Kategori arşivi: Yazılar

Yeşilçam’ın Unutulmayan Filmleri 2, SESAM Etkinliği Hakkında

Bu topraklarda doğduğum için Allah’a şükrettiğim anlardan birini dün, 24 Mayıs 2024 günü Beyoğlu Sineması’nda SESAM’ın Yeşilçam’ın Unutulmayan Filmleri 2 etkinliği kapsamında izlediğim Son Osmanlı: Yandım Ali filminin sonunda yaşadım. Aynı duyguyu büyük bir Türk senfonisi dinlediğim veya operası izlediğim, benzersiz müzelerimizi gezdiğim, Anadolu’nun büyülü doğasını ve tabii anlatım, ifade ve temaşanın zirvelerini yakalamış bir Türk filmi izlerken de yaşıyorum.

Filmde Mustafa Kemal Atatürk’te sembolleşen, uğruna seve seve can verilecek ülke sevgisi, vatan aşkı, sarsıcı, yoğun bir duygusallıkla seyirciye geçiyordu. Uzun seneler sonra bir filmi izlerken yüreğimin titrediğini hissettim. Gururdan gözlerini yaşarmaması ise nerdeyse olanaksızdı.

Etkinlik afişinde yazıldığı gibi, aynen unutulmaz bir filmle karşı karşıya idik ve salonda bir düzine izleyici. Bu filmi izlemeye gelmemek, üniversitelerin sinema öğrencileri, hocaları, sinema yazarları, akademisyenler için bence bir utançtır.

Filmin yapımcısı Mehmet Soyarslan, yönetmen Mustafa Şevki Doğan ve kameraman Zekeriya Kurtuluş hiç alışık olmadığımız bir alçakgönüllülükle tebrikleri kabul ettiler. Ortaya çıkardıkları eserin değerinin farkında olarak ama asla kibre kapılmadan olağanüstü bir tevazu ile.

Yurtdışında ödül kazanmak için ülkesini karalayanların aksine bu filmde Anadolu insanının cesareti, adaleti, cömertliği, ez cümle müstesna insanlığı, yani gerçeği ortaya çıkarılmıştı. Hem de sinema sanatının, yönetim, oyunculuk, kostüm tasarımı, mekân seçimi, aksiyon gibi güçlü yaratıcılık, ustalık, özel yetenek gerektiren sanatsal dokunuşunda zirveleri zorlayarak. Hepsi şiirsel bir ahenkle bir araya gelerek.

Sovyetlerin devlet desteği, batının sermaye gücüne sahip olmayan Yeşilçam Sineması; yalnız seyircinin ilgisi, yani gişe hasılatı ile ayakta duran, işçisinden oyuncusuna, yönetmenine kadar tüm ekibin tek yürek olarak sadece güzel bir film yapmak için, büyük çabalar, fedakârlıklar, insan üstü emekler ve sinema aşkıyla yaratılan bir mucizeydi ve bu özelliği ile dünyada biricikti. Müziği konunun ruhuyla böylesine örtüşen kaç sinema örneği vardır?

Bu anlamlı etkinlikte izlediğimiz birbirinden çok farklı filmler ve değişik anlatımlarla Yeşilçam’ın zengin sanat yelpazesi de sergilendi. Hepsi de etkileyici ve ustalık eseriydi.

Bir araya gelip birlikte şarkı söylemek istediğimizde, hatırladığımız ilk örnekler Yeşilçam filmlerinin şarkılarıdır. Aynen Son Osmanlı: Yandım Ali filminin müzikleri gibi.

Atatürk’ü yüzünün aydınlığı, gözlerinin ışığı ile bizlere umutla gülümserken görmek de bir ilkti sanıyorum. Emeği geçen herkese ancak şükranlarımızı ifade edebiliriz.

Büyük bir teşekkür de anlı şanlı festivallerimizde adı bile geçmeyen Türk Sinemasının büyük yönetmenlerine, filmlerine kahramanca sahip çıkan, bu etkinliğin cesur yüreği, planlayıcısı Nil Gürpınar ve SESAM’ın değerli çalışanlarına. Gelecek için umut ve rehber olmaları dileğimle.

Gülper Refiğ

(25 Mayıs 2024)

Devam Filmleri Bile Yeni Olabilir…: Furiosa: Bir Mad Max Destanı

Mad Max, sinemayla ilgili olsun olmasın hemen herkesin dikkatini çekmiş, önemsenmiş, üzerine tartışmalar yaptırmış bir seri… Bu kez, George Miller’in yine yeniden yarattığı canlı, canlı olduğu kadar heyecanlı, heyecanlı olduğu kadar sürükleyici, sürükleyici olduğu kadar merak duygusunu doruğa çıkaran, merakla birlikte soru işaretlerinin birbiri ardına açıldığı Furiosa: Bir Mad Max Destanı izliyoruz.

Devam filmi deyince, akla ilkin sonrası geliyor; film kasap çengeli örneği kocaman bir soru işaretiyle bitiyorsa izleyici, ‘Ne olacak?’ diye bekliyor. Öykünün heyecanı sarmışsa insanları, sonrası geliyor zaten. Bir de devam filmi olmakla birlikte, öncesinin anlatıldığı filmler var, sayıca az olmasına karşın. Onlardan biri Furiosa…

…ama Max yok. Bu, yönetmenin (aslında senaristin demeliyiz, ama senaryoyu da kendisi yazdığı için) tercihi olarak görülmemeli. Mad Max olmadan da “devam” filmi aynı aksiyonla dolu olabilir, aynı heyecanı yaşatabilir.

Çok ödüllü, artık “hit” diyebileceğimiz “Mad Max: Fury Road”un öncesi olsa da birbiriyle bağlantısını kurmak zor. Kim bilir, belki yeni bir film daha gelir (söylentilere göre çekimi başlamış bile) ve hepsini buluşturur. Yinelemekte yarar var: Fury Road’ı değil yepyeni bir filmi izleyeceksiniz, bağlantısını kurmak size kalmış.

Tekerlek izlerinin peşinde…

Mitoloji, sinemanın her zaman için temel aldığı öykülerdir. Abartılıdır, heyecanlıdır, sürükleyicidir ve abartı olduğunu bildiğiniz halde (düşünün tanrıların yaşamlarını…) hiç “olmaz ki bu kadarı da” diye düşünmezsiniz. Sahi, çocuklara yönelik çizgi film de olsa bu, mitolojiye dayandığında felsefesi de güçlü oluyor, dolayısıyla izleyicinin beğenisini çok daha kolay topluyor. Buna bir de görsel etkiyi katmışsa film, gerçekten seyrine doyum olmuyor.

George Miller, ne istediğini bilen, düşlediğini gerçekleştiren, o sonucu elde etmek için her şeye sahip bir yönetmen. Buna da bağlı olarak Furiosa, iki buçuk saat olmasına karşın izleyiciyi koltuğuna yapıştıracak kadar başarılı.

Savaşların, suikastların yaşandığı, helikopterlerin düş(ürül)tüğü, ekonomik sarsıntının en güçlü devletleri bile etkilediği bir dönemde, küresel iklim krizi, susuzluk, seller ve kuraklıkla birlikte temiz enerji beklentisiyle çalışmaların yapıldığı günümüzdeki sorunların sonucunda Dünya’nın yaşan(a)maz olduğu bir zaman gelecek. Tabii, kahramanlar çıkacak ortaya ve kötülerle mücadele edecek, yeryüzünü yeniden yaşanır kılacak. Furiosa bu, evet, sadece bu. Ancak o denli güçlü bir anlatımı var, o denli hareketli kamera ile takip edi(li)yor ve anlatımını pekiştiriyor ki seyirciye sadece izlemek kalıyor. Yorumu ve/veya çıkarımı kendine ait.

Miller, göz alabildiğine uzanan kumulda sadece tekerlek izlerinin üzerinde harikalar yaratıyor. Oyuncularıyla, kurgusuyla, müziğiyle bir bütün olarak izlenmeye değer.

24 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(22 Mayıs 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnsanlara Asla Güven Olmaz

‘Çok uzak olmayan bir gelecekte üç uzay gezgini, verimli ormanları, yaşanabilir iklimi ve temiz havasıyla dünyamıza benzeyen bir gezegene iniş yapar. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Uygar maymunların eline geçmiş dünyamızda insanlar esirdir.’ Fransız yazar Pierre Boule’un insanlığın en derin korkularından birini dile getiren 1963’de yayımlanmış ünlü bilim – kurgu romanı ‘Maymunlar Gezegeni / Le Planete des Singes’ 1968 yılında Hollywood emektarlarından Franklin J. Schaffner eliyle beyazperdeye aktarılmış ve dönemin efsanevi oyuncularından Charlton Heston’ın insanlığın kurtarıcısı misyonunu alacak olan Ulysse Mérou’yu (isme dikkat!) canlandırdığı yapım gördüğü büyük ilgi üzerine 4 devam filmi ile sinema serüvenine devam etmişti. Bizde ‘Maymunlar Cehennemi’ adı verilmiş serinin özgün başlangıcını halen kapalı duran Reks Sineması’nda izlediğimde 11 yaşındaydım. Maymunların at koşturduğu gezegenin dünyamız olduğu gerçeğini keşfettiğimiz finalde Heston’ın yerle bir olmuş Amerikan Özgürlük Heykeli önündeki şaşkın hüznünden ne denli etkilendiğimi bugün gibi hatırlarım.

Yeni yüzyılda Tim Burton imzasıyla bu defa özgün ‘Maymunlar Gezegeni / The Planet of the Apes’ adıyla sinemalara gelen 2001 yapımı yeniden çevirim o denli ilgi uyandırmadı. 2011’de Matt Reeves yönetiminde yeniden ele alınan yeni üçleme ‘Maymunlar Cehennemi: Başlangıç / Rise of the Planet of the Apes’ ile açılış yaparken, Andy Sarkis’in efekt ve makyaj marifetiyle büründüğü Sezar (Caesar) karakteri eski hayranların ve yeni kuşakların gönlünü kazanmayı bildi. 2017’de ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş / War of the Planet of the Apes’ ile muhteşem bir final yapan seri tam 7 yıl sonra ‘Maymunlar Cehennemi: Yeni Krallık / Kingdom of the Planet of the Apes’ ile beyazperdeye dönüş yapıyor.

Muhtemel yeni üçlemenin ‘Labirent / Maze Runner’ serisi ile çıkış yapmış olan Wes Ball imzasını taşıyan ilk filmi, barış içinde yaşayan bir dünyanın müjdesini vermiş olan Sezar hükümdarlığının nesiller sonrasında geçen ve maymunların sorgusuz sualsiz hakim olduğu, ölümcül bir virüs sonrası zeka kabiliyetlerini büyük ölçüde yitirmiş dağınık insan topluluklarının gölgede yaşamaya itildiği bir dünyaya taşıyor bizleri. Sezar’ın maymun kabileleri arasında bir efsaneye dönüştüğü ancak yeni yetme kuşağın onun yaptıklarından pek de haberdar olmadığı yıllardır bunlar. Bu dönemde Sezar adını kullanarak onun kurmaya çabaladığı uygar düzenin yerine kendi despot krallığını inşa eden Proximus dağınık halde yaşayan kabileler üzerinde terör estirmektedir. Bir saldırı sonrasında köyünü ve ailesini kaybeden genç Noa kaçmayı başarır. Bilge orangutan Raka ve dişi insan Nova ile yolları kesişecek olan henüz hayatın başındaki Noa esir düştüğü despot Proximus’un okyanus kıyısındaki krallığında insanlığın ve türünün tarihi ile tanışacaktır. Bu süreçte, insanlığın teknolojik mirasını ele geçirerek ezici diktatörlüğünü perçinlemek isteyen maymun gücünün yanında yerini almış Trevathan benzeri (özlediğimiz William H. Macy) insan tiplemeleri ya da yeni düzende beyaz insan egemenliğini yeniden kurma mücadelesi veren teşkilatın göründüğünden çok daha zeki ve kurnaz CIA ajanı misali üyesi Nova ile çatışması gecikmeyecektir.

Sonraki bölümlerinde Noa’nın güçlenerek yeni bir Sezar olarak doğuşuna tanıklık edeceğimiz izlenimi veren ‘Maymunlar Cehennemi’nin bu yeni üçlemesi, kusursuz görselliği ve hayli gelişmiş özel efektleri ile daha ilk filmden serinin öncüllerine açıkça meydan okuyor. İnsanlık, otorite, kapitalizm üzerine ilginç okumaların işaretini veren hikâyesi de fena durmuyor. Devam filmlerinde yaratıcı çıtanın daha da yükseleceğini ümit ediyoruz.

(22 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu

Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra harika bir filmle sinemaya dönüş yaptı. ‘Sararmış Yapraklar / Kuolleet Lehdet – Fallen Leaves’ geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve prestijli ‘Jüri Ödülü’ne layık görülmüştü. Sinemacı çağımızın kanayan yaralarından mülteci sorunu üzerine çektiği iki güzel filmin (‘Umut Limanı / Le Havre, 2011; Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen – The Other Side Of Hope, 2017) ardından, bu son filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor.

Bir markette kasiyer olarak çalışan Ansa (Alma Pöysti) çöpe gitmesi gereken tarihi geçmiş ürünleri yoksul bir gencin almasına izin verdiği ve de bu ürünlerden birini çantasına attığı için sorgusuz sualsiz işinden oluyor. İnşaat işçisi Holappa (Jussi Vatanen) ise alkolizm sorunu yüzünden kovuluyor. Yaşadıkları hayattan bezginlikleri yüzlerine vurmuş bu yalnız iki ruh radyoyu açtıklarında sınır komşusu Rusya’nın Ukrayna’da yarattığı terörle burun buruna geliyor. Kaçış yolu bir karaoke barda geçmişin romantik şarkıları ve bira eşliğinde dışardaki şiddeti unutmaktan geçiyor bazen. Çiftimizin ilk karşılaşması da aynı mekânda gerçekleşiyor. Daha sonra randevulaştıkları eski usul sinema salonunda daha huzurlu bir dünyanın keyfini yudumlamaya çalışıyorlar. Ancak türlü aksilikler onların bir araya gelmesini engeller gibidir. Holappa’nın alkolizm sorunu işi daha da çıkmaza sokacaktır.

İşçi sınıfına ağıt niteliğinde olan ‘Kibritçi Kız’, (1990) ile yıllar önce kalbimizi çalmış olan sinemacı, refah ülkesi Finlandiya’nın arka bahçesinde, vahşi kapitalizmin insani duyguları görmezden gelen dişlilerinde sıkışmış yoksul insanları, kimi zaman evsizlerin dünyasını beyazperdeye taşımıştır. Kaurismäki evreninin hüzün yüklü yalnız karakterleri yine gözyaşlarında boğulmuyor ve sinemacı her talihsiz gelişmeyi hınzır bir mizahla beslemeyi sürdürüyor. Absürd insanlık komedisi, yaşamın zorlukları, kalp kırıklıkları, sınırda bekleyen Putin tehdidi, büroktratik dertler yumağında yeşeriyor.

‘Kibritçi Kız’ın trajik finalinin aksine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor sinemacı. Sokağa açılan eski Ritz Sineması’nın büyülü evreninde yakınlaşıyor Ansa ile Holappa. Sinemanın kapısında ya da bira yudumlanan bardaki film afişleri, Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliveriyor. Chaplinvari tesadüfler üzerinden ilerleyen hikâye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor.

Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşiyor bir kez daha. Sadık görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. Issız kalplerin buluştuğu loş barlarda Wurlitzer marka eski müzik kutularından geçmişin romantik ezgileri yükselirken, karakterlerin ruh hali bu unutulmaz şarkıların sözlerinde can buluyor. Arada bir internet cafe ya da akıllı olmayan eski tip cep telefonlarına rast geliyoruz, ancak bu küçük ayrıntılar haricinde nostaljik bir alemin huzurlu sakinliği ile baş başa kalıyoruz.

Geçtiğimiz yıldan başlayarak ülkemizdeki belli başlı festivalleri dolaşmış olan film yaygın vizyona girmedi ancak ‘Başka Sinema’nın özel gösterimleriyle perdeden sinemaseverlere ulaşmayı sürdürüyor. Yakındaki ilk gösterimin 21 Mayıs 21:00’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde (CKM) olduğunu hatırlatırken, sinema tutkunlarının sinemaya adanmış bu güzel filmi kaçırmamasını öğütleyelim.

(18 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kan Gölünde… Becky’nin Gazabı

Devlet terörü, bizde olduğu gibi dünyanın her devletinde sürdürülüyor. Gerçi onlarda aşağılanıyor, ama bizde kahraman oluyor o teröristler. Devlet, kendi varlığına karşı olan her oluşumu yok etmeyi görev bilir; en çok da egemenliğin halkın büyük çoğunluğunun eline geçmesini isteyenlere karşı acımasızdır. Diğerlerini ise olası itirazları baştan engellemek ve toplumda “bak, bizim devletimiz adildir” dedirtmek amacıyla göz boyamak için engeller. Bunun örneklerini çokça gördük, yaşadık.

Matt Melek ve Suzanne Couta’nın birlikte yazıp yönettikleri (aslında bir devam filmi) “Becky’nin Gazabı”, yukarıda yazdıklarımızı destekliyor. Becky’nin babası Neonaziler tarafından katledilmiştir, bırakın tutuklanıp, hüküm giyip, mahkûm olmalarını, peşlerine bile düşülmemiştir. Becky’ye düşense ihkakıhaktır, yani kendi çözümünü kendisinin bulması gerekir.

Sinemanın sözcükleri…

Alfabede 29 harf var, müzikte 7 nota, sinemadaysa 37 dramatik örgü. Nasıl ki 29 harfle birçok sözcük yaratıp, o sözcükleri farklı düzeylerde birleştirir de bir eser çıkarabilirseniz, sinemanın 37 “harfi”nden birçok olay örgüsü, farklı anlatımlar üretebilirsiniz.

“Becky’nin Gazabı”nı yazanlar, intikam duygusundan yola çıkıp etrafı kan gölüne çeviren bir genç kadın kahraman yaratmışlar, biraz da “Evde Tek Başına” veya benzeri filmlerden ilginç öykücükler kattılar mı izlenirliği yüksek bir film çıkar ortaya diye düşünmüşler. O kadar kan olmasaydı, kahramanımız Becky biraz da zorlansaydı (Cüneyt Arkın bile yaralanırdı da devrilmezdi, hiç mi Yeşilçam filmi izlememişler) bu kış gününde insanların sinemaya gitme arzusunu arttırabilirlerdi.

Yukarıda yazdıklarıma devam etmeliyim. Becky artık devletin kadrolu katili… devam filmi çekilirse -ki, çekilecektir muhakkak- göreceğiz. Demek ki neymiş? Devletler katillerini korurmuş.

17 Mayıs 2024’den itibaren gösterimde…

(04 Aralık 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Masum Kalamıyoruz Hiçbirimiz

‘İki Şafak Arasında’ son dönemde ülkemizde üretilmiş en iyi ilk filmlerden biridir. Selman Nacar’ın uzun plan – sekanslara haiz, son derece olgun bir anlatıma sahip çalışması, bir günün sabahından başlayarak ertesi günün sabahına kadar gelişen olaylara objektif bir biçimde tanıklık ederken, izleyicisini hikâyenin sorduğu sorularla baş başa bırakır. İş kazası üzerine kurulu hikâye Uşaklı fabrika sahibi ailenin küçük oğlunun gözünden ahlâki meseleleri sorgular, köhneleşmiş bir sistem içinde çarkların nasıl döndüğünü içerden bir bakışla gözler önüne serer. Vicdan hesaplaşması üzerine bu çarpıcı deneme geleneksel aile bağları üzerine de keskin gözlemler içerir.

Tadı damağımızda kalan bu ilk uzun metrajın ardından genç sinemacının 80. Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma seçkisi dahilindeki Orrizonti (Ufuklar) Bölümü’ne kabul edilmiş olan ikinci filmini sabırsızlıkla bekliyorduk. Yönetmenin önceki çalışmasında olduğu gibi 24 saatlik bir zaman dilimi içinde geçen ‘Tereddüt Çizgisi’ bir kez daha Nacar’ın doğup büyüdüğü Uşak kentini mekân olarak kullanıyor. Cristian Mungiu imzalı ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ (2016) ve ‘R.M.N.’ (2022) ile Cristi Puiu başyapıtı ‘Malmkrog’ (2020) gibi filmlerden hayranı olduğumuz Romanyalı görüntü ustası Tudor Vladimir Panduru’un açılış ve kapanış sekanslarıyla büyüleyen yapım yeni bir ahlâk ve vicdan otopsisine girişiyor.

Eğitimini yurt dışında tamamlamış olan avukat Canan (Tülin Özen) yıllar sonra dönüş yaptığı kentte solunum cihazına bağlı annesinin akıbetine ilişkin ahlâki karar ile boğuştuğu 24 saat içinde, masum olduğuna inandığı ve uzun süredir savunmasını yaptığı cinayet zanlısı Musa’nın (Oğulcan Arman Uslu) hüküm duruşmasını da göğüslemek durumundadır. Zorda olan genç kadın, annesi, dava hakimi ve sanığın hayatını etkileyecek ahlâki bir tercih yapmak durumunda kalacaktır.

Nacar, film boyunca Canan’ın yanından hiç ayrılmıyor ve olaylarla genç avukatın bakışı üzerinden karşılaşıyor. Yönetmen seyircinin gün boyunca kamusal alanlarda koşuşturan Canan ile birlikte yol almasını, çürümüş sistemin çarklıları ile boğuşan genç kadının psikolojisi ile yüzleşmesini amaçladığını ifade ediyor. Canan karakteri üzerinden filmin izleyiciye ayna tutmasını ve genç kadının bahsettiğimiz gün içerisinde yaşadığı zorluklar üzerinden ahlâk ve vicdan hesaplaşmasına girişmesini istediğini; Musa’nın ‘suçlu mu değil mi, ceza alacak mı almayacak mı?’ gibi soruların açıklığa kavuşmasından çok ‘böyle bir sistem içinde yaşanıyorsa kokuşmuşluğun hayatın her alanına sirayet edeceği ve kimsenin masum kalamayacağını’ anlatmak istediğini ilave ediyor.

Kurgusu ve görselliği ile dikkatleri çekiyor ‘Tereddüt Çizgisi’. Mahkeme tavanının çöktüğü sahne sistemin çürümüşlüğünü ifade eden yaman bir metafor olarak göz dolduruyor. Canan’ı ve aile ilişkilerini, bir de elde Oğulcan Arman Uslu gibi müthiş bir oyuncu varken Musa karakterini daha iyi tanımak isterdik doğrusu. Nacar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklemeyi sürdürüyoruz.

(11 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bedenlerin Alışverişi Üzerine

‘Rekabet / Challengers’ bir tenis kortu görüntüsünü takiben gözlerini ateş bürümüş terli üç yüzün yakın plan görüntüsü ile açılıyor. Ardından duyulan huzurlu Henry Purcell ezgisi (İngiltere, İskoçya ve İrlanda kraliçesi II. Mary’nin doğum günü için bestelenmiş ‘Sound the Trumpet’, 1694) kazanma hırsı ve güç kontrolü üzerine amansız bir mücadele öncesinde duygularımızı dengeliyor.

İtalyan usta Luca Guadagnino kendisi ile tanıştığımız 2009 yapımı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’den beridir aşkın, cinselliğin o karanlık dehlizlerinde gezinmeyi sürdürüyor. Justin Kuritzkes’in ustalıklı senaryosundan perdeye aktarılan ‘Rekabet’ görünürde üç başarılı tenisçinin 13 yıla yayılan tutkulu serüvenini ilk gençlik yıllarından başlayarak anlatıyor. Krolonojik bir inceleme değil yalnız bu. Kuritzkes’in metni geçmiş ile bugün arasında tenis maçı izliyormuş hissi veren hareketli ve hareketli bir kurgu üzerinden ilerliyor.

New Rochelle, New York’ta düzenlenen tek erkekler maçında karşı karşıya gelen Patrick Zweig (Josh O’Connor) ile Art Donaldson’ın (Mike Faist) Stanford’daki yatılı günlerinden ranza komşuları olduğunu öğreniyoruz. Aynı okulun kızlar takımında fırtına gibi esen Tashi Duncan’la (Zendaya) 13 yıl önce bir turnuvada tanıştıklarında genç kız iki oğlanın aklını başından almıştır. Zaman içinde kariyerinde daha başarılı yol alan Art ile yakınlaşan ve onunla evlenen Tashi, talihsiz bir sakatlık sonucu spor hayatını bırakmak zorunda kalınca kazanma hırsını kocasının başarısı üzerinden diri tutma peşindedir. Otuzlu yaşlarında aynı turnuvada karşı karşıya gelen tenisçiler bir güç oyununa girişirler. Tashi açık açık kazananla birlikte olacağını deklare etmiştir ancak önemli olan yalnızca kazanmak mıdır.

Guadagnino bir spor draması görünümü altında ilişkilerin baştan çıkarıcı, oyunbaz tabiatının filmini çekmiş. Tenis oyunundan hareketle ilişkileri neşter altına yatırmak, üç bireyin birbirlerine duydukları arzuyu şehveti irdelemek istemiş. Yönetmen karakterlerin bastırdıkları şehvet ve seks arzularını tenis kortundaki tutku ve ihtirasları ile açığa çıkarmayı hedefliyor. Bedenin kırılganlığı kadar hareketliliğini, vücutların karşılıklı iletişimini perdeye taşıyor. Bu yüzden oyunun inceliklerinden ziyade terli sporcu bedenlerinin alışverişi ile ilgileniyor. Bakışlar ve beden dili üzerinden ilerliyor.

Genç insanların kort dışında ulaşamadıkları cinsel tatmini maç sırasında yakalayışlarının izinde, Guadagnino duyguları görsel açıdan olduğu kadar işitsel olarak da ifade etme peşinde. Taylandlı Sayombhu Mukdeeprom’un çarpıcı görüntü çalışması eşliğinde bir tenis maçı kurgusunda ilerleyen hikâyeye Trent Reznor ile Atticus Marcus’un vurucu tekno müziği eşlik ediyor. Nefes almaya ihtiyaç duyduğumuz sahnelerde ise üçlü birlikteliğin cinsel şifrelerini, iki oğlanın bastırılmış duygularını, Art’ın otorite karşısında kırılganlığını, Tashi’nin tahakküm tutkusunu mikroskop altına yatırıyor İtalyan sinemacı.

Son olarak ‘Dune’da izlediğimiz Zendaya, uzun soluklu TV dizisi ‘The Crown’un ardından geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘La Chimera’ ile dikkatleri çekmiş olan İngiliz asıllı O’Connor ve Spielberg imzalı ‘Batı Yakasının Hikâyesi / West Side Story’nin on parmağında on marifetli oyuncusu Faist’in filmin üç tutkulu genç bireyini başarıyla canlandırdığı ‘Rekabet’ çok katmanlı yapısıyla yılın en iyi filmlerinden biri olarak izlenmeyi hak ediyor.

(05 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İsimsiz Kahramanların Şerefine

‘Dublör / The Fall Guy’ sinemada dijital efektlerin yaygınlaşmasıyla gözden düşen meslek grubuna ithaf edilmiş. Kendisi de dublör takımından olan ve 2014 yapımı ‘John Wick’ ile yönetmenliğe geçen David Leitch adrenalin yüklü aksiyon filmi yapımcılığının heyecan verici dünyasında doğrudan edindiği deneyimi ve benzersiz bakış açısını perdeye taşıdığı filminde sette geçirdiği ölümcül kazanın ardından izini kaybettiren tecrübeli dublör Colt Seavers’ın (Ryan Gosling) öyküsünü anlatıyor.

Hayatının aşkı yönetmen yardımcısı Jody (Emily Blunt) ile birlikte hayallerinin mesleğini icra eden genç adam yüksekten düşüp omurgasını parçaladığı kaza sonrasında kurşun geçirmez olmadığının farkına varmış ve hayata küsmüştür. Vale olarak çalıştığı Meksika restoranından 18 ay sonra tekrar setlere dönmeyi işbilir yapımcı Gail’in (Hannah Waddingham) ısrarı, biraz da aylardır arayıp sormadığı eski sevgilisinin ilk yönetmenlik denemesinde çalışmak için kabul eder. ‘Kovboylar ve Uzaylılar / Cowboys & Aliens’ ve ‘Çöl Gezegeni / Dune’ gibi filmlerin eğlenceli parodisi görünümündeki kozmik aşk destanı ‘Metal Fırtınası’ adlı yapımda, Guiness Rekorlar Kitabı’na geçmeye aday arabayla 8,5 takla atma benzeri türlü numara çekerek aksiyon alemine dönüş yapar. Filmin global şöhreti Tom Ryder (Aaron Taylor – Johnson) sırra kadem bastığında Colt’tan onu 48 saat içinde bulup sete getirmesi istenir. Sidney’e uçan korkusuz dublörümüzü hain bir tuzak beklemektedir oysa.

Özgün adını başrolünü Lee Majors’un oynadığı ‘80’li yılların ünlü TV dizisinden alan film, ‘Deadpool 2’ ve bir dönem dublörlüğünü yaptığı Brad Pitt’in başrolde olduğu geçtiğimiz yılın ilgiye değer aksiyonu ‘Suikast Treni / Bullet Train’ yönetmeninin tüm birikimini ustaca ortaya koyduğu akıcı ve eğlenceli bir seyirlik olmuş. Senaryosu David Pearce tarafından kaleme alınan yapım ilk yarısında Gosling ile Blunt’ın tutmuş kimyasından destek alarak klasik Hollywood’un altın çağından ‘screwball güldürüleri’nin izini sürüyor. İkinci bölüm ise araba takip sahneleri ve ustalıklı dövüş koreografisiyle aksiyon emektarlarının gözüpek numaralarından bir demet sunuyor. Bu arada türün CGI salgını öncesi ünlü klasiklerinden ‘Kaçak / The Fugitive’, ‘Son Mohikan / The Last of the Mohicans’, ‘Thelma ve Louise’ gibi kimi örnekler saygıyla anılıyor.

‘Dublör’ eski usul aksiyon filmlerinin izinde keyifli bir sinema tadı veriyor. Ustalıklı kurgusu, zeki esprileri, nostaljik bölünmüş ekran sahneleri, finalde Jason Momoa benzeri türlü sürprizleriyle ilgi çekiyor. Miami Vice dublör takımı tişörtü ile boy gösteren Gosling, ‘Barbie’den sonra bu kez Ken’in aksiyon figürü versiyonuyla şöhretini perçinliyor. The Kiss’in ünlü disco hiti ‘I was made for loving you’ kavga gürültü arasında yaşam bulan romantik aşkın sözcülüğünü yapıyor.

(04 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygusal Gerçekçi: Back To Black

Yaşam(ınız)ı belirleyen çevrenizdir. Kiminle, nerede yaşıyorsanız öyle davranmaya, öyle düşünmeye başlarsınız. Ailede farklı, mahallede farklı, okulda, işte farklı olsanız da bir süre sonra zaman ve zemin sizi orayla buluşturur.

Amy Winehouse, duygusal, bir o kadar da şeffaf bir şarkıcıdır kendi mahallesinde. Her şeyiyle ortada, açıktadır; gizleyecek hiçbir şeyi yoktur. Kendine has sesiyle tarzını yansıttığı şarkıları giderek daha sevilir, şöhret basamaklarını hızla tırmanır. Örnek aldığı büyükannesi gibi keyifle yaşamak isterken bir aşk yolunu keser.

“Back To Black”, birbirini seven, ama uzun süre bir arada bulunamayan iki gencin öyküsü… Amy, Black’e (Jack O’Connel) ilk görüşte aşık olur. Birbirlerini severler, hatta evlenirler de… Bu ünlü şarkıcının hem yükselmesinin hem de düşüşünün temel nedenidir.

İlişkiniz sizi belirler. İçki içen, ama uyuşturucudan uzak duran Amy, Black’le ikisini birden yaşar. Bu, girişte değindiğimiz, mahallenin belirleyiciliğidir işte.

Şarkı yazmak ve şarkı söylemek bir insanın yaşamı olabilir mi? Evet, olur. Amy’nin hayatı sadece şarkılarıyla dolu. Duygularını, beklentilerini, umutlarını, hüznünü şarkılarıyla yaş(at)ıyor. Böylesine müzik dolu biri… Hiçbir şey umurunda değil. Filmde de bu açıkça, hatta altı çizilerek vurgulanıyor. Böylesine tutkulu, duygusal birinin bu serüveni uzun süre taşıyamayacağını hissediyorsunuz. Filmde kötü biri yok. Herkes kendince ve ilginçtir alabildiğine rahatlıkla oynuyor. Herkes iyi niyetli, ama gidişatı değiştirebilme şansı elde edemiyor.

Back To Black bir yaşam öyküsü, bir biyografik film değil. Back To Black, müzik yaşayan birinin şarkıları eşliğinde neleri yaptığının öyküsü; sadece açılan bir pencere yaşama. Marisa Abela, sadece Amy’e benzerliğiyle değil sesini kullanarak sivriliyor. Benimsemiş rolünü ve başarmış. Aslına bakarsanız, babası, büyükannesi ve sevgilisi de alabildiğine başarılı. Müzik zaten taşıyor sizi. Back To Black ki, ödüller de alan, kulaklarımızdan silinmeyen şarkılardı; sözlerinin ve ezgisinin eşliğinde duygularını da yaşıyoruz.

03 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(02 Mayıs 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dışı Seni Yakar, İçi Beni: Dublör

Sinemada veya televizyonda görünmeyi herkes ister. Hem biliyorsunuz, dünyanın en kolay işidir yönetmenlik, değil mi? Yönetmen de olabilirim, oyuncu da… Herkesin gönlünde yatan bu mesleğin; içine girdiğinizde nasıl çetrefilli, nasıl zor olduğunu, nasıl süreç istediğini, zaman ve zemin tanımadığını, gecesi gündüzü bulunmadığını anlıyorsunuz. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” sözü boşuna söylenmemiş… Şimdi, “Dublör”ü bir yana bırakıp o zorluğun, o sıkıntılı sürecin nasıl olduğuyla başlayalım: Tam sırası.

Sinemanın ilk yıllarında yönetmen yokmuş; işi, ilişkileri koordine eden biri varmış ve o neredeyse her işi çözümlüyormuş. Zaman içerisinde işin içine estetik kaygıları da katan kişi(ler) yönetmen olmuş; zaten yönetmen sineması da öyle çıkmış ortaya. Buraya kadarı tamam. Zaman geçip teknoloji geliştikçe ekipler kalabalıklaşmış, işler birbirinin içine geçmiş, ekipler ayrışmış, her ekibin bir başı olmuş (şef) ve işler eşgüdümle yapılmaya başlanmış. Senaryo yazandan tutun da ışıkçısına, montajcısından tutun da filmin yapım aşamasında görev alan herkes elbirliğiyle bu işin başarısı için çalışmaya başlamış. Bugün “Yedinci Sanat” dediğimiz sinema, böylece herkesin gönlünde taht kurmuş ve gözdesi olmuş.

“Dublör”ü ilk çeyrek bölümünde, tam da bu nedenle çok sevdim. Öyküsünü, mesajını koyun bir tarafa… Sinema Televizyon okullarındaki öğrenciler için müthiş anlamlı ve güçlü bir ders bu açıdan bakınca. Yapımcıyla yönetmen, kameramanla ışıkçı, bilgisayar başında görev yapanla set ekibinin her an her şekilde bir isteği, yapması gereken bir iş var. Zamanında ve yerinde yapılmazsa sonucun hüsran olacağını kabul etmelisiniz. Bir kişiyle sınırlı değil ki (bir yazar veya ressam tek başına üretiyor; oysa sinema hem ekip işi hem de bir endüstri) koca bir ordu çalışıyor kameranın arkasında. Yani, yapılan iş “ne olacak ben de yaparım” denilebilecek kadar küçümsenemez. (Burada aklıma Kenan Evren geldi, resim yapmaya soyundu bir zamanlar, “Ne olacak ben de yaparım o resimlerden” demiş ve tuvalin önüne geçmişti. Rant peşinden koşanlar, yalaka takımı avuç dolusu para sayıp satın aldı resimlerini. Devran dönüp de forsu sönünce, beş para bile etmedi o resimler.)

İzle, mutlu ol, unut

Filmden çıkarken bir arkadaşım, “Dublör”ün gerçekten keyifli bir aksiyon, güçlü bir komedi, adrenalin dolu heyecan yüklü olduğunu belirttikten sonra, “izle, mutlu ol, unut” diye özetledi. Sevimli bir çift, müthiş bir prodüksiyon, hoş bir komedi, iyi bir mizah, sürükleyici bir aksiyon filminde biz izleyicileri de taşıyor iki saat boyunca. Sürenin uzunluğunu hiç fark etmiyorsunuz.

Yönetmen David Leitch’in gençliğinde dublörlük yaptığını biliyorduysanız, filmin albenisini baştan kabul edersiniz. Daha önceki filmlerinde sürükleyici ve aksiyon dolu sahnelerle duygusal sahneleri çok iyi harmanladığını bilirsiniz. Başından bir kaza geçen Dublör Colt Seavers (Ryan Gosling), sevgilisi ilk filmini çekecek olan Jody’yi (Emily Blunt) için yeniden setlere döner. Filmin yapımcısı Gail (Hannah Waddingham), çıkarları için filmin asıl oyuncusuyla bambaşka bir iş peşindedir. Amacını anlamışsınızdır, hem para kazanacak hem de Colt’tan kurtulacaktır.

Gerçekten keyifli bir film, seveceksiniz.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(24 Nisan 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Medeniyet Kalkanı Tuzla Buz Olduğunda

ABD’nin genlerinde kazılı toplumsal gerilimin harlanması yeni bir iç savaşın nedeni olabilir mi? Alex Garland Amerikalıların bilinçaltına yerleşmiş bu ezeli korkunun hikâyesini eşelemek istemiş. ‘İç Savaş / Civil War’ bu açıdan yakın geleceğin distopyasını perdeye taşırken, siyasi kutuplaşmanın benzer toplumlar için ne denli yıkıcı olabileceğinin altını çiziyor.

Üçüncü dönem liderliğini sürdüren ABD başkanının tedirgin ulusa sesleniş konuşmasının provası ile açılıyor film. FBI’ın feshedilip ordunun muhaliflere karşı kullanıldığı iç savaş ortamında başkanın ‘artık zafere hiç olmadığımız kadar yakınız’ deyişine kendisinin de inanmadığı ayan beyan ortadadır. Öyle ya Batı Kuvvetleri adı altında organize olmuş isyancı gruplar ortalığı yakıp yıkarak Washington D. C.’ye doğru ilerlemektedir. Ateş ve kan bulutunun göbeğinde haber yapmaya çalışan farklı kuşaklardan dört gazetecinin başkente yolculukları eşliğinde bizler de olan bitenin izini sürmeye koyuluruz. New York’un üzerinde dumanlar yükselirken deneyimli savaş muhabirli Lee Smith’in (Kirsten Dunst) arzusu başkent düşmeden 14 aydır röportaj vermemiş başkanla konuşabilmektir. Meslek hayatında nice badireler atlatmış, tanıklık ettiği sayısız katliamın ağırlığı yüz hatlarına yansımış olan Lee, araba yolculuğunun beklenmeyen misafiri gencecik Jessie’ye (Priscilla filminden hatırladığımız Cailee Spaeny) göz kulak olmak, onun bir nevi ebeveynliğini üstlenmek durumunda kalacaktır.

’28 Gün Sonra / 28 Days Later’, ‘Gün Işığı / Sunshine’ gibi Danny Boyle filmlerinin senaryosunda imzası bulunan Garland ilk yönetmenlik denemesi ‘Ex Machina’ ile yönetmenliğe parlak bir giriş yapmış, onu takip eden çok başarılı bilim – kurgu denemesi ‘Yok Oluş / Annihilation’ın ardından geçtiğimiz yıl bizde de gösterime giren toksik erilliğin şiddet çeşitlemeleri üzerine çizgi dışı çalışması ‘Adamlar / Men’ ile izleyiciyi ikiye bölmüştü. ‘İç Savaş’ İngiliz asıllı yönetmenin bağımsız ruhunu koruduğu ancak ana akım sinemaya daha fazla göz kırpan son çalışması. Filmde bir yandan, yıllardır uzak diyarlarda kaotik savaşları tetikleyen ABD’nin kendi topraklarında dehşet ve kaosu deneyimlemesine, New York 5. Cadde’de bombaların patladığı, Beyaz Saray’ı hedef alan isyancı kuvvetler ile başkanın adamları arasında seyreden kanlı iç savaşın distopik kurgusuna; öte yandan savaş muhabiri gazetecilerin toplumu ve dünyayı haberdar kılmak arzularına, görev bilinci ve dayanılmaz tutkularına tanıklık ediyoruz. Garland her iki tarafın da sevmediği, hatta başkentte polisin gördüğü yerde vurduğu söylenen gazetecilerin aralarındaki ilişkiyi önemsemiş; olan biteni ‘başkaları sorgulasın diye kayda alan’ deneyimli Lee ile kaotik şiddet ikliminden beslenen şöhret peşindeki Jessie arasındaki alışverişi Robert Altman’ın ünlü klasiği ‘Nashville’in finalini andıran müthiş bir sekans ile sonlandırırken ABD’nin pragmatik ruhuna keskin bir neşter atmayı becermiş. Oyunculuk, kurgu ve görüntü yönetimi de gayet başarılı.

‘İç Savaş’ özellikle finaldeki baskın bölümüyle Hollywood aksiyonlarının izini süren ana akım izleyiciyi tatmin ediyor kuşkusuz. Buna karşılık bir Amat Escalante filmini aratmayacak ölçüde (‘Heli’yi düşünün meselâ) şiddet içeriyor. Yıllardır Güney Amerika’nın ve Orta Doğu’nun mazlum ülkelerinde tezgâhlanan toplu kıyım, işkence ve savaş ortamını bumerang misali sahibine pas eden bu ilgiye değer çalışma, medeniyet kalkanı tuzla buz olduğunda toplumsal kutuplaşmanın ülkeleri ne hallere düşüreceğine ilişkin korkularımızla bir kez daha yüzleştiriyor bizleri.

(22 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mutlulukla Bir Bağı Var Muhakkak: Siyah Çay

Çay, dünyanın en çok tüketilen belki de ilk sıradaki içeceklerinden… Bizim ülkemizde de hem çok seviliyor, hem de çok tüketiliyor. Çay deyince herkesin dikkat kesilmesinin temelinde bu özellik yatıyor. Ancak buradaki siyah çay, sadece çay değil, filmi taşıyan Aya’ya (Nina Mélo) takılan lâkap aynı zamanda.

Gerçek bir çay kültürünü izliyoruz filmin girişinde (doğrudan filmin öyküsüyle bağlantısı yokmuş gibi gözükse de çayın yaşamı belirleyiciliği anlamında önemli). Çay, doğal olarak bir sosyal statü, bir kaynaşma aracı, bir sosyalleşme fırsatı, bir keyif olanağı ve kuşkusuz tepeden tırnağa keyif. Aya ile işyeri sahibi Cai’nin (Chang Han) öğrenme/öğretme amaçlı karşılıklı konuşmalarında geleneksel çay kültürü, kültürel anlamı da yer alıyor. Cemal Süreya’nın herkesçe bilinen ünlü “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” sözünü belki de “Çayın mutlulukla bir bağı var muhakkak.” diye çevirmiş olmalı yönetmen Abderrahmane Sissako.

Guangzhou’da sadece Çinliler değil Afrikalı göçmenler de şehrin hareketliliğini sağlıyorlar. Göçmen / sığınmacı / mülteci deyince akla hemen ayrımcılık, ırkçılık, ötekileştirme de geliyor ve hepsi yer alıyor filmde. Aya, tam nikâh töreninde kendisini aldattığını öğrendiği müstakbel kocasını bırakıp Çin’in Guangzhou kentine gidiyor. Çalıştığı çay dükkânının sahibi (önceki ilişkisinden 20 yaşında bir kızı, evliliğinden de yine aynı yaşta bir oğlu var) ile aralarında duygusal bir ilişki gelişiyor. Hani Aya, nikâhta kaçmıştı kendisini aldatan kocasından? Demek ki gönül ferman dinlemeyebiliyor.

Film göçmenler üzerine kurulmuş olsa da ırkçılıktan çok kadın erkek ilişkilerine odaklanıyor; bir de el emeğiyle çalışanlara… Tabii, hepsinin gönlünde yatan aslan, kendi işlerini kendi ülkelerinde kurmak… Hayalin sınırı olmaz ki!

Bir yanıyla keyifli ama istenilen düzeyi tutturamamış bir film.

26 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(18 Nisan 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Her Savaş Yıkımdır, Ölümdür: İç Savaş

Savaşlar neden çıkar? Örneğin siz, neden savaşırsınız (veya neden savaşa karşısınız?) Ülkeler arası savaşlar, iki ülkenin egemenliğini belirlemek için çıkarılırken iç savaşlar kimin egemenliği için çıkıyor? Benzeri onlarca soru sorulabilir. Ütopya güzellikleri, mutlulukları, ferah bir yaşamı anlatıyorsa distopya tam tersine, şiddeti, çirkinlikleri, zorlukları ve daha da kötüsü “yaşamın bitişi”ni anlatıyor. Bu kez “İç Savaş”ta, aslında pek de uzak görünmeyen bir gelecek anlatılıyor ve tabii, distopya.

Alex Garland, yeni filmi “İç Savaş”ta, ABD’nin 19 eyaletinde başlayan ve giderek ülkeyi saran bir öngörüyü yazmış ve çekmiş. Film ve öyküsü, aslına bakılırsa hiç de hayal gibi gelmiyor, “olmaz” dedirtmiyor. Çok değil, birkaç yıl önce yaşananları aklınıza getirdiğinizde küçük ama etkili “provaları”nın yaşandığını anımsarsınız.

Gazetecilik öyküsü…

Film, üç gazetecinin savaşın ortasında başkente, Beyaz Saray’a ulaşıp Başkanla röportaj yapması isteği aslında. Film, sadece bu üç gazeteciye değil, savaşın önlenemez kötülüğüne, yaşamı yerle bir edişine, insanların (ayrımcılık ve ötekileştirmenin de yükselmesiyle) öldürülüşüne odaklanıyor.

Savaş neden çıkmış, şiddet neden bu kadar yükselmiş, savaşmayan eyaletlerde yaşam nasıl sakin kalabilmiş gibi soruların yanıtlarını izleyici kendisi verecek, vermeli, çünkü Alex Garland buralara hiç değinmemiş. Sadece Başkanın, “vatan bölünmez, bayrak inmez” sözünü duyuyoruz. Sahi, bu söz bizde de çok kullanılıyor. Geleceği mi gösteriyor dersiniz?

Üç fotoğrafçı ve iki muhabir, haber atlatmak niyetini de barındıran bir zorlu yolculuğa çıkıyor. Savaş fotoğrafçısı Lee, (Kirsten Dunst), savaş muhabiri Joel (Wagner Moura), yaşlı muhabir Sammy (Stephen Henderson) ile savaş fotoğrafçısı olmak isteyen Jessie (Cailee Spaeny) hem birbirlerini korurlar hem de yıllarca benzer cephelerde benzer olaylar içinden geçtiklerinden duygularını yitirmiş gibi gözükseler de içten içe savaşa lanet okurlar.

Savaşın kötülüğü…

Esir alınanların neden işkence gördüklerinin yanıtı yoktur, aslında savaşın da yanıtı yok ya… Askerler sırf renginden ötürü, farklı ülkelerden geldikleri için, sadece karşı tarafta bulunmaları nedeniyle acımasızca öldürüyor insanları. Şu an dünyanın birçok bölgesinde çeşitli savaşlar yaşanıyor; insanlar ölüyor, öldürülüyor… hiç sordunuz mu: Neden? Ukrayna – Rusya, Filistin – İsrail, Azerbaycan – Ermenistan (aslında değil ama) diyelim ki iki ülke arasındaki savaşlar… Peki Suriye’deki, Irak’takiler? “İç Savaş” filmi Amerika’yı anlatıyor diye bizim hiç umursamamamız mümkün mü? Savaş burnumuzun dibinde.

Film savaşın acımasızlığını, olağanüstü siyah beyaz fotoğraf kareleriyle de destekliyor. Bir küçük ayrıntı, ilginç kuşkusuz, film kullanıyor Jessie. Evet, evet, eskiden banyo edilen, karta basılan negatif film çekiyor. İyi bir gönderme… Yakın plan savaş görüntüleri ve kurgusu çok güçlü filmin bir artısı da o duyguyu yükselten müziği…

19 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(17 Nisan 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film

Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış olan son başyapıtı ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’* adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) almış. 2013 yılında kaybettiğimiz ünlü rock müzisyeni bu ölümsüz bestesinde sevgili ile parkta sangria içtikleri, hayvanat bahçesinde hayvanları besledikleri, daha sonra bir film izleyip eve döndükleri mutlu bir günü anlatır. Wenders’in filmi umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor.

Birçok yapıtında şehirlerden esinlenen usta sinemacı bu kez “Tokyo Tuvaleti” adında gerçek bir kentsel yenileme projesinden esinlenerek hem gayet şiirsel hem de dokunaklı bir filme imza atmış. İşini son derece titizlikle, kendini vererek ve gururla yapan orta yaşlı adam ahenkli rutinini, özenle yinelediği eylemlerini bir sanata, çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmüştür. Mütevazi evinde gün doğmadan kalkar, yatağını toplar, bitkilerine özenle su verir. Evin kapısından çıktığında yeni güne şükreder. Temizlik araç gerecini yüklediği minivanı ile trafiğe çıktığında eski müzik kasetlerini dinleyerek yola koyulur. Öğle molasında oturduğu parkta asırlık ağaçların dibinde bitmiş filizleri kağıttan muhafazalar içinde yanına alır. Eski model fotoğraf makinası ile yaprakların rüzgârda zarifçe salınışını fotoğraflar. İş bitiminde eve dönerken uğradığı alt geçit çarşısında karnını doyurur. Yatmadan önce küçük odasını boydan boya kaplayan kütüphanesinden bir kitap alır, William Faulkner’ın bizde ‘Çılgın Palmiyeler’ olarak bilinen ‘Wild Palms’tan okur biraz, sonra uykuya dalar. Siyah – beyaz rüyalarında günden kalan imajlar dışavurumcu bir estetikle perdeye yansır.

Hirayama’nın mükemmel günleri böylece sürüp gider. Japon sinemasının yıldız oyuncularından Kôji Yakusho geçtiğimiz yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülen performansıyla filmi çok az diyalogla neredeyse tamamen sırtlanıyor. 70’li 80’li yılların müzik kasetlerinden yükselen unutulmaz şarkılar onun kelimelere dökmediklerini anlatıyor bizlere. ‘House of the Rising Sun’ın (The Animals) tınılarıyla açılan film, Patti Smith, Otis Redding, The Rolling Stones, The Kinks, Van Morrison’dan ezgilerle besleniyor. Lou Reed’in başta sözünü ettiğimiz ünlü bestesinin ardından filmi noktalayan Nina Simone şarkısı ‘Feeling Good’ filmin temel mesajını müzik aracılığı ile vurguluyor. Hirayama her biri teknolojik sanat yapıtı gibi olan umumi tuvaletleri özenle temizlerken beklenmedik karşılaşmalar bizi kısa süreliğine onun geçmişine götürüyor. Wenders bu geçmişi kaleme almış olmasına ve baş oyuncusuna anlatmış olmasına karşın izleyiciye detay vermiyor, yaşamı sanat düzeyine çıkarmış adamın geçmiş hikâyesini izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih ediyor. Hedefi müzik kasetleri, ağaçlardan süzülen günışığı, kitaplar gibi günlük hayatın ufak mucizeleriyle varoluşumuzun güzelliklerini keşfe çıkmak, sakin bir mutluluk arayışının izini sürmektir. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacı bu noktada hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga’, 1985) Japon sinemasının büyük ustalarından Yasujiro Ozu’ya adanmış bir şaheser ‘Mükemmel Günler’. Köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgârda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor.

*Bu güzel film Filmekimi’nin ardından, Wenders ve Yakusho’nun ziyaretleri kapsamında 43. İstanbul Film Festivali’nde yeniden programlanmış. 23 Nisan Salı 13:30 Kadıköy Sineması’nda, film ekibinin katılımı ile 27 Nisan Cumartesi 19:00 Atlas 1948 Sineması’nda gösteriliyor.

(16 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Öyle Dostlarız ki Kelimesiz Anlaşırız: Robot Düşleri

Pablo Berger’in yönettiği ve Ivan Labanda, Albert Trifol Segarra, Rafa Calva ile Jose Garcia Tos’un seslendirdiği animasyon film Robot Düşleri (Robot Dreams). Yeni bir film olmasına karşın “İkiz Kuleler”i görünce içim bir hoş oldu. İki kez gördük hem de, uçak saldırıları sonucu yıkılan o kuleleri. Besbelli yapımcı ve/veya yönetmenin saygı duyulması amacıyla yer verdiği bir şeydi.

Animasyonların en büyük özelliği yalın ve sakin olmasıdır; ağırlıklı çocuklar izlesin diye yapıldıklarından hiçbir soru işareti, kaygı ve/veya bilinmezlik bırakılmaz. Anlatılan ortadadır, yoruma pek açık değildir, ne görüyseniz beyazperdede onu anlatır.

Robot Düşleri de günümüz çocuklarının en çok ilgi duyduğu robotlarla iç içe bir öykü anlatıyor; tabii, yalnızlıkla bağlantılı olarak… Günümüzün en büyük sorunlarından biri samimi olamamak, arkadaşlık kuramamak (bunda pandemi kadar sosyal, siyasal ve kültürel yapı da belirleyici) ise buna karşı bir şeyler yapmalı. İnsan, eğer sosyal bir varlıksa, iletişimi de aynı oranda yüksek olmalıdır.

Filmin kahramanı bir Dog (köpek). Yalnızlıktan sıkılınca kendisine bir robot arkadaş alır (kuryeyle gelen paketteki robotu kendi monte eder). Artık ondan mutlusu yoktur. Her yere birlikte giderler, çocuklar gibi şen ve arada yaramazlık yapacak kadar da sıkı arkadaştırlar.

Bir kumsalda uyuyakalınca, mevsim geçer ve plaj kapanır. Arkadaşlık burada kendisini gösterecektir. Dog, hapse girmeyi bile göze alır. Hem Dog’un hem de Robot’un ayrı kaldıkları süre boyunca düşlerini izleriz. Nasıl da güçlü bir arkadaşlık kurmuşlardır; biz de neden öyle olmayalım.

Yazısız karikatürler vardır, bilirsiniz, çok şey anlatır. Yaşamın her anına her alanına seslenir onlar.

Robot Düşleri de, arkadaşlığın, vefanın, dayanışmanın New York’tan yazılan mektubu. Robot Düşleri’nin 2024 Oscar adayı olduğunu da belirtelim.

19 Nisan’da başlayarak gösterimde…

(15 Nisan 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com