Kategori arşivi: Yazılar

Jim Jarmusch ve Şiir

Amerikan Bağımsız Sineması’nın gerçek anlamda bağımsız kalmayı bilmiş ve sinemasından ödün vermemiş büyük ustası Jim Jarmusch’un şiir ile ilişkisi çok eskilere dayanıyor. Columbia Üniversitesi’ne şair olmak niyetiyle girdiğini biliyoruz. Sinemacı olarak imza attığı kimi yapıtlarında ünlü şairlere atıfları gözden kaçmaz. 1995 yapımı ‘Dead Man (Ölü Adam)’ın ana karakteri klasik İngiliz şiirinin büyük ustası William Blake’in adını taşır. 1986 yapımı ‘Down By Law (İçerdekiler)’in ana sahnelerinden birinde Amerikan şiirinin anıt isimlerinden Robert Frost’un ‘The Road Not Taken’ şiirinin son kıt’ası İtalyanca olarak dökülür Roberto Benigni’nin ağzından.

New York Okulu şairlerinin ve aynı ekolün mensuplarından William Carlos Williams’un hayranıdır Jarmusch. Williams’ın yetiştiği Paterson kenti hakkında bir film çekme isteğinin geçmişi ise bölgeyi ziyaret ettiği 20 küsur yıl öncesine dayanıyor. Sinemacının şehirleri birer karakter olarak kullandığı ilk dönem filmlerini şöyle bir hatırlarsak, ‘Down By Law’da New Orleans’ın, 1989’dan kalma ‘Mystery Train (Gizem Treni)’nde Memphis’in ön plana çıktığını hatırlarız. Sinemacının ilk kez geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen, 2016 yılı kişisel seçkimde üçüncü sırada yer almış son çalışması ‘Paterson’, hem New Jersey eyaletine bağlı yerleşim bölgesinin, hem de Williams’ın kent üzerine kaleme aldığı beş cilt halinde yayımlanmış destansı şiirin adını taşımakla kalmıyor, filmin ana karakterinin ismi de Paterson.

Haftanın her gününün ayrı bir dörtlüğü oluşturduğu bir şiir olarak tasarlamış son filmini Jarmusch. Paterson her sabah 6’yı geçerekten kalkıyor, süt ve gevrekten oluşan kahvaltısını yapıyor, elinde sefertası şoför olarak çalıştığı otobüs garajının yolunu tutuyor. İç cebinde taşıdığı defterine karalamaya başlıyor sefere çıkmadan önce. Öğle arasında kentin ünlü şelalesine bakan tepede yemeğini yerken yazmayı sürdürüyor. Akşam evine, büyük bir aşkla bağlı olduğu karısının yanına dönüyor. Her akşam köpeği Marvin’i dışarı çıkarıyor. Kasabanın barında birasını yudumlarken satranç ustası, caz düşkünü siyah bar sahibi ile çene çalıyor. Her biri 15’er dakika kadar süren yedi bölümde Paterson’ın pek fazla değişmeyen gündelik hayatını aktarıyor Jarmusch. Rutin’in özgürleştirici ve yaratıcılığı teşvik edici etkisi üzerine kuruyor filmini. Otobüs şoförü Paterson’ın ‘suyun üzerine yazılmış sözcükler’ olarak niteledikleri sıradan hayatın benzersiz şiirine dönüşüyor.

Filmi aylar önce ilk kez izlediğimde, “cep telefonlarınızı, bilumum elektronik bağımlılıklarınızı bir kenara bırakın, huzur ve mutluluğun rehberi ‘Paterson’ başka şeylerden söz ediyor bizlere” diye yazmıştım. Geçtiğimiz günlerde ikinci izleyişte, her zaman genç ve bağımsız usta Jarmusch’un yüreğimize dokunan filmiyle bir kez daha sarsıldım. New York Okulu’nun izinden gitmiş Ron Padgett’in filmde kullanılan şiirlerinden, Adam Driver’ın ödül sezonunda haksızca gözardı edilmiş muhteşem performansından bir kez daha etkilendim. Otobüs şoförünün 10 yaşlarındaki küçük kızla şiir sohbetini, Paterson şelalesi fonunda farklı ırktan iki şairin paylaşımlarını aşkın duygularla izledim bir kez daha. Williams’ın ünlü epik şiirindeki metaforda olduğu gibi kent ile şairin birbirinin yerine geçtiği, gündelik hayatın şiirsel rutini üzerine benzersiz bir meditasyon, şiir sanatı üzerine yazılmış benzersiz bir aşk mektubu ‘Paterson’. Son dönemin kaçırılmaması gereken en iyi filmlerinden biri.

(26 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yirmi Yıl Sonra Şehirde Olanlar

İngiliz yönetmen Danny Boyle’un ilk “Trainspotting”ten yirmi yıl sonra devam “T2 Trainspotting” filmiyle geride bıraktığı gençlerin şimdiki hallerini kara mizah bir anlatımla perdeye yansıtıyor. Bu film, !f İstanbul’da gösterildi.

Film, tırnak içindeki “Rent Boy”u atmış ve şimdi 46 yaşında olan Mark Renton’un Amsterdam’da sağlıklı yaşam için fitnes salonunda çocukluk anları gözünün önünden geçerken yere yığılıyor birden. Şimdi o eski yere, Edinburgh’a geri dönüyor. Annesi ölmüş. Babası koca evde yapayalnız. Annesi kendi odasını hep dönecekmiş gibi hazır tutmuş. Mark, Amsterdam’da evliymiş bu yıllar boyunca.

Öte tarafta “Spud” Murphy, yıllar içinde evlenmiş, çocuğu olmuş. Ama bir türlü eroin müptelalığından kurtulamamış. Kendisi için çözüm yolu buluyor: İntihar… Spud, yazarlık taraflarını da keşfediyor ve ilk filmdeki hatıralarını kelimelere de dökmeye başlıyor sonra.

Dövmeli Simon “Sick Boy” Williamson, teyzesinden kendisine kalmış köhne Port Sunshine (Günışığı Limanı) “pub”ta çile dolduruyor. Sevişmediği Bulgar sevgilisi Veronika Kovach’la cüzdanı şişkin adamları tuzağa düşürüp onlara şantaj yapıp duruyorlar. Simon, göçmen sevgilisine sauna açmak istiyor, ama bu o kadar kolay mıydı? Her şeyin mafyası vardı bu dünyada. Simon, barda kenevir de yetiştiriyor. Sistemini kurmuş.

Bu üçünden daha yaşlı olanı Francis “Franco” Begbie hapiste. 16 bin sterline satılan uyuşturucunun cezasını 25 yıl hapis ceza yiyerek çekiyor. Yirmi yılı tamamlamış. Ama son beş yıl için şartlı tahliyesi reddediliyor. O da kendince yöntem bulup soluğu dışarıda alıyor. Kendi hapisteyken bebek olan oğlu Begbie Jr. şimdi üniversiteye gidiyor. Böyle bir babanın oğlu otelcilik okur muydu hiç? Oğluna hırsızlığın inceliklerini öğretmek isterken, yılların boşluğu cinsel hayatına da darbe vurmuş Franco’nun.

Eski heyecanlara…

Spud’un intihardan kurtaran Mark’ın yolu Simon’a düşüyor. Simon’a payını verse de Simon bununla yetinebilir miydi? Amsterdam’a gidemeyen Mark, eski heyecanların içine düşüyor. Uyuşturucu müptelalığından kurtulmuş Mark’ı bu heyecanlı zamanlarda ne bekleyecekti? Bir de başında Franco belası varken. Mark, Bulgar güzeli Veronika’nın da güzelliğini fark ediyor bu karmaşa ortasında üstelik.

Çarpıcı görsellik…

Filmin görselliği sinema adına estetik anlamda heyecan veriyor insana. Bu çarpıcı estetiği, sinema sanatının en başından yarattığı kuramsal ve uygulayımsal olarak ortaya koyduklarına saygı sunuşu olarak değerlendirilebilir. Yönetmen Danny Boyle, bununla beraber sanat estetiğinin yarattığı akımlara da bu saygısını gönderiyor. Öte taraftan bu filme postmodern durumun eklektik ruhu olarak değerlendirilebilir. Her şeyin aynı yapıtın içinde olmasının zihinsel kaos ve anlamsızlık yaratarak anlamsızlığa övgü olarak değerlendirenler de olabilir. Boyle’un ilkini düşünerek filminin ruhunu oluşturduğunu düşünüyoruz.

Doyle’un bu filmi de, tıpkı Jim Jarmusch’un 2016 yapımı “Paterson” filmindeki gibi estetik ruhun ortasına dalıyor. Bu iki filmde de iki büyük yönetmene, Amerikalı Griffith’le Rus Pudovkin’e saygı sunuşu vardı. “Kesme”li kurguyla betimlemeli anlatıma yaklaşıyorlar. David Wark Griffith’in (1875-1948), siyah-beyaz ve sessiz 1916 yapımı “Intolerance-Hoşgörüsüzlük” filminde koşut ve çapraz kurguları kullanan usta, “kesme”lerle misksiz yani geçişsiz kurgu yapmıştı. Vsevolod İllarinoviç Pudovkin’in (1893-1953), siyah-beyaz ve sessiz 1926 yapımı “Mat-Ana” filminde de “kesme”li kurguyla betimlemeli anlatıma ulaşılıyordu. Doyle’un bu filminde “hızlı kesme”ler sıkça görülüyor. Betimlemeli anlatımın yanında gerçeküstücü anlar da filmde fark ediliyor. Eroinin hazırlanışı veya finalde Mark’ın odasındaki anlar hemen akla geliyor. Doyle, kurgusal karşı-kahramanlarına geçmiş de yazmış. Çocukluklarından anlar yansırken, ilk filmden anlar da yansıyor filmde. Elbette görüntülerin donuklaşıp fotoğraflara dönüşmesi de nostaljiyi, yaşanmışlığı hissettiriyor.

1956’da Manchester’da doğan İngiliz yönetmen Boyle, filmlerinin birçoğu ülkemize uğradı. 2008 yapımı “Slumdog Millionaire-Milyoner” filmi tam sekiz Oscar kazanarak büyük bir sürpriz yapmıştı. Bu Oscar sağanağından kendisine de “En İyi Yönetmen” ödülü düşmüştü. Yönetmenin 1994 yapımı “Shallow Grave-Mezarını Derin Kaz” mutlaka görülmeli.

1957’de Edinburgh’ta doğan İskoç yazar Irvine Welsh, “Trainspotting” romanının devamı “Porno”yu 2002’de yayınladı. İlk roman 1993’te yayınlanmıştı. İlk film “Trainspotting”i de çeken yönetmen Boyle, işte bu “Porno” romanını uyarlamış devam filminde. 2017 yapımı “T2 Trainspotting”, yirmi yıl yaşlanmış uyuşturucu müptelası bu insanların şimdiki hayatlarına bakıyor. Yirmi yılda çok şey olmuş. Yazar Welsh, romanına neden “Porno” adını takmıştı? Simon ve Veronika’nın insanları seks tuzağına düşürdüğü şantajlarını mı çağrıştırıyordu? Yoksa filmin geneli için miydi? Franco’nun bulunduğu her yere taşıdığı şiddeti de duyuruyor muydu? Ama iktidarsız olan da oydu. Welsh’te, “vibratörlü kadınlar” bir takıntı olduğunu da belirtmeli. Spud’un içinden dışarıya savurdukları da. İlkinde dışkı, ikincisinde kusmuktu. Spud, bu iki filmin de en özel karakterlerinden biri. Evet Welsh, eserlerine “Sanat rahatsız eder” diyor hep. Bu film, bu yılki “!f İstanbul”da gösterildi ve son armağanıydı.

T2 Trainspotting
Yönetmen: Danny Doyle
Eser: Irvine Welsh
Senaryo: John Hodge
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Ewan McGregor (Mark), Ewen Bremner (Spud), Robert Carlyle (Franco), Jonny Lee Miller (Simon), Steven Robertson (Stoddart), Shirley Henderson (Gail), Gordon Kennedy (Tulloch), Anjela Nedyalkova (Veronika), Pauline Lynch (Lizzy), James Cosmo (Mark’ın Babası)
Yapım: TriStar-Film4 (2017)

(25 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Köşeyi Dönen Adam

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Daha önce 17 Şubat’ta vizyona gireceği belirlenen Martin Scorsese filmi Silence’ın gösterim tarihinin ertelenmesi, “Bir deli kuyuya taş atmış bin akıllı çıkaramamış”a benzedi. Birisi “Recep İvedik 5 yüzünden salon bulamadı” dedi, herkes o güzergâhtan yürüyor. Bir filmin vizyon tarihi en azından 2-3 ay önce belirlenir ve bu gibi durumlar her zaman olağan karşılanır. Siz vizyon tarihinizi bu hafta belirlersiniz, bir iki hafta sonra gösterime giren başka bir film umulmadık ilgi gördüğünde dağıtımcılar ve sinemacılar anlaşırlar, o ilgi gören filmin gösterim süresi doğal olarak birkaç hafta daha uzatılır. Dolayısıyla ardından gelen tüm filmlerin vizyon tarihleri geriye kayar. Silence filminde olan sadece filmin vizyonunun ertelendiği bilgisinin biraz geç duyurulmasıdır. Benzer bir örnek vereyim: Şu anda 03 Mart’ta vizyona gireceği “sanılan” (dikkat ederseniz “kesinleşen” demiyorum) Reis filminin daha önce 14 Ekim 2016 tarihinde vizyona çıkacağı açıklanmıştı, vazgeçildi. Reis’in filmsel değeri bir yana o hafta vizyona giren Ansızın (Auf Einmal – All of a Sudden), Berzah: Cin Alemi, Cehennem (Inferno), Demir Yumruk (Hands of Stone), Oğlan Bizim Kız Bizim, Seni Seven Ölsün ve Yolsuzlar Çetesi adlı filmlerin hiç birinden daha az ilgi göreceği düşünülemez. Demek ki ertelenmesinin mutlaka başka bir sebebi vardır. İllâ aynı hafta vizyona çıkan filmlerden kaçtığı şeklinde yorumlayamayız. Keza İsmail Güneş’in Kervan 1915 filmi de ilk ilan edildiği tarihte vizyona çıksaydı şimdi film unutulmuştu bile, oysa isabetli bir kararla önümüzdeki Nisan ayında vizyona çıkmasına karar verildi. Bizlerin hariçten okuduğumuz gazeller kulağa hoş gelse de, sektör içinden dinleyenlerin kulağına farklı nağmeler ulaşıyor olabilir. (18 Şubat 2017)

Sosyal medya ve hayata savurduğum yazı ve sözlerimden kanaatimi anlayan veya sezen ve bu sebeple gönül koyan veya gücenen veya sükût-u hayale uğrayan takipçilerim veya arkadaşlarım varsa şimdiden beyan ederim ki “kandırıldım” veya “aldatıldım” haklarım saklıdır. (20 Şubat 2017)

Sosyal medyada, Recep İvedik 5′in hafta sonu rekorunu kırdığı haberleri yayılmaya başladı. Küçük bir düzeltme yapayım: (Belki yayılan haberlerin peşinden yetişir.) Recep İvedik 5, “Hafta sonu + 1 Rekoru”nu kırdı, çünkü film Perşembe günü vizyona girdi. Genel gişe söyleminde hafta sonu Cuma, Cumartesi, Pazar günlerini kapsıyor.* (20 Şubat 2017)
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
A.S.: Perşembe hariç 3 günlük hasılat da 1.646.846 kişiyle rekormuş!.. Zaten hiç de şaşırmadım!
A.R.Ö.: Şimdi bizim oralarda bir lâf var, “İtleri salmışlar, taşları bağlamışlar!” Bütün sinemaları kapat, ülkenin en çok seyircisi olan bölge sinemalarında Recep dışında film olmasın, ondan sonra da kalk, “Bak Recep rekor kırdı,” de! Olur, biz de yiyelim! Bu koşullarda Nuri Bilge Ceylan filmi de rekor kırardı!
Sadi Çilingir: 3 günlük rekora bir şey dediğim yok, 4 gündür vizyonda olduğu için açıklamaya ihtiyaç vardı. Onu hatırlattım. Ayrıca “Ölçülen zamanların hafta sonu rekoru” diye belirtmek lazım. Malûm, kayıtlar 1989’dan beri tutuluyor. Ayrıca 30-40 yıl önce filmler Pazartesi günleri vizyona girerdi ve ilk günler film hızını alır hafta sonu düşme bile olabilirdi. “Hafta sonu hasılatı” ifadesi bile yoktu.
U.K.: Hepsinde ebeveyn var mı? Lâkin film 7+13A.***
M.T.Ş: Film rekor falan kırmadı, önceki film 865 salonda gösterilirken bu film tam 1326 salonda gösteriliyor. Salon sayısında korkunç bir fark var. Recep’in girdiği hafta sadece 2 film daha (az kopya ile) vizyona girince de sinemaya giden herkesi alternatifsiz bıraktılar. 1326 salonu hesaba katarsanız seyircide artma değil düşme olacağını göreceksiniz. Recep’in 1 haftalık gişesini 4 günde yaptırdılar bu sayede.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını açıklayabilirim.
*** 7+13A belgeli filmlerde küçük çocukların filmleri ebeveynleri ile birlikte izlemeleri gerekiyor. Yorum yapan, küçük çocukların çoğunun yanında ebeveynlerinin olmamasına gönderme yapıyor.

Yanlış hatırlamıyorsam 15 kopya ile tüm ülkede sinema gösterimini tamamlayan Eşkıya kopya başına 85.000 kişiye hizmet vermişti. Zamane filminin rekoruna birde bu açıdan bakmak lazım. Bizden önceki büyüklerimiz izleyici rekoru dendiğinde başrolünü Hüseyin Peyda’nın oynadığı Mezarımı Taştan Oyun filmini hatırlatırlar. Onun bir özelliği de yaptığı toplam hasılatın memleket nüfusuna oranıdır. Net olmasa da örnek olarak şöyle diyebiliriz: 40 milyon nüfuslu ülkede 10 milyon kişi izlese, yoldan geçen 4 kişiden biri filmi izlemiş oluyor. 4 no.lu Recep’imi yaklaşık 70 milyonda 7 milyon kişi izlediğine göre gerçek rekoru kırması için İvedik’in kopya başına 85001 kişi tarafından izlenmesi gerekiyor. (21 Şubat 2017)

Eski seri filmlerin adlarında bile bir özen ve hoşluk var: Hababam Sınıfı, Hababam Sınıfı Tatilde, Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor, Hababam Sınıfı Askerde… Turist Ömer, Turist Ömer Avrupa’da, Turist Ömer Afrika’da, Turist Ömer Uzay Yolu’nda… Karaoğlan Altay’dan Gelen Yiğit, Karaoğlan Baybora’nın Oğlu, Karaoğlan Bizanslı Zorba… Şimdikilerde ilave isim bulmaya bile uğraşmıyorlar, salla gitsin, 1, 2, 3, 4, 5… Bir de biliyorsunuz birincisi olmayan 2. film var: Amerikalılar Karadeniz’de 2. (21 Şubat 2017)

1. Sinema Güzeli Yarışması basın toplantısından canlı yayın görüntüsü. Bu arkadaşın görüntüyü ortalamaması ve telefonu dikey tutması sinemanın S’sinden bile anlamadığını gösteriyor. (21 Şubat 2017)

Bir filmi seyretmek kazanç olduğu gibi, seyretmemek de aslında kazanç. Düşünsenize, size müspet katkıda bulunacağını umarak merak ve heyecanla bir filmi bekliyorsunuz, görme imkânı bulduğunuzda seyrediyorsunuz ve sükût-u hayale uğruyorsunuz. İşte bu filmi seyretmemek sizin için bir kazançtı, çünkü seyretmeseydiniz beklentiniz sürecekti. Seyrettiniz ve beklentiniz yok oldu. (23 Şubat 2017)

(24 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 3

80’ler: Yeni Sağ’ın Zaferi

Rocky’nin muzaffer silueti akıldan çıkmadan, 81 yapımı Chariots of Fire / Ateş Arabaları ile çalışan ve başaran insanların arasına dönülmüştü. Böylesi bir ortamda Warren Beatty’nin John Reed uyarlaması Reds / Kızıllarının En İyi Yönetmen Oscar’ı alması bile mucize sayılırdı. Bir yıl sonra bir başka İngiliz yapımı biyografik film olan Gandhi, Hollywood temsillerine uygun bir seremoninin ardından heykele uzanacak, onu 84 tarihli Amadeus takip edecekti. Sergio Leone’nin Once Upon a Time in America / Bir Zamanlar Amerika ile şansı hemen hiç yoktu; çünkü film, şiddeti doğuran etmenleri sıralarken arka sokaklardaki göçmenlerin yaşantısını göstermeyi ihmal etmiyordu.

1983’e gelindiğinde kutsal ailenin yeniden bir araya getirilişine tanık olan seyirci, muhafazakâr Terms of Endearment / Sevgi Sözcükleri’ne sığınacaktı. Bu filmin rakiplerinden olan Lawrence Kasdan imzalı The Big Chill / Yıllar Sonra, 60’ların aktivistlerini yeniden bir araya getirmeye çalışıyor; ama köprünün üstünden çok sular aktığı anlaşılıyordu. Ertesi yıl Pollack, kariyerindeki en sıradan çalışmalardan biriyle (Out of Africa / Benim Afrikam) Oscar’a uzanacak; Orwell, Kafka ve Burgess göndermeleriyle hafızalara kazınan Terry Gilliam’ın fütüristik filmi Brazil, en çok da içerdiği sistem eleştirisiyle yarış dışına itilecekti.

Oliver Stone’un ilk kitlesel çıkışlarından olan Platoon / Müfreze – 1986, kısır geçen yılın öne çıkan yapımlarından olarak Akademi tarafından göz ardı edilemeyecek ve Vietnam karşıtı duruş Oscar’la taçlandırılır gibi görünecekti; oysa Kubrick’in Full Metal Jacket’i, sadece bir yıl sonra The Last Emperor / Son İmparator tercihi ile saf dışı bırakıldı. Film, özellikle ilk bölümüyle askerlerin savaşa hazırlanma ve birer makinaya dönüşme sürecini çok iyi anlatıyor, emperyalist ABD politikalarını mahkûm ediyordu.

80’ler Rain Man / Yağmur Adam – 1988 ve Driving Miss Daisy / Bayan Daisy’nin Şoförü ile noktalanacak, özellikle ikinci filmin Oscar’a uzanması ve Spike Lee’nin Do the Right Thing / Doğru Olanı Yap adlı filmini geride bırakması çokça tartışılacaktı. Bütün bu süreç içinde Soğuk Savaş rüzgârı dinmeye başlamış, SSCB’nin dağılmanın eşiğine gelmesi tek kutuplu bir dünyanın ayak seslerinin işitilmesine yol açmıştı. Başka bir deyişle, 70’lerin ikinci yarısından itibaren kuramsallaşan Yeni Sağ, bir yandan ana akım sinemaya hükmeder hale gelmiş, diğer yandan da ideolojik hâkimiyetini yerleştirmişti.

90’lardan Günümüze…

Dances with Wolves / Kurtlarla Dans, sessiz sinemanın ilk günlerinden bu yana potansiyel düşman ilan edilen ve bir kaç günah çıkarma eylemi sayılmazsa, kaderi (ve imajı) bir türlü değiştirilmeyen yerlilere itibarını iade ediyordu ama her şey için çok geç kalınmamış mıydı? (Bu noktada Marlon Brando’nun 1972 Oscar’larında ödülü yerli soykırımı nedeniyle reddetmesini ve bir Sioux kızını protestosunu kuvvetlendirmek amacıyla sahneye çıkarmasını hatırlatalım.)

80’lerde yenilenen ve iç içe geçen tür denemelerinin, süratli bir kurgu ile seyirciye nüfuz etme süreci, 90’lı yıllar adına da belirleyici olacaktı. Aksiyon ve gerilimi harmanlayan The Silence of Lamb / Kuzuların Sessizliği – 1991, westernin tabutuna son bir çivi çakan Eastwood’un Unforgiven / Affedilmeyen – 1992, epik filmlere dair yeni bir moda yaratan Braveheart / Cesur Yürek – 1995, Fargo ve Trainspotting gibi yeniçağın iki büyük başyapıtıyla yarıştığı yıl, şaşırtıcı (ya da hiç de şaşırtıcı olmayan) bir biçimde ipi göğüsleyen klişelerle örülü melodram The English Patient / İngiliz Hasta – 1996, yine melodramı aksiyon ve gerilimle aynı potada eriterek tüm zamanların gişe ve Oscar şampiyonları arasına yerleşen Titanic / Titanik – 1997 dönemin eğilimlerini ortaya koyuyordu. Ayrıca Akademi’nin, (Spielberg’ün muhafazakâr bakışıyla ABD ordusunu aklamaya çabaladığı Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’ını tercih ederek) Terence Malick’in savaşa dair insani yorumlarla dolu The Thin Red Line’a sırt çevirmesi, Büyük Ödül’ü anlamsız Shakespeare in Love / Aşık Shakespeare – 1998 adlı filme teslim etmesi, 90’ların hatırlanan kararlarından biri olarak ele alınabilir.

Benzer bir mantığa sahip olan 2000’ler, Gladiator / Gladyatör gibi dijital olanakları bir kenara bırakırsak tür adına yeni bir şey söylemeyen bir filmle yolculuğuna başlamıştı. Ertesi yıl, Ron Howard’ın bir başka klişelerle dolu biyografik filmi A Beautiful Mind / Akıl Oyunları, adaylar arasında Memento / Akıl Defteri gibi özellikle kurgu açısından önemli yenilikler barındıran bir filme tercih edilecekti. 2002’de ise müzikal bir film Chicago; The Pianist / Piyanist, Adaptation / Tersyüz, About Schmidt / Schmidt Hakkında gibi yapımların arasından sıyrılarak Oscar’a uzandı.

The Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi serisini noktalayan film, popüler sinemada birden çok türün bileşkesi olarak, tohumlarının 80’lerde atıldığını düşündüğümüz sinemasal anlayışın ulaştığı noktayı vurguluyordu. Aynı yıl gösterime giren Mystic River / Gizemli Nehir, ABD’deki muhafazakâr eğilimlerin başlıca temsilcilerinden olduğu iddia edilen bir sinema adamının, Clint Eatwood’un filmografisindeki en nadide ürünlerden biriydi. Yönetmen, sadece bir yıl sonra, önceki çalışmasıyla kıyaslanamayacak oranda sığ bir anlatıma sahip olan melodramatik boks filmi Million Dollar Baby / Milyonluk Bebek ile telafi Oscar’ına sahip olacaktı. 2006’da bir başka telafi Oscar’ı, Akademi’nin lanetli yönetmeni Scorsese’ye gidecek, sırası gelen Coen’ler ise 2007 yılında, tüm kariyerleri göz önünde bulundurulursa ortalamayı temsil eden bir proje olan No Country for Old Man / İhtiyarlara Yer Yok ile mutlu sona ulaşacaklardı.

2000’lerin En İyi Film Oscar’ına sahip olan yapımlar arasında en çok dikkat çekenlerden biri Paul Haggis imzalı Crash / Çarpışma -2005 oldu. Hakkındaki iddiaların muhtelif olduğu; ancak bir bütün olarak bakıldığında Bush politikalarının ulaştığı sonucu betimleyen 11 Eylül saldırılarının ardından, yoğunlaşan ırkçı bakışın izini süren yönetmen, daha önce Inarritu’da olgun örnekleriyle karşılaştığımız çoklu yaşamların kesişmesini başarıyla perdeye yansıtıyordu.

Danny Boyle, Slumdog Millionaire / Milyonerde ödül dağıtıcıların çok hoşlandıkları oryantalist bakışı Hindistan atmosferine taşımıştı. The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak’ta ise (Oscarlı ilk kadın yönetmen olma onuruna erişen) Kathlyn Bigelow, muhafazakâr ve aklayıcı bir bakışla ABD Ordusu’nun müdahalelerini masaya yatırıyor; işin ilginç yanı, teknolojik olanakların ulaştığı noktayı ortaya koyan Avatar, içerdiği muhalif anlatıdan olsa gerek, yarışın dışına itiliyordu. Konuşmayı başararak (!) ulusuna önderlik etmeyi öğrenen kralın öyküsünün En İyi Film seçildiği 2011 Oscar’ları ise sektörün 83 yıllık tarihine ihanet etmediğinin en somut göstergelerindendi. (Ayrıca o yılın öne çıkan diğer adaylarına baktığımızda, çağımız gençliğine yeni ifade yolları açarak ‘voliyi vuran’ gencin serüvenlerinin, doğaya direnerek hayatta kalmayı başaran bir modern çağ kâşifine ya da olanaksız koşullarda dahi çalışıp çabalayarak Amerikan Rüyası’na dalabilen boksöre karıştığını pekâlâ görebiliriz.)

Tablo, hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve gerçekten de özgün bir proje olan “Artist”le tamamlanmıştı; ancak bir farkla: Sessiz sinemanın önemli figürlerinden John Gilbert’in yaşamından esinlenen ve ünlü bir oyuncunun yaşanan teknik gelişmeler sonucu yalnızlığa itilmesini konu edinen film, finalde rüyayı yaşanılır kılıyor ve gerçeklikle bağdaşmama pahasına bireye mutluluğun kapılarını aralıyordu. Fransız yönetmenden Amerikan usulü sinema! Her şey tam da Hollywood’a göre işliyordu sizin anlayacağınız!

85. Oscar’da Ortadoğu’yu Amerikan adaletiyle tanıştıran (!) Argo / Operasyon: Argo ve Zero Dark Thirty, inananların zaferini tescilleyen Life of Pi / Pi’nin Yaşamı ve ortaya karışık spagetti western ve siyah sömürü sineması (Django Unchained / Zincirsiz) gibi filmler yarışmıştı. Bir yıl sonra, kaçışını Beyaz Adam’ın vicdanı sayesinde gerçekleştiren 12 Years a Slave / 12 Yıllık Esaret ödüle uzanırken, deneysel bir bakışın ürünü olan Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) / Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi)’nin 2015 töreninde En İyi Film seçilmesi, Oscar tarihinin ayırt edici yönlerinden biri olmuştu. Benzer bir durum, 70’lerin paranoya sinemasını akla getiren, geçen yılın kazananı Spotlight için de söylenebilir.

Sonuç Yerine

Güven tazelemek, sistemin gayret eden insanın yüzüne (hemen olmasa da!) bir gün, bir yerde mutlaka güleceği duygusunu pekiştirmek, ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından yürürlüğe koyduğu rüyanın özeti gibidir. Her kriz anında ya da varlığının sorgulanır, politikalarının eleştirilir hale gelmesinin hemen ardından gündeme gelen bu anlayış, sanat camiasının en popüler unsurlarından olan sinemayla mutlak bir mutabakatla sonuçlanmaktadır.

Kuşkusuz popüler sinemanın kimi dönemlerinde yedinci sanatın çağa tanıklık eden ve sorgulayan kimliğine yaraşır kimlikte ürünler ortaya konmuştur; ama bu ürünleri bizzat kendi eliyle soframıza sunan ve ne denli demokrat olduğunu “gözümüze sokan” da yine aynı sistemdir. Marx’ın deyişiyle “kapitalizm kendi idamı için olsa bile ip satar; ama ipin çürük olmasına bakar!”

Elbette bir eğlence aracının (!) bütün bu yazı boyunca iddia edildiği gibi, bir sistemin mevcudiyetini sürdürme siyasetinde bu denli belirleyici olabileceği iddiasını “saçma” olarak nitelendirmek de olasıdır. Chaplin’i, Welles’i, Lilian Hellmann’ı, Büyük Bunalım’ı, Soğuk Savaş’ı, McCarthy’lerin odun taşıdığı cadı kazanlarını, Küba, Vietnam ve ardıllarını ve günümüzü bir kenara bırakmak da öyle. Ama Oscar, “sinema ve ideoloji” tartışmasının en belirgin başlığı olarak daha uzunca bir süre gündemde kalmayı sürdürecektir.

(20 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Ayışığı’nda Mavi Görünür Siyah Çocuklar

‘Ay Işığı / Moonlight’ 2016 yılında Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli keşiflerinden biriydi. Siyah bir gencin 16 yıla yayılmış büyüme hikâyesini üç bölüm halinde aktaran yapım, Afro-Amerikan sinemanın Akademi Ödülleri’ndeki temsilcisi olarak halen gündemdeki yerini koruyor. Amerikan Sinema Endüstrisi’nin görkemli gövde gösterisi olarak şahsen çokça da önemsemediğim Oscar adaylıkları bir yana, belki bir başyapıt değil ama, iyi kotarılmış içtenlikli bir sinema örneği bu.

37 yaşındaki yönetmen Barry Jenkins, Richard Linklater etkisi taşıyan ilk denemesi 2008 yapımı ‘Medicine for Melancholy’nin ardından çektiği yeni filminde, kendisi gibi siyah oyun yazarı Tarell Alvin McCraney’nin -Türkçe karşılığını yazının başlığına seçtiğimiz- ‘In Moonlight Black Boys Look Blue’ isimli oyununu kaynak almış. Oyun metninden farklı olarak, hem siyah, hem yoksul, hem de eşcinsel eğilimli ana karakterinin öyküsünü kronolojik atlamalarla anlatma yolunu seçmiş.

Yönetmenin doğup büyüdüğü Liberty City, Miami’nin yoksul mahallesini mekân alan yapım, benzerlikler olsa da özyaşamsal bir hikâye anlatmıyor. Uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşam savaşı veren, ‘Little’ (yani küçük) lâkabıyla anılan çelimsiz siyah çocuğun baba figürü arayışını ele alan ilk bölüm Tanrı/İsa ilişkisini çağrıştırıyor. İkinci bölümde ortaokul-lise yıllarında eril şiddetin hüküm sürdüğü çevresiyle uyum kurmakta zorlanan Chiron’un dışlanmasına şahit oluyoruz. Kendine bile itiraf etmekten çekindiği cinsel dürtülerinin su yüzüne çıktığı ay ışığı altındaki gece ilk kez dokunduğu bedende aşkla tanışıyor genç adam.

On küsur yıllık bir sıçramanın ardından, artık ‘Black’ olarak çağrılan Chiron’un fiziksel olarak muazzam bir biçimde değiştiğine tanıklık ediyoruz. Çocukluk yıllarındaki baba figürünün ‘ne olmak istediğine kendin karar verirsin, başkasının senin yerine karar vermesine izin verme’ öğüdüne uyamamıştır. Yaşadığı çevre onu güçlü ve sert bir siyah erkek olmaya zorlamış, o da bunun gereklerini yerine getirmiştir. Ancak gözleri onu ele vermektedir. Hayatı boyunca kendisine dokunmuş olan ilk ve tek aşkı ile yıllar sonra karşılaştığında koca cüsseli Black bastırdığı hisleriyle yüzyüze gelecektir.

Kısa özetten de anlaşılacağı üzere, acımasız bir dünyada geçen son derece şiirsel bir öykü anlatıyor ‘Moonlight’. Aynı çevrede, küçük Chiron gibi uyuşturucu bağımlısı AIDS hastası anneyle büyümüş Jenkins, yoksul siyah gençlere biçilmiş bir hayata direnmiş, okul yıllarında tanıştığı sinemanın büyüsüyle kendini ifade etmek istemiş. İkinci uzun metrajında favori yönetmenlerinden Hou Hsiao-Hsien imzalı ‘Üç Zaman’ın ana yapısından yola çıkmış. Son epizod’da Claire Denis’in ‘Vendredi Soir’ (Cuma Gecesi) ve Wong Kar-Wai’in ‘Happy Together’inin (Mutlu Beraberlik) gözle görünür etkisini duyumsuyorsunuz.

Epizodik yapısı üç bölümlü bir sonatı anımsatan filmin müzikleri özenle seçilmiş. İlk bölümde yer alan Mozart’ın K.339 ‘Vesperae Solennes de Confessore’ adlı koral eserinin ünlü ‘Laudate Dominum’una tanınmış film müziği bestecisi Nicholas Britell’in barok etkili tınıları karışıyor. Son epizodun trajik İspanyol halk şarkısı ‘Cucurrucucú Paloma’ya müzik kutusundan yükselen 60’lı yılların ünlü Barbara Lewis klasiği ‘Hello Stranger’ eklemleniyor. Görüntü yönetmeni James Laxton’ın geniş renk paleti ve aktörlerin bastırılmış duygularını ele veren yakın plan tercihleri son derece yerinde. Oscar adayı deneyimli oyuncular Mahershala Ali ve Noamie Harris’in ve ‘Black’ rolünde yükselen siyah oyuncu Trevante Rhodes’in performansları birinci sınıf.

Kimliği yüzünden dışlanmış, dünyada yalnız bırakılmış herkesin duygularını dile getiren, Donald Trump iktidarına bir manifesto niteliğindeki bu şiirsel filmi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum.

(20 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gerçeğe Çağrı

Bir Etkinlik Birden Fazla İsimle Anılıyorsa Afişindeki Adına İtibar Ediniz

TRT’nin, amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek amacıyla başlattığı Uluslararası TRT Belgesel Ödülleri’ne başvurularda bu yıl bir rekora imza atıldı. Yurt içinden ve yurt dışından yoğun ilgi gören TRT Belgesel Ödülleri’ne 2015 yılında 42 ülkeden 348 belgesel film, 2016 yılında ise 47 ülkeden 427 belgesel film katılmıştı. 9. TRT Belgesel Ödülleri’ne bu yıl Dominik Cumhuriyeti’nden Rusya’ya, Mısır’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Kanada’dan Japonya’ya 78 ülkeden 665 başvuru yapıldı. Dünyada benzer etkinliklere başvurular giderek azalırken 9. Uluslararası TRT Belgesel Günleri’ne katılım her yıl kendi rekorunu kırarak kültür ve sanat dünyasında kök salıyor. Yapılacak ön elemenin sonuçları 27 Şubat 2017’de açıklanacak ve finale kalan filmler, 11-14 Mayıs 2017 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek. 2017 TRT Belgesel Günlerinde 6 ayrı salonda seyirciyle buluşacak.

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Kong: Kafatası Adası filminin basın bülteni, zaman mefhumunun acı bir tarafını daha keşfetmeme sebep oldu. Filmde rol alan John Goodman adlı oyuncu Transformers: Age of Extinction (IMDb.ye göre bu filmde sadece sesi rol alıyor) ve Argo adlı filmlerin oyuncusu olarak tanıtılıyor. Genç kuşak için bu tanıtım belki doğru bir tanıtım ancak bir önceki kuşak, yani bendenizin bulunduğu yaş aralığındaki sinemaseverlere John Goodman deseniniz otomatikman “Ooo Big Lebowski” der. Misalen 10 sene sonra çevirdiği bir filmin bülteninde Keanu Reeves John Wick’in oyuncusu olarak tanıtılacak, oysa Keanu Reeves denildiğinde şu anda akla hemen Matrix geliyor. Neticede zamanın acımasız çarkı yavaş dönüyor ama her şeyi öğütüyor, unutturuyor. Bahsettiğim acı bu. (12 Şubat 2017)

Ahmet fiili durum yaratınca makbul, Mehmet memleketin fiili durumu aynen devam etsin deyince yanlış oluyor. Kafam karıştı vesselam. (14 Şubat 2017)

Yabancı filmlerdeki bazı sanatçı adlarının Türkçe karşılıkları ilginç çağrışımlar yapıyor. Misalen: Dehşet ve İntikam’da (Outrage) Mel Ferrer oynuyor. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ın (The Postman Always Rings Twice) yönetmeni Tay Garnett, başrol oyuncusu Cecil Kelleway. Denizler Hakimi (Against All Flags) adı filmin müziğini Hans Salter yapmış, başrolünde Errol Flynn oynuyor. Punch ve Jody’de (Punch and Jody) Ruth Roman oynuyor. Sırasıyla şunlar çağrışıyor: Mel mel bakmak / At yavrusu / Kelle paça / Şalter’i indirmek / Erol Taş / Çingeneler Zamanı. (14 Şubat 2017)

Sevgililer Günü’nden hareketle: Kardeşler ve Sevgililer 1996 Nisan, Çılgınlar ve Sevgililer (Dude Where Is My Car) 30 Mart 2001, Sevgililer Günü Katliamı (My Bloody Valentine 3-D) 13 Şubat 2009, Hayalet Sevgililerim (Ghosts of Girlfriend Past) 24 Temmuz 2009, Sevgililer Günü (Valentine’s Day) 12 Şubat 2010 tarihinde vizyona girmiş. (14 Şubat 2017)

Ünlü yönetmen “Dünyayı utanç kurtaracak” diyor ya, aslında dünya, dünyaya geldiğinde kurtulmuş haldeydi; saftı. Sonradan gelen insanoğlu yüzbinlerce yıl uğraşa uğraşa onu yeniden kurtarılacak hale getirdi. Yani bugün için utanç, vicdan ve hoşgörü dünyayı yeniden kurtaracak. Misalen bugün ülkemizde herkes utanç, vicdan ve hoşgörüsünü harekete geçirse memleket yarın güllük gülistanlık olur. İhtiraslar arkada kalsın. Önce sen. (15 Şubat 2017)

Reis sinema tarihimize herhalde en fazla değişikliğe uğrayan film olarak geçecek. Çekimine karar verildiğinden bu yana yapımcısı değişti, dağıtımcısı değişti, vizyon tarihi değişti, afişi değişti, görüntüleri değişti. Bakınız görsel. Bu arada belirtmiş olayım Türk Sineması’nda tek Reis var, O da Reis Çelik; film dersek Oruç Reis, Reisin Kızı ve Reis Bey gibi filmler var. Reisin Kızı’nda Reis rolünde Muammer Karaca, kızı rolünde Gülşen Bubikoğlu, Reis Bey’de ise Haluk Kurdoğlu oynuyor. Bir de 2011 yılında yapılmış Reis ve 2009 yılında yapılmış Aile Reisi adlı 2 TV dizisi var. Bu arada Reis’in, vizyona girdiğinde, 3. haftasına başlamış olan Recep İvedik 5 ile karşılaşacağını da belirtelim. (16 Şubat 2017)

Şilili şair Pablo Neruda’nın filminin yönetmenliğini Pablo Larrain yapmış; ahdim olsun yönetmenlik yapmaya karar verirsem Gülistan ve Bostan’ın yazarı Şirazlı şair Şeyh Sadi’nin filmini de ben çekeceğim. (Gelgelelim “Uzak İhtimal” / Şiir ve sinema sevgimden şüphe etmiyorum da iş yönetmenlik kabiliyetine gelince, orada derin düşüncelere gark oluyorum.) (18 Şubat 2017)

(20 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Gizli Sayılar -Hidden Figures-

Tarihin akışına ivme katan kişilikler vardır, birçoğunu bilmeyiz bile. Başarılı olup olmadıklarından öte, kazandırdıklarıdır belirleyici olan. Çünkü karanlığı yırtmışlardır, aydınlığı taşımışlardır, sadece kendilerine değil, tüm insanlığa. Gizli Sayılar, gerçek hayattan aldıklarını bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Düşünün, 1960’lar, daha dündür ama cinsiyet ayrımcılığının da ırkçılığın da belirleyici olduğu yıllardır, bir yandan uzay yarışı sürerken.

Yılmadan, bıkmadan, usanmadan…

Sovyetler Birliği ile ABD arasında tüm dünyayı etkileyen soğuk savaş sürerken bir yandan da uzay yarışı yapılıyor. Uzayı fetheden soğuk savaşın da galibi olacaktır. Sovyetler tarafında neler olduğunu bilmiyoruz ama ABD tarafında cinsiyet ayrımcılığı da, ırkçılık da tüm gücüyle belirleyici oluyor. En çalışkan, en başarılı, en bilgili olmalarına rağmen, filmin ele aldığı üç siyahi kadın hem dışlanıyor, hem aşağılanıyor. Onlarsa bıkmadan, yılmadan, yüksünmeden mücadele ediyorlar. NASA’da uzay çalışmalarında görev alan Katherine Goble Johnson (Taraji P. Henson), Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) ve Mary Jackson (Janelle Monáe) cinsiyet ayrımcılığını da, ırkçılığı da yeniyorlar.

Gerçek hayattan…

Biri, bilgisayarların yaptığı hatayı bile bulabilen, kimseye taviz vermeyen, sayılarla arası çok iyi olduğu için uzay merkezine kabul edilen ilk siyahi kadındır. Diğeri bilgisayar programcılığını kendi çabasıyla başaran ve mühendislerin çözemediği sorunları bir çırpıda gideren, -çok önemli bir dayanışma örneği de gösterir- lider ruhlu bir kadındır. Öbürü beyazların okuluna kendini kabul ettirerek ilk kadın ve siyahi uzay mühendisi olur. Uzay projesinin başındaki Al Harrison (Kevin Costner) ayrımcılığa -aslında kendilerini uzay yarışında geri bıraktıran zamanı harcandığı için- karşı çıkınca bir şeyler yerine oturur.

Dönüm noktası…

ABD uzay yarışını kazanmak zorundadır, onun için çalışanların haklarını gasp etmekten çekinmez. Bir biyografik drama olan, gerçek bir yaşamın kesitlerini anlatan bir film “Gizli Sayılar”. Görüyoruz, maaş da vermezler, mesai de… Fiilen yönetici olan Dorothy, ne terfi eder ne de asaleten atanır… Ne zaman ki, başarır, o zaman Mrs. Vaughan olur… Katherine’in ihtiyacı için bir kilometre kadar uzaktaki tuvalete koşturması gerçekten acıdır; kahve makinesi konusu küçük ama belirleyici bir dönüm noktasıdır… Janelle ise siyahilerin ve kadınların alınmadığı okula ilk kabul edilen olmayı söke söke başarır…

Biz şimdi, bir referanduma gidiyoruz ya, neredeyse birbirimizi vatan hainliğiyle suçlayarak. Yanlışımızı görmek, ayrımcılığı aşmak için bir seçenek var önümüzde… Gizli Sayılar bize rehberlik edebilir.

Gizli Sayılar -Hidden Figures- Biyografik dram, yönetmen Theodore Melfi, oyuncular Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monáe, Kevin Costner, Kirsten Dunst… 24 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(20 Şubat 2017)

Korkut Akın

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 2

Sistemi Yenilemek

30’ların perdesini açan Oscar’lı film, Lewis Milestone imzasını taşıyan All Quiet on the Western / Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque’ın yayınlandığı dönemde yankılar uyandıran romanından uyarlanmıştı. Savaş felaketini son derece dramatik bir anlayışla gözler önüne seren yönetmenin, özellikle belgeselci bir yaklaşım yeğleyerek yer verdiği siper görüntüleri, sonraki dönemlerde savaş sineması adına örnek oluşturmuştu; ancak filme verilen ödülün Hollywood’un anti-militarist bakış açısına örnek teşkil edebileceği iddiası -en azından sonraki dönem göz önüne getirildiğinde- gerçekçi sayılamazdı.

1931, genel eğilimlerin belirginleşmesi adına kritik bir yıldı. Aday filmler arasında yer alan Public Enemy ve Little Caesar, gangster/suç sinemasının erken dönem klâsikleri arasında yar alıyordu. İki film de, 1930’ların başlarında, Amerika’da içki yasağı döneminde suç dünyasında yaşanan bir yükseliş ve düşüş öyküsüne odaklanmaktaydı. Gerçekçi gözlemlere dayanan ve dönem eleştirisi barındıran bu yapımlar, binlerce yerliyi yok etme pahasına uygarlığı yaratan öncülerin serüvenleri kadar renkli değildi kuşkusuz(!). Akademi, ABD Kongresinin 1889 yılında aldığı karar uyarınca Oklahoma topraklarını çiftçi ve göçmenlere bağışlaması üzerine harekete geçen göçmenlerin öyküsüne odaklanan Cimarron’u En İyi Film ödülüne değer bulmuştu!

Sonraki yıl gösterime giren bir başka suç serüveni Scarface: The Shame of a Nation / Yaralıyüz, Greta Garbo’nun varlığı dışında hiçbir anlam ifade etmeyen Grand Hotel’e kaybedecekti. Bu, sisteme güveni boşa çıkarma çabası taşıyan gerçekçi öykülerin ikinci sınıf melodramlar karşısında alacağı ilk yenilgi olmayacaktı!

Dönem; aşk (It Happened one Night / Bir Gecede Oldu – 1934, Gone with the Wind / Rüzgar Gibi Geçti – 1939), iyimserlik (You Can’t Take it With You / Para Beraber Gitmez – 1938), macera (Mutinty on the Bounty / Gemide İsyan – 1935) gibi öyküler ve yeni çiftler aracılığıyla (Clark Gable & Claudette Colbert, Jean Arthur & James Stewart) bunalımı hafifletmenin yollarını ararken, özenle yaratılan vitrini bozmaya çalışan yaramaz çocuklara da rastlanmıyor değildi (Modern Times / Modern Zamanlar – 1936.); ancak Akademi’ye göre pek çok sinemaseverin adını hatırlamakta dahi güçlük çektiği The Great Ziegfeld, çok daha başarılı bir yapımdı ve o saçma “komünizm paranoyasını” kaşıyıp duran bu küçük adamı dikkate almak yersizdi!

30’lar, biraz da Frank Capra’nın içi doldurulamamış hümanizminin, aykırı sesleri boğduğu bir dönem olarak hafızalara kazınacaktı.

Kuşkudan Destana

Hitchcock imzası taşımasına karşın, sanatçının olgunluk dönemi göz önüne alındığında vasat bir film olan Rebecca’nın, The Grapes of Wrath / Gazap Üzümleri gibi eskimeyecek bir klasiğe yeğlenmesiyle açılan 40’lar, aslında sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden olan Orson Welles’in çıkışını müjdelemesi açısından kayda değerdi. Ne var ki yedinci sanatın anlatım olanaklarını yerle bir eden ve yeni bir çağın kapılarını aralayan 1941 yapımı Citizen Kane / Yurttaş Kane, biraz da filmin teşhir ettiği basın imparatoru Hearst’ün kampanyası sonucu göz ardı edilmişti. Akademi’nin 1942 tercihi daha da acıklıydı. Birçok eleştirmen tarafından “savaşa çağrı yapan, duyguları sömürücü basit bir propaganda filmi” olarak nitelendirilen Mrs. Miniver (Yönetmen: William Wyler), Aristokrat bir İngiliz ailenin, 2. Dünya Savaşı sırasında yok olmaya yüz tutan yaşamlarına odaklanıyordu. Ne var ki, kararlarını “Nazi tehdidine karşı kamuoyu baskısı oluşturmak” olarak açıklayan üyeler, bu kez de Lubitsch’in To be or Not to be / Olmak ya da Olmamak adlı başyapıtını ıskalamışlardı. Anti-militarist sinemaya armağan ettiği birçok sahne ile akılda kalan film, -The Great Dictator ile birlikte- Alman faşizmine en sıra dışı darbeleri savuran yapımlar arasında yer alırken, Miniver, nadiren hatırlanacaktı.

1944’ün gözde filmi Oscar’lara da damgasını vuran Leo McCarey’nin Going My Way / Yoluma Giderken, New York’taki bir Katolik kilisesine atanan genç papaz Chuck O’Malley’nin maceralarını anlatıyordu. Günümüzde, Bing Crosby’nin performansı sayılmazsa “sıradan” olarak nitelendirilebilecek film, Hollywood’un en başarılı dönemlerinden birinde şaşırtıcı olarak öne çıkarılmıştı. Bu kez, kara filmin doruk noktalarından olan Double Indemnity / Çifte Tazminat dışarıda bırakılmış, western tarihinde yeni bir sayfa açan The Ox-Bow Incident adaylığa dahi değer bulunmamıştı. (Öncülerin ülke yaratma çabaları veya yerlilerle olan mücadelelerini konu alan 40’ların westernlerinden kesin bir dille ayrılan bu film, uygar Batı’nın (!) linç yaklaşımına keskin bir bakış atmakta ve olasılıkla 2. Dünya Savaşı atmosferinin kahramanlık destanlarıyla uyuşmamaktaydı!)

Wyler’ın, Miniver’ın ardından savaş sonrasındaki toparlanış esnasında uyum sorunu yaşayan savaş gazilerini rehabilite çabaları The Best Years of Our Lives / Hayatımızın En Güzel Yılları – 1946 adlı filmde karşılığını bulacak; kuşkucu yaklaşımı ve karamsar yapısıyla topluma güvensizlik aşıladığından olsa gerek, Akademi’nin her daim burun kıvırdığı film noir, kendini yenilemeye devam edecekti (The Big Sleep / Birleşen Kalpler, The Postman Always Rings Twice / Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Notorius / Aşktan da Üstün).

Soğuk Savaş Yıllarında

Joseph L. Mankiewicz sinemasının doruk noktalarından olan All About Eve / Perde Açılıyor, 50’lerin perdesini açmıştı açmasına; ama tiyatro dünyasında yaşanan bu hırslı mücadelenin, Sunset Boulevard’dan daha başarılı olduğunu iddia etmek olası değildi. Hollywood’u konu alan filmler içinde en alaycı ve en saldırgan filmlerden olan Sunset Bulvarı, sessiz sinemanın kraliçelerinden biriyken, sinemanın sese kavuşmasının ardından bir kenara fırlatılan Norma Desmond’un tuhaf öyküsünü perdeye taşıyordu. Oscar dağıtan seçkin üyeler, filmin gösterime girdiği dönemde ayyuka çıkan eleştirilerden etkilenmiş olmalılar; zira bir kez daha ‘yanlış ata’ oynamışlardı! Soğuk Savaş’ın miladı sayılabilecek bu dönem, Akademi Ödülleri’ni de etkileyecek ve 50’li yıllarda hatalı kararlar tavan yapacaktı.

1951 yapımı Vincente Minnelli müzikali An American in Paris / Paris’te Bir Amerikalı, Method Kuramı’nın en başarılı örneklerinden olan A Streetcar Named Desire / Arzu Tramvayı’nın önüne geçmişti (Üstelik o yılın bir başka dikkat çeken yapımı da George Stevens’ın Theodore Dreiser’ın ünlü An American Tragedy adlı eserinden uyarladığı A Place in the Sun / İnsanlık Suçu idi!). Bir yıl sonra, görkemli filmlerin babası Cecil B. DeMille’in, seyircinin gözünü boyamaktan öte bir anlam taşımayan filmi The Greatest Show on Earth, McCarthy dönemini ironik biçimde mahkûm eden High Noon / Kahraman Şerif’in gölgesinde kalmasına karşın ödüle uzanacaktı. Üyeler, bu kez de John Ford, Howard Hawks ve John Wayne’den oluşan derin Amerikan korosunun “Böyle western mi olur?” serzenişlerinden etkilenmişti.

İki savaş filminin öne çıktığı 1953 Oscar’larında yapılan tercihler, “Akademi’nin Eğilimleri” kavramının altının doldurulmasına olanak tanıyacaktı. Zinnemann’ın Pearl Harbor baskınını fon alan melodramatik öyküsü From Here to Eternity / İnsanlar Yaşadıkça, Billy Wilder’ın bir toplama kampında kurtuluş mücadelesi veren askerleri konu edinen Stalag 17’yi saf dışı bırakacaktı. (Wilder’ın filminde masum kişinin casus ilan edilmesi, yine McCarthy dönemine dair üstü kapalı bir gönderme niteliği taşımaktadır.) Benzer bir durum 1957’de de ortaya çıkacak; yine iki savaş filmi, The Bridge on the River / Kwai Köprüsü ve Paths of Glory / Zafer Yolları, Oscar’lar için yarışacak ve kazanan; kuşkusuz askerlik kavramını tartışmaya açan Kubrick olmayacaktı!

Gerçeklikten kaçışın sinemasal zeminde teorize edilmesinin diğer bir karşılığı olan müzikallerin büyük başarıya kavuştuğu 50’ler Gigi’de somutlaşırken, çemberin dışında kalan yapımlar arasında Rebel Without a Cause / Asi Gençlik – 1955, 12 Angry Men / 12 Kızgın Adam – 1957, Touch of Evil / Bitmeyen Balayı – 1958 bulunuyordu. Perde, dönemin din sosuna batırılmış süper kahramanı Ben Hur ile kapanıyordu.

Büyük Değişim

60’ların daha ilk adımında, önceki onyılın memnuniyetsiz kuşağının isyana evrilmesine az bir zaman kala, Oscar’ın geleneksel ruhuyla tezat oluşturan The Apartment / Garsonyer, içerdiği vahşi kapitalizm eleştirisiyle hak ettiği ödüle uzanıyordu. Hemen sonra gündeme gelen Robert Wise’ın West Side Story / Batı Yakasının Hikâyesi, sıradan bir müzikal olmanın ötesine geçerek, gençlik sorunları ve Yeni Dünya’daki göçmen algısını yansıtmaya çalışıyordu. Yine de umutlanmak için erkendi.

Bernard Shaw’ın Pygmalion adlı oyununun yeni uyarlaması anlamı taşıyan My Fair Lady’nin, Kubrick klasiği Dr. Strangelove’u gölgede bırakması, 1964 Oscar’ları hakkında derin şüphelerin oluşmasına yol açacaktı. Üç yıl sonra, Norman Jewison’un, tek özgün tarafı ana karakterlerden birinin siyahî bir oyuncu olması olan In the Heat of the Night / Gecenin Sıcağında adlı filmi, sistem ve ödül işbirliğini somutlaştırması bakımından önem taşıyordu. Oyunu beyazların kurallarına göre oynayan Sidney Poitier’nin Virgil Tibbs karakteri ile akılda kalan bu film, her ne kadar liberal bir bakış açısına sahip olup, Martin Luther King’in öldürülmesinin hemen ardından gösterime girse de devre dışı bıraktığı filmler kadar önem arzetmiyordu. Arthur Penn’in ana akım sinemanın geleceğine yön veren Bonnie ve Clyde’ının yanı sıra, Mike Nichols’ün The Graduate / Aşk Mevsimi de 1967 Oscar’larında ödüle değer bulunmamıştı.

Değişime direnmeye kararlı görünen Akademi, sinema tarihinin en başarılı bilim-kurgu filmlerinden olan 2001’i es geçmiş, Polanski imzalı Rosemary’s Baby’i dikkate almamış, Blake Edwards-Peter Sellers iş birliğinin en parlak örneği olan ve ikinci Sunset Boulevard vakası gibi duran The Party’i ise adaylığa dahi uygun görmemişti. Kazanan, Charles Dickens’ın klasik eserinden uyarlanan bir müzikaldi: Oliver!

1969 ise Oscar Tarihi’nin en anlamlı değerlendirmelerinden birinin gerçekleşmesi adına önem taşımaktaydı. 60’ların ortalarından itibaren ciddi biçimde kabuk değiştiren Hollywood; aykırı insan öykülerini muhalif bir tavırla ele alırken, bu atılımın doruk noktalarından birkaçı bu yıla rastlayacaktı: Peckinpah’ın bir süredir etrafında gezindiği temaları belli bir bütünlük içinde sunma olanağı bulduğu westerni The Wild Bunch / Vahşi Belde adaylar arasında yer alıyordu. Türde bir dönemin sonunu işaret eden bu yapımın yanı sıra, Easy Rider gibi 68 kuşağının manifesto filmlerinden biri, Bunalım Dönemi ve bir rüya eleştirisi olarak nitelendirilebilecek Sydney Pollack’ın They Shoot Horses, Don’t They / Son Gerçek: Atları da Vururlar, toplamın önemli parçalarıydı. Oscar’ın sahibi ise adeta dönemin isyancı ruhunun kısa bir süre sonra karanlığa gömüleceğini işaret eden Midnight Cowboy / Geceyarısı Kovboyu oldu. James Leo Herlihy’nin romanından uyarlanan eser, parlak cilasının ardında korkunç bir sefalet gizleyen New üzerine gerçek bir başyapıttı. İki usta oyuncunun (Dustin Hoffmann & Jon Voight) görkemli yorumları, doğaçlama diyaloglar, çürümeye yüz tutan kentin ‘arka’ sokakları ve Andy Warhol ile Paul Morrisey gibi aykırı figürleriyle film, 60’lar sinemasının özeti ve en önemli olaylarından biri anlamına geliyordu. (Akademi’nin X-Rated bir filmi cesur bir kararla ödüllendirmesinin ardında, Gregory Peck’le birlikte yaşanan değişimin bulunduğunun altını çizelim.)

İdeolojiler Çapışırken

Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça ve M.A.S.H. / Cephede Eğlence gibi önceki dönemin izlerini takip eden filmler bir yana, 70’li yıllar biyografik bir filmle yola çıktı: Patton / General Patton. Filmin yarı militarist söylemi, usta oyuncu George C. Scott’ın varlığı ile bir parça törpülense de, 1971 adayları bu yönelimin bir tesadüf olmadığını kanıtlayacaktı. Başına buyruk, adaleti sağlama bahanesiyle kişisel yöntemlere başvuran faşizan polislerin temsilcisi The French Connection / Kanunun Kuvveti, Dirty Harry / Kirli Adam’la birlikte bu dönemin simge filmlerinden oldu. Akademi ise iki yıl önceki radikal kararından dolayı özür dilercesine, bu eğilimlerin anti tezini sunan A Clockwork Orange / Otomatik Portakal’ı göz ardı edecek, paranoya dalgasının habercilerinden Klute / Fahişe’yi ya da Altman’ın eski bir kiliseyi geneleve dönüştürmeye çalışan kahramanları McCabe and Mrs. Miller’ı yok sayacaktı. “Yaramazlık, bir yere kadardı!”

Aslında bütün bu olup bitenler, Kennedy’nin iktidara gelmesinin hemen ardından; Füze Krizi, Domuzlar Körfezi Çıkarması, Siyah Hareketi, Vietnam, Latinlerin Başkaldırısı, Suikastlar ve 68 Çığlıkları başlıklarıyla irdelenebilecek bir sürecin sonunda, sistemin kendini onarmaya başladığının somut göstergeleriydi. Biraz da bu yüzden, 70’ler, önceki on yılın başkaldırı hareketleri ile gelecek dönemin yeni sağ politikaları arasında bir çarpışma alanını oluşturacak, bundan en fazla etkilenen ise yedinci sanat olacaktı.

İki Godfather’ın (mafya ve meşruiyet ilişkisi göz ardı edilmeden) başarısı bir kenara bırakıldığında, 70’li yılların Oscar’a uzanan yapımları, ibrenin muhafazakarlara doğru kaydığının işaretleri arasında sayılabilir. Rocky, her ne kadar göçmenlerin sorunlarına ve sisteme tutunabilme çabalarına değiniyor gibi görünse de, çalışanın sınıf atlamayı başarabileceği gibi sığ bir metne sahipti. Annie Hall – 1977, Woody Allen’ın zekâsını en iyi yansıtan yapımların başında yer alıyordu; ancak burada da orta sınıf aydınlanmacı bireyin temsiliyeti, sosyalleşmeyi sağlayamamış, ilişkilerinde başarısız ve tek dostu psikologu olan Alvy’e terk ediliyordu. Kramer vs. Kramer / Kramer, Kramer’e Karşı – 1979, tıpkı bir yıl sonra gösterime girecek olan liberal Robert Redford’un Ordinary People / Sıradan İnsanlar gibi özgür kadına esaslı bir darbe indiriyor, kutsal ailenin çatısını örme görevini erkeğe havale ediyordu.

Gerçek kırılma ise Vietnam merkezli iki film arasında yaşandı. Olguya farklı cephelerden bakan iki filmden Coming Home / Eve Dönüş’ün hümanizmi, Akademi’ye yeterli gelmemişti. Savaşa soğuk baktığını iddia etmesine karşın, satır aralarında Vietnamlılara ırkçı bir yaklaşım barındıran Cimino’nun The Deer Hunter / Avcı’sı, 78 Oscar’larında En İyi Film seçildi. Bir süreç sona ermiş, sistem kendini emin ellere teslim etmişti. Bu dönem, Ronald Reagan’ın ortaya çıkışıyla bambaşka bir hüviyete bürünecek; yayılmacı ABD politikalarının en büyük destekçisi yine Hollywood olacaktı.

(16 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Çok Kişilikli Bir Kevin

Doğaüstü olayları öne çıkartan Hintli yönetmen M. Night Shyamalan, gerçeklikte olan şizofreninin en derinine yerleşmiş çok kişilikli bir insanın kişiliklerinin mücadelesini gerilimli bir dille yansıtıyor.

Pensilvanya’nın Philadelphia şehrinde. Kevin Wendell Crumb, “Denis” karakteriyle Claire’in babasının yerini aldıktan sonra üç genç kızı bayıltarak Claire, Casey ve Marcia’yı bilinmeyen bir mahzene götürüyor. Her şeyi önceden ayarlamış. Claire ve Marcia bu cehennemden hemen kurtulmak isterken, Casey bu tuhaf adamın ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Belki de onun ruhundaki yangını hissediyordur. Geriye dönüşlerle çocukluk anları zihninden düşen Casey’nin de ruhunda ateşler yanıyor.

1970’te Hindistan’da doğan Hintli yönetmen M. Night Shyamalan, 1999’da Hollywood’da “The Sixth Sense-Altıncı His” gizem yüklü gerilimini çekti. Bruce Willis’le de yolları kesişti. 2000’de “Unbreakable-Ölümsüz”, 2002’de “Signs-İşaretler”, 2004’te “The Village-Köy”, 2006’da “Lady in the Water-Sudaki Kız”, 2008’de “The Happening-Mistik Olay”, 2010’da “The Last Airbender-Son Hava Bükücü”, 2013’te “After Earth/Dünya-Yeni Bir Başlangıç” ve 2015’te “The Visit-Ziyaret” filmleri buralara da uğramıştı. Shyamalan’ın 2017 yapımı sinemaskop “Split-Parçalanmış”, dissosiyatif kişiliği şaşırtıcı ve yaratıcı bir görsellikle beyazperdeye yansıtabiliyor.

Parçalanmış çoklu kişilikler gerçekten şaşırtıcı ve gerçek anlamda zihin karıştırıcı. Şizofreninin derinliğinde yer alıyorlar. Sinema tarihinde bu psikolojik bozuklukla ilgili filmler var. İçlerinden heyecan ve şaşırtan bir filmi fark ettik. Richard Fleicher’ın 1968 yapımı renkli sinemaskop “The Boston Strangler-Boston Canavarı” filmi hemen öne çıkıyor çoklu kişiliklerde. Bu yeni kara film tarzındaki yapıt, Gerold Frank’ın eserinden uyarlanmış. Filmde Tony Curtis (DeSalvio), Henry Fonda (Bottomly) ve George Kennedy (Dedektif DiNatale) gibi büyükler oynuyordu. 1960’ların başında 13 kadını öldüren Albert DeSalvio üzerine korkutucu bir filmdi bu. “İpek Çorap Cinayetleri” adı verilmiş bu cinayetlere. Polis, önceden farklı kişilerin cinayetleri işlediği sanmış. Sonradan dissosiyatif biri olduğu anlaşılan DeSalvio’nun işlediği anlaşılmış. İşte Shyamalan’ın Kevin karakteri de DeSalvio gibi birbirinden çok farklı kişilikleri bir bünyede toplamış.

Tedavisi sürerken…

Psikolog Dr. Karen Fletcher, Kevin’i tedavi ediyor. Kevin’in “Barry” karakterinden e-posta aldıktan sonra Kevin elinde dosyayla Karen’i ziyaret ediyor. Moda çizimleri yapan Kevin’in zihnindeki kişilikler de mücadele veriyor. En tehlikelisi olan “Denis”, “Patricia”yla diğer kişilikleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Karen, hemen olmasa da “Denis”in baskın hale geldiğini fark ediyor. Kevin’in tam 23 kişiliği var. Adı anılanlar “Orwell”, “Hedwig”, “Jade” ve “Yaratık…” İçlerinde en uysal olan kişilik “Hedwig”di sanki Kevin’in. Ama en yok edici olanıysa “Yaratık”tı.

Beklenmedik ve şaşırtıcı…

Öncelikle filmin ikinci yarısıyla beraber merak duygusu ve gerilim yükseliyor. Aslında şizofren Kevin’in kişilikleri dışında çok az anda fark ediyorsunuz. Belki de fark edilemiyor. Zihinden “flaş” gibi dökülen anlarla Kevin’in korkusunu ve bu korkuyla sığındığı kişiliklere anlam verilebilir belki. İnsan psikolojisi derin, karmaşık ve şaşırtıcıydı. Kimi bilim insanları şizofreni, otizm, asosyallik ve çekirdek aile yakın kuzenlerimiz Neandertal insandan bize, yani “homo sapiens”e geçtiği söyleniyor. Neandertaller, yaklaşık 30 bin yıl önce soyları tükendi. Onlara “Avrupalılar” deniyor. Onlar da alet yapıp avlanıyorlardı. Mağara duvarlarına resimler çizdiler. Eti ateşte pişirdiler. Ama bizden farklılıkları sosyal olmamalarıydı. Çok az grup bir arada yaşıyorlardı. Avrupa’da buz çağı yaşandığı zamanlarda av hayvanları azalmıştı. Küçük hayvanları avlamıyorlardı. Açlık ve soğuk onların soyunu tüketti. Buz çağı öncesi bir dönem, onlarla karşılaştık, gen aktarımı oldu. Bizden onlara geçenler yararlı olamamış ki, yok olup gittiler. Ama onların geni bize aktarılmış. Psikolojik olanları günümüzde hayatın tam içindeydi. Ama bazı bilim insanları da asla neandertallerle karşılaşılmadı diyor. Neandertal insanın yaptığı ayakkabı gibi ayakkabı yapamadık, hâlâ. Onları küçümsememeli, saygı duyulmalı.

Shyamalan’ın bu filmindeki görsellik gerçekten heyecan verici. Özellikle Kevin’in sığınağı mahzen. İnsan gotik bir eserin içindeymiş gibi hissediyor bu anlarda. Mekânların soğukluğu da perdeden çıkıp geliyormuş gibi. Fonda duyulan yavaş tınıları Kevin’in öteki kişiliklerden bir anlık dinlendiği an gibi sanki. Filmdeki üç genç oyuncuya övgü gönderirken, elbette birçok kişiliğe bürünen James McAvoy’u da unutmamalı. Filmin bitiş anında küçük de bir sürprizi olduğunu hatırlatmalı. Son jeneriğin de yaratıcı olduğunu belirtmeli.

Parçalanmış (Split)
Yönetmen-Senaryo: M. Night Shyamalan
Müzik: West Dylan Thordson
Kurgu: Luke Franco Ciarrocchi
Görüntü: Mike Gioulakis
Oyuncular: James McAvoy (Kevin), Anya Taylor-Joy (Casey), Haley Lu Richardson (Clair), Betty Buckley (Dr. Karen), Jessica Sula (Marcia), Izzie Coffey (Çocuk Casey), Sebastian Arcelus (Casey’nin Babası), Brad William Henke (John Amca), Neal Huff (Claire’in Babası), Rosemary Howard (Kevin’in Annesi), M. Night Shyamalan (Jai), Bruce Willis (David)
Yapım: Universal (2017)

(16 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Akademi Ödülleri’nin Kısa Tarihi – 1

Giriş Yerine

1927 ve 1928 yılları, sessiz sinemanın son başyapıtlarının ardı ardına gösterime girdiği bir dönem olarak hatırlanıyordu. Sözgelimi Fransa’da Rene Clair’in İtalyan Hasır Şapkası (Un Chapeau de Patille d’Italie), bir dizi kaçıp kovalamacının ardında taşıdığı aristokrasi eleştirisiyle modern güldürünün eleştirel niteliğini gözler önüne seriyordu. Sovyet Devrimi’nin 10. yılı anısına çekilen Ekim (Oktiabre), Eisenstein’ın Potemkin’le ulaştığı biçimsel ustalığı bir adım daha ileriye taşıyordu. Abel Gance’ın Napoleon’u, sessiz sinemanın ulaştığı doruk noktalarından birini betimlemekteydi, tıpkı avangard cephede yer alan Bunuel’in Salvador Dali ile işbirliğinden doğan Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) ve Dreyer’in unutulmaz Jeanne d’Arc’ı gibi… Halkaya eklenen Pabst imzalı Pandora’nın Kutusu (Die Büchse der Pandora) ve Devrim Sineması’nın bir başka büyük ustası Dovzhenko’nun Arsenal’i, dönemin canlılığını kanıtlar nitelikteydi. Olasılıkla benzerine yalnızca 60’lardaki Yeni Dalga ve Antonioni’lerin çıkışı ile tanık olabileceğimiz ölçüde, sinema ilk kez Hollywood’un etrafında dönmüyordu!

Elbette bu girizgâh, Edison’un Kinetoscope için çektiği, William Heise’nin The Kiss’inden itibaren sinemada bir dizi önemli devrimi gerçekleştiren Amerikan sinemasının küçümsenmesi gibi bir anlam taşımıyordu. Portföyünde Büyük Tren Soygunu gibi yedinci sanatı geniş kitlelerle buluşturan önemli filmler bulunduran bir sinemaydı bu. Griffith’in erken dönem klasikleri; Cecil B. De Mille’in Aldatış’ı; bütün bir komedi tarihinin üç büyükleri Chaplin, Keaton ve Lloyd’un gövde gösterileri, Hollywood’a Yaşlı Kıta’dan gelen yönetmenlerin belki de en tartışmalı olanı Stroheim’ın kalp atışları vs.

İşte bütün bu karmaşık, ama bir o kadar da renkli atmosferin ortasında bir yerlerde, Oscar’ın öyküsü de başlamış oldu.

Tartışmalı Bir Başlangıç

İlk Oscar’ın En İyi Film kategorisindeki öne çıkan adaylar arasında, Murnau’dan Şafak (Sunrise, 1927), Frank Borzage imzalı Yedinci Cennet (Seventh Heaven, 1927), Josef Von Sternberg’in Son Emir (The Last Command, 1928), William A. Wellman’ın Kanatlar (Wings, 1927) ve King Vidor’un Kalabalık (The Crowd, 1928) filmleri yer almaktaydı. Chaplin’in erken dönem klasiği Sirk (The Circus, 1928) ise adaylığa değer bulunmamıştı; buna karşın Akademi, yıllar sonra özür niyetine verilecek Onur Ödülü sayılmazsa, muhteşem ‘serseri’nin tek ödülü sayılabilecek özel bir Oscar’la durumu telafi edecekti.

H. Sudermann’ın bir öyküsünden uyarlanan Şafak (Sunrise, 1927) sinema tarihinin en büyük ustalarından birinin, adını geniş kitlelerin Nosferatu (1922) ve Faust (1926) gibi ekspresyonist / romantik dönem Alman klasiklerinden işittiği Friedrich Wilhelm Murnau’nun imzasını taşımaktaydı. Kırsalda yaşayan bir Amerikan ailesinin öyküsünün anlatıldığı film, kameranın bir ‘göz’ gibi kullanılması tekniğini Amerika’da ilk kez uygulaması ve çevreyi oyuncunun gözünden incelemesi açısından da büyük önem taşımaktaydı. Şafak, gösterimde kaldığı günlerde, dönemin sinemasal eğilimlerine sarsıcı ve ani bir darbe indirdiğinden olsa gerek, önemi tam olarak anlaşılmamış bir başyapıt olarak akılda kaldı.

Diğer adaylardan olan Yedinci Cennet, dönemin popüler melodramlarının başında yer alıyordu. Austin Strong’un oyunundan uyarlanan ve Paris’te geçen film, iki gencin tutkulu aşklarını konu almaktaydı. Umut ve hayal kırıklıkları arasında gidip gelen insanların aşk serüvenlerini perdeye taşıyan ve hemen her seferinde anti-militarist bakış açısını filmlerine yedirmeyi başaran Borzage, özellikle sevginin gerçeği yenebileceğini ima eden -ve pek çok melodrama ilham kaynağı olan- finaliyle izleyicisini etkilenmişti.

Zafer Şafağı adıyla da tanınan Son Emir, Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’dan kaçıp Amerika’ya gelen ve bir süre Hollywood’da ufak tefek rollerde oynamak zorunda kalan devrik General Lodijensky’nin anılarından uyarlanmıştı. Toplumun bir kıyısında yoksulluğa terk edilmiş insanları ya da yeraltı dünyasının acımasız karakterlerini konu aldığı eserleriyle dikkat çeken Sternberg’in en kitlesel çalışmalarından sayılan film, dünyanın sinema merkezinde yaşanan ekmek ve var olma mücadelesine eğilen ilk yapımlardandı.

Şafak gibi sıradan insanın öyküsüne odaklanan Kalabalık, Amerikan Rüyası’na yapılan esaslı bir eleştiri sayılabilirdi. Film, New York’un yoksul kalabalıkları arasında yalnızlığı yaşayan alt/orta sınıf insanına çarpıcı ve (finali dışında) karamsar bir bakış atmıştı.

İlk Oscar’larda öne çıkan son film ise Kanatlar’dı. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da geçen yapım, çocukluktan bu yana arkadaş olan Jack Powell ve David Armstrong ’un savaş ve aşk serüvenlerine odaklanmaktaydı. Savaşta kendisi de pilotluk yapan yönetmen Wellman, 2 milyon dolar gibi dönemine göre oldukça yüksek bir bütçeyle çektiği filminde görüntü efektlerden aldığı güçle beğeni toplamıştı.

Bu listeye yakından bakıldığında, sisteme muhalifliği konusunda kimsenin tereddüdü olmadığı Charlie Chaplin gibi bir isim dışarı çıkarıldığında dahi eleştirel bir bakışa sahip filmlerin ilk Oscar’a damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir. Gerçekten de, çoğunlukla ezilen ya da tutunamayan kesimlerin öykülerini perdeye taşıyan yönetmenler, kimi zaman uzlaşmacı bir kimliğe bürünerek de olsa, büyük bir gerçeklik duygusuyla dönemin tasvirine soyunmuşlardı.

Bütün bunlara karşın Akademi’nin ilk üyeleri, ‘suya sabuna en az dokunan’ filmlerden olan Kanatlar’ı ödüllendirmeyi uygun buldular. Yani: Pilotların göklerdeki heyecanlı serüvenlerine zorlamayla yedirilen bir aşk üçgeni ve bolca da vatanseverlik sosu! Yine de hakkını yemeyelim. Sonradan icat edilmiş yeni bir ödül, ilk kez işiteni şaşkınlığa sürüklemesine rağmen Sunrise’ın oluyordu: En Başarılı Sanatsal Film! Aslında bu ayrım, özellikle günümüz sinema eleştirisinde de varlığını sürdüren “kitle filmi”, “üstün yapım”, “sanat filmi” vb. kavramların somut olarak ortaya çıkışını belgelemesi açısından büyük önem taşıyordu; ama Akademi’nin aldığı kararın, neredeyse yüzyıla yayılacak sanatsal bir tartışmanın fitilini ateşlemek gibi bir kaygısı yoktu. Bu, olsa olsa aldığı karardan tatmin olamayan ve olası bir yanlışı önlemek adına yeni bir ödül keşfeden bir topluluğun çözümü anlamına geliyordu. Süreç içinde “sanatsal ya da muhalif olanı göz ardı edemeyen” bu eğilim, yerini kitle beğenisine uygun düşen ya da tanıtım kampanyalarını başarıyla yürütmüş filmleri yeğleme anlayışına bırakacaktı.

Bunun ilk örneklerine rastlamak için çok değil, sadece bir yıl geçmesi gerekiyordu.

Herkes Dans Ederken!

Sesli sinemanın ortaya çıkmasının ardından en çok dikkat çeken tür haline gelen müzikallerin ilk örneklerinden olan The Broadway Melody, “Herkes konuşuyor, dans ediyor ve şarkı söylüyor!” sloganıyla 1928-29 Oscar’larının galibi olmuştu. Taşradan kente birlikte gelen ve Broadway sahnelerinde var olmaya çalışan Quennie ve Hank adlı iki arkadaşın öykülerinin anlatıldığı film, en çok “You are meant for me, Give me regards to Broadway, The wedding of the pointed doll” şarkısıyla hatırlanmaktaydı.

Büyük kentlerin eğlenceli gece dünyası ile bu hayata gıptayla bakan yoksul kesimler arasında (sistemi koruma ve kollama görevi adına!) bir bağ kurmak mümkündü elbette; ancak The Wind / Rüzgâr gibi bir klasiğin dışarıda bırakılması, ‘sakat doğan çocuğun’ katledilmesi gibi bir şeydi. Victor Sjöström’ün 1924 yılında başlayan Hollywood serüveni içinde en kayda değer çalışması olan Rüzgâr, Doroty Scarborough’un romanından uyarlanmıştı, Güneyli güzel Letty Mason’ın öyküsünü konu alan film, Teksas bozkırlarında uğultuyla esen rüzgârları ve merhametsiz kum fırtınalarını kusursuzlukla yansıtmıştı.

Oscar’ın efsanevi tarihindeki parlak başlangıcı irdelediğimiz bu bölümde (!), özetle Akademi’nin -hiç değilse ilk yıllarda- “uzlaşmacı” bir eğilim sergilediğinden, “sanatsal” olanla “kitleseli” bir potada eritme çabalarından söz ettik. Öncelikle sözü edilen zorunlu yönelimin zaman içinde Amerikan Rüyası’nı meşrulaştırma ve stüdyo sisteminin çıkarlarını savunma aracına dönüşmesi kaçınılmazdı ve bu kaçınılmaz sondan nasibini alan ilk yönetmenlerden biri de Victor Sjöström’dü.

Klasik dönem İsveç sinemasının en önemli temsilcilerinden olan ve ülkesinde sinemayı sanata dönüştüren Sjöström’ün başyapıtı Hayalet Araba (Körkarlen – 1921), sessiz sinemanın en önemli filmleri arasında yer alıyordu. Selma Lagerlöf’ün tanınmış eserinden uyarlanan filmde, bir din görevlisi ve yaptıklarının bedeli olarak Tanrı tarafından lanetlenip bir hayaletin sürdüğü arabayla ölülerin ruhunu toplamakla görevlendirildiğine inanan Holm adlı bir adamın öyküsü anlatılmaktaydı. Uluslararası sinema çevrelerinde büyük yankılar yaratan film, en çok Holm’un geçmişine dönülen sahnelerdeki teknik ustalığıyla dikkat çekmişti. Ele aldığı fantastik konuyu büyük bir ustalıkla işleyen yönetmenin yolu, filmin ardından -dönemin Avrupalı pek çok sinema adamı gibi- Amerika’ya düşmüştü.

Sjöström’ün (ya da ABD’deki adıyla Seaström) Yeni Dünya macerasında ilk önemli çalışma olan Tokat Yiyen (He Who Gets Slapped – 1924), Hollywood’un fantastik evreniyle, Kuzey’in psikolojik unsurlara önem veren sinema anlayışının kusursuz bir bileşkesiydi. Film, hayatı boyunca sürekli ‘tokat yiyen’ bir mucidin öyküsünü konu almaktaydı. Karısı tarafından aldatılan kahramanımızın hayatı, imza attığı önemli bir buluşun karısının aşığı tarafından çalınmasıyla tamamen değişecek ve bir sirkte noktalanacaktı. Leonid Andreyev’in romanından uyarlanan yapım, mekân seçimi ve ışığın kullanımıyla dikkat çekecek ve en çok ‘binbir surat’ Lon Chaney’nin yorumuyla hatırlanacaktı.

Yönetmenin 1924 yılında başlayan Hollywood serüveni içinde öne çıkan diğer çalışması olan Rüzgâr’ın ardından Hollywood’da yalnızca bir film daha çekebilen Sjöström, Amerika’da mutsuz olan yönetmenler kervanına katılarak İsveç’in yolunu tutacaktı. Onu; Hallelujah – 1929, Şehir Işıkları, Modern Zamanlar, Yurttaş Kane, Kahraman Şerif, Zafer Yolları gibi filmlere ya da Chaplin’den Welles’e, Arthur Penn’den Kubrick’e uzanan bir çizgide yarışın dışına itilen pek çok yönetmene bağlamak olasıydı.

(14 Şubat 2017)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Toni Erdmann’dan Yaşam Dersleri

2016 yılının en büyük sürprizlerinden biriydi ‘Toni Erdmann’. İlk kez gösterildiği ’69. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerin gözdesi oldu. Aralık ayı içinde açıklanan Avrupa Film Ödülleri’ne beş ana dalda damgasını vurdu. Şimdilerde En İyi Yabancı Film dalında Oscar’ın favorisi.

Alışılmadık bir baba kız ilişkisini konu alan filmin bu denli sevilmesinin nedeni, paha biçilmez yaşam dersleri içermesinden kaynaklanıyor. Sakin Alman kasabasında yaşamını sürdüren emekli müzik öğretmeni ile çokuluslu petrol şirketinin Romanya bürosunda danışman olarak çalışan kızı, çok farklı iki kuşağın temsilcileri. Eve gelen kuryeye bile şaka yapmaktan kendini alamayan muzip Winfried, korkunç bir peruk ve takma dişlerle büründüğü Toni Erdmann karakteriyle kızının hummalı çalışma hayatına kendi bildiği şekilde müdahaleye başlıyor. Kâh serbest çalışan bir yaşam koçu, kâh Alman Büyükelçi olarak tanıtıyor kendini ve herkesin sürekli rol kestiği ortamlarda kolaylıkla kabûl görüyor. Maskeli yüzüyle kapitalist dünyanın yapaylığını göstermeye çalışıyor Ines’e. ‘Gerçekten insan mısın sen’ diye sorarken, hayatın güzelliklerini hatırlatmaya çalışıyor ona.

Yönetmen Maren Ade’nin üçüncü uzun metrajı bu. Alman sinemacıyı yıllar önce ‘If Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğimiz Berlinale Büyük Jüri Ödüllü bir önceki filmi 2009 yapımı Herkes Gibi (Alle Anderen)
ile tanımıştık. Çağdaş kadın erkek ilişkileri üzerine benzersiz gözlemler içeriyordu bu güzel yapım. ‘Toni Erdmann’ ile kapitalist dünyada ıssızlaşan insan ilişkilerinin çıkmazını baba/kız ilişkisi çerçevesinde işliyor bu kez. Unutulmaz komik anlar, absürd sahneler barındırıyor film. Bunu yaparken ana karakterin sebep olduğu tuhaflıkların sulu zırtlak bir güldürüye dönüşmesine izin vermiyor. Komik anların ardındaki gizli hüznü seyirciye geçirmeyi başarıyor.

Yüzü belirsiz sarışın bir kadının (sonradan Kukeri olarak adlandırılan bir Bulgar miti olduğunu öğrendiğimiz) tüylü dev yaratığı kucakladığı alışılmadık afiş fotoğrafından başlayarak sürekli şaşırtıyor bizleri. Ines’in meydan okuması olarak okunabilecek ünlü ‘pötifur’ ya da ‘çıplak doğumgünü partisi’ sahnelerinin içerdiği kırılgan mizahla seyircisini sarsan sinemacı, Ines’den Whithey Houston klasiği ‘Greatest Love of All’ performansı ya da dev yaratık maskeli babayla kucaklaşma sahnesinde duygusal anlar yaşatıyor. Enfes bir finalle filmini noktalarken mizah/drama dengesini korumaya hep dikkat ediyor. Üç saate yaklaşan süresi içinde karakterlerini detaylı olarak tanıtıyor, zorlu aşamalardan sonra kabullendiriyor onları. Bunda, Avrupa ödüllerinde en iyi erkek ve kadın oyuncu seçilen Peter Simonischek ile Sandra Hüller’in mükemmel performanslarının önemli payı olduğunun da altını çizmek isterim.

Aylar önce festival koşturmacası içinde ilgiyle izlemiştim ‘Toni Erdmann’ı. Daha sakin bir ortamda ikinci izleyişte filmin kat kat açılan yapısının büyüsünü daha derinden hissettiğimi ifade etmeliyim. Bu eşi benzerine kolay rastlanılmayacak deneyimi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum.

(12 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmişten Gelen

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Zaman zaman sinemacı ve filmcilere ve çalışanlarına sosyal medya ortamından olsun, sosyal medya ortamından olmasın sitem ederiz. Bu sitemlerin bazıları, teknolojinin hızının sağladığı gerekçeler öğrenildiğinde haksız oluyor. Varlığından yeni haberdar olduğum bir filme, geçenlerde bir Çarşamba günü basın gösterimi düzenlendi. Filmin alt yazılarını çeviren arkadaşa rastlayınca “Nereden çıktı bu film birden?” diye sordum. “Sorma abi, o kadar hızlı oldu ki, film Cuma günü geldi, haftasonu alt yazıları çevirdim, bugünkü basın gösterimine ucu ucuna yetiştirebildik.” dedi. Yani bizim yakadan şöyle görünen olay karşı yakadan böyle görünebiliyor. Gönül koyalım mı? Hayııır, gönül koymayalım, herkes haklı olabiliyor. (07 Şubat 2017)

“Karanlığın Ellibir Tonu” 2018 Şubatında sinemalarda. (-Müneccim miyim neyim ben? -Yok canım, ne âlâkası var; sadece “Karanlığın Elli Tonu”nun sondaki jeneriğini The End’e kadar izledim, hepsi bu.) (08 Şubat 2017)

Aşk ve seks ağırlıklı “Karanlığın Elli Tonu” filminin verdiği ilhamla: Aciz insanoğu hangi makamda, hangi yerde ve hangi zamanda olursa olsun yapacaklarının mutlaka bir sınırı vardır. Bu dünyada yaşamak bir sınırdır, bu şehirde yaşamak bir sınırdır, bu yediklerimiz bir sınırdır, bu içtiklerimiz bir sınırdır, bu gördüklerimiz bir sınırdır. Bu yazdıklarımın hiçbiri aklınıza yatmadıysa söyleyeyim: Ömür bir sınırdır. O nedenle ihtirasa kapılmayın, adaletsiz olmayın, yanlış yapmayın; sevecen olun, adil olun, doğru olun.
Yukarıda yazdıklarım da gösteriyor ki hiçbir filmi küçümsememeli, her filmden mutlaka alacağımız bir şeyler vardır. Filmin sonlarına doğru anne mealen şöyle diyor: “Çocuklarımız büyüdüğünde bizden uzaklaşır; mutlu bir hayat yaşıyorlarsa bunu sorun etmemeliyiz.” (08 Şubat 2017)

TRT Müzik 08 Şubat 2017, 20:38: “Kadifeden kesesi, havadan gelir sesi…”. (Daha önce bahçeden geliyordu, şimdi havadan geliyor yapmışlar.) (08 Şubat 2017)

Sinemacı tabiriyle söylersek, başka bir kamera açısından baktığımızda hayır demek mevcut duruma evet demek oluyor. Veya hayır dersem belki demek, belki dersem evet anla; evet dersem belki demek, belki dersem hayır anla. (09 Şubat 2017)

Atalarımız boşuna “İnsandır beşer, kuldur şaşar” dememiş. Geçen gün Franco Nero’dan bahsederken O’nu 1970’lerdeki Sartana adlı kovboy filmleri serisinden hatırladığımızı, ayrıca yanılabileceğimi bu filmlerde Anthony Steffen adlı başka bir oyuncunun oynamış olabileceğini yazmıştım. Bir kez yanılmakla kalmamış, iki kez yanılmışım. Az önce sinemaseverlerin kutsal kitabı IMDb’ye baktım, Sartana filmlerinde Gianni Garko ve William Berger oynuyor. Bu wesileyle William Berger’den kısaca bahsedeyim. Bu oyuncu, ünlü Alman oyuncu Klaus Kinski ve bizim Erol Taş’ımız gibi genelde kötü rollerde oynasa dahi sinemaseverler tarafından çok sevilirdi. Sartana’lara dönersek IMDb.de Türkçe adlı Sartana Affetmez (1968), Sartana’nın Oyunu (1969), Sartana Ölüm Vadisi (1970), Sartana Ölümle Öder Amigo (1970) adlı filmler var. Benim sinemalarda gösterildiğinde Türkçe afişlerinden aldığım notlarımda Sartana Ölümle Öder (IMDb.de “Amigo” eki konmuş) ve Sartana Ölüm Vadisinde (IMDb.de “nde” eki yok) adlı filmlerin 1972 Mayıs ayında, Sartana’nın Acı İntikamı adlı filmin ise 1972 Ağustos ayında ülkemiz sinemalarında gösterildiği yazıyor. IMDb.ye Türkiye’den bilgi giren arkadaşlar zaman zaman değişiyor, şu anda hangi arkadaşın ilgilendiğini bilmiyorum, o nedenle buradan yazayım: Sartana’nın Oyunu ve Sartana Ölümle Öder Amigo filmlerinde aynı orijinal afiş (yukarıda görülen) kullanılmış, sanırım birisinin kaldırılması gerek. (09 Şubat 2017)

TRT Müzik 09 Şubat 2017, 14:42: “Onbeş yaşında da Nazife de Hanıma doyum olur mu?”. (Restorasyona meraklıysan, bunu “Ellibeş yaşında da Nazife de Hanıma…” yapsana.) (09 Şubat 2017)

Asansör bozuldu. (Merdivenlerin ahı tuttu herhalde.) (09 Şubat 2017)

(11 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Renklerin Tonunda Erotik Yolculuk

Amerikalı yönetmen James Foley’nin “Karanlığın Eli Tonu”, ilk filmi görmeyenlerin zihninde boşluklar bırakan erotizm dolu bir film.

İngiliz kadın yazar E. L. James’in üçlemesinin ikinci romanından uyarlanan 2017 yapımı sinemaskop “Fifty Shades Darker-Karanlığın Elli Tonu”, Sam Taylor-Johnson’ın 2015 yapımı sinemaskop “Fifty Shades of Grey-Grinin Elli Tonu”nun devamı. Üçüncüsü de yolda. İlkinin senaryosunu Kelly Marcel yazmıştı. Devam filminin de senaryosunu Kuzey İrlandalı Niall Leonard yazdı. İkinci filmdeki birçok karakter aynıydı. İkincisinde birkaç yeni karakter hikâyeye dâhil olmuş.

Seatttle şehrinde. Pasifik kıyıları. Anastasia “Ana” Steele, ilk filmde Washington Eyalet Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okuyor. Ana, geçmişi gizemli milyarder genç Christian Grey’le okul gazetesi için röportaj yaparken tanışıyor. Aralarında tuhaf bir ilişki başlıyor. Tuhaflık Christian’ın “itaatkârlık” isteği. Bu bir tür esaretlikti. Sado-mazoşist ilişki de var tabii.

Aşk yeniden alevlenince…

Birkaç yıl sonra. Seattle şehrinde. Ana bir yayınevinde editör yardımcılığı yapıyor. Editör Jack Hyde ona ilgi duyuyor. Ama gizemli Christian birden ortaya çıkıyor ve Ana için hayat heyecan yüklü oluyor. Ama “itaatkâr” olacak mıydı? Christian belki de hayatında ilk defa âşık oluyordu. Ana, Christian’ı değiştirebilecek miydi? Bir de Leila Williams çıkıyor ortaya. Leila, Christian’ın eski “itaatkâr”larından biriymiş. Filmde gerilimi o yükseltiyordu. Hikâyeye güzellik uzmanı Elena Lincoln da katılıyor. Elena,
Christian’a itaat ettirerek sevişmeyi öğretmiş. Ana ve Christian arasında tuhaf ilişki sado-mazoşist sevişmelere kadar gidiyor bu filmde de. Bu tuhaf oyunda kazanan aşk mı, yoksa ayrılık mı alacaktı?

Filmde, estetik anlamda çarpıcılık pek öne çıkmasa da karanlık iç mekânlarda kasvet kendini hissettiriyor. Ama ürkütücülük anlamında değil. Ama film böyle yaparak beklentiye düşürüyor seyirciyi. Belki de yoğun gerilim üçüncü macerada olacak. Sadece meraklıları için.

Amerikalı yönetmen James Foley, 1953’te New York‘ta doğdu. 1996’da “The Chamber-Dava”, 2007’de “Perfect Stranger-Kusursuz Yabancı” gibi filmleri ülkemize uğramıştı. Yönetmen fazla film çekmiyor. En verimli dönemleri 1990’lardı.

Karanlığın Elli Tonu (Fifty Shades Darker)
Yönetmen: James Foley
Eser: Niall Leonard
Senaryo: E.L. James
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: John Schwartzman
Oyuncular: Dakota Johnson (Anastasia), Jamie Dornan (Christian), Kim Basinger (Elena), Eric Johnson (Jack), Eloise Mumford (Kate), Bella Heathcote (Leila), Rita Ora (Mia), Luke Grimes (Elliot), Victor Rasuk (Jose), Max Martini (Taylor), Bruce Altman (Jerry), Marcia Gay Harden (Grace)
Yapım: Universal (2017)

(11 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bazen Boş Sayfa Birçok İhtimal Verir

Amerikan bağımsız sinemasının büyüklerinden Jim Jarmusch’un şiire ve şehre adadığı “Paterson” filmi, sinemaya ve fotoğraf sanatına da dizeler gönderiyor.

Paterson, New Jersey’nin Paterson şehrinde belediye otobüsü şoförü. Doğduğu ve yaşadığı bu şehre tutkuyla bağlıydı Paterson. Bu şehrin şairi “Pulitzer Şiir Ödülü”nü 1963’te kazanmış William Carlos Williams’a da tutkuluydu. Kendisi de şair. Pediyatrist de olan New Jerseyli Williams (1883-1963), imgelemci bir şairdi. Williams’ın “Kırmızı El Arabası” şiiri şöyleydi: “yağmur suyuyla / parlamış / kırmızı / el arabasının / ne çok şey yığılmış / üstüne / beyaz tavukların / yanında…” Paterson şehri üzerine de 1946’dan 1958 kadar beş ciltlik epik şiirler yazmıştı. Şiirde, imgecilikten nesnelciliğe giden şair Williams’ın etkilediği otobüs şoförü Paterson, çok sevdiği Passaic Nehri’ndeki “Büyük Şelaleler”de defterine dizeler düşürüyor. Paterson, İran asıllı Laura’yla evli. Evi, hiç sevemediği bulldog Marvin’le de paylaşıyor Paterson. Aslında sevgisizlik karşılıklıydı. Marvin de ne yapacağını biliyor.

Eşi Laura’nın beğendiği şiirlerinden biri şöyleydi Paterson’ın: “Çocukken / öğrenirsin / üç boyut var / yükseklik, genişlik ve derinlik. / Bir ayakkabı kutusu gibi / Sonra sen duydun / dördüncü bir boyut var / zaman. / Hımmm / Sonra bazıları şöyle der: / beş, altı, yedi olabilir… / İşi kesiyorum / bir bira iç / barda. / Bardağa bakıyorum / ve mutlu hissediyorum…” Paterson defterine şiir yazarken, dizeler gerçeküstücü perdeye yansıyordu. Günler de yazıyla yansıyordu. Paterson’ın şiirleri, Oklahoma’nın Tulsa şehrinde 1942’de doğmuş şair-yazar Ron Padgett’ten ödünç alınmış.

Jim Jarmusch sinemanın büyük yönetmenlerinden. 1953’te Ohio’nun Akron şehrinde doğan Amerikalı bağımsız sinemacı Jarmusch, bir tarafıyla New Yorklu, bir tarafıyla da Şikagolu. Nasıl mı? Muhteşem Akron şehri, bu iki büyük şehrin arasına sıkışmış gibi sanki. Yönetmen Jarmusch’un sinemasıyla ilk olarak 1996’daki 15. İstanbul Film Festivali’yle karşılaştık. 1984 yapımı siyah-beyaz “Stranger Than Paradise-Cenetten de Garip” filmi ustayla karşılaşma olmuştu. Ardından 1986 yapımı “Down by Law-İçerdekiler” geldi. 1986’da çektiği siyah-beyaz kısa film “Coffee And Cigarettes-Kahve ve Sigara” da vardı. Ustanın, renkli olarak çektiği filmler de epeyce. 1989’daki “Mystery Train-Gizem Treni”, 1991’deki “Night on Earth-Dünyada Bir Gece”, 2005’teki “Broken Flowers-Kırık Çiçekler”, 2013’teki “Only Lovers Left Alive-Sadece Âşıklar Hayatta Kalır” var. Buralara uğramayanlara dokunmadık. 1995’te çektiği ve Johnny Depp’i oynattığı “Dead Man-Ölü Adam” siyah-beyazdı. Jarmusch, “Lee Marvin’in Oğulları” adında gizli bir grup bile kurmuş. Jarmusch müzikle de ilgileniyor ve klavye çalıyor.

Günler akıp giderken…

Paterson için bir günün diğerinden farkı yok. Belki de tek fark, defterine düşen kelimeler. Pazartesi yine aynı saatte sabah altıyı biraz geçe uyanıyor. Laura’yı öpüyor. Laura rüyasında ikiz bebek doğurduğunu görmüş. İşine gidiyor. Garajda hareket amiri Hint asıllı Donny gelene kadar defterine dizler yazıyor. Donny çok dertli. Paterson gibi bu dertleri dinleyince öğreniliyor. Her zamanki gibi yolcuların da anlatacak bir şeyleri var birbirlerine. Akşam olunca eve geliyor. Her zamanki gibiydi her şey. Laura, evdeki eşyaları, perdeleri boyuyor. Laura’nın hayali de kek yapıp çok para kazanmak. Başka hayalleri de var. Gitar alıp folk şarkıcısı olmaktı düşü. Yemekten sonra köpek Marvin’i geziye çıkartıyor. Her zamanki bara geliyor. Doktor’un barıydı burası. Birasını içiyor. Barda sürekli tartışan Marie ve ona sırılsıklam âşık Everett var. Marie kendisine sahip olunmasını istemiyor. Everett, Marie’nin her şeyini istiyor. Aşk olmazsa bu dünyada anlam olur muydu? Salı sabahı. Dünden farkı yoktu. Tek farksa defterine yazdığı kelimeler. Çarşamba sabahı da yatağında uyanıp Laura’yı öpüyor, kahvaltı yapıyor ve işe gidiyor. Değişen bir şey yok. Akşam yine Marvin’i dışarı çıkartıyor. Barda bira içiyor.

Perşembe biraz farklıydı sanki. İşten sonra bir kız çocuğu hayatına renk katıyor bir an. O da şair. Şelaleler üzerine şiir yazmış. Cumaysa anarşist kızın anlattıklarına kulak veriyor otobüste. İtalyan anarşist üzerine konuşuyor kız. Biraz heyecan veriyor. Sonra hafta sonu geliyor. Laura keklerini satmak için pazara giderken, o da Marvin’le baş başa kalıyor. Paterson, kekleri pazarda satan karısıyla dışarıda yemek yerken, eski korku filmleri gösteren bir sinemaya gidiyorlar. Sinemada Erle C. Kenton’ın 1932 yapımı siyah-beyaz “Island of Lost Souls-Kayıp Ruhlar Adası” korku filmini izliyorlar. Ama eve döndüklerinde Marvin’in intikamıyla karşılaşıyor Paterson. Pazar günü kederle şelaleye gittiğinde orada yanına Japon şair yaklaşıyor. Şair William Carlos Williams’ın tutkunu Japon şair, onun doğduğu şehir Paterson’ı merak etmiş. Japon şair, sonra Pateson’a yeni defter veriyor, boş sayfalar birçok ihtimal verir diye. Paterson, yine ilhamını bulup dizeler düşecek bu yeni deftere.

Şairlere ilham…

Filmi izlerken görselliğin çarpıcılığına da dokunmak gerekiyor. Filmde yoğunluklu olarak Amerikalı yönetmen Griffith’le Rus yönetmen Pudovkin’in ruhuna dokunuyor insan. Kameranın betimleyici yansıtmaları, kesmeli kurgu, çarpıcı açılar betimlemeli anlatıma dokundurtuyor. Jarmusch bu filminde görselliği gerçekten uç noktaya taşıyor. Ama gerçeküstücü ruhu da bırakmıyor filminde. Zincirlemeli bindirme tekniğini de sıkça kullanmış gerçeküstü estetiğin sokaklarında dolaşarak. Sürekli tekrarlanan, “leit-motife” dönüşen anlar da var. Perdede fark ediyorsunuz. Jarmusch, fotoğraf sanatından armağan yansımaları da görsel zenginlik olarak filmine katmış. Camlardan yansımalar gibi. Elbette altta duyulan dingin tınılar da tüm bunlara katkı sunmuş filmde. Umalım şairler, Jarmusch’un bu değerli filminin farkında olurlar. Bu film, 2016’da 69. Cannes Film Festivali’nde “Palmiye Köpek Ödülü”nü bulldog Nellie’yle kazanmıştı. Yönetmen bu filmini Nellie’nin aziz hatırasına adamış. Çünkü Nellie artık yok.

Paterson
Yönetmen-Senaryo: Jim Jarmusch
Müzik: Carter Logan-Sqürl-Jim Jarmusch
Kurgu: Affonso Gonçalves
Görüntü: Frederick Elmes
Oyuncular: Adam Driver (Paterson), Golshifteh Farahani (Laura), Chasten Harmon (Marie), William Jackson Harper (Everett), Barry Shabaka Henley (Doktor), Rizwan Manji (Donny), Trevor Parham (Sam), Troy T. Parham (Dave), Brian McCarthy (Jimmy), Frank Harts (Luis), Sterling Jerins (Çocuk Şair), Masatoshi Nagase (Japon Şair), Kara Hayward (Anarşist Öğrenci), Nellie (Köpek Marvin)
Yapım: Amazon Studios (2016)

(21 Şubat 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Geçmişin İzleri

Beyoğlu Lale Sineması Anılarının Çağrıştırdıkları:

Kapanma öncesinde son işletmecisinin Avşar Film olduğu Beyoğlu Lale Sineması’nı Cemil Filmer, Fitaş Sineması’na rakip olarak açmış, daha sonra Lâle Film sahibi Rahmi Akçaoğlu’na devretmiştir. Marlon Brando’nun Baba’(Goodfather), tam 12 hafta kuyruk yapmış seyirciye gösterildi. Caddeden gelip geçenlerin kuyrukta bekleyen sinemaseverlere ne kuyruğu olduğu konusunda sorular sorduklarını; devasa bir bez afişin, pasaj girişinin üzerinde filmin gösterildiği 12 hafta süresince asılı durduğunu hatırlarım.

Lâle Sineması’nın 1970’lerdeki diğer bir özelliğini de genç kuşaklara hatırlatayım; Beyoğlu Saray ve Beşiktaş Yumurcak Sineması’nda da aynı özellik vardı. Bu müşterek özelliğin sebebi bahsi geçen sinemaların Türk Sinemasının en büyük yapım şirketlerinin filmlerini göstermeleridir. Bu şirketler Erler Film, Erman Film, Akün Film gibi şirketlerdi. Hollywood’un Warner Bros, 20th Century Fox, Metro-Goldwyn-Mayer şirketlerinin Türkiye’deki eş değerleri diyebiliriz. O yılların diğer yerli yapım şirketleri ise Saner Film, Acar Film, Melek Film, Cem Film, Dadaş Film, Osmanlı Film, Gaye Film olarak sıralanabilir.

Lâle, Yumurcak ve Saray Sineması’nın yukarıda bahsettiğimiz ortak özelliğine gelirsek, bu sinemaların fuayelerinde sinemamızın sevgili starlarının büyütülmüş çerçeveli vesikalık fotoğrafları dururdu. Yumurcak Sineması’nın salon giriş kapısının üzerinde Yumurcak – İlker İnanoğlu’nun ortadan ayrılmış ve kulağını örten uzun saçları ve 32 dişini gösteren gülüşü ile karşılaşırdınız. Yabancı film gösteren bazı sinemalarda da bu uygulamayı hatırlıyorum. Akla ilk geleni Beyoğlu Emek, Harbiye Konak Sineması’nda da yabancı sevgili starlarımızın fotoğrafları fuayeleri süslerdi.

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

İtiraf ediyorum: Bu dikey yapılaşmaların hepsi benim dönemimde oldu. Çünkü 1970’den beri İstanbul’dayım. (Kırklareli amcam. Özüm Edirne.) (01 Şubat 2017)

Keanu Reeves’in Cüneyt Arkın’ın adam öldürme rekorunu kırdığı John Wick Chapter 2′nin en güzel sürprizi bir zamanların 2 no.lu kovboyu Franco Nero oldu. O zamanların 1 no.su Clint Eastwood’du. Google’dan kontrol etmeden bir-iki filmini yazayım: Sartana, Sartana’nın İntikamı. Yoksa bu filmlerde oynayan Anthony Steffen mıydı? Geçmişten gelen hatıraların bir hoş tarafı da yanlış hatırlayabilmek ama yanlış da olsa tadı bir başka. Sinemanın tadının başka olduğu gibi. Sanki Franco, Bertolucci’nin 1900′ünde de oynamıştı. Nereden nereye; John Wick’i 1900′e bağladım ya helâl olsun bana.* (06 Şubat 2017)
* Bu günlüğe gelen faydalı yorumlar:**
Y.Y.: Haram olmasında nasıl olursa olsun!
Sadi Çilingir: Hayııır olmaz; film bunlar, yiyecek değil. Ama senin dediğini tahmin olarak da kabul edebiliriz. Yakında Helâl Film kavramını da duyabiliriz. Son destekleme kararlarına bakarsak gidiş o gidiş.
E. Ş.: Helâl film. Çok güldüm.
Sadi Çilingir: Telif hakkının bana ait olduğuna şahitsin o zaman.
** İsimlerinin baş harflerini belirttiğim arkadaşlar bu yazıyı okuyup izin verirlerse adlarını açıklayabilirim.

Müzikle ilgili 2 soru:
1- Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin / Kül, malzemenin yandıktan sonra geriye kalan artığıdır. Yeniden nasıl yanabiliyor?
2- Sen yağmur ol ben bulut Maçka’da buluşalım / Kırk yıllık karadeniz türküsünün bu güzelim dizesini “Sen yağmur ol ben bulut aşkta buluşalım” diye neden değiştiriyorsunuz?
(Hep bana mı takılıyor bilmiyorum ama TRT Müzik’te bazı şarkı ve türküler -nasıl diyeyim- sanki restore ediliyor. Hayırdır? Nedendir? (07 Şubat 2017)

Pera Müzesi’nin, 10 – 28 Şubat 2017 tarihleri arasında gerçekleştireceği film gösterim programının adı Kuyruklu Hikâyeler: Sinemanın Köpekleri olarak duyuruldu. Program adının sadibey.com’daki Sadi Bey’in Köpekleri köşesiyle benzerlik taşıması hoşuma gitti. (07 Şubat 2017)

(09 Şubat 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com