Kategori arşivi: Yazılar

Çin Seddi

Bütün büyük yapılar öyküsünden çok, üzerindeki efsanelerle anılır. Öyle hale gelir ki gerçek öyküler unutulur. Şimdi aklıma Mimar Sinan’ın, Edirne’de inşa ettiği Selimiye’deki ‘ters lale’si geliyor. Rehberlerin anlattığı sadece efsaneler, çünkü onlar çok daha heyecanlandırıcı ve merak uyandırıcı. Bu, kuşkusuz Çin Seddi için de geçerli.

Bize göre Türk istilalarından korunmak için yapımı yüzyıllar süren bu devasa duvar için halkın -efsane olsa bile- kabul ettiği öykünün altında bir de mesaj yatıyor. Zaten o mesaj belirliyor bu efsanelerin kalıcılığını…

Güven…

Bir arada yaşayan insanların hayatın dayattığı zorlukları aşabilmesinin temelinde güven yatar. Birbirinize güvenirseniz ortak bir iş çıkarabilirsiniz. O güveni sağlamak için çok çalışmak muhakkak ki zorunlu, yine de güven yoksa aranızda, ne kadar çalışırsanız çalışın başaramıyorsunuz.

25 yılını Çin Seddinin Kale Şehri de denilen ileri karakolunda mahkûm olarak geçiren, ilk fırsatta kaçma planları yapan ve bunun hazırlıklarını yapan Ballard’ın, (Willem Dafoe) “güven” vermediği için kaçamadığını görüyoruz.

İsimsiz Düzen adlı gizli orduya esir düşen paralı askerlerle Çin Seddinin ve askerlerin çalışmalarını izliyoruz. Müthiş bir disiplin, inanılmaz bir özgüven ve “düşman”a karşı ölümüne mücadele inancı.

Zeki yaratıklar…

Sahi, insanlar için dikilmemiş yazı yabanın ortasına bu set. 60 yılda bir ortaya çıkan, karınlarını doyurmak, daha da önemlisi kraliçelerini besleyerek üreyen canavarlar için inşa edilmiş, yıllar sürmüş, binlerce insan çalışmış ve ölmüş. Çok zeki olan ve hedefe ulaşmak için ölmekten çekinmeyen (kolayca da ölmüyorlar, sadece gözlerinden, o da bulursanız, vurmanız gerekiyor) canavarlarla mücadele amacıyla yapılmış…

Tao Tie: Canavar

Tao tie için çok araştırma yapmış ekip, çalışmaya başlamadan. Zaten fikir çok beğenilmiş, çünkü bu güne kadar böylesi bir canavar filmi çekilmemiş… Tao tie’ler insanın açgözlülüğü yüzünden doğmuş. Çin kültüründe kavramsal bir yeri bulunan Tao tie’ler, insanın en kötü düşmanları, insanlığın açgözlülüğünden kaynaklanıyor.

Tesadüfün iğne deliği…

Sinemanın en dikkat çekici yanlarından biri de tesadüflere dayalı öykü kurgusudur. İki paralı asker Matt Damon ile Pedro Pascal kaleden bir an önce kaçmayı, kaçarken de peşine düştükleri barutu götürmeyi amaçlıyorlar. İlk tesadüf canavarlarla karşılaşmaları ki, onun da temelinde aynı taş (!) yatıyor, ikincisi ise o taşın canavarları sakinleştirmesi…

Filmdeki tüm silahlar ayrı ayrı ve özellikle Tao tie’ler için tasarlanmış. Tabii, savaşçıların giysileri de. Kraliçe Tao tie’yi korumak için kalkana dönüşen yelpaze kulaklar da. Suyun kullanımı da heyecan verici, mancınıklar ve okçuların uçması da… Hele duvarların arkasındaki gizli donanım… müthiş.

Aşk olmazsa olmaz

Savaşçı kadınlarla Batılı paralı askerler arasında duygusal bir şeyler olma ihtimali de bir başka heyecan noktası.

Güven orada gösteriyor kendisini. Hem zaten kadın savaşçı, güvenin dışında hiçbir şeyi gözetmiyor bile.

Çin Seddi, yönetmen Pablo Larraín, oyuncular Matt Damon, Pedro Pascal, Willem Dafoe, Andy Lau, Jing Tian, Hanyu Zhang… 30 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(29 Aralık 2016)

Korkut Akın

Hayalperestsin, Güzel Hayaller Peşinde…

Neredeyse bir yıldır bu filmle yatıp kalkıyoruz. Herkeste bir telaş, bir heyecan… La La Land’den bir kare fotoğraf, bir saniye görüntü yayınlanacak diye kalbimiz küt küt atıyor. O kadar eminiz ki onu seveceğimize, sanki daha tanımadan fotoğrafına bakıp hoşlandığımız bir arkadaş ya da ilk görüşte aşık olacağımıza emin olduğumuz bir sevgili gibi… Kabul edelim, La La Land tüm dünyada güzel ve etkili bir pazarlama ile servis edildi. Biz de bunun büyüsüne kapıldık lakin iyi ki de kapılmışız… Böyle kocaman kocaman beklentilerle gidilen filmlerde hayal kırıklığı olasılığı yüksek oluyor biliyorsunuz. Çoğu zaman hakkında hiçbir şey bilmeden girdiğiniz ya da pek bir şey beklemeden izlediğiniz filmlerden nefis tatlar alarak ayrılabiliyorsunuz. Bir ara filmde bu his olmadı değil. Eyvah, bu muydu bunca zaman beklediğim film, çok mu ağır aksak gidiyor, fazla mı romantik, sürpriz yok mu diye sabırsızlandığım anlar oldu. Bir yerden sonra rüzgârı tam gaz arkasına alan bir yelkenli gibi sakin sulardan yıldızlı gökyüzüne doğru öyle bir alıp götürüyor ki sizi, tüm bu sorular ve endişeler silinip gidiyor aklınızdan…

İlk filmi Whiplash ile aklımızı başımızdan alan genç yönetmen Damien Chazelle ikinci filmi La La Land ile bambaşka bir yola ve döneme girdi. Başrollerini Ryan Gosling ve Emma Stone’un paylaştığı filmde Whiplash’deki ustası J. K. Simmons’a da küçük bir rol ile saygısını göstermekten geri durmamış Chazelle… Kısacık da olsa onu görmek inanılmaz mutlu etti kendime adıma beni.

Müzikaller hakkında söylenenleri bilirsiniz, eğer bir yönetmen müzikal çekti mi ya kariyeri düşüşe geçmiştir ya da zaten kötü bir yönetmendir. Noel albümü yapan müzisyenler ya da plak şirketleri de aynı kaderin parçasıdır. Damien Chazelle ise henüz 1985 doğumlu, ilk ve Oscar ödüllü filmi Whiplash ile rüştünü ispat etti ve geleceğe dair harika sinyaller verdi. Peki neydi bu genç adamı kariyerinin başında müzikal yapmaya iten şey? Filmi ilk duyduğumdan beri aklımda olan bu soruya, şu şekilde yanıt veriyor yönetmen; Aşıklar Şehri “ bir çok yönden Whiplash’den farklı bir film. Ancak ikisi de çok kişisel bir olguyu ele alıyor. Hayatınızı ve sanatınızı nasıl dengede tutarsınız, gerçek ve hayali, daha belirli olmak gerekirse, ilişkinizi ve sanatınızı diğer insanlarla olan ilişkileriniz ile nasıl dengede tutarsınız. Bu hikâyeyi müzik, şarkı ve dans kullanarak anlatmak istedim.”

Diğer yandan Chazelle benim kuşağımın yönetmeni olduğu için onu çok daha iyi anlayabiliyor ve neyi neden yapmaya çalıştığını görebiliyorum. Gerçek aşkın yıldızlar kadar uzak olduğu, duyguların ışık hızıyla gelip geçtiği, arkadaşlık ve aşkların sosyal medya üzerinden kurulduğu felaket bir çağda birçoğumuz kırılmış kalbini onarmanın formülünü geçmişte arıyor. Sadece aşkta değil hayat akışında da geçmişe özlem duyuyoruz. Ancak ne tam anlamıyla orada ne de burada olabiliyoruz. Arafta kalmaktan daha kötüsü yoktur herhalde. Bu yüzden kahramanlarımızdan birinin bir jazz piyanisti diğerinin ise aktris olması boşuna değil. Giydikleri kıyafetlerden tutun da gittikleri sinemaya; dinledikleri plaklardan buluştukları mekanlara her biri özlemini çektikleri geçmişin birer parçaları… Diğer yandan ikisinin de geleceğe dair planları var. Bu yüzden John Legend’ın filmde bir sahnede geçmişin caz müzik normlarına sıkı sıkıya bağlı Sebastian’a “Caz müzik geçmişle değil, gelecekle ilgidir” demesi de boşuna değil.

Ve işte bu noktada film şunu soruyor, hayallerinin peşinden giderken neleri feda edersin? Hangisi senin için daha önemli; aşk mı yoksa kariyer mi? İkisi bir arada olabilir mi? Hep denir ya hayat yaptığımız seçimlerden ibarettir diye, hep iki yol vardır ve ikisi de başka başka yerlere götürür bizi.

Belki de Sebastian ve Mia hiç tanışmadılar hep teğet geçtiler birbirlerine. Zaten kendi yollarında yürüyorlardı. Tanışsalardı kim bilir belki de her şey başka olurdu. Olamaz mı, olabilir. Keşke filmdeki gibi yaptığımız seçimlerin sonuçlarını görme ve sil baştan yaşama şansımız olsaydı.

Hayalperestlere dair bir film yaptığını söyleyen yönetmen şöyle devam ediyor; “Hayalperestler hakkında bir film yapmak benim için önemliydi. Bu filmde büyük hayallere sahip iki insanı ve bu hayallerin onları birbirine ve ardından farklı yönlerine sürüklemesini anlatıyor.“

Sonuç olarak La La Land; nefis müzikleri, masalsı görüntüleri, iyi yönetimi ve oyunculukları ile sinemaseverleri günümüz ve geçmiş arasında iki saatlik kalplerini ısıtacak bir yolculuğa çıkarıyor. Özellikle iki haftada bir herhangi bir ülkenin tarihi boyunca yaşadığı trajedeyi yaşamış ve tesadüfen hayatta kalmış insanlar olarak paramparça olmuş ruhumuza sanattan daha iyi gelecek bir ilaç yok. Filmin söylediği gibi; hayal edenlerin, sızlayan kalplerin ve yaptığımız hataların şerefine… Mutlu Yıllar.

(29 Aralık 2016)

Gizem Ertürk

Batılı Maceracılarla Canavarlara Karşı

Çin Seddi (The Great Wall)
Yönetmen: Yimou Zhang
Hikâye: Max Brooks-Edward Zwick-Marshall Herskovitz
Senaryo: Carlo Bernard-Doug Miro-Tony Gilroy
Müzik: Ramin Djawadi
Görüntü: Stuart Dryburgh-Xiaoding Zhao
Oyuncular: Matt Damon (William), Willem Dafoe (Ballard), Jin Tiang (Lin Mae), Pedro Pascal (Pero Tovar), Andy Lau (Stratejist Wang), Lu Han (Peng Yong), Zhang Hanyu (Ayı Asker Komutanı Shao), Wang Junkai (İmparator), Eddie Peng (Kaplan Asker Komutanı), Huang Xuan (Geyik Asker Komutanı), Chen Xuedong (Muhafız Komutanı), Lin Gengxin (Kartal Asker Komutanı)
Yapım: Universal-Legendary (2016)

Çin sinemasının yaşayan büyük yönetmenlerinden Zhang Yimou’nun Hollywood’u arkasına aldığı “Çin Seddi”, IMAX perdede üç boyutlu haliyle maceranın ortasına düşüren göz alıcı bir macera.

Universal’ın, uzay boşluğunda dönen anıtsal dünya logosunun içine giren kamera, seyircilere hayal sınırlarını zorlayan bir maceranın ortasına düşürüyor. İnşası bin 700 yıl sürmüş Çin Seddi, sinemaseverlere büyüleyici bir macerayı da yaşatıyor. Avrupalı maceracılar uzaklardan buralara barutu çalıp zengin olmaya gelmişler. Beklenmedik bir şey oluyor. Kertenkeleye benzeyen grimsi bir canavarın saldırısına uğruyorlar. Ok atmada usta olan William, kılıcıyla canavarın kolunu kopartıyor. Bu kol Çin Seddi’nde muhafızlık yapan orduya yakalanıyor çok geçmeden William ve Tovar. Ordu, bu grimsi kolun anlamını biliyor. Bu canavarlara “tao tei” diyorlar. Zekiler. Ama tek dayanakları kraliçeleriydi bu canavarların. Etle kraliçeyi beslerlerse o kadar “tao tei” dünyaya geliyor. Mıknatıslara karşı da zaafları var.

1951 doğumlu Çinli yönetmen Zhang Yimou, Çin Seddi üzerine bir dolu gerçek ve efsaneyi hatırlatıyor filmin girişinde. Ama o efsane olan bir hikâyeyi sunuyor seyircilere. Yimou, Çin sinemasının gerçekten büyüklerinden. Yimou’nun birçok filmi ülkemizde vizyona çıktı. Bunlardan 2002 yapımı “Ying xiong / Hero-Kahraman” hemen akla geliyor. 2004 yapımı “Shi mian mai fu-Parlayan Hançerler” ve 2006 yapımı “Man cheng jin dai huang jin jia-Altın Çiçeğin Laneti” filmleri de unutulmamalı. 2016 yapımı “The Great Wall-Çin Seddi” filmini IMAX olarak üç boyutlu izlemek gerçek anlamda insana o macera duygusunu yaşatıyor. Yimou, Hollywood’u da arkasına aldığı bu filminde, özellikle “Kahraman”daki estetiğin yakınlarına kadar yaklaşabiliyor. Vertigosu olanlara tam anlamıyla yükseklik korkusu yaşatan yönetmen, o anlarda insanın başını döndürmeyi başarıyor.

Filmin müziklerini İranlı baba ve Alman anneden doğmuş müzisyen Ramin Djawadi yapmış. Djawadi’nin Yimou’nun bu filmindeki müzikleri de çok etkileyici. Besteci, 1974 yılında Almanya’nın Duisburg şehrinde doğdu. Müzisyenin adı, Jon Favreau’nun 2008 yapımı “Iron Man-Demir Adam” filmiyle biliniyor daha çok. 2011’de başlayan televizyonun gözde dizisi “Game of Thrones / Taht Oyunları” da var elbette.

Bu film, Song Hanedanlığı döneminden bir efsaneyi anlatıyor. Bu hanedanlık, yaratıcılık ve sanatsal olarak üst noktaya çıkmıştı. Song Hanedanlığı Çin’de MS 960-1279 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bu hanedanlık tarihte ilk kâğıt parayı işleme koyarken, barutu da icat etmişti. Ayrıca pusula ve matbaacılık da var. Kronometreyi de onlar icat ettiler. Taoculuk ve Budizm inanışları da bu hanedanlık zamanında yaygınlaşmıştı. Edebiyatta denemecilik tarzını da ortaya koydular. Opera, resim ve tiyatro alanlarında da büyük eserler ortaya çıkardılar. General Zhao Kuangyin, MS 960’ta ayaklanma başlatıp hanedanlığı kurdu ve birliği sağladı. Song Hanedanlığı, 319 yıl Çin’de hüküm sürmüştü.

Zeki canavarlarla savaş…

Esir düşen William ve Tovar, General Lin Mae tarafından sorgulanıyorlar önce. Mae ve Stratejist Wang, İngilizceyi orada yıllardır esir olan Ballard’dan öğrenmişler. Duvar General Shao, General Lin Mae ve Stratejist Wang tarafından yönetiliyor. Onlar da “tao mei” canavarlarıyla uğraşıyorlar. Bu canavarlar, her altmış yılda bir duvarı istila etmek için saldırıyorlarmış. Yeni saldırı dokuz gün sonra olacağını sanan yöneticiler, yabancıların öldürdükleri canavar yüzünden saldırının hemen başlayacağını anlıyorlar. Tutuklanan yabancıları sur duvarlarına çıkardıktan sonra savaş davulları çalmaya başlıyor. Mavi giysili kadın piyadeler öncü birlik burada. Hepsi kahraman. Jumping gibi bellerine ip bağlanan kadın askerler, mızraklarıyla canavarlara karşı ilk kayıpları verdiriyorlar. Bu anlarda yükseklik korkusu olanlar üç boyutlu bu görüntülere bakmakta zorlanacaklar belki. Bir şey insanı aşağı çekiyormuş gibi hissedebilirler. Koltuktan kayıp gidebilirsiniz.

Güven duygusu değerliydi…

William ve Tovar da savaşa katılıyorlar. Onların da katkılarıyla canavarları püskürtseler de her şey bitmiyor. Onlar buraya barut çalmaya gelmişlerdi. Ballard da öyle. Yıllarca bu duvarda o baruta ulaşmak için yaşamış. Güzel Lin Mae, William’la sıcak bir ilişki kuruyor. Belki de karşılığı olmayan bir aşk bu. Lin Mae, kendine sığınak olmuş ve bir meslek öğretmiş bu duvarda, bir tek şeye inanıyor. O da güven. Bu güven duygusu kırıldığında hiçbir şey eskisi gibi olmuyordu. William’ı, barutu buradan çalıp gitmek varken durduran Li Mae’nin güven sözleriydi belki.

William’ın yardımıyla bir canavar canlı yakalanıyor. Stratejist Wang, bu canavarların manyetik olana karşı zayıf düştüklerini anlıyor. Ayrıca canavarlar, kraliçeleri öldürülürse “tao pei”lerin donup hareketsiz kalacaklarını da keşfediyorlar. Canavar, muhafızlar tarafından başkente götürülüyor imparatora sunmak için. İşte her şey bundan sonra değişiyor. Canavarlar başkenti istila ettiklerinde duvarın savaşçıları balonlarla başkente uçuyorlar istilayı durdurmak için. Lin Mae, William’ı bağışlıyor ve onun barutla gitmesine izin veriyor. Ama William da bu savaşa katılıp bu iyi insanların güvenini daha da çok kazanıyor. Bu film üzerine yazmaktan çok sinema perdesinde izlemek daha iyi geliyor. Zhang Yimou, her filmi sinema belleğine alınması gereken büyük yönetmenlerden.

(28 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

2016’dan Benim Seçtiklerim

2016 yılı çok sayıda iyi film izlemenin keyfini yaşadığımız, sinema açısından hayli bereketli bir seneydi. Sinema sezonu yıl bitiminde sona ermiyor kuşkusuz, ancak her yazardan geleneksel bir değerlendirme ve en iyiler listesi vermesi beklenir.

2016 yılı içinde izlediğim en iyi 12 filmi şöyle sıraladım.

1- Tikkun

İstanbul Film Festivali’nde hayran olduğumuz, İsrailli yönetmen Avishai Sivan’ın muazzam bir tekinsizlik duygusuyla donattığı filmi, güvenli sandığı inanç dünyası yerle yeksan olan radikal bir dindarın çaresizliği üzerine. Akıl ile beden, yaşam ile ölüm arasındaki ezeli savaşı büyüleyici bir siyah-beyaz estetikle dile getirmiş genç sinemacı.

2- Saul’un Oğlu / Saul Fia

68. Cannes Film Festivali’ni ayağa kaldıran şimdiden klasikleşmiş sarsıcı bir ilk film. Yahudi Soykırımı’na tanıklık eden Macar sinemacı László Nemes, biçimsel tercihleriyle daha önce izlediklerimize hiç benzemeyen farklı bir sinema deneyimi yaşatıyor.

3- Paterson

Cep telefonlarınızı, bilumum elektronik bağımlılıklarınızı bir kenara bırakın. Huzur ve mutluluğun rehberi ‘Paterson’ başka şeylerden söz ediyor izleyicisine. Her zaman genç ve bağımsız büyük usta Jim Jarmusch’un yüreğimize dokunan filmi, şiirle sarmalanmış gündelik hayatın rutini üzerine bir meditasyon.

4- Yaşamın Kıyısında / Manchester By The Sea

Amerikan Bağımsız Sineması’nın son şaheserlerinden. Minimalist anlatımıyla dikkat çeken Kenneth Lonergan’ın filmi, sebep olduğu bir felaketin acısıyla yaşamaya çalışan, kefaret umuduyla oradan oraya savrulan genç adamda Casey Affleck’in benzersiz performasından büyük destek almış.

5- Mezuniyet / Bacalaureat

Romanya Yeni Dalgası’nın en önemli isimlerinden Cristian Mungiu’nun güzel ve dertli ülkesine karamsar bakışı sürüyor. Yönetmen, ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanya’sında, kayıp orta kuşağın erdemli duruş ile imtihanını otopsiye yatırırken, basit bir aile öyküsünden derin bir toplumsal analiz çıkarmayı ustalıkla başarıyor.

6- O Kadın / Elle

Amerikalı deneyimli sinemacı Paul Verhoeven’in son yaman sürprizi. Philippe Djian’ın ahlaki statükoyu alaşağı eden cüretkâr metni yaşı hayli ilerlemiş usta yönetmenin elinde türlerle ustaca oynamaya elverişli bir malzemeye dönüşmüş. Isabelle Huppert’in kurban olmaktan mazoşizme uzanan çizgide nefes kesici performansına hayran kaldık.

7- Toni Erdmann

69. Cannes Film Festivali’nin eleştirmenler tarafından göklere çıkartılan filmi. Alman yönetmen Maren Ade’nin baştan sona delişmen filminin her anı sürprizlerle dolu. Takma dişleriyle asık suratlı dünyaya savaş açmış anarşist babanın, kızını çağdaş iş dünyasının pençesinden kurtarabilme uğruna elinden geleni ardına koymadığı özgün hikâye yoğun bir kapitalizm eleştirisi içeriyor.

8- Ben, Daniel Blake

Kapitalizm eleştirisine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yılın son günlerinde bizde de vizyona girecek olan Altın Palmiye ödüllü Ken Loach filmi, yoksullara yaşam hakkı tanımayan acımasız düzenin boğucu bürokrasisine karşı dayanışma bayrağını yükseltiyor bir kez daha. Mizahın eksik olmadığı ancak daha dokunaklı ve öfke yüklü bir dram bu.

9- Carol

Bir müzik parçasına benzetirsek zarif bir piyano sonatı olarak adlandırabileceğimiz yapım Todd Haynes imzasını taşıyor. Hayatının rolünde bir Greta Garbo edasıyla olgun kadını canlandıran Cate Blanchette ile ‘gökten düşmüş meleğim’ diyerek sakındığı, kafa karışıklığı ürkek bakışlarına sinmiş küçük sevgilisi Rooney Mara’nın üstün performanslarıyla gönülleri fethediyor

10- Gelecek Günler / L’Avenir

Huppert’in benzersiz oyunculuğunu aynı yıl içinde ikinci kez zevkle izlediğimiz Mia Hansen-Løve filmi. Venedik’ten en iyi yönetmen ödüllü, 25 yıllık evliliğin ardından terkedilen felsefe öğretmeninin geleceğini yeni baştan şekillendirmesi üzerine. Çok iyi yazılmış ve yönetilmiş.

11- Meçhul Kız / La Fille Inconnue

Kariyerleri boyunca orta ve alt sınıfların yaşam mücadelesi üzerine saygın örnekler vermiş olan Belçikalı Dardenne kardeşlerin ‘tür’ sinemasıyla belki de en çok flört ettikleri son filmi. Irkçılık, görmezden gelinen göçmen sorunu, sosyal adaletsizlik ve eril şiddete karşı mücadelede toplumsal sorumluluklarımızı hatırlatıyor bizlere.

12- Albüm

Listenin son filmi gencecik bir sinemacımızın imzasını taşıyor. Bir evlat edinme hikayesini kurgulanmış tarihimizin çıkmazları üzerine hınzır bir metafora dönüştüren, kültürel kodlarımıza ilişkin yakıcı eleştirisini komik sahneler aracılığıyla ileten keşfe değer bir ilk çalışma bu. Sinemamıza hoş geldin diyoruz Mehmet Can Mertoğlu’na. Kendi adıma çok şeyler bekliyorum ondan.

(27 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yurttaşlara Güvenmeyen Sistemin Yendikleri

Ben, Daniel Blake (I, Daniel Blake)
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Müzik: George Fenton
Görüntü: Robbie Ryan
Oyuncular: Dave Johns (Daniel), Hayley Squires (Katie), Sharon Percy (Sheila), Briana Shann (Daisy), Dylan McKiernan (Dylan), Kema Sikazwe (Çinli), Steven Richens (Piper)
Yapım: BBC-Wild Bunch (2016)

Büyük Ken Loach’un Cannes’da “Altın Palmiye” kazanan “Ben, Daniel Blake”, neoliberalizm üstüne sarsıcı ve gerçekçi bir film. Herkese de gerekli.

İngiltere’nin kuzeydoğusundaki New Castle şehrinde. Marangoz ustası Daniel Blake, kalbinde sorun çıkınca doktorun raporuyla işini bırakmak zorunda kalıyor. Bu hastalıktan sonra ülkesinin gerçekliğiyle yüz yüze kalıyor Daniel. Neoliberalizmi vahşice uygulayan bu devlet yurttaşa hiç güvenmiyordu. Yurttaşın önüne bürokratik bariyerler koyarak kendi inanacağı kanıtları istiyordu. Danie gibi doktor raporu olan bir insan bile bu sistem için yalancının biri olabilirdi.

Büyük Ken Loach, Paul Laverty’yle beraber, kapitalizmin uç noktasındaki İngiltere’ye bir defa daha sert eleştiri gönderiyor. 1970’lerin sonunda iktidara gelen Muhafazakâr Parti’nin başbakanı Thatcher, neoliberalizmi en vahşi biçimde uygulayarak halkı yoksulluğa ve işsizliğe düşürmüştü. 1997’de iktidara gelen İşçi Parti de neoliberalizmden dönmedi ve İngiltere’de sosyal devlet gerilemeyi sürdürdü. Bu iki partinin gücü de parasız sağlık hizmetlerini engellemeye yetmedi ama.

1957’de Kalküta’da doğan İngiliz senarist Laverty, 1936 doğumlu İngiliz yönetmen Loach’la önemli filmler ortaya çıkarmışlardı. 1996’da “Carla’s Song-Carla’nın Şarkısı”, 1998’de “My Name is Joe-Benim Adım Joe”, 2006’da “The Wind That Shakes the Barley-Özgürlük Rüzgârı”, 2007’de “It’s a Free World-İşte Özgür Dünya” birkaç film.

Daniel ve bir aile…

Kalp sorunları yüzünden çalışamayan Daniel, İstihdam ve Destek Ödeneği için başvuruyor. Sonra da bürokrasi duvarına tosluyor. Kuralların insandan önce geldiği bu sistemde hasta dahi olsanız bunun hiçbir önemi yoktu. Burada yurttaşa güven yoktu. Başvuru yapmayı başarabilmek deveyi hendekten atlatmaktan zordu. Memurlar da tıpkı makineler gibiydi. Orhan Kemal’in “Murtaza” romanından düşmüşlerdi sanki. İstihdam ve Destek Ödeneği yapan kuruma Morgan ailesi de geliyor maaş için. Anne Katie ve iki çocuğu Daisy ve Dylan Londra’dan bu şehre gelmişler. Sistem yoksulları Londra’dan uzaklaştırıyor her şeyin fiyatını yüksek tutarak. Daniel, hayatına bu yoksul aileyi katarak yalnızlığından biraz olsun uzaklaşıyor. Ailenin yerleştikleri evde elektrikler de kesilmiş. Havalar soğuk. Evin küçük tamir işlerini yapan Daniel, çocukların da kalbini kazanıyor. Katie iş de arıyor ama kolay değil. Çocuklarının karnını nasıl doyuracaktı? Daniel, aileyi Gıda Bankası’na götürüyor. Orada yoksullara toplanmış gıdalar veriliyor. Orada Katie’nin açlığı fark edildiğinde insanın kalbi sıkışıveriyor birden. İnsanın açlığı utandırmalı. İnsanı açlığa itmek insanlık suçuydu.

Daniel, Çinli dediği komşusunun Çin’den spor ayakkabıları getirtip daha ucuza sattığını öğreniyor. Ünlü marka spor ayakkabılarını ucuza Çin’de yaptırıp İngiltere’de yüksek fiyata satıyormuş. Daniel, İstihdam ve Destek Ödeneği veren kurumla mücadelesini de sürdürüyor. Onlarla başa çıkmak kolay değildi. Kurumun dediği her şeyi kendi başına denemeye çabalayan Daniel, onları yenemeyeceğini anladığında duvara yazılar yazarak bu sisteme öfkesini gönderiyordu. Ama kalbi de zayıftı. Gücü nereye kadar yetebilirdi?

Etkileyici anlatım…

Loach usta, öfkesini fazla öne çıkarmayan kamerasıyla Daniel’le beraber bu çürümüş sistemi yalın bir dille beyazperdeye yansıtmış. Ama bu filmde İngiliz “Özgür Sinema” akımının ruhuna da dokunabiliyorsunuz. 1960’ların başında ortaya çıkan bu akım, vahşi kapitalist sistemi, öfkeli bir kamerayla sert eleştiri getiriyorlardı. Lindsay Anderson’ın başını çektiği bu akımın içinde Karel Reisz, John Schlesinger gibi önemli yönetmenler vardı. Loach, ilk filmini 1969 yılında “Kes-Kerkenez” filmiyle yapmıştı. Sineması hep “Özgür Sinema”nın ruhunu taşıdı. Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda “Demir Lady” lakaplı Thatcher’ın ekonomik politikalarıyla ezilen emekçilerin dramlarını anlattı. Hâlâ da anlatmayı sürdürüyor. Loach ustanın 2016 yapımı “I, Daniel Blake-Ben, Daniel Blake”, 2016’daki 69. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü de almıştı. Final bölümü, insanları etkileyecek belki. İngilizlerin “Pauper’s Funeral” dedikleri yoksullar için cenaze töreni gözleri dolduracak mıydı? Katie’nin açlığı gibi. Bu değerli film herkese gerekliydi.

(26 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Meçhul Kızlar, Toplumsal Sorumluluklar

Sosyal gerçekçi Avrupa sinemasının önde gelen ustalarından Dardenne kardeşlerin onuncu ve şimdilik sonuncu uzun metrajları ‘Meçhul Kız / La Fille Inconnue’nün ana karakteri genç bir kadın doktor. Hocasının yokluğunda hasta baktığı mütevazi kliniğin kapısı çalınıyor akşamın bir geç vakti. Şiddetli bir kasılma geçirmiş hastalardan birine müdahale konusunda ateşli bir tartışmanın ortasındayken, yanında çalışan stajyer gencin kapıyı açmasına mani oluyor kibirli Jenny. ‘Acilse iki kez çalar, geç saatlere kadar çalışman hatalı teşhis yapmana neden olacaktır’ şeklinde profesyonel tavsiyesini eklemeyi unutmadan. Ertesi sabah polisler gelip muayenehanenin hemen yakınında genç bir kadının ölü bulunduğunu söylediklerinde, kamera kayıtlarından kapıyı çalan kişinin Afrikalı göçmen bir kız olduğunu anlıyoruz. Polisler soruşturmayı yürütmektedir ancak Jenny kapıyı açmadığı için büyük bir vicdan azabı içerisindedir. Bu suçluluk duygusu onu genç kızın kimliğini araştırmaya yöneltecektir.

‘Doktorlar acıları dindiren, hayat veren insanlardır. Sırlarımızı, dertlerimizi, sıkıntılarımızı açtığımız kişilerdir’ diyor Dardenne kardeşler. ‘Bu yüzden toplumsal sorumlulukları diğer mesleklere kıyasla çok daha fazladır’. Jenny astına üstünlük sağlamak için bir anlık kibriyle kendisinden yardım talep eden bir kişinin ölümüne sebep oluşunun pişmanlığı ile iç hesaplaşmaya girişmiştir. Parlak ceketi ve pembe eteğiyle kliniğe sığınmak isteyen henüz 18 yaşında bile olmayan küçücük kız Meuse nehrinin kıyısındaki beton setin üzerinde kafatası kırılmış bir halde ölü yatmaktadır. Üzerinde kimliğine dair hiçbir belge yoktur. Afrikalı kızın kimsesizler mezarlığında toprağa verilmesine razı değildir genç doktor. Onu hayatta tutamamıştır belki ama kimliğini ve ailesini ortaya çıkararak anısını yaşatmaya kararlıdır.

Kariyerleri boyunca orta ve alt sınıfların yaşam mücadelesi üzerine saygın örnekler vermiş olan Belçikalı kardeşlerin ‘tür’ sinemasıyla belki de en çok flört ettikleri çalışmaları ‘Meçhul Kız’. Öyle ya bir cinayet, çözülmesi gereken bir sır, polisler, gangsterler, hatta mütevazi bir araba takip sahnesi bile var bu filmde. Ancak bu bir Dardenne filmidir ve bu gizem yumağı polisiye bir gerilime değil, insani bir iç yolculuğa, bir vicdan ve sorumluluk muhasebesine doğru ilerler. Saul’un, oğlu yerine koyduğu körpe bedenin önce otopsiye daha sonra fırına gitmesine izin vermediği ve onun dinine uygun bir şekilde gömülmesi için verdiği çabayı anımsatır Jenny’nin mücadelesi. Meçhul kızın kimliğini ortaya çıkarmak için uğraş verir yalnızca. Cinayetin kendisiyle ilgilenmez, tek arzusu küçük kıza yeniden hayat verebilmektir. Bu uğurda kentin karanlıklarına dalar. Azınlıklara ve göçmenlere uygulanan eril şiddetle tanışır. Dardenne kardeşler bize Jenny’nin özel hayatı ve ailesi hakkında bilgi vermez. Afrikalı kızın kimliğinin izini sürerken biraz da suçluluk duygusuyla geceleri klinikte kalmaya başladığından ev yaşantısı da öykünün dışına itilmiştir. Böylece yakından tanıyamadığımız genç doktor biz seyirci nezdinde Afrikalı hemcinsi gibi şiddete maruz kalan bir meçhul kıza dönüşmekte gecikmez.

Jean-Pierre ve Luc kardeşler entrika yüklü bir hikâyeyi tür tuzağına düşmeden hayatın içinden gelişmelerle anlatmayı yeğliyor bir kez daha. Alamet-i farikaları el kamerası ve uzun planlar yine değişmez tercihleri (toplam 32 sekanstan oluşuyor film). Müzik kullanmıyorlar yine. Sadık görüntü yönetmenleri Alain Marcoen ustalığını konuşturuyor. İlk dönemlerinden itibaren filmlerinin değişmez parçası olmuş Jeremie Renner ve Olivier Gourmet gibi oyuncular kısa ama etkileyici kompozisyonlarda anlatıya zenginlik katarken, daha önce ‘İlk Güreşte Aşk / Les Combattants’ filminde dikkatimizi çekmiş Fransız sinemasının yükselen genç oyuncusu Adèle Haenel, Jenny performansıyla hafızamızda yer ediyor. Gücünü mütevaziliğinden alıyor ‘Meçhul Kız’. Irkçılık, görmezden gelinen göçmen sorunu, sosyal adaletsizlik ve eril şiddete karşı mücadelede toplumsal sorumluluklarımızı hatırlatıyor hepimize.

(22 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Neruda

Sinemaseverler için festivaller müthiş haz verici günlerdir. Çoğunlukla adını duydukları, ödül(ler) kazanmış filmleri izleme fırsatı bulurlar. Ülkemizde gösterime girmeme olasılığı da var bir yandan ya, seçkin izleyici topluluğu ile öncelikle olmanın keyfi de bir başkadır.

O nedenle festivaller hem ilgi çeker hem de sinemaseverleri sevindirir. Çeşitli kentlerde yapılan film festivalleri tam da bu nedenle önemlidir. Tabii, sanatın birleştirici, sağaltıcı, rahatlatıcı gücünü de unutmamak gerekir. Yılın son festivali, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) tarafından gerçekleştirilen 19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali. 16 – 22 Aralık tarihleri arasında dünyanın önde gelen festivallerinde gösterilmiş ve ödüle layık görülmüş hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından tam not almış, yılın en başarılı filmlerini Sinema Tarih Buluşması ve Anısına seçkilerinin yanı sıra festival filmleri, Aç gözünü!, Günümüz İspanyol Sineması ve Gastronomik Devrim başlıkları altında şehrin iki ayrı bölgesinde, iki ayrı sinema salonunda izleyicilere sunuyor.

Tarih ve gizli kalan yönler…

Pablo Neruda, hepimizin dizeleriyle tanıdığı, 20. yüzyılın en iyi şairleri arasında Nazım Hikmet ile birlikte parmakla gösterilen bir şair. O da Nazım gibi inanmış bir komünist. O da ilginç bir yaşam sürmüş. O da illegal yaşamış ve gizlice ülkesini terk etmek zorunda kalmış.

Guillermo Calderón’un senaryosunu Pablo Larraín çekmiş ve yılın en iyi biyografi filmlerinden biri çıkmış.

Dünyanın iki ayrı ucunda olmasına rağmen bizim ülkemizle sosyal ve siyasal benzerlikler yaşamış Şili. Her iki ülkede de komünizm yasaklanmış. Her iki ülkede de polis nefes aldırmamaya yemin etmiş insanlara. Şili’de yaşanan senatör tutuklanmaları aradan 70 yıl geçtikten sonra bizim ülkemizde de yaşanıyor. Tedirginlik ve korku had safhada.

Biyografi filmi…

Neruda’nın şiirleri itici gücü halkın. Onun şiirleri buluşturuyor insanları. Film, Neruda’nın şiirleri çevresinde örülen yaşamı seriyor gözlerimizin önüne. Tıpkı bizde de olduğu gibi, Nazım Hikmet’in elle yazılarak çoğaltılan şiirleri gibi yasakları deliyor… Film, bize şiirleri ve Neruda’nın ideolojisi ile yaşamının çatışmalarını da gösteriyor. Yoksa bize mi öyle öğrettiler?

Şairler kendilerine has yaşam sürerler… Onların ne yaşadıklarına değil, yazdıklarına bakmak gerekir. Ne dersiniz? “Neruda”da bir dönemin gerçekliğini bulacaksınız. Belki bir diğer şair Sabahattin Ali gelecek aklınıza, üzüleceksiniz.

Neruda, yönetmen Pablo Larraín, oyuncular Luis Gnecco, Gael García Bernal, Mercedes Morán…

(21 Aralık 2016)

Korkut Akın

Bir Genç Kızın Ölümünden Sonra

Meçhul Kız (La Fille Inconnue)
Yönetmen-Senaryo: Dardenne Kardeşler
Görüntü: Alain Marcoen
Oyuncular: Adèle Haenel (Dr. Jenny), Ange-Déborah Goulehi (Meçhul Kız), Olivier Nonnaud (Julien), Jérémie Renier (Bryan’ın Babası), Christelle Cornil (Bryan’ın Annesi), Louka Minnella (Bryan), Martin Querinjean (Bryan’ın Arkadaşı), Ben Hamidou (Müfettiş Mahmut), Laurent Caron (Müfettiş Bercaro), Pierre Sumkay (Baba Lambert), Olivier Gourmet (Oğul Lambert), Sabri Ben Moussa (İlyas), Hassaba Halibi (İlyas’ın Annesi), Yves Larec (Dr. Habran), Nadège Ouedraogo (Kasiyer Kız)
Yapım: Les Films du Fleuve (2016)

Belçika sinemasının büyük sosyalist yönetmenleri olan Dardenne kardeşlerin “Meçhul Kız”ı, yaşamın içinden gerçekçi bir film. Ayrıca bu gerçekliği polisiyeye de taşıyabiliyor.

Dr. Habran’ın asistan doktorluğunu yapan Jenny Davin, Dr. Habran’ın yerine görevi üstlendikten sonra Liège şehrinin banliyösündeki bu muayenehaneye kayıtlı hastalara bakıyor. Sıkılgan ve duygusal stajyer tıp öğrencisi Julien, Arap göçmen çocuk İlyas bayılınca olanlardan etkileniyor. Sonra da köyüne dönüyor. Jenny, muayenehanenin sorumluluğunu küçük bir törenle alıyor. Bir sabah iki polis müfettişi muayenehaneye geliyor. Gece muayenehaneye yakın yerde Meuse Nehri kıyısında Afrikalı bir genç kızın cesedi bulunmuş. Muayenehanenin güvenlik kamera görüntülerini inceleyen müfettişler Mahmut ve Bercaro, kızın ölmeden hemen önce muayenehaneye sığınmaya geldiğini görüyorlar. Eğer kapı açılsaydı kız kurtulabilir miydi? Jenny suçluluk duyuyor ve dedektif gibi onca işinin ortasında ölü meçhul kızın kimliğini araştırmaya başlıyor.

Belçikalı sosyalist sinemacılar Dardenne kardeşlerden Jean-Pierre 1951’de, Luc 1954’te doğdu. Kardeşlerin 1996’daki “La Promesse-Söz”, 2002’deki “Le Fils-Oğul”, 2005’teki “L’Enfant-Çocuk”, göçmenlik sorununa gerçekçi bakan 2008’deki “Le Silence de Lorna-Lorna’nın Sessizliği”, 2011’deki “Le Gamin au Vélo-Bisikletli Çocuk” ve 2014’teki “Deux Jours, Une Nuit-İki Gün ve Bir Gece” filmleri buralarda da biliniyor.

2016 yapımı “La Fille Inconnue-Meçhul Kız”, Dardenne kardeşlerin önceki filmlerindeki gibi sarsıcı ve gerçekçi. Bu filmde polisiye sinemanın tatlarını da alıyor seyirci. Ama filmde merak duygusu ve gerilimden daha önemlisi, neden-sonuç ilişkileriydi. Dardenne kardeşler, bir sosyal devlet olan Belçika’ya sosyal devlet olma sorumluluğunu hatırlatıyor. Belçika’nın sosyalliğinin yarısından azı bizde olsa mutluluk gelirdi herhalde buralara. Sağlık hizmetleri tüm yurttaşlara, hatta tüm göçmenlere ücretsizdi bu ülkede. Elbette mültecilere de. İlaçlar da parasız. Diğer AB ülkelerinde de böyle. Sosyal yardımlar da onur kırılmadan yapılıyor ayrıca. Göçmenler, dinine ve ırkına bakılmadan polis de olabiliyor bu laik Belçika’da.

Doktorun iz sürüşü…

Doktor Jenny, suçluluk duygusu ve vicdan sızısıyla ölen meçhul kızın kimliğini arıyor. Müfettişlerden de bilgiler alıyor arada. Jenny araştırmalarını sürdürürken hayat da devam ediyor. Göçmenler ve mültecilerin yanında o bölgenin sakinlerini de tedavi ediyor. Jenny, tıbbı bırakıp köyüne dönen Julien’i de ikna etmesi gerekiyor. Onu kırdığını düşündüğü için belki de. Jenny, bir internet kafeye gidiyor başka şehirde. Julien’e telefon etmek için. İnternet başındaki iki adama meçhul kızın görüntüsünü de gösteriyor. Suç dünyasından bu iki adam onu tehdit ediyor çok geçmeden. Jenny, Bryan’ı tedavi ettiğindeyse cevaplara biraz daha yaklaşıyor. Bryan’ın ailesi de Jenny’nin muayenehanesine kayıtlı. Bryan, arkadaşıyla Scooter motosikletiyle dolaşırken, karavan parkında o kızı görmüş yaşlı bir adamla. Jenny, karavan parkında yaşlı Lambert’in oğluyla konuşuyor. Sonra da yaşlı ve hasta babasıyla görüşüyor. Oğul, babasına zaman zaman fahişeler bulurmuş. Ya Bryan’ın babası? Meçhul kızın ölümü üzerindeki sis perdesi dağılmaya başlasa da elbette merak duygusu önemliydi. Her şeyin cevabı final bölümündeydi.

Filmin kurgusu değerli…

Dardenne kardeşler, sadece bir olaya odaklanmadan polisiye sinemanın alttan alta duyulan gerilimini az da olsa hissettirerek gerçekçi bir yapıt ortaya çıkarmışlar. Muhafazakâr ve liberal bakışların kelimeleri bu filmdeki derinliğe dokunamazdı. Çünkü bu görüşler önyargılı ve faydacıdır. Sosyal devlete karşı neoliberallerdir onlar.

Dardenne kardeşlerin estetiğine de dokunmak gerekli. Her şey minimaldi bu filmde. Kamera kullanımlarıyla mekânlar başta olmak üzere. Günlük hayatı belgesel gerçekliğiyle yansıtabilen Dardenne kardeşler, bu filmdeki kurgularıyla ilham da veriyorlar. Zaman veya mekândan mekâna geçişler “kesme”lerle sıçrama oluyormuş hissi verse de zihinsel anlamda bir boşluk oluşmuyor. Minimallik kurguya da yansımış. Sinema okulları için öğretici olabilir bu kurgu. Film kış atmosferinde geçiyor. Gri gökyüzü ve ıslak yollar insana biraz kasvet duygusu da yaşatıyor.

Elbette genç oyuncu Adèle Haenel’e övgü yollamalı. Yüzüne inmiş soğuk ifade, kış atmosferiyle buluşarak daha da anlamlaşıyor. Muhteşem bir oyuncu genç Adèle Haenel.

(20 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Böcekler

Nüfusun artışından kaynaklı olarak beslenme sorunu yaşanacağını düşünenler giderek daha da çoğaldı. Hibrit besine genetiği değiştirilmiş (GDO) olanlar eklendi. Araştırmalar ve çalışmalar sürse de GDO’ların yarar yerine zarar getirdiği kanıtlandı (hâlâ % 10’lar düzeyinde) ve tepkiler yükselince giderek daha da azalıyor.

Yine de çalışmalar devam ediyor kuşkusuz. Nüfus artışı bu hızıyla yükselirse bilim insanlarının korktuğu başımıza gelecek demektir.

Saç telinden medet ummak

İlkokul sıralarındayken, Edison’un ampul için saç telini bile denediğini okuyunca çok şaşırmıştım. Neden olmasın! Çok da doğal, madem flaman, yani ince bir şey olacak, en kolay bulunacak en ince şey de saç teliydi.

Şimdi, protein gereksinimini karşılamak için en kolay bulunacak ve hızlı ürediği için de çözüm olacak şey, böcekler, tabii, ilk akla gelmesi de çok doğal.

Yönetmen Andreas Johnsen, adını duyduğumuzda bile bizleri irkilten böceklerin yenebilirliğini anlattığı filmle hepimize yeni ufuklar aralıyor. Üç yıl boyunca dünyanın dört bir yanını dolaşıp (üç bine yakın etnik grubun yemek kültüründe böcekler yer alıyor) yeni yiyeceklerle yeni tatlar üretmişler.

Kültür belirleyici…

Adını duyduğumuzda irkildiğimiz hatta kusma duygusuyla midemizin bulandığı böcekler -filmde de görüyoruz ki- yerel insanlar tarafından büyük bir iştahla tüketiliyor. Yenebilecek her şeyi yemekten kaçınmayan ben bile kabul edemedim ama bir süre sonra alışacağımıza, hiç umursamadan tüketeceğimize eminim.

İlgi çeken film…

Bu yıl, “Randevu İstanbul”da yer alan gastronomi filmlerinin içinde ilgi çekici olanı kuşkusuz “Böcekler”. Hem içeriği hem dili hem de çekim ekibinin aktardıklarıyla o çekiciliğini kanıtlıyor.

Geleceğimizi şimdiden görmek isteyenler, besinlerimizin kaynağını merak edenler (filmde de vurgulanıyor: Çok uluslu büyük şirketlerin, bizler için değil tabii, sırf daha çok para kazanmak amaçlı böcek üretim ve yemek yapma işine girmekten kaçınmadıkları apaçık) için…

Böcekler, yönetmen Andreas Johnsen, belgesel film (araştırma ve yemek ekibi Josh Evans, Ben Reade, Roberto Flore), 2016 yapımı, 76 dk.

(19 Aralık 2016)

Korkut Akın

19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Lav Diaz Sürprizi

15 – 22 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilen 19. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali, tarihinin en parlak seçkilerinden biriyle karşımıza çıkıyor bu yıl sonu buluşmasında. Az ve öz filmden oluşan programın en büyük sürprizi ise çağımızın en önemli yaratıcılarından Lav Diaz’ın son filmi ‘Giden Kadın / Ang Babaeng Humayo’ kuşkusuz.

1998 yılından beri film yapan, meraklı sinefillerin son üç yıldır İstanbul Film Festivali’nin seçkilerinde yer alan filmleriyle tanıma şansını bulduğu Filipinli ustanın sadece bizde değil, sinema dünyasında keşfedilmesi biraz vakit aldı. Bunun başta gelen nedeni filmlerinin standartların hayli ötesinde uzunlukta olması herhalde. Filmografisinde yer alan kimi filmler altı, ikisi dokuz, ‘Melancholia’ ile Berlin ve İstanbul’da tek seansta izleyiciye ulaşan ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’ sekiz saat sürüyor. Ancak bu uzun süreler gözünüzü korkutmasın. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan ‘Giden Kadın’ 3 saat 45 dakika uzunluğuyla yönetmenin en kısa filmlerinden biri sayılabilir.

Konvansiyonel sinemayla işi yok Diaz’ın. Zaman algısı farklı. Malay insanına özgü bir zaman dilimi içinde klişelerden arınmış uzun planlar eşliğinde ülkesini mercek altına alıyor. 300 yılı aşkın sömürge yılları (ülkenin adı İspanyol kral II. Philip’den miras) ardından Amerikan vesayeti, İkinci Dünya savaşıyla birlikte Japon işgali, 1965’ten başlayarak 20 yıllık Marcos diktası ve takibeden iç savaşla lanetlenmiş, ruhunu arayan memleketinin makus kaderinin izini sürüyor filmlerinde. ‘Hüzünlü Gizem Ninnisi’nde 19. yüzyıl sonları devrim yıllarını perdeye taşıyor. Filipinlerin İspanyol yönetiminden kurtulma mücadelesini tarih, felsefe, mit, şiir, folklor ve politikanın iç içe geçtiği destansı bir anlatımla kurguluyor. 2014 yapımı ‘Evvelken’de 1972’nin hemen öncesine, dikta yönetimi altında kaybolmuş çocukluğuna, kendi deyimiyle ‘lanetli yıllara’ uzanırken ülkesinin başına gelenlerin kronolojisini çıkarmaya girişiyor.

Klasik Rus edebiyatına olan ilgisi filmografisine sızmıştır. 1998 yapımı ilk filmi ‘Serafin Geronimo’, Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından bir alıntıyla başlar. Bu ölümsüz romanın serbest bir uyarlaması olan 2003 yapımı ‘Norte: Tarihin Sonu’nda ahlaki ve sosyal çöküş karşısında şiddet uygulamayı seçen nihilist entelektüel Fabian ile ailesini geçindirmeye çalışan köylü Joaquin’in kesişen hikâyesini, ülkenin yoksulların yaşadığı (filme adını veren) kuzey bölgesinden insan manzaraları eşliğinde anlatır. Visconti’nin ‘Lanetliler’de yaptığı gibi, bir ulusun ahlaki çöküşünü, bir ailenin benzer düşüşüyle paralel vermeyi dener. Tanrıyı, gerçeği, ahlakı, günahı, adaleti, ulus olma bilincini, tarihi tartışmaya açar. Bunları yaparken zamanı tamamen kontrol altına alır. Benzersiz mizansenleri, uzun planları, ışık ve renkler (çoğu zaman benzersiz bir siyah-beyaz estetik) aracılığıyla kendi dünyasını kurar. Geniş bir zaman süreci boyunca karakterleri tüm hal ve tavırlarıyla yakından inceleme fırsatı buluruz. Lanetli topraklarda geçen hikâyelerinde hırsızlık, cinayet, tecavüz de vardır kuşkusuz. Ancak bunları sahne dışına iterek sansasyonel görüntülerden kaçınır.

‘Giden Kadın’ Tolstoy’un ‘Tanrı Gerçeği Görür, Fakat Bekler’ adlı kısa hikâyesinden esinler taşıyor. İşlemediği bir suç yüzünden 30 yılını hapiste geçiren Horacia’nın öyküsünden yola çıkıyor Diaz bu kez. Başka bir mahkûmun itirafıyla serbest bırakılan talihsiz kadın, yıllardır görmediği ailesini aramaya koyuluyor. Kocası çoktan ölmüştür. Büyük kente taşınan kızı uzaklardadır, oğlunun akıbeti ise belirsizdir. Kayıp oğlunun izini süren eski öğretmenin yardımsever erdemli kişiliği, hapse atılmasına sebep olan şimdinin nüfuzlu gangsteri eski sevgilisi için beslediği intikam duygusuyla lekelenmeye başlıyor adım adım.

Bu kısa özet okuyucuyu yanıltmasın. Lav ‘tür’ sinemasına göz kırpan son denemesinde konvansiyonel sinemadan uzak duruşunu sürdürüyor. Rahibe Teresa ve Prenses Diana’nın ölüm haberleri ile birlikte Hong Kong’un 155 yıllık sömürge döneminin ardından Çin’e iade edilişine dair haberleri işitiyoruz radyodan. Bu metafordan hareketle sömürge, dikta ve iç savaş yıllarının örselediği 90’ların sonundaki Filipinleri yeniden keşfe çıkıyor Horacia. Bir vampir edasıyla gezindiği karanlık yoksul sokaklarda mazlumların yardımına koşarken, yüreğinde kabaran intikam duygularıyla kirlenmemek için mücadele veriyor. Uzun planlar eşliğinde ilerleyen bu meşum gece serüveninde yolsuzluklar ve adam kaçırma vakalarının dehşetini yaşayan halkının çaresizliğiyle, her bir köşeden yankılanan sefalet çığlıklarına kulak vermeye çalışıyor.

Senaryoyu yazan Lav Diaz’ın görüntü yönetmenliği ve kurguyu bir kez daha kimselere bırakmadığı son başyapıtını beyazperdede izleme fırsatını kaçırmamanızı tavsiye ederim. (Gösterimler 18 Aralık 21:30’da Beyoğlu Atlas; 21 ve 22 Aralık 21:30 seanslarında Fatih Cinemaximum Historia salonlarında yapılacaktır.)

(16 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kasap Havası

Geleneksel bakış açımız hep mi aynı olmalı? İyi başlayıp iyi de giden öykü neden o “geleneksel bakış açısı”na dönüyor? Galiba asıl sorun bu.

Yaşamın her anına ve her alanına “erkek egemen” bir bakışımız var. Bu, gerek kültürümüzden gerekse birtakım soru işaretleriyle karşılaşmamak için bilinçli seçim biraz da.

“Kasap Havası” gerçekten çok iyi kotarılmış bir film. İnce eleyip sık dokunmuş, ayrıntıda gizli şeytanı dürtükleyip çıkarmış… Bir yerde -ah, ama işte hep aynı yerde- geleneksel erkek egemen bakışa dönmüş.

Kırık bir aşk hikayesi…

“Kasap Havası” bir kadın öyküsü. Filmin ilk yarısı itibariyle kadın bir yönetmenin kadına cesur ve gerçekçi, bakışının öyküsü… Leyla, arkadaşı kadın kadına tartışarak, adlı adınca dürüstçe muhabbet ederken, “delikanlı” bir taksi şoförü Ahmet ile tanışır. Leyla rolünü başarıyla omuzlayan Şenay Gürler, yaşadıklarını ve hissettiklerini olduğu gibi aktarmış karakterine. Nurcan Eren’in canlandırdığı arkadaşı ise yer yer dizginlemeye çalışsa da daha yürekli ve kararlı olması için zorluyor. İnanç Konukçu, ödül de kazandığı Ahmet rolünde gerçekten çok iyi bir performans sergiliyor.

Mahalle baskısı giderek ailelerin de -ekonomik bağımsızlıklarını kazanmış olsalar bile- çocukları üzerindeki baskıyı daha da şiddetlendiriyor. Bunalmamak, itiraz etmemek, hatta isyan etmemek mümkün değil. Eğer bilinçli ve kararlı bir isyan değilse bu, savrulmalar da kaçınılmaz oluyor ister istemez.

Aşk mı tutku mu?

Leyla ile Ahmet aslında, bizim toplumumuzun içinde debelendiği o açlığı yaşıyorlar; bakmayın aşk, aşık olmak gibi sözlerin geçmesine… Önemli, önemli olduğu kadar da izleyicinin içine işlemesi için gerekli de bu tutku ya da aşk. Hep aynı açıyla bakıyoruz kadın erkek ilişkilerine, hep aynı umudu taşıyoruz, aynı hüsranı yaşıyoruz. Bekaret belirleyici oluyor. Hatta öyle ki ailelerine karşı çıkanlar bile onu istiyor. Bakir değilseniz zaten kaybedenler kulübünün üyesisiniz sadece.

Leyla’nın, içinden söküp attığı eski kocasıyla karşılaşması, Ahmet’i Leyla uğruna terk ettiği nişanlısına döndürüyor. Film de orada yitiriyor özgün bakışını ve yöneliyor erkek egemen dünyaya. Kadın da erkek de aynı noktaya geliyor film uzadıkça. Yine de merakla ve heyecanla izlettiriyor kendisini “Kasap Havası”.

Çiğdem Sezgin, bu ilk sinema filminde sakin ve yolunda bir dil tutturmuş. Başarısının altında filmin öyküsü kadar sinema dilinin yetkinliği de yatıyor. Sinemamızın kadın filmine gereksinimi var, kadın yönetmenler kadar. Çiğdem Sezgin’e o fırsat verilmeli…

Kasap Havası, hemen her şehirde, hemen her mahallede, hatta her binada karşımıza çıkabilecek olayları seriyor gözler önüne… Kendinizi de göreceksiniz.

Kasap Havası, Yönetmen Çiğdem Sezgin, oyuncular İnanç Konukçu, Şenay Gürler, Hakan Karahan, Cemre Ebuzziya, Levent Ülgen, Özay Fecht… 9 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(11 Aralık 2016)

Korkut Akın

Can Sıkıntısı

Tom Ford’un sinema serüveni sürüyor. 60’lı yılların muhafazakâr ortamında bunalmış eşcinsel İngiliz edebiyat profesörü kompozisyonunda muhteşem Colin Firth’ün kelimenin tam anlamıyla döktürdüğü 2009 yapımı ilk uzun metraj denemesi ‘Tek Başına Bir Adam / A Single Man’ ile takdir toplamış olan ünlü modacı, tam yedi yıl sonra ikinci filmiyle beyazperdeye dönüş yapıyor. Ünlü ‘Cabaret’ye kaynaklık etmiş ‘Goodbye to Berlin’in de yazarı olan Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından yola çıktığı bir önceki çalışmasının ardından yeniden bir edebi metne başvuran Ford, Austin Wright’ın 1993 tarihli ‘Tony ile Susan’ isimli romanını ‘Gece Hayvanları / Nocturnal Animals’ başlığıyla uyarlamaya girişmiş bu kez.

Amerikalı yazarın hikâye içinde hikâyeden oluşan metnini, farklı türleri buluşturan bir film içinde filme dönüştürmeye uğraşmış taze sinemacı. Üzerlerinde beyaz eldiven ve çizmelerle çırılçıplak dans eden aşırı kilolu geçkin kadınların striptizvari gösterisiyle başlatıyor filmini. Bunun Susan’ın sanat galerisinde sergilenen bir enstalasyonun parçası olduğunu anlıyoruz çok gecikmeden. Kırklı yaşlarının başlarındaki alımlı kadını, yakışıklı kocasıyla kopuk ilişkisinin aynası görünümündeki camdan ve metalden lüks konutunda can sıkıntısı ile baş başa izlemeye başlıyoruz daha sonra. ‘Her şeye sahip olduğunu, mutlu olmamaya ne hakkı olduğunu’ düşündüğü sırada eline geçiyor, 19 yıl önce terk etmiş olduğu gençlik aşkı ilk eşi Edward’ın adına ithaf etmiş olduğu henüz basılmamış romanının nüshası.

Paket kağıdının kestiği elinden damlayan kan metnin içeriğinin habercisidir sanki. Yakın bir dostunun ‘etrafımızdaki saçmalığın tadını çıkar, inan gerçek hayattan daha az zahmetli bir evrende yaşıyoruz’ sözlerini doğrularcasına karanlık ve zalim dış dünyayı anlatan romanı okumaya koyulduğunda, zayıf ve güçsüz olduğu için yüzüstü bıraktığı genç adam ile ilişkisi çerçevesinde kendi geçmişiyle hesaplaşmaya koyuluyor Susan.

‘Tony ile Susan’ iki farklı dünya arasındaki zıtlıklar üzerinden geçmişle hesaplaşma üzerine yoğun bir metin. Edward’ın Ford’un filmiyle aynı adı taşıyan romanında bir gece vakti Batı Teksas’ın tekinsiz otoyolunda mahsur kalmış çekirdek ailenin annesi ve ergenlik yaşlarındaki kızı, yollarını kesen üç belalı adam tarafından kaçırılır, tecavüz edilir ve vahşi bir biçimde katledilir. Ölümden tesadüf eseri kurtulan baba, emektar bir dedektifin yardımıyla suçluların cezasını bulması için mücadele etmeye kararlıdır. Romanı okumadım ve Amerikalı yazarın ailesi katledilen Tony ile zayıf ve güçsüz olduğu için hırslı karısı tarafından terkedilen genç adam arasında kurmaya çalıştığı bağın detaylarına vakıf değilim. Lakin Ford’un metni sinemaya aktarırken bu konuda pek de yeterli olduğu söylenemez. Modacı yönetmen çok iyi tanıdığı ve ekmeğini yediği bir dünyayı betimlemekte hayli yüzeysel kalmış öncelikle. Sevgililerin ilk gençlik yıllarına dönüş bölümleri de klişelerle dolu. Tony’nin mahvına neden olan üç serseri katil ile geç vakitlere kadar uyumadığı için ilk sevgilisinin ‘gece hayvanı’ lakabını taktığı Susan arasında kurulmak istenen ilişki bu nedenle hayli havada kalmış gibi.

Ford sıkı bir görüntü yönetmeni ile (Seamus McGarvey) çalışmış. Almodovaryen moda estetiğini kullanmaktan kaçınmamış. Abel Korzeniowski’nin Bernard Hermannvari tınılarıyla bir Hitchcock edasıyla başlıyor filmine. Kırsal Teksas’ta geçen bölümlerde daha evvel çok yetkin örneklerini izlediğimiz bir aileye tecavüz hikâyesine, daha sonra Bronsonvari bir intikam serüvenine yöneliyor. Tanış olduğu mükemmel oyuncu kadrosunu filmin hizmetine seferber etmiş. Başroldeki melül bakışlı Amy Adams ve yakışıklı Jake Gyllenhaal dışında, Coen filmlerinden kopup gelmişe benzeyen usta oyuncu Michael Shannon, Teksaslı püriten annede Laura Linney ve küçücük parti bölümünde İngiliz oyuncu Michael Sheen’in tartışılmaz yeteneklerinden yararlanmış. Jenerikteki şaşırtıcı obez kadınlar gösterisine inat genç ve güzel çıplak bedenleri (filmin kötü adamını ‘Anna Karenina’nın yakışıklı Vronsky’si Aaron Taylor-Johnson canlandırıyor) film boyunca sergilemiş. Ancak Tom Ford’un tüm çabası bu parçalı hikâyenin derinlikli bir bütünlüğe ulaşmasına, Susan’ın dertlerine empati duymamıza yetmiyor. Son tahlilde Susan’ınkine benzer bir can sıkıntısıyla ayrılıyoruz salondan.

(10 Aralık 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Deliliğin Kıyısında Aşkı Aramak

Aşk Mektupları (Mal de Pierres)
Yönetmen: Nicole Garcia
Eser: Milena Agus
Senaryo: Jacques Fieschi-Nicole Garcia
Müzik: Daniel Pemberton
Görüntü: Christophe Beaucarne
Oyuncular: Marion Cotillard (Gabrielle), Louis Garrel (André), Alex Brendemühl (José), Brigitte Roüan (Adèle), Victoire du Bois (Jeannine), Aloïse Sauvage (Agostine), Daniel Para (Martin), Jihwan Kim (Emireri Blaise), Sören Rochefort (Georget), Camilo Acosta Mendoza (Camilo), Julio Bollullo Carasco (Julio), Elian Planes (Simon), Maxime Flourac (René), Victor Quilichini (Marc)
Yapım: StudioCanal (2016)

Oyuncu-yönetmen Nicole Garcia’nın “Aşk Mektupları” filmi, kırılgan bir genç kadının aşkı arayışının peşine düşerken, Fransa’daki toplumsal hayata da gerçekçi bakış sunuyor.

Film, II. Dünya Savaşı’nın sonrasında başlıyor. Aslında bu film, İtalyan yazar Milena Agus’un romanının epeyce uzağında ve serbest bir uyarlama oluyor. Bir sanatçı, bir başka sanatçının eserini olduğu gibi aktarmayabilir. Belki de en iyisi buydu. Fransız yönetmen Nicole Garcia, 1955 doğumlu İtalyan yazar Milena Agus’un 2006’da yayınlanan “Mal di Pietre” romanını esere sadık kalmadan uyarladı işte. Ayrıca bu roman bizde yayınlanmadı hâlâ. Ama Pupa Yayınları, yazarın “Yufka Yürekli Kontes” romanını 2012’de yayınlandı.

Yönetmen Garcia, 1946’da Cezayir’de doğdu. Yönetmenin 1998 yapımı “Place Vendôme-Vendôme Meydanı” filmi ülkemizde vizyona çıkmıştı. Garcia’nın 2013 yapımı “Un Beau Dimanche-Güzel Bir Pazar” filmini de hatırlatmalı. Yönetmen, oyuncu olarak Alain Resnais’nin 1980’deki “Mon Oncle d’Amérique-Amerikalı Amcam”, Claude Miller’in 2001’deki “Betty Fisher et Autres Histoires-Bayan Fisher ve Diğer Öyküler” ve 2003’teki “La Petite Lili-Küçük Lili” dahil birçok filmde başrol oynadı. Yönetmenin 2016 yapımı sinemaskop “Mal de Pierres-Aşk Mektupları”, her şeyiyle bir kadın film. Bu filmi gördükten sonra insanın kalbi kadınlardan yana daha da çok çarpıyor.

Erotik düşlerle…

1950’lerin sonlarında, günümüz. Bir araba Lyon’a doğru yol alıyor. Arabada Gabrielle, kocası ve oğulları Marc var. Lyon’a geldiklerinde sürekli mektup gönderdiği adresin sokağını gördüğünde heyecanlanıyor. Apartmanın girişinde dairenin Sauvage yazan zilini çaldığında film geriye dönüyor ve 1940’ların ikinci yarısına, ikinci savaş sonrasına gidiyor.

Ekonomik durumları iyi çiftlik sahibi ailenin iki kızından büyüğü olan Gabrielle, kasabanın evli öğretmeninden aşkı istiyor önce. Onun kendisine okuması için verdiği “Uğultulu Tepeler” romanıyla erotik düşler kuruyor Gabrielle. Kitabın sayfasında öğretmenin adı da yazıyor. Bu onu daha da ateşliyor ve zihninden düşen erotik kelimelerle kitapla sevişiyor adeta. Romanın yazarı İngiliz Emily Brontë de taşradan hiç ayrılmamış onun gibi. Bu roman Can Yayınları tarafından 2016’da yayınlandı. Hasat zamanı yemeğinde öğretmenin evli olduğunu öğreniyor Gabrielle. Gerçek aşkı arıyor aslında. Bu aşk da bir derinin altında tekmiş gibi olabilmek. Kadınlar belki de bunu arıyorlar hep.

Gabrielle’i baygın bulunuyor. Bebeğini de düşürmüş. Gabrielle bunalımlar yaşarken, annesi Adèle, onun deliliğin sınırında olduğunu düşünüyor. Çiftliklerinde Katalan bir komünist duvar ustası José Rabascal da ırgat olarak çalışıyor. José, Cumhuriyetçilerle beraber faşist Franco’ya karşı savaşmış. Şimdilerse yolu Fransa’daki bu çiftliğe düşmüş. Dinsiz, komünist ve yalnız biri o. Gabrielle piyano çaldığında dikkatle onu dinlerken, Adèle bu erkeğin Gabrielle’in ruh halini düzelteceğini umuyor. Bu ilişki mümkün müydü? Gabrielle, ya akıl hastanesine yatacak ya da evlenecekti. José’yle evleniyor. Ama Gabrielle yatağının kapalı olduğunu söylüyor ona. Marsilya’ya taşınıyorlar. José, Gabrielle’in sermaye yardımıyla inşaat işlerinde büyüyor. Cinsel sorunlarını da Toulon şehrindeki fahişelerle çözümlüyor. Gabrielle, fahişelerle yatmanın nasıl olduğunu merak ediyor ve onlar gibi oluyor bir geceliğine. Parasını da alıyor José’den.

Taş hastalığıyla…

Böbreğinde taş olan Gabrielle, sanatoryuma benzeyen dağ hastanesine yatıyor çok geçmeden. Bu hava değişikliği onu hayatının aşkına getiriyor. Çinhindi’nde, yani Vietnam’da savaşmış Teğmen André Sauvage’la yolu kesişiyor burada. Hastanede her işle beraber hemşirelik de yapan Agostine’le dostluk kuran Gabrielle, hastalığından bitkin düşmüş André’yle yakınlık kuruyor. André, tüm gücünü yitirmiş ve hep yorgun. Gabrielle, André’yle hayatının erkeğini buluyor belki de. Onunla yakınlaşmaları Gabrielle’i tedavi ediyor sanki. Arada kocası da ziyaretine geliyor. José geldiğinde mutsuzluğu yüzüne iniyor adeta. Bir gün André cankurtaranla (ambulansla) Lyon’a götürülüyor. André ona, umutsuz hastaların Lyon’a götürüldüğünü söylemişti konuşmalarında. André’nin odasının boşaltıldığını gören Gabrielle, André’yi arzuluyor hep. Onunla bir derinin altındaymış gibi olmak istiyor. Belki de tüm kadınların düşüydü bu. André hastaneye dönüyor muydu bir anda? Ya o sevişme? Sinema tarihine bir armağan olan André’yle Gabrielle’in sevişmeleri, bir derinin altında tek olmayı görselleştiriyor sanki. Sonra eski hayatına dönüyor Gabrielle ve André’ye mektuplar yazıyor. José her şeyin farkında. Sonra gönderdiği mektupların hepsi iade ediliyor. Şimdi ne yapacaktı? Bebeği onu mutlu edecek miydi?

Çaykovski ve Bach…

Gabrielle, André’nin piyanoda çaldığı Çaykovski’nin “Haziran” bestesi “Les Saisons / Barcarolle de Juin” (Mevsimler / Gondolcuların Şarkısı Haziran) müziğine tutuluyor. André’den bir hatıra gibi. Oğlu Marc’a da bu tınıları çaldırıyor. Çaykovski’nin bu bestesi, filmi ve seyirciyi tam anlamıyla kuşatıyor. İnsanın kulağına da aşina geliyordu bu Çaykovski tınıları. Yönetmen, Bach’ın “Siciliana” bestesini de piyano tınılarıyla duyuruyor filminde. Bach’ın bu bestesi “Siciliana”, aslında Barok dönemden gelen, yavaş ve kıvrak olabilen bir müzik tarzı. “Psychodelic” ruh gibi. Barok müzik dönemi, 1600’lerin başından 1750’lere kadar devam etmişti. Kısaca pastoral de deniyor bu sanatsal döneme. Günümüzde etkileri az da olsa devam ediyor. Filmde Schubert, Mozart ve Chopin de duyuluyor. Filmdeki fotoğraflar da çarpıcı ve ilham verici. Yönetmen, geçmişteki anları, dönem filmlerindeki gibi kahverengimsi tonlarda yansıtmış. Işık düzenlemeleri kasveti biraz daha artırıyor mekânlarda. Günümüzdeyse renkler daha belirgin ve kasvet azalıyor. Sanki Barok dönemin ruhu yansıyordu bu filmde.

(08 Aralık 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Şarkını Söyle -Sing-

Sosyalleşme kavramı gün geçtikçe değişiyor. İnsanlar eskisi gibi gezip tozma, görüp eğlenme yerine bilgisayar karşısında oyunlarla vakit geçiriyor. Kuşkusuz bilgiye erişim kolaylaştı ama o bilgi dediğimiz şey mi aranan ekranlarda. Pek sanmıyorum. Bu, beraberinde sanattan uzaklaşmayı da getirdi. Korsan kullanımları bir tarafa bırakın, albümler eskisi gibi satmaz, filmler gişe yapmaz, kitaplar okunmaz, tiyatrolar izlenmez oldu… Sergilerse yağmurdan kaçmak için sığınak sadece.

Peki, böyle mi olmalı? Bu kadar mı karamsar gözüküyor gelecek? Tabii ki hayır! Bunun bir dönem olduğunu, er ya da geç muhakkak aşılacağını düşünenlerdenim. Umudu üzmüyorum.

İyimserlik yeterli mi?

Hemen bütün yapımcılar, organizatörler, tiyatrocular, yayınevleri umudu üzmeseler de sosyopolitik, sosyoekonomik hayattan etkileniyorlar. Onlara sahip çıkılmalı, destek verilmeli. Tümüyle hayvanların yaşadığı bir dünyada geçen “Şarkını Söyle”, tam da bunu anlatıyor. Bizler gibi umudu üzmeyen, hayata hep iyimser bakan, sahnesini de kurtarmayı içeren projeler geliştirmeye çabalayan Koala Buster Moon, (adıyla da uyumlu bir sahnesi var, özellikle açılış sahnesini önemsiyor) bir taraftan alacaklılardan kaçarken bir taraftan da bir şarkı yarışması düzenler.

Hayatı hem istediği gibi yaşamak hem fırsatı değerlendirmek hem de ödülü kazanmak için başvuran yüzlerce adayın arasından -sahi, kapkaççı bir yapımcı olsa, her adaydan birer lira alsa epey de para kazanırdı- beşini seçer. Ailesinin zorla suça karıştırdığı genç goril, yavrularına bakmaktan bitap düşmüş ama umudunu yitirmemiş anne domuz, sesini kullanarak dolandırıcılık yapan küçük fare, ergen çekingenliğindeki fil ile sevgilisinin küçümseyerek terk ettiği kirpi büyük bir mücadeleye girişirler.

Sanata destek…

Bizim ülkemizde olduğu gibi o hayvanların dünyasında da para her şeydir, sanatın insan gelişmesine katkısı bilindiği için de engellenmesinde bir sakınca yoktur. Kentin en güzel yerindeki muhteşem salon yıkılır. Bizim ülkemizde olsa yerine AVM dikilir üst katları da rezidans olursa paraya ‘para’ demez Bay Moon. O yıkım, başta koala olmak üzere şarkı yarışmasından umutlu gençlerin de umudunun yıkılmasıdır.

100’e yakın şarkı ile müthiş güçlü bir animasyon komedi filmi “Şarkını Söyle”. Hem coşkulu hem de mesaj veren keyifli bir film. Şarkıların birbiri ardına dinlenmesi için bile gözü kapalı izlenir.

“Şarkını Söyle”, yönetmen Garth Jennings, 9 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(08 Aralık 2016)

Korkut Akın

Babamın Kanatları Üzerine

Sinemamızın 80 sonrası serüveni sosyo-politik bağlamda incelenecek olursa, ortaya çıkan manzara; önce “geriye çekilme”, sonra “içe dönme” ve nihayetinde de tüm ezberini bir kenara bırakarak “yeni bir dil arayışına girme” şeklinde özetlenebilir. İlginçtir, (yarı) aydının yenilgisinin ardından gelen “bunalım” süreci, sinema çevrelerinde çoğu kez mahkûm edilmiştir; oysa 2000’lerin ilk yarısında karşımıza çıkan yeni anlatım formu -o dönemin doğal bir tezahürü olsa da- genellikle eleştiriden nasibini almaz.

Son yıllarda çoğu defa ifade etmek durumunda kalsak da, tekrara düşme pahasına yinelemekte yarar var: İçeride ve bölgede büyük altüst oluşlar çağından geçen ülkenin sinemasından çıkarılacak sonuç, taşra ve kent ikilemine sıkışan bireyin suskunlukla geçiştirmeye çalıştığı varoluş serüvenidir. Burada karşımıza çıkan “biçimci” (kimi kalemlere göre “sanatsal”) anlatı, olasılıkla kelimenin gerçek anlamından, nadir olarak bu denli soyutlanmıştır. Ne referans alınan auteur’ler, ne de örnek gösterilen ülkelerin sinemaları, “asıl mesele”nin uzağına hiç bu kadar düşmemiştir. Bir başka deyişle bizdeki “sanat” sineması, yaratıcılarından ziyade, az ama etkili sayıda “muhalif” kalem ve verdiği destek dikkate alınırsa, bu eğilimin bir nevi hamisi olan devlet nezdinde yüceltilmiştir. Geniş kitlelerden alabildiğine kopan ve neredeyse “oryantalist” bir hazla, yurtdışında övgüye boğulmasını gerekçe kılarak, son tahlilde bu durumdan neredeyse bir övgü malzemesi çıkaran bir yaklaşım vardır burada… Ozu’dan Antonioni’ye, Angelopoulos’a uzanan çizgide, evrensel örneklerin mayasında bulunan “gerçeklikle” bütün bağlar kopmuş, zaman donmuştur sanki bizim “sanat sinemasında”. Kökleri derinde olan hemen hiçbir sinemada “kaçış”, bu denli meşrulaştırılmamıştır.

Madalyonun diğer tarafında, yardım alabilmek adına senaryosunda “düzenleme” yapmak durumunda olan “bizim auteur’lerin”, “bağımsız yönetmen” olma halleri de vardır ki, bu doğal olarak konuyla ilintili, ama bambaşka bir yazının ilgi alanıdır.

Bu zorunlu girizgâhın ardından söylenebilecek ilk şey, kimi filmleri tarihsel bağlamdan uzağa düşerek, yalnızca kendi iç düzleminde ele almanın olanaksız olduğudur. Babamın Kanatları, bir ilk film olmanın tüm olağan sıkıntılarını yaşayan; kurguda tekrara düşen, bazı fazlalıklar barındıran, kimi anlarda şablona dayalı karakterler sunan ve bütününden kopuk bir finali tercih eden yapısı bir yana, yukarıda sınırlarını belirlemeye çalıştığımız çerçevenin dışında duran yürekli bir yapımdır. Bambaşka ve bizden asırlar kadar uzak coğrafyalarda değil, tam da “bizim olan”, halen yaşanan bir gerçekliğin peşinde yürümekte ve bizlere bir şeyler söylemeye çalışmaktadır. Kurtuluşunu bireysel çözümlerden medet ummak şöyle dursun, artık yokluğuyla sağlamaya çalışan, “sanat sinemasının” çoktan unuttuğu bir karakterin ve emek sömürüsünün merkezinde ele almaktadır ülkeyi.

Bir süredir varlığından bihaber olduğumuz, çoğunlukla üçüncü sayfa haberi muamelesi yaptığımız, gözümüzün önünde belirdiğinde, çözümü kanal değiştirmekte bulduğumuz meseleleri merkezine alması, kuşkusuz bir filmin başarısında tek etmen değildir. Ancak Babamın Kanatları; akılda kalıcı, kimi zaman trajikomik bir hal alan diyalogları, başta Menderes Samancılar olmak üzere oyuncu seçimi ve şantiye alanını koca bir ülkeyle özdeşleştiren görüntüleriyle akılda kalmayı başarmaktadır. Finalde beliren çıkışsızlık halinin, ülkece ruhsal durumumuza dair ipuçları barındırması önemidir. Bu durum, filmi son dönemde öne çıkan kimi yapımlarla (Zerre, Toz Bezi) bir arada düşünmemizi zorunlu kılmaktadır ve tüm bu filmler, gelecekte Türkiye’nin bu günlerine ilişkin yapılacak sosyolojik araştırmalarda önemli bir işlev üstlenecektir.

Ülkenin en önemli film festivallerinde başarılar elde etmiş olan filmin yalnızca 17 salonda gösterime girmesi ise elbette kendisinden kaynaklı bir durum değil; aksine, girişte belirttiğimiz tercihlerin doğal sonucudur. Ne yazık ki “sanat sineması” havuzuna dâhil edilen yürekli yapımların makûs talihidir artık bu durum. Belki de bu ortamı yaratanların en büyük arzusu gerçekleşmiş, filme kaynaklık eden karanlık tablonun geniş kitlelerle buluşmasının önü, dâhiyane projelerle en baştan kesilmiştir. Bu filmlerin teşekkür edilenler hanesinde adı geçenlerle, bu sonucu yaratanların aynı isimler olması ise kaderin garip bir cilvesidir!

(03 Aralık 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com