceki radikal kararından dolayı özür dilercesine, bu eğilimlerin anti tezini sunan A Clockwork Orange / Otomatik Portakal’ı göz ardı edecek, paranoya dalgasının habercilerinden Klute / Fahişe’yi ya da Altman’ın eski bir kiliseyi geneleve dönüştürmeye çalışan kahramanları McCabe and Mrs. Miller’ı yok sayacaktı. “Yaramazlık, bir yere kadardı!”

Aslında bütün bu olup bitenler, Kennedy’nin iktidara gelmesinin hemen ardından; Füze Krizi, Domuzlar Körfezi Çıkarması, Siyah Hareketi, Vietnam, Latinlerin Başkaldırısı, Suikastlar ve 68 Çığlıkları başlıklarıyla irdelenebilecek bir sürecin sonunda, sistemin kendini onarmaya başladığının somut göstergeleriydi. Biraz da bu yüzden, 70’ler, önceki on yılın başkaldırı hareketleri ile gelecek dönemin yeni sağ politikaları arasında bir çarpışma alanını oluşturacak, bundan en fazla etkilenen ise yedinci sanat olacaktı.

İki Godfather’ın (mafya ve meşruiyet ilişkisi göz ardı edilmeden) başarısı bir kenara bırakıldığında, 70’li yılların Oscar’a uzanan yapımları, ibrenin muhafazakarlara doğru kaydığının işaretleri arasında sayılabilir. Rocky, her ne kadar göçmenlerin sorunlarına ve sisteme tutunabilme çabalarına değiniyor gibi görünse de, çalışanın sınıf atlamayı başarabileceği gibi sığ bir metne sahipti. Annie Hall – 1977, Woody Allen’ın zekâsını en iyi yansıtan yapımların başında yer alıyordu; ancak burada da orta sınıf aydınlanmacı bireyin temsiliyeti, sosyalleşmeyi sağlayamamış, ilişkilerinde başarısız ve tek dostu psikologu olan Alvy’e terk ediliyordu. Kramer vs. Kramer / Kramer, Kramer’e Karşı – 1979, tıpkı bir yıl sonra gösterime girecek olan liberal Robert Redford’un Ordinary People / Sıradan İnsanlar gibi özgür kadına esaslı bir darbe indiriyor, kutsal ailenin çatısını örme görevini erkeğe havale ediyordu.

Gerçek kırılma ise Vietnam merkezli iki film arasında yaşandı. Olguya farklı cephelerden bakan iki filmden Coming Home / Eve Dönüş’ün hümanizmi, Akademi’ye yeterli gelmemişti. Savaşa soğuk baktığını iddia etmesine karşın, satır aralarında Vietnamlılara ırkçı bir yaklaşım barındıran Cimino’nun The Deer Hunter / Avcı’sı, 78 Oscar’larında En İyi Film seçildi. Bir süreç sona ermiş, sistem kendini emin ellere teslim etmişti. Bu dönem, Ronald Reagan’ın ortaya çıkışıyla bambaşka bir hüviyete bürünecek; yayılmacı ABD politikalarının en büyük destekçisi yine Hollywood olacaktı.

(16 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]