Kategori arşivi: Yazılar

Busan Treni’nde Dehşet

2016’nın sürpriz filmlerinden Kore yapımı ‘Busan Treni / Train to Busan’, bu haftadan itibaren ‘Zombi Ekspresi’ adıyla bizde de gösterimine başlıyor. Yaratıcısı Yeon Sang-ho tanınmış bir canlandırma ustası. Kendisine ait Dadashow isimli yapım merkezinde üretmiş olduğu çizgi dışı animasyonlarından tanıyoruz sinemacıyı. Güney Kore toplumundaki çürüme ve şiddeti eksen alan yapıtlarının ilki olan 2011 yapımı ‘Domuzların Kralı’nda, çelimsiz öğrencilerin zorbalığa maruz kaldığı kendi lise yıllarının acımasız düzeninden yola çıkar yönetmen. 2013 yapımı ‘Sahtekar’da toplumu sömüren sahte din adamlarını eleştirir.

Yapımını 2015’te tamamladığı ‘Seul İstasyonu’ o yıllarda Güney Kore’yi kasıp kavurmuş solunum sistemini etkileyen Ortadoğu kökenli virüs salgınından esinlenir. Filme konu olan ölümcül virüs, boynundan ısırılmış yaşlı bir evsizin başkentin merkez istasyonunda zombiye dönüşmesinin ardından hızla yayılmaya başlar. Tek bir gece boyunca yaşanan dehşete tanık oluruz daha sonra. Fahişeliğe zorlanan evinden kaçmış genç kız, kızı pazarlamaya çalışanlar ve istasyonun evsizleri bu karanlık dramın baş kişileridir. Finalde tüm karakterlerin zombiye dönüştüğü çürümüş, merhametsiz bir dünya çizer sinemacı. Ekonomik eşitsizlik ve yolsuzluğun tavan yaptığı ülkesinde evsiz zombilerin saldırısını, toplumsal patlamanın metaforu olarak kullanır.

Yönetmenin animasyonlar sonrasında canlı karakterlerle çektiği ‘Zombi Ekspresi’, ‘Seul İstasyonu’nun devam filmi olma özelliğini taşıyor. Cannes Film Festivali’nde Geceyarısı Seansı’nda dünya prömiyerini yapan, ardından gösterime girdiği ülkesinde gişe rekorları kıran film, korku ve dehşetin pençesindeki bir tren dolusu yolcunun hikâyesini anlatıyor. İşkolik fon yöneticisi Seak-woo (Gong Yoo) ile ayrı yaşadığı annesini görmeye giden küçük kızının da aralarında bulunduğu hızlı trendeki yolcular, önüne geçilemeyen bir virüs salgını tüm Kore’yi sarmışken, başkent Seul’den ülkenin güneyine, zombilerin henüz ulaşamadığı düşünülen Busan’a varmaya çalışıyor.

Yeon Sang-ho dehşetengiz zombi kıyametini, ülkesindeki sınıf çatışmasını körükleyen ekonomik dengesizliğe isyanın metaforu olarak kullanmayı sürdürüyor. Vagonlar toplumun yukardaki ve aşağıdakileri arasındaki ateşten sınırlar olarak çiziliyor. Klostrofobik tren kompartmanlarında sıkışan yolcular arasındaki sınıf kutuplaşmaları ortadan kalkıyor, farklı sınıflardan insanlar ancak dayanışma ve işbirliği ile hayatta kalabileceklerini idrak ediyor. Bir yolcu tarafından toplumun ‘kan emicisi’ olarak suçlanan kibirli fon yöneticisi, ilk kez başkaları için kendi hayatını riske atmaktan çekinmiyor.

Kişisel olarak çok önemsediğim allegorik alt metninin dışında son derece iyi çekilmiş bir aksiyon/gerilim filmi; Koreli sinemacıların B-yapımlarını sanatsal nitelikli çabalara dönüştürmesinin güzel bir örneği; iki saatlik süresi boyunca temposu hiç aksamayan başarılı bir yönetmenlik denemesi ‘Zombi Ekspresi’.

Yang Jin-mo’nun soluk soluğa kurgusu, Jang Young-gyu’nun müzik çalışması ve Choi Tae-young’un ani şoklar yaratmaktan öte gerçek dehşet anlarını ustaca vurgulayan ses efektlerinin katkısıyla merakla izlenen yapım, sadece teknik bir gösteriden ibaret olmayan, kanlı canlı karakterleri ve dışardaki öfke patlaması karşısında onların birbirleriyle olan ilişkileri, uygarlık ve barbarlık arasındaki ince çizgi üzerinde değişimleri doğrultusunda yol alan bir hikâye. Karanlık animasyonlarındaki acımasız figürlerden farklı olarak, bu kez toplumun farklı kesimlerinden insancıl karakterlere ağırlık vermiş, trendeki kötü adamı orta yaşlı şirket CEO’sundan seçmiş yönetmen.

Geniş yığınlara hitap eden üstünyapım koşullarında Koreli sinemacının karamsar ve nihilistik bakış açısı, toplumsal başkaldırıları şiddet yoluyla bastırmaya çalışan polis ve asker eleştirisi biraz yumuşamış belki. Mutlaka izlemenizi önerdiğim önceki çalışmaları ve ‘Seul İstasyonu’nun hikâye zenginliğini arayanlar da olabilir ancak ‘Zombi Ekspresi’ni de son zamanların en başarılı aksiyon/gerilimi olarak ihmal etmemek gerekiyor.

(19 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Celladın Çırağı

Bu hafta gösterime giren ‘Çırak / Apprentice’, Uzakdoğu’nun incisi Singapur’dan gelen ilgiye değer bir yapım. Farklı kültürlerin ve ırkların birarada yaşadığı, farklı dillerin konuşulduğu Uzakdoğu’nun bu küçük adasından çıkmış filmin yönetmeni Çin asıllı Boo Junfeng. Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ bölümünde gösterilmiş 2010 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kumdan Kale / Sandcastle’ ile dikkatleri çekmiş olan 32 yaşındaki sinemacının ikinci filmi olan ‘Çırak’, ülkesinde yürürlükte olan idam cezası üzerinden farklı tartışmaları başlatacak bir biçimde başlıyor.

Ordudan ayrıldıktan gardiyan olarak çalışan 28 yaşındaki Aiman,yaşadığı bölgenin yüksek güvenlikli hapishanesine tayin olmuştur. İnsanların değişmesine yardımcı olmak, suça bulaşanların topluma kazandırılmasında yer almak istediğinden bu işi seçtiğini dile getirir mülakatında. Hapishanenin 60’lı yaşlardaki deneyimli celladı Rahim, genç adamın kişiliğinden ve iş disiplininden etkilenerek onu asistanı olarak yanına aldırır daha sonra. Ancak Rahim’in genç adamın babasını idam eden infazcının ta kendisi olduğunu öğrendiğimizde, bu karşılaşmanın tesadüfi olmadığını anlarız.

Bir intikam hikâyesi izleyeceğimizi düşürdürten ‘Çırak’ın meselesinin daha farklı olduğunu anlarız film ilerledikçe. Kanlı bir cinayet işleyen ve toplumun canavar addettiği babası için kefaret aramakta, babası gibi olmadığını ispatının peşindedir Aiman. İlk filmi ‘Kumdan Kale’nin babasının ve ailesinin geçmişinin izini süren yeni yetme delikanlısı gibi, babanın günahlarından ve suça bulanmış kendi geçmişinden sıyrılmak ve değişebilmek arzusundadır genç gardiyan.

Singapur benzeri refah düzeyi yüksek ülkelerde, idam cezasının adaletin tescil ettiği suça caydırıcı en etkin silah olduğunu belirtiyor Junfeng. İdam cezasının ülkesinde bu nedenle görmezden gelindiğinin altını çiziyor bir söyleşisinde. Yine de infaz eylemine ayrıntılarıyla yer verdiği filminde, izleyicinin yaşananları farklı bir gözle değerlendirmesi umudunu taşıdığını da ekliyor. Junfeng’in filmi idam eylemini, benzer çalışmaların tersine, infazcıların ve idam mahkumunun geride kalan yakınlarının bakış açısından değerlendirme yolunu seçiyor. Bu hedef doğrultusunda, doğru ile yanlış arasındaki ezeli çekişmeyi irdelerken ışık ve karanlık karşıtlığını ustalıkla kullanıyor. Sinemacının kendi açıklaması doğrultusunda, ‘Larangan hapishanesi genç gardiyanın akıl sağlığının, bulanık zihninin somutlaştırılmış temsili haline dönüşüyor’. Aiman babasının son günlerini geçirdiği loş koridorlarda dolaşırken, kendi kişiliğinin derin noktalarını, kendi karanlığı ve aydınlığını keşfe çıkıyor, dipsiz bir boşlukta çocukluk travmalarıyla yüzleşiyor.

İdam cezası alan katiller ve uyuşturucu satıcılarının genellikle toplumun suça bulaşmış yoksul sınıflarından geldiklerini vurguluyor Uzakdoğulu yönetmen. Baş cellat ile çırağının azınlık Malay halkı mensubu olmasını bu yüzden tercih etmiş. İşçi sınıfının yoğunlaştığı küçük banliyö evinde ablası ile mütevazi bir hayat süren Aiman ile amir Rahim’in baba oğul ilişkisini andıran ilişkilerinde bu kültürel birliğin rolü büyük. Filmin eksik kalan yanı ise, deneyimli baş celladın psikolojisine ve iç dünyasına yeteri kadar yer vermemesi. Buna karşılık, ‘Ilo Ilo’dan hatırladığımız Fransız Benoit Soler’in etkileyici görüntü çalışmasından ve de ilk filminde genç oyuncu Firdaus Rahman ile Malay asıllı karizmatik aktör Wan Hanafi Su’nun başarılı performanslarından büyük destek alan parlak bir yönetmenlik denemesi olarak ilgiyi hakediyor ‘Çırak’.

(14 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Geçmiş

Hepimiz yaşanmışlıklardan ders çıkarmak kadar avunmak, aramak, belki biraz da keşke demek anlamında şöyle bir geriye dönüp bakarız… Çünkü geçmişimiz bizim birikimimizdir, deneyimimizdir. Çoğunlukla da takılır kalırız o yaşanmışlığa. Doğru olup olmadığını, bizi engelleyip engellemediğini pek önemsemeyiz. Orada kaldıkça daha bir yalnızlaşır, daha bir uzaklaşırız ilişkilerimizden. Tabii ki kandırmak ve başarısızlık da gelir peşi sıra.

Çağdaş Çağrı’nın, Kültür Bakanlığı’ndan da destek aldığı “Geçmiş”, o hastalıklı yalnızlığı aktarıyor beyazperdeye.

Kendinizi izleyin…

Yurtiçi ve yurtdışından ödüller toplayan “Geçmiş”te, gerçekten başarılı performans sergileyen Bülent Emin Yarar, izleyiciye ayna tutuyor bir anlamda. Tamam, filmde bir fotoğrafçıyı canlandırıyor ama geçmişe takılıp kalmış herkes olabilir bu, işi, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun. Sığınabileceği tek şey sigarası… Yani izleyici, televizyonda oynar nasılsa diye rehavete kapılmamalı, çünkü buzlanan görüntüler nedeniyle bütün keyfi kaçacaktır. Aslında sigarası, sığındığı tek liman fotoğrafçı Yusuf’un.

“Kendisini benim için yakıp kül eden” diye tanımlanan sigara, bütün iletişimini engelliyor ama o, o an için görece rahatlık yaşıyor. Gerginliğinde de, rahatladığında da, çalışırken de sığındığı tek liman o… Doğru olup olmaması bir yana, film izleyicinin de nefretini yükseltiyor bu kadar çok olunca.

İçiniz nasıl, içiniz?

Yönetmen Çağdaş Çağrı’nın, ilk filmi olmasına, ağır bir konu işlemesine rağmen başarıyla kotardığı “Geçmiş”, geleceği için de umut vaat ediyor. Bu film kendisi için de iyi bir deneyim, iyi bir birikimdir muhakkak. Şu noktayı da belirtmeden bitirmeyeyim yazımı: Sıradan bir film değil “Geçmiş”, birçokları tarafından önemsenmeyecektir ama kendinizi bulacağınız bir film olduğu için de etkisinin diğer hemen tüm filmlerden daha büyük olacaktır. O dinginliğin içinde kendinizi bulacak, içinizle hesaplaşacaksınız.

Geçmiş, Yönetmen: Çağdaş Çağrı, Oyuncular: Bülent Emin Yarar, Lila Gürmen, Gözde Kansu, Volga Sorgu, Yeliz Akkaya, Muhammed Cangören, Elena Viunova, 14 Temmuz’dan itibaren gösterimde…

(13 Temmuz 2017)

Korkut Akın

Hayalet Hikayesi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bizim kuşağın malûmudur, bizden bir sonraki kuşak da hatırlar, Mel Gibson’ın başrolünde oynadığı “Forever Young” adlı filmi ülkemizde 1993 Mart’ında “Daima Genç” adıyla gösterilmişti. Az önce TV.de sevimli türkücümüz İzzet Altınmeşe’yi o hiç beyazlamayan saçlarıyla görünce gayri ihtiyari “Yabancıların ‘Daima Genç’ Mel Gibson’ı varsa bizim de ‘Hiç İhtiyarlamayan’ İzzet Altınmeşe’miz var” diyesim geldi. Dedim. (14 Haziran 2017)

Komşularımız bendenize “Martıları Susturan Adam” lâkabı taksa yeridir. İnsanoğlunun hayvanoğlundan daha çekinilecek bir yaratık olduğu mânâsını da içeren bu lâkabı -istemeyerek de olsa- kendime neden uygun gördüğümü anlatayım: Malûm, olmasını istemesek de hayatın normal akışı içinde bazı olaylar mecburen oluyor. Bu dahi öyle bir olaydır. İkâmet etmekte olduğumuz daimi yeryüzü mekânımız evimiz, binamızın çatısının bir altındadır. Şu sıra, Pangaltı Ergenekon Caddesi civarındaki mahallemize rağbet gösteren martı milleti, dinlenme yeri olarak Shingle kaplı düz çatımızı seçiyor. Ve müzik dinleme ihtiyacımızı -neredeyse- 24 saat martı gaklamalarıyla gideriyoruz. Açık pencerenin önünde çalışırken bir ara öksürme ihtiyacı hissettim. Aniden öyle bir öksürdüm ki çatıdaki martılar seslerini birden kestiler. Aklınızda bulunsun, olur da martı gaklamalarından gına gelirse güçlüce öksürün, zınk diye seslerini kesiveriyorlar. Olası lâkabımın hikâyesi bu kadardır. Hikâye bitti martı sesleri hâlâ kesik. (19 Haziran 2017)

Yabancı filmlerin Türkçe afişlerinde 8 farklı düzenleme tespit ettim. Görüntüde “Elena”dan başlayarak sağa doğru gidersek, şöyle:
1-Kişi adı olduğu için orijinal film adının Türkçeye çevrilmesine gerek olmayan afişler.
2-Orijinal adı aynı kalan, diğer bilgileri Türkçe olan afişler.
3-Orijinal adı aynen Türkçeye çevrilen afişler.
4-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan Türkçe isimli afişler.
5-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan, tamamlayıcı adı küçük yazılan iki Türkçe isimli afişler.
6-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan, tamamlayıcı adı büyük yazılan iki Türkçe isimli afişler.
7-Orijinal adı büyük, farklı çevrilen Türkçe adı küçük yazılan afişler.
8-Orijinal adı büyük, aynen çevrilen Türkçe adı küçük yazılan afişler. (14 Haziran 2017)

Şehrin muhtelif yerlerindeki yıllanmış ağaçları her ne sebeple olsun kesenlere, kestirenlere, planlayanlara, göz yumanlara 10 dakika öncesi itibarıyla lanet yağdırmaya başladığımı kamu aleme duyururum. Tanrının gazabı üzerlerine olsun; ömürleri boyunca ağaç gölgesi bulamasınlar. Şimdiye kadar hiç kimseye ve eşyaya ve makineye ve nebatata böyle lanet okumadığımı belirttikten sonra gerekçemi yazayım: 80’lerde, yani 37 yıl önce iş yerimin Mecidiyeköy’deki servis aracı durağına, Şişli istikametinden yürüyerek gelirken, soldaki mezarlığın bitimine yakın, karşı kaldırımın kenarında yaşlı bir ağaç vardı. Önünden geçerken gövdesine çakılmış iri çivileri her gördüğümde rahatsız olurdum. Günlerce süren bu tedirginliğimi sona erdirmeye karar verdim. Bir sabah, kerpeten, pense, keser, keski, tornavida ne varsa torbaya doldurdum ve her günkü çıkış saatimden bir saat önce, sabahın karanlığında evden çıktım. Ağacın yanına gidip, bütün çivileri, telleri, plastik ipleri, tek tek söktüm, temizledim. Ağaç rahatladı, ben huzura kavuştum. Sonraki yıllarda, emekli olduktan sonra dahi oralara yolum düştüğünde, yeni çiviler çakılmış mı diye kontrol ettim. İşte o ağacı kesmişler, yerine saksı içinde küçük fidanlar dikmişler. (19 Haziran 2017)

Filmlerin vizyona girme tarihleri yaklaşık 2-3 ay öncesinden belirlenir. Bu konuda sinema sektöründe son yıllarda sessiz ve derinden yeni bir moda oluştu. Vizyon tarihleri son anda erteleniveriyor. Öyle ki Cuma günü vizyona gireceği duyurulmuş olan filmin gösterimi Perşembe günü ertelenebiliyor. Adını hatırlayamadığım böyle birkaç film var. Tuhaf olan bir başka durum ise şöyle: Bazı filmler için vizyona girmesine birkaç gün kala basın gösterimi yapılıyor. Filmi seyreden basın mensupları eleştirilerini veya bilgilendirme yazılarını gazetelerine, dergilerine internet sitelerine gönderiyor, yazılar basılırken film erteleniveriyor. Bu ertelemeler o kadar karışık bir hal aldı ki, biz işin içindeki sinema yazarları bile konuyu takip etmekte zorlanmaya başladık. Nitekim 5-10 gün önce “Dokuzuncu Hayat” filminin 28 Ekim 2016 tarihinde vizyona çıkarıldığını, bu yıl ise 2. kez vizyona sokulduğunu yazmıştım. Oysa film için 25 Ekim 2016 tarihinde basın gösterimi (*) yapılmış fakat film o hafta vizyona girmemiş, ertelenmiş. Sağ olsun sinema yazarı arkadaşımız Ali Ulvi hatırlattı da yazımı düzelttim. Geçmişten birkaç örnek daha vermek gerekirse Settar Tanrıöğen’in oynadığı “Hayalet Dayı” ve Mehmet Ali Erbil’in oynadığı “Polis Akademisi: Alaturka”nın da basın gösterimi/galası yapılmış fakat filmler duyurulan ilk tarihlerde gösterime sokulmamış birkaç hafta/ay sonra genel gösterime çıkarılmıştı. 10 – 15 gün önce basına gösterilen “Hizmetçi” ve “Hayalet Hikayesi” adlı filmlerin akıbeti de aynı oldu. Vizyona girene kadar, eleştirilerini yazmamış olan basın mensupları muhtemelen her ikisi de beğenilen bu filmleri unutacaklar. Nitekim 30 Haziran’da vizyona gireceği açıklanan “Hayalet Hikayesi” için Ferhan Baran’ın yazdığı eleştiri yazısısadibey.com’da önce yayınladık, vizyonunun ertelendiğini öğrenince yayından kaldırdık ve yazar arkadaşımızın isteği üzerine tekrar yayına verdik. Yazarı, filmcisi, sinemacısı, herhalde -klasik tabirle- “elde olmayan nedenlerden dolayı” böyle davranmak zorunda kalıyoruz.
(*) Doğru bilgidir. (Basına veya sektöre ender olarak gerekse de filmlere yapılan basın gösterimlerinin tarihleri sadibey.com’un şifreli bir bölümünde muhafaza edilmektedir.) (16 Haziran 2017)

(08 Temmuz 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Güçlendikçe Zalimleşmek

Tiyatro ve opera yönetmenliğinden gelme William Oldroyd’un ilk uzun metraj denemesi ‘Lady Macbeth’ haftanın ilgiye değer seçeneklerinden biri olarak bizdeki gösterimini sürdürüyor. Filmin tahmin edildiği üzere bir Shakespeare uyarlaması olmadığını baştan belirtelim. Rus yazar Nikolai Leskov’un 1865 yılında Dostoyevski’nin ‘Epoch Dergisi’nde ilk kez yayınlanmış ‘Mtsensk’li Lady Macbeth’ isimli novellasından yola çıkmış İngiliz sinemacı. Eserin 1934 yılında Shostakovich’in aynı adlı operasına kaynaklık ettiğini, ancak Stalin’in hışmına uğrayıp yasaklandığını biliyoruz.

1962 yılında Polonyalı usta sinemacı Andrzej Wajda yönetiminde ‘Sibiryalı Lady Macbeth’ adıyla ilk kez beyazerdeye uyarlanmış olan bu kısa romanın yeni versiyonunda öykü 19. yüzyıl İngilteresi’ne, evli kadınların henüz kocalarının mülkü olarak görüldüğü 1860’larda adanın kuzey doğusundaki Northumbria bölgesine taşınmış. Hikâyenin ana karakteri Katherine, bir toprak parçası ile birlikte bölgenin zengin maden işletmecisine satılmıştır. Adam genç kızı, tahakkümü altında yetişmiş oğlu Alexander ile evlendirir. İktidarsız damat için gönülsüz bir evliliktir bu. Evden dışarı çıkması yasaklanan genç kız için hapis hayatı demektir evlilik yaşamı.

Kocası ve kayınpederinin iş seyahatleri nedeniyle evden uzaklaşmaları genç kıza soluk aldırır. Çok özlediği temiz havaya kavuşur. Çiftlik çalışanlarıyla arkadaşlık etmeye başlar, yakışıklı Sebastian sayesinde cinsellikle tanışır. Başlangıçtaki iyimser, hayat dolu Katherine özgürlüğünü korumak, bu ilişkiyi sürdürebilmek için her şeyi, cinayeti bile göze almaya hazırdır. Güçlendikçe acımasızlaşır. Sınıfsal üstünlüğünü idrak ettikçe önündeki engelleri birer birer ortadan kaldırmaya başlar.

Shakespeare’in ölümsüz karakterlerinden esinlenmiş döneme özgü bir kara film niteliği taşıyan ‘Lady Macbeth’ başarılı bir ilk film. Çiçeği burnunda sinemacı Oldroyd kadın haklarından yola çıkan öyküyü perdeye uyarlarken çok başarılı kadınlarla çalışmış. Senaryoda imzası bulunan tanınmış İngiliz oyun yazarı Alice Birch ile mükemmel iş birliği, İngiliz sanat yönetmeni Jacqueline Abrahams’ın Vikoryen İngiliz dramalarının gösterişinden uzak durması hikâyenin ve karakterlerin ön plana çıkmasını sağlamış. Avustralyalı Ari Wegner’in usta görüntü çalışmasıyla Katherine’in yaşadığı ve kadınların hayvan muamelesi gördüğü ormanlık alanın ortasındaki ıssız ev, kasvetli bir hapishaneye dönüşmüş. Malikanenin gönülsüz tutsağı rolünde ilk kez bir sinema filminde yer alan Florence Pugh, keşfedilmesi gereken parlak bir geç yetenek.

Fransız yönetmen Pascale Ferrand’ın 2006 yapımı ‘Lady Chatterly’si ya da Andrea Arnold’un siyahi bir Heathcliff’e yer verdiği 2011 yapımı Emily Brontë uyarlaması ‘Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights’ ile benzerlikler taşıyor Oldroyd’un filmi. Özgürlük savaşı olarak başlayan öyküde sınıfsal ilişkiler öne çıkıyor. Siyahi kadın hizmetli ve melez Sebastian karakterleriyle ırksal tahakkümün altı çiziliyor. Leskov’un Mtsensk’li Lady Macbeth’i, ondan bir yıl kadar sonra yayınlanmış Gustave Flaubert’in ünlü romanının ana karakteri ‘Madame Bovary’ ile karşılaştırılır. Bovary’nin erkek egemen dünyada sessizce acı çekmesi karşılığında Leskov’un karakteri, ‘şiddet şiddeti besler’ misali zalimleşerek ‘Lady Macbeth’i aratan bir konuma yükseliyor. Oldroy’un filmi kadın hakları, sınıfsal ilişkiler, iktidar ve zulüm üzerine kafa yoracağınız ilgiye değer bir dönem filmine dönüşüyor.

(02 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Belalılar

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bizim sinemamız eskiden bazen birbirini yerdi. Eylül 1973’de de öyle olmuştu. Bu birbirini yeme işini muhtemelen Ramazan ayına denk getirmişler ve iki adet “Rabia” filmini aynı haftada gösterime sokmuşlardı. Bu filmlerden birisinde Fatma Girik, diğerinde Hülya Koçyiğit, Rabia olmuştu. Hülya Koçyiğit’in oynadığı filmin bir özelliği de 3 isimli olmasıydı. Filmin o zamanlar sinemalarda kullanılan afişinde “Rabia / İlk Kadın Evliya / İslamın Nuru” yazıyordu. Yani filmin Ramazanda gösterime sokulması yetmemiş, iki tane daha isim konularak filmin ulvi bir film olduğu seyircinin gözüne gözüne sokulmuştu. İki gün sonra gösterime gireceğinden sosyal medya vasıtasıyla haberdar olduğum günümüzden bir filmin afişinde de 3 isme rastlayınca geçmişteki bu iki filmi hatırladım. 09 Haziran’da gösterime girecek olan filmin adı afişinde şöyle yazıyor: “Dede Korkut Hikayeleri / Salur Kazan / Zoraki Kahraman”. Rahmetlilerin dönemlerine yetişemedik ama sinemadaki temsillerinde sağ olsun “Deli Dumrul” internet medyasını kaaleye (*) almış ve gösterime gireceğini 6 ay önceden duyurmuştu.
(*) Bu kelimenin doğrusu “kâle almak”tır ancak günümüzde muteber olan “halkın seçimine” göre genelde böyle kullanıldığından böyle kullandım. (07 Haziran 2017)

Kemer aldım, satan esnaf “Dana abi” dedi, “halis, muhlis.” Dolayısıyla biri bana bakıp “Dana” dese doğal kabul etmem gerekebilir. Doğru muyum? Bence doğruyum. Gerekçemi yazayım: Bize “Aslanım, kaplanım” diye hitap ettiklerinde kasılırız, dik dururuz; “Kuşum, kargam vs.” denildiğinde alınırız. Neticede hepimiz aynı dünyadan geçip gidiyoruz; aynı su, aynı hava, vs, vs. (05 Haziran 2017)

Taneli sebze ve meyveleri (soğan, patates, domates, biber, elma, ayva, armut, kivi, vs.) hep çift alırım; sorun yok değil mi? (05 Haziran 2017)

Az önce motosikletli bir turist sokağın sonuna kadar geldi, güzelce U dönüşünü yaptı, aynı hızla çıktı gitti. Şu günlerdeki hobim, sokağa girip geri dönen özel araba, kamyonet, motosiklet, vs.yi seyretmek. Merak edenler için “kel âlâka”yı “normal âlâka”ya çevireyim: Efendim bahsi geçen sokak, Bodrum’da, İçmeler istikametine giden ana caddeden 90 derece açıyla sağa, büyük gemilerin yanaştığı iskele yönüne giden, Şalvarağa namıyla maruf sokaktır. Bu sokağın sonu eskiden geniş bir kavis yaparak liman yoluna iniyordu. Yeni Türkiye’de nasıl olduysa o kavis özel mülkiyete dahil oldu ve sokağın sonuna antik tiyatromsu bir merdivenler güzellemesi yapıldı. Dolayısıyla haritalarda çıkar sokak olan mekân, çıkar da çıkmaz sokak haline dönüştü, yani yayalara çıkar da arabalara çıkmaz sokak haline geldi. Yaklaşık 300 metre uzunluğundaki bu sokağın tarihini bilmeyen onlarca yabancı araba, her gün, kestirmeden limana inerim niyetiyle sokağa giriyor, dönüyor ve çıkıyor. Sokağın başına irice bir “çıkmaz sokak” levhası yerleştirilmesi için Belediyeye -yalanıyla beraber- yüzlerce müracaat yapıldı. Koyduramadık vesselam. (07 Haziran 2017)

Ulaşır mı, ulaşmaz mı bilmem ama akşam akşam sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb.ye benden kocaman bir “helal olsun” gönderiyorum. Nedenini açıklayayım. Az önce tesadüfen bir DVD şirketinin web sitesine girdim. Paul Newman ile Robert Redford’un oynadığı ünlü “The Sting” adlı filmin DVD.sini “Üç Kağıtçılar” adıyla piyasaya sürmüşler. Malûm biz sinefiller filmlerin sinemalarda gösterildiği adlarıyla anılmasını isteriz. Farklı adlarla karşımıza geldiğinde filme zarar verilmiş gibi hissederiz. Yanlış mı hatırlıyorum diye bir de IMDb.den bakayım dedim, adamlar filmin Türkçe adını 1974 Ekim’inde sinemalarımızda gösterildiği şekilde “Belalılar” olarak belirtmişler. Bir elin oğlunun gösterdiği hassasiyete bak, birde bizim oğlanın yaptığına. Bu gibi durumlarda, günlük elemanlar filmin sinemalarda gösterildiği Türkçe adını bulamazsa en azından sinema yazarlarının kulaklarını çınlatın, bir şekilde size filmin gerçek Türkçe adını ulaştırırlar. IMDb.nin yabancı filmlerin Türkçe adlarına ülkemizde görevlendirdiği kişiler vasıtasıyla ulaştığını biliyoruz. Bu arkadaşlarımız zaman zaman değişiyor olsa da gösterdikleri hassasiyetin takdire şayan olduğunu belirteyim. “Belalılar” hakkında ekstradan bilgi vereyim. Bu film ülkemize Sintel adlı şirket tarafından getirilmişti. Bu şirketin o yıllardaki bir diğer filmi de başrolünde Clint Eastwood’un oynadığı “Kadın Affetmez” (The Beguiled) adlı filmdi. Bu filmin yeniden çevrimi olan “The Beguiled” ile Sofia Coppola geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü kazanmıştı. (07 Haziran 2017)

Gökyüzünü tırmalayan binalara bakarsak, adını aldığı Osmanlı’dan herhangi bir iz yok Levent’te. Semtin yeni adı Terminator olsa yeridir. (10 Haziran 2017)

Bendeniz yeni fark ettim, bazı kâğıt havluların boyu 2 cm kadar daha kısa; uzunu alıyorum derken pahalısını alabilirsiniz. 900 gramlık paketlerde satılan ve kg. fiyatını daha ucuz gibi gösteren kuru bakliyat paketleri yok oldu. Kâğıt havlularda ve tabanı derin oyuk kaplarda satılan gıda maddelerinde de bu yanıltmaların önüne geçilmeli ve standarda kavuşturulmalı. (13 Haziran 2017)

(30 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

3. Koruncuklar İçin BAK Liseler Arası Kısa Film ve Senaryo Yarışması’na birkaç gün önce start verildi. Yarışmanın basın bülteninde bu yıl yapılacak yarışmanın sadece kurmaca filmleri kapsadığı belirtiliyor. BAK kelimesinin açılımı “Belgesel, Animasyon, Kısa Film” olduğundan bu yılki yarışmanın içeriği ile adının uyuşmadığını görüyoruz. (26 Mayıs 2017)

Cuma günü vizyona giren 5. Karayip Korsanları filmi sinema sektörümüzde şu anda 4 isimle anılıyor. Basına yansıtılan ilk haberlerde “Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı” (Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell no Tales) adıyla duyurulan filmi sinema perdesinde “Pirates of the Caribbean: Salazar’s Revenge” adıyla izliyorsunuz. Türkiye’nin en genç sineması olduğunu duyuran Cinemo ise gönderdiği bültende filmin Türkçe adını “Karayip Korsanları: Ölü Adamlar Masal Anlatmaz” olarak belirtmiş, oysa ekte gönderdiği afişte “Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı” yazıyor. (27 Mayıs 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Montesquieu iki tür yozlaşmadan bahseder: Birincisi insanların kanunlara karşı koymaya başlamaları, ikincisi kanunların insanları zorlaması.” (Genç Karl Marx – The Young Karl Marx. Yön: Raoul Peck) (27 Mayıs 2017)

Geçen 2016 yılında yapılacak olan 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Hülya Darcan’a onur ödülü verileceğini açıklanmıştı ancak festival iptal edilince kamuoyuna duyurulmuş olan bu vaad gerçekleştirilemedi. İptal edilen festivalin, bu yıl 09 – 16 Kasım 2017 tarihleri arasında yapılacağı geçen hafta düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Toplantıda geçen yıl duyurulan isimlere onur ödülü verileceği belirtilse de basına servis edilen bültende Hülya Darcan’ın adına rastlayamadım. Jüri başkanı Hülya’nın adaşı Hülya’ya onur ödülü vermesi ne güzel olurdu. Biz sinemaseverler de çifte Hülya görmüş olurduk. (28 Mayıs 2017) [Bu paylaşımım üzerine festival, aracı (yapımcı) firmanın olumsuz/nezaketsiz tavrı sebebiyle kararından vazgeçtiğini belirtti. Demek ki zannedilenin aksine festival sanatçıyı unutmamış.]

İnsan her an yeni bir şey öğreniyor. “Söyleyemem derdimi kimseye derman olmasın diye” başlayan şarkının “İnleyen kalbimin sesini ağyar duymasın” diye bildiğim dizesi “İnleyen kalbimin sesini o yar duymasın” şeklinde de söyleniyormuş. TRT Müzik’te yayınlanan “Eşref Vakti” programından öğrendim. Küçük bir sarsıntı geçirsem de sevilen bazı şarkıların reklâm müziği olarak kullanılmasının verdiği huzursuzluk kadar rahatsız olmadım. 40 yıldır Yıldırım Gürses’ten dinlediğimiz “Eller eller” şarkısının “Renkler renkler” şeklinde boya reklâmında kullanılmasına nasıl izin verirsiniz kardeşim? Şarkının mirasçısı, bestekârı, güftekârı, sazendesi, nazendesi siz olabilirsiniz ama dinleyeni olmayan şarkı şarkı mıdır? Sorarım size. (29 Mayıs 2017)

Dün kendime sinemasal bir nostalji yaşattım. Saat 15:00’te gittiğim Mecidiyeköy Cinemaximum Cevahir Sineması’nda sadece 16:10’da başlayacak olan film benim için uygundu. Bilet aldım ve zamanım kısıtlı olduğundan bir önceki matinesinde gösterilmekte olan aynı filmin 2. yarısında salona girdim. Film bittikten sonra da ilk yarısını izleyip çıktım. Günümüz sinemaseverlerinden bazıları “Nostalji bunun neresinde?” diyebilir. Anlatayım: TV.nin olmadığı zamanlarda bazı sinemalarda “devamlı matine” uygulaması yapılırdı. Sabah 10:00’da iki film birden, bazen üç film birden gösterilmeye başlanır, sinemaya gittiğiniz herhangi bir zamanda salona girer, filmleri seyreder, başladığınız yere geldiğinde çıkardınız. Bu uygulama genellikle kenar semt sinemalarında yapılan 2. vizyon film gösterimlerinde uygulanırdı. Benim gibi suriçi İstanbul’unda ikamet eden sinemaseverler ise bu uygulamadan o zamanlar 6 adede kadar yükselen Şehzadebaşı sinemalarının (Şehzadebaşı, Turan, Kulüp, Gül, Gündeş, Yeni) gösterimlerinde yararlanırlardı. (29 Mayıs 2017)

“Terminator 2: Mahşer Günü” sinemalarımızdaki ilk gösterimini 1991 Eylül’ünde yapmış. Aynı ay içinde “Danielle Teyze”, “Hudson Hawk”, Kevin Costner’ın Robin Hood olduğu “Robin Hood: Hırsızlar Prensi”, “Texasville” ve “The Doors” gibi çok bilinen filmleri izlemişiz. Bu bilgi muhtemelen internette yoktur, onun için yazdım. Biliyorsunuz “Terminator 2: Mahşer Günü”, 25 Ağustos 2017 tarihinde 3D olarak yeniden vizyona giriyor. Geçmiş yıllardaki ünlü filmlerin 3D formatına çevrilmelerini hiç tasvip etmiyorum. Bir ara eski klasik siyah – beyaz filmlerin renklendirilmiş kopyaları da TV ekranlarını sarmıştı, onları da hiç sevmemiştim. Ha filmleri 3D.ye çevirmişsin, ha zeytin yetişen arazileri imara açmışsın, ikisi de rant canavarlığı. Yapmayın. (03 Haziran 2017)

Kasabadan kasabaya giden belediye otobüsüne biniyorum, şoföre “Kaç para?” dedim; “Parayla binecek kadar küçük müsün?” diyerek soruyu bana döndürdü. Önce anlamadım. Gülünce anladım. “Para hanım için, ben nüfus kâğıdımı göstereceğim.” dedim. Yaşlılık hatırlatması olsa da ilk söylediği hoşuma gitti, iltifat olarak kabul ettim. (03 Haziran 2017)

Ꙟ Kağıt üzerindeki çizim, uygulamada her zaman randıman vermeyebiliyor. Bu gibi durumları “evdeki hesap çarşıya uymaz” lâfıyla özetleyebiliyoruz. (Bodrum, Zeki Müren Caddesi, Halikarnas kapısının karşı köşesi. Araziyi göremeyen ilgililer belki sanal alemde bu görüntüye nazar atfedebilirler.) (04 Haziran 2017)

(22 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kimlik Arayışı, Mistisizm ve Teknoloji

Sevdiğiniz birini kaybettiğinizde kendinizi bir boşlukta hisseder, onun artık sizle olmadığını kabullenmek istemezsiniz. Onunla iletişim kurmaya çalışmak bir umut, bir tesellidir bazen. Olivier Assayas’ın bizde ‘Hayalet Hikayesi’ adıyla gösterime giren Cannes’dan en iyi yönetmen ödüllü son filmi ‘Personal Shopper’ işte böylesine bir iletişim olasılığı üzerine kafa yoran ilgiye değer bir çalışma. ‘Cahiers du Cinéma’ eleştirmenliğinden gelmiş Fransız sinemacı, günümüzde geçen bir hayalet hikâyesini, çağımıza özgü bir iletişim biçimi olan akıllı telefonlarla mesajlaşma üzerine kuruyor, gotik hayalet öyküsünü çağdaş elektronik alışkanlıklarla harmanlıyor.

İkiz erkek kardeşini kısa bir süre önce kaybetmiş olan Maureen yas süreci içindedir. Ölen ikiziyle aynı kalp rahatsızlığından mustarip olan, -filmin özgün adına uygun olarak- Paris’te yaşayan ünlü bir Alman modelin ‘alışveriş asistanlığı’nı sürdüren genç kadın, ikiz kardeşinin kendisine bıraktığı metruk evde onunla irtibat kurmanın peşine düşer. Eurostar treniyle Paris’ten Londra’ya yolculuğu sırasında iPhone’undan cüretkâr mesajlar alır. Bunlar erkek kardeşinden mi, yoksa kötücül başka bir ruhtan mı gelmektedir.

Yaşayanlar ve ölüler arasındaki puslu ve geçirgen çizginin izinde, çağımızın mesafeleri yok eden iletişim teknolojisi devreye girer. Google’dan soyut sanatın öncüsü kabul edilen İsveçli medyum sanatçı Hilma af Klint’in (1862-1944) resimlerini inceler Maureen. Eski bir televizyon filminde ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun (1802-1885) bizzat yönettiği ruh çağırma seansını izler. Uzak alemlerin artık çok yakın olduğu çağımızda, onun Umman’daki erkek arkadaşıyla Skype görüşmesinin bir ruh çağırma seansıyla benzerliklerini farkederiz.

‘Sinemanın bir diriliş, kendi hayaletlerimizle yüzleşmek suretiyle onları hayata geçirme sanatı olduğunu’ ifade eden yönetmen Assayas ‘sinema vasıtasıyla bilinçaltınızı ve hatıralarınızı kurcalar, kaybettiklerinizi geri çağırırsınız’ diyor. Diğer yarısını kaybetmiş genç kadının kendini bulma ve yeniden inşa sürecini anlatırken moda endüstrisini, genç kadının dişiliğini ve ruhaniyeti sorgulayan karakter incelemesinin zemini olarak kullanıyor. Kamera film boyunca Kirsten Stewart’ın yüzüne yoğunlaşıyor, filmin şimdiden antolojilere girmeye hak kazanmış ünlü ‘soyunma-giyinme’ sekansında, genç kadının cinselliğini keşfe çıkışına tanık oluyoruz.

19. yüzyılın ruhani fotoğrafçılığından, ruhsal varlıkları tespit etme çalışmalarından etkilendiğini belirten Assayas, mistisizm ile teknolojinin flörtünden yola çıkıyor. Akıllı telefonu görünmeyen varlıklarla iletişim kurmada metafor olarak kullanıyor. Bir filminde ilk kez bilgisayar efekti kullanıyor, ama daha ziyade psikoloji ile, bilinç ile bilinçaltı arasındaki muğlak alanda olup bitenlerin peşinde.

Hayalet sahnelerinde müzik, hele elektronik müzik kullanmaya yanaşmamış Assayas. Filmini tür klişelerine hapsetmek istemiyor, gürültü ve doğal seslerin etkisinden yararlanarak daha ürkütücü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Ünlü ‘soyunma-giyinme’ sekansı Marlene Dietrich’in seslendirdiği şarkı eşliğinde bir dans gösterisine dönüşüyor. ‘Das Hobellied’ isimli bu Viyana halk şarkısında, ‘ölüm’ün zamanı geldiğinde hepimizi aynı yere, toprağın altına götüreceği dile getiriliyor.

Fransız yönetmenin bizde ‘Ve Perde’ adıyla oynamış ‘Sils Maria’dan sonra bir kez daha çalıştığı Kirsten’dan harika bir sonuç aldığı bu sinefil işi hayalet öyküsünde yabancılaşma ve kimlik arayışı üzerine kafa yoruyor, beden ile ruh arasındaki huzursuz ilişkiyi kurcalıyor, ölüm ile kurduğumuz ilişki üzerine meditasyona girişiyor. Finaldeki üç dakikalık kesintisiz sekansıyla Antonioni imzalı ‘Yolcu’nun (Professione: Reporter) kapanış bölümünü anımsatan bu güzel filmi; maddi dünya ile ruhlar dünyası arasındaki kişisel yolculuğun bu ilginç tasvirini kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.

(15 Haziran 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Deha

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Vallahi ben yeni öğrendim. 16 Mayıs’ta sona eren 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali kapsamında Park23 AVM’de yapılan söyleşide kendi ağzından duydum. Nuri Alço ünlü pehlivanımız Kel Aliço’nun torunuymuş. (19 Mayıs 2017)

TV.de “Onat Kutlar” diye bir anons duyunca rahmetli sinema yazarımızı anlatan bir program saikiyle bakayım dedim. Meğer Onaltıkırkta başlayacak bir programın duyurusuymuş. Öyle anlaşılıyor ki bendeniz gibi bazı arkadaşların sinema sevgisi sinefilliği aşmış, ne bileyim sinedinozor’luğa falan ulaşmak üzere. (Buraya kahkaha efekti münasiptir.) (19 Mayıs 2017)

Yeni vakıf olduğum küçük bir hikâye anlatayım. Şarkıcı – oyuncu bayan sanatçımız ihtiyacı olan bir belgeyi almak için üye olduğu vakfa gitmiş. Aramışlar, taramışlar (mecazen) bir türlü kaydını bulamamışlar. Ne yapacaklarını kara kara düşünürlerken birden müdür beyin aklına gelmiş ve sanatçıya “Adınız nüfus kaydınızda da aynı mı?” diye namütenasip bir soru sormuş. Değilmiş tabi ki. Oradan konunun açılımına gelirsek şöyle oluyor: Sinemamızda farklı isimle şöhret olmuş onlarca sanatçımız vardır. Bunlar içinde benim ilk aklıma gelen Fikret Hakan’dır. Hakan’ın gerçek adı Bumin Gaffar Çıtanak, Cüneyt Arkın’ın Fahrettin Cüreklibatur, Murat Soydan’ın Rüçhan Tercan’dır. 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali bu bakımdan da yararlı oldu. Engin Çağlar olarak tanıdığımız, daima genç ve yakışıklı jönümüzün gerçek adının Ali Çağlan Övet, sinemamızda gamze dendiğinde ilk akla gelen bayan oyuncumuz Bahar Öztan’ın gerçek adının Ülkü Cerrahoğlu, birkaç tane sinema filminde de rol alan Kıbrıslı ünlü şarkıcımız Nil Burak’ın gerçek adının Nihal Munsif olduğunu yeni öğrendim. Birde tek isimli bildiğimiz, ancak aslında çift adı olan Şerife Perihan Savaş, Balamir Yavuz Karakaş, İsmet Feza Sınar gibi sanatçılarımız var. Geçen yıl Mayıs ayında vefat eden Oya Aydoğan’ın da gerçek soyadı Aydoğdu’ymuş. (19 Mayıs 2017)

Dokunmadığınız, temas etmediğiniz sürece herşey sadece görüntüden ibaret. (21 Mayıs 2017)

Karışık makarna yapmayı düşünüyorsanız yapmayın. Ben yaptım hiçbir şeye benzemedi; yeniyor ama tat vermiyor. (21 Mayıs 2017)

Yolda rastlaştığım ve gerçekten görmeden yanımdan geçip giden tanıdıklara kızmıyorum. Ancak görüp de görmemiş gibi yaparak geçenlere gönül koyuyorum. Çünkü görmezden gelmenin sahte olduğu belli oluyor. Yılların tanıdıklığını bir an’a feda etmeyin. Yapmayın bunu. Ne demişler: Bir gülümseme bir tatlı söz çok şeye mal olmaz; vereni fakirleştirmez, alanı zengin eder. (23 Mayıs 2017)

Herkesin bir derdi var, biri birine benzemiyor. Metroda oturmuşum, oturmuş da bir türkü… pardon öyle değil, metroda oturmuşum basın gösterimine gidiyorum. Solumdaki delikanlıya baktım telefonda okey oynuyor, bendenize baktım elimdeki fındık büyüklüğünde 15 adet onix taşından mamûl tesbihi şak şak şak diye şaklatarak çekiyorum, sağıma baktım bir hanımefendi kitap okuyor. Tabi hemen tesbihimi sessize aldım. Aslında herkesin ayrı telden çalması, farklı konularla meşgûl olması iyi. Böylece herkes uzman olduğu konu hakkında diğerini bilgilendirebilir. Herkes tek konuya odaklanırsa bilgi dağarcığımız zenginleşmez. (24 Mayıs 2017)

Yabancı filmlerdeki Türkçe altyazıların nasıl hazırlandığı konusuna Avşar Film’de çalışırken vakıf olmuştum. Filmdeki diyaloglar kâğıda basılı halde gelir ve çevirmen arkadaşlar bu konuşmaları Türkçeye çevirir sonra çevirdiklerini bir de görüntüyle eşleştirerek kontrol ederlerdi. Yabancı filmlerin alt yazılarının çevrilmesi özel gayret gerektirir. Altyazıları kâğıda basılacak eser gibi çevirirseniz sinema seyircisi altyazı okumaktan görüntüye bakamaz. O nedenle konuşmalar mânâsını kaybetmeden mümkün olduğunca kısaltılarak çevrilmeye çalışılır. Çeviri yapıldıktan sonra da mutlaka görüntü ile eşleştirilerek kontrol edilmelidir. Çünkü filmi görmeden yapılan çeviri ile görüntü arasında uyumsuzluk olabilir. Misalen bu hafta vizyona girecek olan bir filmin basın bülteninde şöyle bir cümle başlangıcı var: “Aile gerilimleri ve kopuklukları patladığında, amca ve yeğeni, ev sahibeleri…” Çat pat bilgime göre “uncle” kelimesi İngilizcede hem amca, hem de dayı mânâsına geliyor. Bültende “amca” diye belirtilen kişi aslında filmde küçük kızın dayısı. O nedenle çeviriler yapıldıktan sonra görüntüyle de kontrol edilmelidir. (24 Mayıs 2017)

Hemen karamsar olmayın. Olay aynı olsa da mânâsı bakış açısına göre farklı olabilir. Ünlü şarkının bir dizesini misal verirsek, “Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin” dizesine İnsanoğlu gözünden bakarsak hüzün dolu bir ifadedir. Oysa Kuru Bir Yaprak gözünden bakıldığında olay, normal hayatın içinde mükemmel bir seyahat olarak algılanabilir. (24 Mayıs 2017)

(11 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

İhtiyarlara Yer Yok

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinema filmi ile TV dizisi farkını en kısa ve anlaşılır şekilde Nuri Alço açıkladı. 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali kapsamında Park23 AVM.de yapılan söyleşide, “Sinema oyuncuları olarak bizleri kendi adımızla hatırlar ve hiç unutmazsınız. Oysa dizilerde oynayan arkadaşlarımızı o dizideki karakterin adıyla hatırlarsınız ve dizi bitince unutursunuz.” Nitekim festival boyunca hayranlarının ilgi gösterdiği genç oyuncuyu kime sorduysam “Falanca dizideki filanca” dediler, ancak festival sonunda o oyuncunun adını öğrenebildim. Oysa Nuri Alço’yu her gören “Nuri abiii” diye saldırıya geçiyor, sarmaş dolaş oluyor ve fotoğraf çektiriyordu. Nuri de hiç kimseyi gücendirmeden her hayranı ile doğrudan kameraya bakarak poz veriyordu. O kadar dikkat ettim, bir kişi ile bile başka tarafa bakarak poz vermedi. Bilindiği gibi bazı şöhretler fotoğraf verirken lütfediyormuş havasına girerler. Oysa bu şöhretlerini sinemaseverler onlara lütfetmişlerdir. Özetle: “Yeşilçam’ın tadı başkadır.” (15 Mayıs 2017)
Bu paylaşıma gelen onore edici ve gülümsetici yorumlar:
Utku Uluer: Manifesto olmuş, çalabilir miyim?
Sadi Çilingir: Tabi ki çalabilirsin, ancak acemaşiran makamında olsun. Makam adına alınmayasın sakın, “aşıran” değil “aşiran”.

Arkadaşın biri, “Bugün ayın kaçı?” diye sordu. Üşenmedim, saydırdım: 8+7, 21-6, 9+6, 34-19. Yukarıya bakarak hesap etti; ayın kaçı olduğunu buldu sanırım. Her zaman söylerim, matematik faydalı bir bilim dalıdır. (15 Mayıs 2017)

Sanıyorum bugün bende bir terslik var. Asansöre biniyorum, “Doors open” anonsunu “Dolares” olarak algılıyorum. Asansörden indiğimde bir arkadaşın “Çemişgezek gezisine geliyor musun?” sorusunu ise “Camışgezek gezisine…” diye anlıyorum. “Çemiş” Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “keçi yavrusu” ve “dut kurusu” demekmiş. (15 Mayıs 2017)

10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali’nin düzenlediği Çemişgezek gezisinde Keban Barajı’ndaki feribot iskelesine yanaştık. “Feri” kelimesinin yaptığı çağrışımla, çoğunluğu Yeşilçam mensubu olan konuklara “Arkadaşlar bu feribotları Feri Cansel’in yaptırdığını biliyor musunuz?” diye sordum. Birkaç tanesi espri yaptığımı anlayınca hafiften gülümsedi. Ünlü jönümüz Engin Çağlar ise “Feri Cansel’le benim de filmim vardır. Kendisi çok neşeli ve sevecen bir arkadaşımızdı.” diyerek sinemamızın önde gelen vamp oyuncularından Feri Cansel’i hüzünle karışık duygularla anmamıza vesile oldu. Genç yaşında sevgilisi tarafından öldürülen Feri Cansel genelde vamp rollerine çıksa da onlarca filmde başrolde oynamıştır. Allah rahmet eylesin. (17 Mayıs 2017)

Benden size tavsiye, siz siz olun iştirak ettiğiniz gezilerde kafilenin arkasında kalmayın. Bir gezi dönüşünde, yokuşu yavaş yavaş çıktığımızı gören sevilen bir oyuncumuz “Yürümekte zorluk çeken bu ihtiyarlar neden festivale gelirler ki” demiş. İnternetten yaptığım araştırmada bu arkadaşın bendenizden 1 yaş küçük olduğunu öğrenince şimdiden gelecek yıl için bir muziplik planladım. Mayıs 2018’den sonra rastlaşacağımız ilk festivalde kendisine “İhtiyarlara Yer Yok” filminin DVD.sini hediye edeceğim. Çünkü kapı açılışlarına bile katıldığı rivayet edilen arkadaş seneye benim bu yılki yaşıma gelecek. (18 Mayıs 2017)

70. Cannes Film Festivali’nin bu yılki yüzü Claudia Cardinale olmuş. Claudia Cardinale, Brigitte Bardot’yla birlikte çevirdiği “Petrolcüler” (Les Pétroleuses) filmiyle bizim kuşağın hafızasına kazınmıştır. Küçük bir anımdan bahsedeyim, Claudia’nın Alain Delon ve Burt Lancaster’le birlikte oynadığı “Leopar”ı bilmemkaçıncı kez Emek Sineması’nda izlemiş çıkıyorduk, google’un ve internetin olmadığı o günlerde genç olan bir sinema yazarı arkadaş yanıma yaklaşıp kısık bir sesle “Abi, Claudia Cardinale hangisiydi?” diye sormuştu. O kadar çok şaşırmıştım ki tarif edemem. Zamanın çarkı o kadar zalim işliyor ki herkes ve her şey unutulabiliyor. Bu anımı yazdım ki bugünün 20’li yaşlarını süren sinema yazarı kardeşlerimize, 40 yıl sonra, 76. İstanbul Film Festivali’nde “Ocean’s 13” filminden çıktıktan sonra o günün genç yazarlarından birisi “Abi Brad Pitt hangisiydi?” diye sorduğunda şaşırmasınlar. Oluyor böyle şeyler. Yaşlılık ve tecrübeyi parayla satın alamıyorsunuz. Başımıza gelen her şey bir değerdir, küçümsemeyin. (19 Mayıs 2017)

Son zamanlarda “Moana”, “Arrival” ve Yılmaz Güney’in “Umut” filmi yeniden gösterime sokuldu. Önümüzdeki günlerde de “Anayurt Oteli” ve “Dokuzuncu Hayat” (The 9th Life of Louis Drax) yeniden sinemalarda olacak. “Umut” ile “Anayurt Oteli”nin yenilenen kopyalarıyla genç kuşaklara sunulmaları takdir edilesi bir uygulama. Animasyon “Moana”nın da 23 Nisan haftasında yeniden gösterime sokulması özel bir programlama. Ancak “Arrival” ve vizyona görmüş birkaç filmin daha yeniden gösterime sokulacak olması sinemaların film sıkıntısına mı girdiği sorusunu akıllara getiriyor. Son zamanlarda o kadar saçma sapan filmler gösterime sokuldu ki seyirci salonlardan kaçmaya mı başladı nedir? (19 Mayıs 2017)

Erol’a Not: Erol, bu yazıyı okuduysan kafanı tahtaya iki kere vur, ben duyarım.

(03 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Ne Çok Yalan Söyleniyordu Yeryüzünde; Sözle, Yazıyla, Resimle Ya da Susarak: Anayurt Oteli

Anayurt Oteli, bir yüzleşme hikâyesi… Tek bir birey üzerinden bütün bir ülkeyi mercek altına alan toplum analizi adeta… Seçilen mekân dahi bu göndermeye hizmet ediyor.

Kalabalık olmasıyla bildiğimiz koca bir konağın tek başına kalmış bir adamın cehennemi olabileceği gerçeği bize modern dünyanın da bir kötü bir şakası adeta. Bu bağlamda bir geleneksel ya da modern yaşama biçimleri de tartışmaya açılacak başka bir konu.

Filmin sonunda, beşik sallarken yanında gördüğümüz fotoğraftaki kadın, Keçecizade Faruk’un âşık olduğu yengesidir ve bu aşk yüzünden intihar etmiştir. Zebercet, Faruk Dayısı ve Semra Yengesinin durumunu kendisininkiyle özdeşleştirir. Fakat filmde gecikmeli Ankara treniyle gelen kadınla fotoğraftaki kadın aynı kişi olmasına rağmen, Zebercet’in beşik sallaması akıllara fotoğraftakinin yengesi değil annesi olabileceği ihtimalini getiriyor.

Diğer yandan Atılgan olayları eşzamanlı olarak aktarıyor. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek aynı anda parantez içindeki monologlarla veriliyor. Filmdeyse Ömer Kavur geri dönüşler yerine, olayların anlatının içindeki kişilerce dile getirilmesini tercih ediyor. Geçmişe dair her şey iç monologlar şeklinde aktarılıyor. Bunun zaman zaman filme gizem katmak adına güzel bir hareket olduğunu düşünüyorum.

Bunun yanı sıra bir kitap uyarlaması olarak filmin en başarılı özelliği Atilla Özdemiroğlu’nun filme müthiş hizmet eden müzikleri… Dönemin birçok başarılı yapımına imza atan müzisyen daha ilk notasından itibaren imzasını atıyor. Filmin kaotik havasına çok güzel bir zemin hazırladığını ve filmden koptuğumuz anlarda bir anda bizi silkeliyor ve kendimize getiriyor.

Yalnızlık ve iletişimsizlik temasını işleyen 1986 tarihli filmde, kitaba oldukça sadık kalındığını söylemek mümkün… Romandan uyarlanan her film ister istemez bir karşılaştırmaya maruz kalır… Anayurt Oteli’ni benzer uyarlamalar ile kıyasladığımızda oldukça başarılı uyarlama olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden hem de yenilenmiş kopyasıyla beyazperdede defalarca kez izlenmiş olsa da yine farklı ve özel bir tat bırakacağına eminim…

(01 Haziran 2017)

Gizem Ertürk

Hizmetçi, İstanbul Modern’de Gösteriliyor

Güney Kore sinemasının usta sinemacısı Park Chan-Wook bir Hollywood arası verdikten sonra kendi topraklarına dönüş yaptığı son çalışması ‘Hizmetçi / Agassi’ bizde sansürün hışmına uğrayarak yaygın gösterimi belirsiz bir tarihe ertelendi. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ve eleştirmenlerin haklı övgüsünü alan bu güzel filmi İstanbul Modern Sinema’nın ‘Mutlu Olma İhtimalimiz’ başlıklı yılın en iyi filmleri seçkisi kapsamında izleyebilme imkanınız var.

Bilindik estetize tavrıyla Hitchcock etkili korku gerilim türünün temel unsurlarını ustaca kaynaştıran ‘Lanetli Kan / Stoker’ ile yadellerde başarılı bir sınav vermiş olan Chan-Wook, bu kez Galli yazar Sarah Waters’ın 2002’de yayımlanmış ‘Fingersmith’ romanını kaynak almış. Bizde Everest Yayınları’ndan ‘Ustaparmak’ adıyla çıkmış olan bu çok satan eser, şehvet, entrika, intikam ve cinsel gerilimle örülü göz alıcı bir hikâye sunuyor.

Kraliçe Viktorya döneminde geçen özgün metin, başta Dickens olmak üzere dönemin tanınmış yazarlarının yapıtlarından esintiler taşır. Waters’ın romanında ‘Oliver Twist’ geleneğinin izinde arka sokaklarda yaşayan yoksullar tekinsizdir, ancak sosyo-ekonomik düzeyi yüksek sınıf mensupları da kötücül duygulardan bir o kadar nasibini almıştır. Romanın olay örgüsüne, özellikle başlarda, hayli sadık kalarak yola çıkan Chan-wook, zaman ve mekânı 1930’lu yıllar Kore’sine naklederek işe başlıyor. Dönem Kore’nin Japonya işgali altında olduğu yıllardır. Öykünün ana karakterlerinden sokaklardan gelmiş Koreli Sookee, kendini çevresine Japon soylusu olarak yutturmuş dolandırıcı Kont Fujiwara’nın oyununun bir parçası olarak, görkemli bir malikanede eniştesinin koruyuculuğu altında hapis hayatı süren Lady Hideko’nun hizmetçisi olarak işe başlar. Öyle ki hizmetçi kız, sahte kontun zengin Japon hanımefendisinin gönlünü çalmasına yardımcı olacak, kendi payını aldıktan sonra ortadan kaybolacaktır. Lakin işler beklendiği gibi gitmez. Öykünün ilerleyen bölümlerinde entrika entrikaya karışır, karakterler arasında beklenmedik gönül ilişkileri doğar.

30’lu yıllar Kore için hayli karmaşık bir dönem. Keskin sınıf farklılıklarının ötesinde, ülke sömürge haline düşmüş durumda. Geleneksel yaşam tarzının yanısıra yeni yüzyıl ilerledikçe modernitenin benimsenmeye başladığı yıllar bunlar. Lady Hideko’nun yaşadığı malikanenin Batı ve Japon tarzlarını ustaca kaynaştıran eklektik mimarisi, dönemin özelliklerini yansıtmak açısından çok belirleyici bir örnek. Hideko’nun yatak odası Batı usulü döşenmişken, hemen yanıbaşındaki hizmetçi odası tipik Japon tarzını koruyor. Bir diğer örnek olarak evin kitaplığını gösterebiliriz. Dış cephe geleneksel Japon mimarisi özelliğini korurken, iç mekânda Batı tarzı devasa bir kütüphane yer alıyor. Aynı mekân ‘tatami’ adı verilen Japon minderleri ve Japon usulü minyatür bahçe süslemeleriyle bezenmiş. Böylece mekanın Viktoryen kasveti, ferahlatıcı Japon minyatürleriyle dengelenmiş. Bu noktada filmin ‘sanat yönetimi’ alanında Cannes’da kazanmış olduğu ödülü sonuna kadar hakettiğinin altını çizmemiz gerekiyor.

Mekândaki tezatlar metin örgüsünde de bol bol mevcut. Film de roman gibi üç ayrı bölümden oluşuyor. Her bölümü ayrı bir karakterin bakış açısıyla izliyoruz. Farklı perspektiflerden akan hikâyeyi yakın planlar ve çarpıcı kamera hareketleriyle aktarıyor yönetmen. Bu melez yapıyı müzik kullanımında da sürdürüyor. Jo Yeong-Wook’un özgün müziğini, Mozart ve Rameau’dan ödünç ezgilerle çeşitlendiriyor.Film beklenmedik sürprizlerle dolu bir seyir sunuyor izleyicisine. İşte bu seyir keyfini bozmamak için öykünün gidişatı ve dönüm noktaları hakkında fazlaca bilgi vermekten kaçınıyorum. Özetle söylemek gerekirse, 2,5 saatlik saatlik süresini ustaca kullanan, soluk soluğa izlenen bir yapım ‘Hizmetçi’. Erkek egemen bir toplumda iki genç kadın arasında filizlenen romans, eril evrene meydan okuyan başdöndürücü erotizmi ucuza kaçmadan parlak bir estetizm içinde aktaran Chan-Wook, mükemmel oyuncu performanslarından büyük destek alıyor, ‘Oldboy’ ile sinemasına gönül vermiş hayranlarını ise finaldeki sadistik intikam sekansıyla selamlıyor.

(‘Hizmetçi’ 1 Haziran Perşembe 19:00; 4 Haziran Pazar 17:00’de İstanbul Modern Sinema’da izlenilebilir.)

(30 Mayıs 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Cannes’da Altın Palmiyeler Sahiplerini Buldu

70. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. İspanyol sinemacı Pedro Almodovar’ın başkanlığındaki ana jürinin kararı doğrultusunda Altın Palmiye en iyi film ödülü bizde Turist adıyla gösterilmiş Force Majeure ile üç yıl önce festivalin Belirli Bir Bakış bölümünden Jüri Ödülü ile dönen İsveçli sinemacı Ruben Östlund imzasını taşıyan ‘Kare /The Square’ adlı yapıma gitti. 2,5 saate yaklaşan uzunluğuyla festivalin en uzun filmlerinden biri olan yapımın başrollerinde Danimarkalı Claes Bang, Elisabeth Moss ve Dominic West gibi isimler bulunuyor. Film, çağdaş bir sanat müzesinin saygın küratörünün varoluş krizini öykülüyor.

Festivalin ikincilik ödülü sayılabilecek Büyük Jüri Ödülü, eleştirmenleri bölen ‘Nabız 120 / 120 Battements Par Minute‘ filmine verildi. Bizde ‘Sınıf’ adıyla gösterilmiş Altın Palmiyeli Laurent Cantet filmi ‘Entre Les Murs’ün senaryo ve kurgucularından Robert Campillo’nun üçüncü uzun metrajı olan yapım, 1990 başlarında on yıldır can alan AIDS hastalığına karşı verilen mücadeleye dikkat çekmek için biraraya gelmiş Act Up-Paris gönüllülerinin çabalarını anlatıyor.

En iyi yönetmen ödülü, ‘The Beguiled’ filmiyle Francis Ford Coppola’nın sinemacı kızı Sofia Coppola’ya gitti. Clint Eastwwod’un başrolde olduğu, bizde ‘Kadın Affetmez’ adıyla gösterilmiş 1971 yapımı Don Siegel filminin yeniden çevrimi olan yapım, Thomas P. Cullinan’ın ‘A Painted Devil’ isimli romanından uyarlanmış. Amerikan İç savaşı döneminde geçen hikâye, Kuzey için savaşan yaralı askerin bir kız yetiştirme yurdunda kadınların eline düşüşünün gerilimli öyküsünü aktarıyor. İrlandalı aktör Colin Farrell’e Nicole Kidman, Kirsten Dunst ve Elle Fanning gibi güçlü bir kadın oyuncu kadrosu eşlik ettiği filmin Haziran ayında sıcağı sıcağına bizde de gösterileceğini duyurmuş olalım.

En iyi senaryo ödülü iki film arasında paylaştırıldı. Bunlardan Yunan kökenli usta sinemacı Yorgos Lanthimos’un Efthymis Filippou birlikte kaleme aldığı doğaüstü gerilim denemesi ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi / The Killing of A Sacred Deer’, korumasına aldığı ergen gencin tekinsiz davranışları karşısında akla hayale gelmeyecek bir fedakarlıkta bulunan karizmatik cerrahın hikâyesi üzerine. Yunan kökenli usta sinemacının ‘The Lobster’da da birlikte çalıştığı Colin Farrell ile Nicole Kidman’ın birlikte rol aldıları ikinci yapım olma özelliğini taşıyor bu film.

Senaryo dalında ikinci Altın Palmiye, sondan bir gün önce gösterilen festivalin tek İngiliz yapımı ‘Aslında Burada Hiç Yoktun / You Were Never Really Here’ filmine verildi. ‘Ratcatcher’, ‘Morvern Callar’, ‘We Need to Talk About Kevin’ ile geçtiğimiz yıllarda Cannes’da yarışmış ve övgüler almış kadın yönetmen Lynne Ramsay’in bu son çalışmasında, küçük bir kızı seks tüccarlarının elinden kurtarmaya çalışan savaş gazisi performansıyla Joaquin Phoenix en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Müzikleri Radiohead’in beyni diyebileceğimiz gitar ve keyboard’dan sorumlu üyesi Jonny Greenwodd’un imzasını taşıyan yapım, festivalden iki ödülle dönen tek yapım oldu böylece.

En iyi kadın oyuncu ödülü Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli sinemacımız Fatih Akın imzalı şiddet dozu yüksek ‘Hiç Yoktan / Aus Dem Nichts’deki yorumuyla Diane Kruger’e takdim edildi. Film, kocası ve oğlunu bombalı bir saldırıda yitiren Katja’nın matem ve intikamı üzerinden gelişiyor. Usta Rus yönetmen Alexander Zvyagintsev ise 2014’de Cannes’da yankı uyandırmış ve en iyi senaryo dalında ödüllendirilmiş epik sosyal drama ‘Leviathan’ın ardından, ilk dönem başyapıtları ‘Dönüş’, ‘Sürgün’ ve ‘Elena’nın izinde dağılmış mutsuz aile ortamına dönüş yaptığı ve çağdaş Rus toplumuna karamsar bakışıyla dikkat çeken ‘Sevgisiz / Nelyubov’ ile Jüri Ödülü’nü kazandı.

Merakla beklenen Haneke filmi ‘Mutlu Son / Happy End’ yarışmadan eli boş dönerken, ikisi ana seçkide, diğer ikisi yan bölümlerde izleyici karşısına çıkan dört tane filmiyle festivale damgasını vuran deneyimli oyuncu Nicole Kidman 70. yıl özel ödülüyle onurlandırıldı.

(29 Mayıs 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Yeni Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı

Geçen gün Erol’uma “Erol benim yazıları okuyor musun?” diye sordum. “Çok sık ve olur olmaz şeyler yazmaya başladın, hepsini okuyamıyorum.” dedi. Bendeniz de alındım ve üzüntülere gark oldum; o nedenle Erol’a diyorum ki: Erol bu yazının buradan sonrasını okuma. Diğer Erol’lar bu yasaklamadan muaftır.

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Eskişehir Film Festivali, Atıf Yılmaz ve Osman Seden’le ilgili önceki paylaşımı yaptıktan sonra kontrol etmek için tekrar facebook’a girince şaşkınlığa uğradım. Ömer Kavur filmlerinin yapımcısı olarak bilinen sevgili Sadık Deveci, 05 Mayıs 2006 tarihinde kaybettiğimiz değerli yönetmenimiz Atıf Yılmaz hakkında şöyle yazmış: “Ustam Atıf Yılmaz’ı 11 yıl önce kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyor, Allahtan rahmet diliyorum. Nurlar içinde yat ustam. Eserlerinle daime kalbimizdesin.” Demek ki değerli yönetmenimiz tüm sevenlerinden rahmet istedi. Allah rahmet eylesin. (05 Mayıs 2017)

TV reklamında ak saçlı, kara gözlüklü bir vatandaş, “19:90’a gömlek mi olur yani. Bu kadar da propaganda görmedim ya.” diye sitem ediyor. İlahi Sinan, yıllardır film yapmıyorsun neredeyse seni unuttuk, filmi kim hatırlayacak da filmin hatırına gömlek alacak? (Diye sorsam da Sinan’ı ve “Propaganda”yı herhalde sadece bizim gibi fanatik sinemaseverler hatırlayabilir. Ancak gömlek alacağımın garantisini veremem, onu da belirtmiş olayım.) (05 Mayıs 2017)

Havuza girmede dünya hız rekorunu kırdığımı duyururum. Narin cildim çok hassas olduğundan, genelde havuz merdivenlerinden inerken çok nazlanır, kendime mümkün olduğunca çok soğuk eziyeti çektiririm. Sezonu Kıbrıs’ta bir otelin devasa havuzunda açmak kısmet oldu. Nazımı bilen hanım benden önce havuza girdi, yüzmeye başladı. Ortalarındayken birden “Arıııı” diye bağırdı. Bendeniz, narin Sadi Bey ne zaman havuza girdim, ne zaman hanımla arının yanına ulaştım, vallahi bilmiyorum. Siz tam burada hanım arı sokmasından korktuğu için bağırdığını sandınız doğal olarak. Ancak “Boğuluyor” diye yakınında, suda çırpınan arıyı işaret ediyordu. Sert rüzgârın suya yapıştırıp kanatlarını ıslattığı arıyı avuçlayıp kenara yöneldim. Elimdeki suyu süzerken arı kanatlarını silkeledi ve uçtu, gitti. Dünyanın düzenini bozup bozmadığımdan emin değilim ama yazı başındaki rekoru kırdığıma eminim. (05 Mayıs 2017)

Para, bazen ölçü olmuyor. Misalen “Recep İvedik 5”in hasılat rekoru kırmasıyla, bazı film şirketlerinin henüz vizyona girmemiş yeni filmlerinin ilk gösterimlerini Yazlık Büyükada Lale Sineması’nda yapmalarını mukayese ettiğimizde yazlık sinemaya destek veren film şirketlerinin jesti öne geçiyor. Son Hasılat Bükücü Nizam Eren’in Recep İvedik 5′in hasılat rekoru kırdığı haberi medyada hiç yer bulmadı” mealindeki ifadesi üzerine bendenize böyle bir ilham gelmiş oldu ve yazdım. Recep’in şahsını hiç sevmesem de hasılat rekoru kırarak sinemalara kazanç sağlaması özelliğini her zaman sevdiğimi ve takdir ettiğimi alenen belirtirim. (Alenen kelimesinin hatırlattığı bir not: Üç genç marketin köşesinde durmuş “Ayan” kelimesinin ne anlama geldiğini tartışıyorlardı; müdahale ettim: “Ayan, açıkça, alenen manasına gelir” dedim.) (09 Mayıs 2017)

“Yeni Başlayanlar” serisi 15 Kasım 2002’de “Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” ile başlamıştı, 06 Haziran 2014’te “Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı” ile devam etti ve 12 Mayıs 2017’de “Yeni Başlayanlar İçin Hayatta Kalma Sanatı” ile sürecek. İlk ikisi yabancı film olan serinin son filmi yerli yapım. Bir de amatör gençlerin facebook ortamında yayınladıkları “Yeni Başlayanlar İçin İşsizlik” adlı film var. (10 Mayıs 2017)

Film yapımcıları ve ithalatçıları bildiğim kadarıyla filmlerine koyacakları isimlerin kısa, akılda kalıcı, filmin konusu hakkında bilgi verici olmasını isterler. Orijinal adının tam tercümesi ile uyuşmasa da yabancı filmlerin bazılarında da bunu uygularlar. Misal vereyim filmin orijinal adı “Arachnophobia”nın tam çevirisini yapmak mümkün olmadığında bu filme konuyu çağrıştıran ve seyircinin ilgisini çekecek “Örümcek Korkusu” adı konur. Bu açıklamayı zaman zaman yinelemekte fayda var. Çünkü sinemaya yeni yeni ilgi duymaya başlayan meraklılar genelde bu şekilde isim konulduğunu bilmediklerinden filmcilerin yetersiz çevirmen kullandıklarını sanırlar. Tabi ki her şeyde olduğu gibi bu konuda da istisna vardır. Örnek vereyim, bu hafta vizyona girecek olan “4N1K” adlı filmin ve 2012’e izlediğimiz “htr2b” adlı filmin adlarını koyanları bu cesaretlerinden dolayı kutlamak gerek. Birkaç yıl sonra en sıkı sinefiller bile bu filmlerin adlarını hatırlamakta güçlük çekecekler. Özet olarak filmlere akılda kalıcı ve kısa isimler koymakta fayda var derim. Ben. Deniz. (Hadi buyur: Bu paylaşımı yaptıktan sonra afişini indirdiğim filmin adını “4K1N” şeklinde yazdım, son anda fark edip “4N1K” olarak düzelttim.) (11 Mayıs 2017)

Her web sitesine nasip olmaz: sadibey.com fasıl heyeti sahnede. → (12 Mayıs 2017)

(23 Mayıs 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Cannes Film Festivali 70 Yaşında

17 – 28 Mayıs 2017 tarihleri arasında düzenlenen Cannes Film Festivali bu yıl 70. yaşını kutluyor. Afişinde güzeller güzeli Claudia Cardinale’nin 1959 yılında Roma’da bir çatıda zıplarken çekilmiş fotoğrafının yer aldığı festivalin Altın Palmiye ödüllü ana yarışmasının büyük jürisine bu sene İspanyol usta Pedro Almodovar başkanlık ediyor. Jürinin diğer üyeleri, geçtiğimiz yıl ‘Toni Erdmann’ ile eleştirmenlerin baş tacı olan Alman yönetmen Maren Ade, Fellini’nin mirasçısı İtalyan sinemacı Paolo Sorrentino, yine geçtiğimiz yıl festivalde fırtınalar koparmış, bizde sansürün hışmına uğrayarak gösterimi belirsiz bir tarihe ertelenen ‘Hizmetçi / Agassi’nin yaratıcısı Koreli Park Chan-wook, Fransız oyuncu yönetmen Agnes Jaoui, Amerikalı ünlü oyuncular Jessica Chastain ve Will Smith, Çinli oyuncu / yapımcı Fan Bingbing ile tanınmış müzik adamı Gabriel Yared’den oluşuyor.

Yarışma dışı gösterilen, Fransız yönetmen Arnaud Desplechin’in tüm Fransa’da eş zamanlı olarak dağıtıma girecek olan son filmi ‘İsmail’in Hayaletleri / Les Fantômes d’Ismaël’ açılışı yapıyor. Başrollerinde Mathieu Amalric, Marion Cotillard ve Charlotte Gainsbourg’u izleyeceğimiz yapım, yeni filmini çekmekte zorlanan bir sinemacının yirmi yıl aradan sonra ortaya çıkan eski sevgilisi ile hayatını kurmaya çalıştığı kadın ile tereddütlü ilişkileri üzerine.

19 filmin yer aldığı bu yılki ana seçkinin en heyecanla beklenen filmi Michael Haneke imzalı ‘Mutlu Son / Happy End’ kuşkusuz. Sinema dünyasının yaşayan en büyük ustasının, ‘Beyaz Bant – Der Weisse Band’ ve ‘Aşk / Amour’ın ardından üçüncü bir Altın Palmiye için yarıştığı, gözde oyuncuları Isabelle Huppert, Jean Louis Trintignant’ın yanısıra, Toby Jones ve Mathieu Kassovitz gibi isimlerin yer aldığı son filminde, Calais’de büyük bir şirketin işletmecisi zengin burjuva ailesinin çevredeki göçmen kamplarında yaşananlara kayıtsız portresi çiziliyor. Filmin dünya prömiyeri 22 Mayıs Pazartesi günü yapılacak. Aynı gün gösterilecek ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi / The Killing of A Sacred Deer’, Yorgos Lanthimos imzasını taşıyor. Korumasına aldığı ergen gencin tekinsiz davranışları karşısında akla hayale gelmeyecek bir fedakârlıkta bulunan karizmatik cerrahın hikâyesi ile doğaüstü bir gerilim denemesine girişiyor Yunan kökenli usta yönetmen bu defa. Sinemacının ‘The Lobster’da da birlikteliğine güçlü bir kadın oyuncu kadrosu eşlik ediyor.

Festivalin gediklisi usta yönetmenlerden Rus Alexander Zvyagintsev, sosyal ağırlıklı ‘Leviathan’ın ardından, ilk dönem başyapıtları ‘Dönüş’ ve ‘Sürgün’ün izinde dağılmış mutsuz aile ortamına dönüş yapıyor ‘Sevgisiz / Nelyubov’ isimli son yapıtıyla. Ukrayna kökenli Sergey Loznitsa ise, 2,5 saate yaklaşan uzunluğuyla bu yılki ana seçkinin en uzun filmi olan ‘Krotkaya’da, Rusya’nın ücra bir köşesinde kale gibi korunan hapishanede yatan kocasından haber almak üzere yola çıkmış bir kadının şiddet yüklü serüvenini öykülüyor. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli sinemacımız Fatih Akın da şiddet dozu yüksek bir hikâye ile Cannes’da bir kez daha yarışıyor bu sene. Başrollerinde Diane Kruger, Numan Acar ve Ulrich Tukur’un yer aldığı ‘Aus Dem Nichts’ kocası ve oğlunu bombalı bir saldırıda yitiren Katja’nın intikamı üzerine kurulmuş.

2014’de ‘Beyaz Tanrı’ ile festivalin yan bölümlerinden ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ da ödüllendirilen Macar yönetmen Kornél Mundruczó, doğaüstü güçlere sahip genç bir göçmenin hikâyesi üzerine şekillenmiş ‘Jupiter’s Moon’ ile, bizde ‘Turist’ adıyla gösterilmiş ‘Force Majeure’ ile aynı yıl aynı bölümde jüri ödülüne layık görülmüş İsveçli sinemacı Ruben Östlund imzalı ‘The Square’ festivalin merakla beklenen diğer filmlerinden. Östlund’un başrollerinde Danimarkalı Claes Bang, Elisabeth Moss ve Dominic West gibi isimlerin bulunduğu son çalışması, çağdaş bir sanat müzesinin saygın küratörünün varoluş krizini öykülüyor.

Uzak Doğu sinemasından üç büyük usta festivali şenlendiriyor bu yıl. Japon Naomi Kawase ‘Işık / Hikaru’ da bir kadın kameraman ile görme yetisi azalmış fotoğrafçının gözle görülmeyen bir dünyanın ışığını keşfetmelerini konu ediniyor. Koreli sevdiğimiz sinemacı Hong Sangsoo ‘Ertesi Gün / Geu-Hu’da kendi yaşadıklarından hareketle sorunlu kadın/erkek ilişkileri üzerine eğiliyor bir kez daha. ‘The Host’ ile çağımızın en ürkünç canavar filmlerinden birine imza atmış olan bir diğer Koreli yönetmen Bong Joon-Ho ise ünlü E.T.’yi andıran bir hikâyeyle Cannes’a geliyor. Tilda Swinton ve Paul Dano gibi isimlerin de yer aldığı ‘Okja’, on yıldır birlikte olduğu filme adını veren yaratığı uluslararası bir kuruluşun elinden kurtarma savaşı veren Mija’nın serüvenini anlatıyor.

Fransız ve Amerikan filmlerinin ana seçkideki ağırlıkları her yıl olduğu gibi devam ediyor. François Ozon imzalı ‘Çifte Aşık / L’Amant Double’ gerçek kimliğini gizlemiş psikanalistine aşık, kırılgan Chloé’nin hikâyesi üzerine. Deneyimli sinemacının son gözdelerinden Marine Vacht ile Jérémie Renier’nin başrollerde olduğu, erotik fragmanıyla daha gösterilmeden büyük beklenti yaratan filmin sürpriz ismi beyazperdede görmeyi özlediğimiz Jacqueline Bisset. Oscarlara boğulan ‘Artist’in yönetmeni Michel Hazanavicius imzalı ‘Tehlikeli / Le Redoutable’, 1967 Paris’inde Yeni Dalga’nın öncü isimlerinden Jean Luc Godard’ın ‘Çinli Kız / La Chinoise’ filminin çekimleri sürerken, kendisinden 20 yaş küçük Anne Wiazemsky ile filizlenen aşkına, Mayıs ’68 olayları ışığında politik ve entellektüel dönüşümü ne odaklanıyor. Jacques Doillon’un yönettiği ‘Rodin’, 1880’ler Paris’inde modern heykelin öncü isminin özel hayatı ve sanatsal kavgasını Vincent Lindon’un merakla beklenen kompozisyonuyla perdeye taşıyor. Bizde ‘Sınıf’ adıyla gösterilmiş Altın Palmiyeli Laurent Cantet filmi ‘Entre Les Murs’ün senaryo ve kurgucularından Robert Campillo’nun üçüncü uzun metrajı ‘Nabız 120 / 120 Battements Par Minute’, 1990 başlarında on yıldır can alan AIDS hastalığına karşı verilen mücadeleye dikkat çekmek için biraraya gelmiş Act Up-Paris gönüllülerinin çabalarını anlatıyor.

Bağımsız Amerikan sineması dört adet filmle temsil ediliyor bu sene. İlk gün gösterilen Todd Haynes imzalı ‘Wonderstruck’, Brian Selznick’den bir roman uyarlaması. Deneyimli sinemacı, elli yıllık bir zaman dilimi içinde farklı dönemlerde ergenliğe adım atmış iki çocuktan birinin kayıp babasının, diğerinin hayranı olduğu ünlü kadın oyuncunun izini sürmeleri üzerine. Julianne Moore ile Michele Williams filmin tanınmış isimlerinden. Sofia Coppola imzalı ‘The Beguiled’, Clint Eastwwod’un başrolde olduğu, bizde ‘Kadın Affetmez’ adıyla gösterilmiş 1971 yapımı Don Siegel filminin yeniden çevrimi. Thomas P. Cullinan’ın ‘A Painted Devil’ isimli romanından uyarlanan, Amerikan İç savaşı döneminde geçen hikâye, Kuzey için savaşan yaralı askerin bir kız yetiştirme yurdunda kadınların eline düşüşünün gerilimli öyküsünü aktarıyor. İrlandalı aktör Colin Farrell ile Nicole Kidman’ın ana seçkideki bu ikinci birlikteliğine, Kirsten Dunst ve Elle Fanning gibi güçlü bir kadın oyuncular katkıda bulunuyor. Uyuşturucu bağımlılığı üzerine ‘Heaven Knows What’ ile üç yıl önce Venedik Film Festivali ‘Uzak Ufuklar’ seçkisinde ödüller alan Ben ve Joseph Safdie kardeşlerin yeni çalışması ‘Good Time’, festivalin merakla beklenen bir diğer yapımı. Adrenalin yüklü bir gecede geçen film, bir banka soygununda yakalanıp içeri girmiş erkek kardeşini hapisten kurtarmak için gecenin ve yeraltı dünyasının karanlığına dalan genç adamın soluk soluğa serüvenini anlatıyor. Karizmatik eski vampir Robert Pattinson’a, Jennifer Jason Leigh ve Barkhad Abdi gibi isimler eşlik ediyor. Listenin uzun isimli son Amerikan bağımsızı ‘The Meyerowitz Stories (New and Selected) tipik bir Noam Baumbach yapıtı. Dustin Hoffman, Emma Thompson, Ben Stiller, Adam Sandler, Elizabeth Marvel ve yine perdede görmeyi pek özlediğimiz Candice Bergen’den oluşan cazip bir oyuncu kadrosuna sahip olan film, yönetmenin uzmanı olduğu gerilimli geniş aile ilişkileri üzerine.

Son gün gösterilecek olan ‘You Were Never Really Here’ ana seçkide yer alan tek İngiliz yapımı. ‘Ratcatcher’, ‘Morvern Callar’, ‘We Need to Talk About Kevin’ ile geçtiğimiz yıllarda Cannes’da yarışmış ve övgüler almış kadın yönetmen Lynne Ramsay’in bu son çalışmasında, Joaquin Phoenix’in canlandırdığı savaş gazisi genç bir kızı seks tüccarlarının elinden kurtarmaya çalışıyor. Bu gerilimli filmin müzikleri Radiohead’in beyni diyebileceğimiz gitar ve keyboard’dan sorumlu üyesi Jonny Greenwodd’un imzasını taşıyor.

(17 Mayıs 2017)

Ferhan Baran

[email protected]