Kategori arşivi: Yazılar

Gerçek Bir Hikâye, Gerçeküstü Bir Mücadele

İyi ki yapılmış dediğiniz filmler vardır. ‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ işte böyle yapımlardan. İş Bankası’nın desteği ve BKM ekibinin yaratıcı katkıları ile kotarılan, Yağız Alp Akaydın’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu film, ilk Türk Operası ‘Özsoy’un 26 günde yaratılış ve sahnelenme sürecini anlatıyor.

Genç Cumhuriyet türlü imkansızlıklarla mücadele ederek kısa bir zaman dilimi içerisinde büyük inkılâpları gerçekleştirmiş, kültür devrimi sürecinde önemli adımlar atılmıştır. Tutkunu olduğu Tosca operasını ilk kez Belgrad’da izlemiş olan Gazi Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 1934 Haziran’ında Ankara’yı ziyareti şerefine bir opera bestelenmesini buyurmuştur. Eserin Firdevsi’nin ‘Şehname’sinden alınan, yüzyıllar boyunca Türkiye ile İran’ın kardeş olduğunu vurgulayan metnini bizzat kendisi, librettoyu ise gözde danışmanı Münir Hayri (Egeli) hazırlar.

Sıra operayı besteleyecek müzik adamına geldiğinde, özel yetenek bursu ile Paris’te öğrenim görmüş Ahmet Adnan (Saygun) bu görev için seçilir. Genç müzisyen böylesine zorlu bir talep karşısında şaşkındır. Uykusuz gecelerde eserin ortaya çıkmasının yanı sıra, önemli rolleri seslendirecek solistler bulunması, yoktan bir koro oluşturulması, gerekli dekor ve kostümlerin sağlanması gerekmektedir. Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın başındaki Ekrem Zeki (Üngör) beyin Salierivari engellemeleri ise işin cabasıdır. Ancak büyük işler küçük kaprislere terk edilmeyecek, Gazi Paşa’nın dediği gibi meşakkat olmadan başarı

gelmeyecektir. Olmayan en önemli şey ‘zaman’dır belki, lakin insanlar gerçekten inanınca engellerin yıkılabileceğinin mucizevi bir temsilidir ‘Özsoy’ operasının ortaya çıkışı. ‘Yokları sayanlar hiçbir mücadeleden çıkamaz’ diyen Gazi Mustafa Kemal ilk yerli operanın sahnelenişini bir devrim hareketi olarak tanımlayacak, Halkevi’nde ilk kez temsil edilen eseri, Balkan topraklarında tanıyıp aşık olduğu, ancak ‘bizim savaşımız bitmez’ hüznü ile cepheye döndüğünde ardında bıraktığı güzel Miti’nin hatırasına dalarak alkışlayacaktır.

‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ şimdilerde çok da ihtiyacını duyduğumuz bir özveri destanının, imkânsızlıklar içerisinden bir cumhuriyet çıkartan yüce bir neslin bugün ders alınması gereken öyküsüdür. İçinde yaşadığımız karanlık günlerde böylesine içten, hamasi olmayan, özenli dekoru, kostümü ile su gibi akan bir anlatıya

ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissettim ve yoğun duygular yaşadım filmi izlerken. 54 yaşındaki Gazi Mustafa Kemal’de Ertan Saban, Ahmet Adnan’da Salih Bademci başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosu Cumhuriyet’i kurup yüceltenlerin engel tanımayan yılmaz özverisini yorumlayışlarında son derece etkileyicilerdi.

İlk opera sanatçılarımızdan Nimet Vahid’in (Birce Akalay), Nurullah Şevket’in (Burak Bilgili), Ziraat Mektebi Kütüphanesi’nden davudi sesi nedeniyle kadroya dahil edilen Süleyman bey’in (Mehmet Özgür) onurlu hatırası önünde saygı ile eğilirken, Gazi Mustafa Kemal’in makyajını üstlenen Suzan Kardeş’in, final jeneriğinde ‘Kırmızı Gülün Adı Var’ türküsünü seslendiren Dilek Türkan’ın adlarını ayrıca anmak ve emekleri için teşekkür etmek isterim.

(03 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Biz Venom’uz

Marvel Sinematik Evreni’nin (kısaca MCU) esrarengiz ve karmaşık olduğu kadar en eğlenceli serilerinden ‘Venom: Zehirli Öfke’nin üçlemeyi tamamlayan son epizodu dünya sinemaları ile birlikte bizde de gösterimini sürdürüyor. ‘Venom: Son Dans / Venom: The Last Dance’ araştırmacı gazeteci Eddie Brock’un (Tom Hardy) ikinci filmde başına gelenlerin ardından kaçtığı Meksika’dan açılıyor. Aynı bedende birlikte soluk aldığı uzaylı Venom ile iyice kanka olmuş olan Brock, şehir katedralinde tuhaf bir biçimde bıçaklanmış olarak bulunan New York polis teşkilatından dedektif Patrick Mulligan’ın (Stephen Graham) katlinden sorumlu olarak aranmaktadır. Gazetecimiz Manhattan’a geri dönerek adını temize çıkarma peşindedir, lakin bela bu defa çok daha büyüktür. Uzay hapishanesi mahkûmu ‘Boşluğun Tanrısı Knull’ (Andy Serkis), iki kafadarın enerjisinden türemiş özgürlüğünün anahtarı ‘codex’i ele geçirip esaretinden kurtulabilmek için simbiyot çocuklarını dünyamıza göndermiştir. Öte yandan Nevada’nın uzaylı yaratıklar üzerine araştırmalar yapan 51. Bölge’deki gizli üssü devre dışı bırakılmak üzeredir. Bölgeye turistik bir gezi yapmak için yola çıkan çağdaş hippi Martin (Rhys Ifans) ile ailesinin yolu ‘Biz Venom’uz’ sloganı ile bağlılıklarını perçinleyen ikilimiz ile çakışacaktır.

2018 yılında ana karakter olarak beyazperdeye taşınan ilk ‘Venom’, başroldeki Hardy’nin karizması ve sevgilisi rolünde Michelle Williams’ın eşliği ile şirin bir romantik komedi havasında başlamış, iki farklı organizma arasında biyolojik ilişki boyutuna geçildiğinde ‘Laurel ile Hardy’ benzeri bir dinamikten beslenen zıt kardeşler komedisine evrilmiştir. İlk üçlemenin bu son epizodunda daha ilk sahneden aksiyon planına geçiyoruz. Buna karşılık iç içe geçmiş iki organizma arasındaki atışmalar baş döndürücü serüvenin tuzu biberi olmayı sürdürüyor. Stanley Kubrick’in aya ilk inişi Hollywood stüdyolarında çekmiş olduğu rivayeti, Brock’un

uçak üzerinde tutunmaya çalıştığı sahnede ’Tom Cruise bunları nasıl yapıyor’ benzeri espriler ya da sakalı daha bir beyazlamış, kilo almış, ayağı terlikli salaş Hardy’nin ‘daha önce dünyanın en seksi erkeği ünvanını almıştım’ şeklinde kendisi ile dalga geçtiği bölümler, son epizodun adına nazire olarak Brock ile Las Vegas’a gönül eğlendirmeye gelmiş emektar market sahibi Bayan Chen’in Abba’dan ‘Dancing Queen’ eşlikli dans sekansı, ‘Aliens’ benzeri simbiyot ordusu ile kıyasıya mücadelenin şamata sosu olarak devreye giriyor ve kahkaha attırıyor.

Hardy ile ortaklaşa ürettikleri öyküler üzerinden önceki filmlerin senaryosuna imza atmış olan Kelly Marcel bu kez yönetmenliği de üstlenmiş. Finali ile yeni bir üçlemeyi müjdeyen yapım seriye ilgi duyanları memnun edecektir.

(02 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk mı, Kalp Kırıklığı mı? Anora

İki anne, kuaförde konuşuyorlarmış. Biri, kızının üniversite okuduğunu, yüksek mühendis olduğunu ama iş bulamadığı için özel sekreterlik yaparak hayatını ancak kazandığını, diğeri de kendi kızının aynı işi yaptığını, ama üniversite okumak yerine fahişelikte karar kıldığını söylemiş.

Anora, filmde Ani (Mikey Madison), seks işçiliğiyle yaşamını sürdüren genç bir kadındır. Çalıştığı yere gelen Rus oligarkın yeniyetme oğlu Ivan Zhakarov, filmde Vanya (Mark Eydelshteyn) ile tanışır. Sonrası beklendiği (ya da fıkradaki) gibi… Genç ve deneyimli güzel Ani’den etkilenen Ivan, onunla evlenir, bir gece ansızın. Rus oligark anne ve baba bu kararı kabul etmezler ve kendilerine sonuna kadar bağımlı oğullarının yanına New York’a giderler, özel uçaklarıyla.

Herkesin çok sevdiği ve hiç unutamadığı Pretty Woman filminin yeni bir sürümü gibi olan Anora filmi, belki biraz dana gerçekçi, biraz daha ateşli, biraz daha komediyle örülü ama alabildiğine uzun. Filmi iki bölümde ele almak gerekir. İlk bölümde iki gencin yiyip içip sevişmeleriyle dolu geçen günleri, ikinci bölümdeyse anne babanın çocuklarının peşine düşmesi. Film boyunca ne olacak, ne olabilir diye bekliyorsunuz merak içinde. Yönetmen Sean Baker yakın planları çok iyi kullanmış, izleyicinin içini gıdıklıyor. Filmin gişesine epey bir katkısı olacaktır.

Ödüller hak ediliyor mu?

Son yıllarda gerek önemli yönetmenlerin gerekse ödüllü filmlerin bir tıkanıklık içine düştüğünü görmemek mümkün değil. Oysa dünya tümüyle sorunlar yumağında, sosyal ve siyasal kargaşanın içinde. Küresel iklim krizi bir yanda uluslararası göç diğer yanda, her ülkenin başında bir kâbus olarak dikiliyor. Devletlerin (bizimkinde bütün haklar yok) temel hakları gözetmezken senaryoların, bağlı olarak sinemanın bir tıkanıklık içinde olması şaşırtıcı. Teknik olanaklar da arttı, bazı işleri daha kolay yapmak mümkün. Ama bir türlü bu tıkanıklığı aşamıyor filmler.

Anora ilgi çekici, merak uyandırıcı ama yetmiyor. Filmin kazandığı ödülü gençlerin oluşturduğu jürinin verdiğini düşünüyorum. Bir araştırma yapılsa (bizim ülkemizde olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde) izleyici kitlesinin gençlerden oluştuğu görülecektir.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(30 Ekim 2024)

korkutakin@gmail.com

İlklerin Filmi: Aysel, Bataklı Damın Kızı

101. yılını kutladığımız Cumhuriyet’in kazanımlarından biri de sanatın kültürün öne çıkarılmasıydı. Her ne kadar siyasal iktidarlar eliyle yasak ve sansürler uygulansa da, sanatın yaygınlaşması önlenemedi.

“Aysel, Bataklı Damın Kızı”, 1934 yılında çekilmiş. İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsünden Mümtaz Osman mahlasıyla (demek o zaman da varmış yasak ve sansür) Nâzım Hikmet’in uyarladığı, Muhsin Ertuğrul’un Bursa’nın Çalı Köyünde çektiği; birçok ilki de barındıran filmi, Dünya Görsel – İşitsel Miras Günü’nde, izleme olanağını bulduk. Çok yıllar önce izleyenler vardır muhakkak… Zamanın -yanar film diye anılan- nitrat tabanlı filminden asetat tabanlı filme aktarıldığı için günümüze ulaşabilen filmin önemi ilk köy filmi ve daha da önemlisi sesli çekilmiş ilk film olması… Filmde genel görünüm de çok önemli; köyü tanıyoruz, ilginç ve alabildiğine güzel detay görüntüler yer alıyor.

Filmde köylüler de rol almış, ama asıl ilginci, köylüler o kadar çok benimsemiş ki bu film çekimini, oyuncuların adlarını vermişler doğan çocuklarına… Cahide ve Feriha adlı çocuklar koşuşturmuş köyün evleri arasında. Filmde gerek görev, gerekse rol alan hiç

kimse yaşamıyor günümüzde, ama film yaşıyor. Bir kez daha vurgulamak gerekir: Sanat yaşatır. Faik Bercavi yazmış ilk kez bu köyü ve köyde filmin çekildiğini… Güney Özkılınç da oraları ziyaret edip, o köylülerin (şimdi artık mahalle) torunlarını, belki de torunlarının torunlarını getirmiş ilk gösterime…

Tarihin içinde…

Muhsin Ertuğrul, tiyatronun olduğu kadar sinemanın da ülkemizdeki öncüsü, taşıyıcısı… Tiyatrocu bakışıyla tanınsa da, bu filmde görüyoruz ki, gerçekten güçlü bir yönetmen. Daha düne kadar, pelikülün pahalı olması gerekçesiyle, neredeyse hiç geçme yapılmazdı sinemamızda. Muhsin Ertuğrul, hem yerinde hem de çok iyi geçmeler kullanmış. Hemen başta belirtmek gerekir, kamera çevrinmeleri ile hareketli kamera kullanımı çok başarılı. Tabii, Cezmi Ar’ın görüntülerini, Cemal Reşit Rey’in tümüyle özgün müziklerini unutmamak gerekir (Filmin görüntülerini temizler ve

yenilerken ses ve müziği de temizlenebilir miydi diye sormadan geçemiyor insan… Restorasyon filmin ruhuna aykırı olabilir, ama yapay zekâyla sesler yenilenebilir, böylelikle seyir mutluluğu daha da güçlendirilebilir.) Filmin çekildiği dönemde soyadı kullanılmadığı için sadece adları geçiyor (elle boyanmış afiş çok sonraları hazırlanmış ve soyadların büyük yazılması kullanımının arttırılması amaçlı olsa gerek) ve Cahide Sonku’yu, Feriha Tevfik’i kendi sesiyle duymak ne kadar güzel…

Nobelli ilk kadın yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsü evrensel, özellikle günümüz Türkiye’si için hâlâ gündemde… Muhsin Ertuğrul, bu anlamda da önemi ve özelliği hiç yitmeyecek bir film çekmiş.

Bir ağanın evinde çalışan Aysel, ağanın oğlu tarafından tecavüze uğrar ve bir çocuk doğurur. Mahkemeye başvursa da, çocuğunun babasının “yalancı” olmasını kabul edemeyen Aysel, davasını geri çeker. Kadınlar Aysel’i, özellikle, küçümseyip dışlarken, Ali ilgi

duyar. Geleneksel olarak “mutlu son” ama yaşananların önemini, seven insanın nasıl savunduğunu, iyilikle kötülük karşı karşıya gelse de insan duyarlılığının gücünü vermesi nedeniyle önemsenmesi gereken bir filmdir “Aysel, Bataklı Damın Kızı”.

Filmi izlemeden önce konuşurken, Yeşilçam’ın uzun yıllar dublajlı film çekmesinin birtakım teknik yetersizlikten kaynaklandığından söz edildi, oysa 90 yıl önce, o koşullarda hem de, sesli film çekilebilmiş işte. Filmde kameranın (değirmen olarak anılırdı kamera arkası çalışanlar tarafından sesinden dolayı) sesini duyuyoruz, alttan alta. İnsan yeter ki, istesin, üstesinden gel(e)meyeceği hiçbir zorluk yoktur. Filmin öyküsü, bir anlamda bunu da içeriyor.

Teşekkürler…

Sinematek, “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filminin dijital restorasyonunu, Mimar Sinan Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema Televizyon Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği, filmin hak sahibi Murat Film’in izni, Kurukahveci Mehmet Efendi

desteğiyle Atlas Post Production’a yaptırmış. Filmin ruhunu kaybetmemesi en büyük kazanım. (Restorasyon adı altında, daha çok tarihi yapılarda gördüklerimizse herkesin tepkisini çekiyor zaten. Buna da bağlı olarak emeği geçenleri kutluyoruz, bir kez daha.)

Film sonrası kendi aramızda, önceleri birçok kurumun, firmanın, şirketin kültür sanata var olan desteğinin artık bulunmadığını (bunda siyasal iktidarın engellemesi kesinlikle çok önemli), Kurukahveci Mehmet Efendi’nin bu desteğinin çok, çoktan da çok önemli olduğunu konuştuk. Kurukahveci Mehmet Efendi’yi bir kez daha alkışlıyoruz, diğer tüm katılımcılarla birlikte.

İsteriz ve dileriz ki, benzer çabalar çoğalsın, filmler izleyiciyle buluşsun.

(29 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tercih Sizin Olmalı: Yandaki Oda

Önüne geçilemeyecek, bir başka deyişle engellenemeyecek tek şey ölümdür. İnsanların kendilerini öldürmeleri (intihar) pek makbûl bir şey değil, dini açıdan da arzulanmıyor; ancak zorunlu durumlarda (hastalık, engellilik vb.) insanların bilinçli olarak kabûl edip onayladığı ötanazi kimi ülkelerde yasal bir uygulama. Bizde de var, ama sadece sokak hayvanları için… Onayını alamadığınız için sadece yasal dışı değil, aynı zamanda insanlık dışı…

Pedro Almodóvar, bir kitaptan alıp senaryoya uyarladığı ve ilk kez İngilizce (daha önce İspanyolca) çektiği “Yandaki Oda” filminde, ünlü bir yazar olan Ingrid (Julianne Moore), yıllardır görmediği savaş muhabiri arkadaşı Martha’dan (Tilda Swinton) yıkıcı bir haber alır. Bir zamanlar çok yakın olsalar da araya giren uzun yıllar boyunca görüşmemişlerdir. Martha, üçüncü evrede kanserdir, Ingrid ona yardımcı olmak ister.

Hemen herkesin aklına gelebileceği gibi başına da gelebilecek denli bilinen bir öyküyü izliyoruz. Tabii ki, psikolojik gerilim dorukta. Tabii ki, hüzün ve bilinmezlik de at başı gidiyor. Tabii ki, üzülmek çözüm değil. Çok iyi düzenlenmiş bir mekânda (filmin adı her ne kadar “Yandaki Oda” ise de filmde) yukarıdaki odayı izliyoruz. Oyuncular gerçekten başarılı, diyaloglar kitabi olsa da filmin o dramatik havasını söndürmüyor. İzlerken kendinize soruyorsunuz: Ben olsam ne yapardım? Her iki karakter için de geçerli bu durum. Hasta sizseniz kararınız ne olur? Arkadaşınız hastaysa nasıl davranırsınız ona? Kaçmak, uzaklaşmak da insani bir duygu, yardımcı olup yanında yaşamak da… Yolun sonunu görüyorsunuz ve bile isteye tepki veremiyorsunuz. Kendinizi sınamak için iyi bir fırsat.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(28 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Unutma, Sen Bir Tanesin: Cevher

Herkes genç, güzel, enerjik ve beğenilen olmak ister. Bunun için karaborsa ilaç alırsanız (sahi, bu ülke güzellik müstahzarları satarak vurgun yapıp da ünlü olanları da tanıdı) yeni bir sayfa açılabilir önünüzde…

Coralie Fargeat’ın yeni filmi zamanlamasıyla epey ilginçti. Bir gün önce Devlet Bahçeli, yıllardır asılmasını istediği, “bebek katili” olarak nitelediği Abdullah Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etti. Cevher’deki Elizabeth Sparkle da aynı değişimi gösteren 50’sine gelince televizyon ekranlarından uzaklaştırılan eski bir yıldız. Düne kadar en güzel, en başarılıyken birden değişince tıpkı Bahçeli’nin içine düştüğü duruma düşüyor. Ancak bir gün sonra yaşanan TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı düşümü de düşüncemi de değiştirdi.

Elizabeth Sparkle (Demi Moore), yerini genç, güzel, başarılı Sue’ya (Margaret Qualley) devrediyor. Ancak süre sadece bir hafta ve müsamahası yok, asla. Gecikilirse çok şey geri döndürülemez biçimde bozuluyor.

Gözünü kâr hırsı bürümüş ve cinsellikle bozmuş televizyon patronu Harvey (Dennis Quaid) Sue’yu görünce beyninden vurulmuşa dönüyor. Elizabeth’in yerine geçen Sue, onun bilgi birikimi ve deneyiminden de yararlanarak daha da başarılı oluyor. Genç kadın için bir hafta nedir ki, doğal olarak gecikiyor ve akış bozuluyor.

Filmin ana teması insani duygular çerçevesinde her yaş kendi içinde güzeldir. Cildinizin bozulması, yüzünüzdeki kırışıklıklar, bedeninizin sarkması yaşınızın güzelliğindendir. Kandırmacalara kulak asmayın. Asıl önemli olan sizin dik ve gururlu duruşunuzdur.

Erkek egemen dünyada -televizyon patronları da onların içinde- kadınlar sadece görsel bir obje olarak görülüyor. Bu büyük yanılgıyı gözler önüne seren Cevher, bir yanıyla korku, bir yanıyla kaygı içeriyor. Harvey’in filmin daha başında, alabildiğine çirkin (yakın plan olunca daha bir iğrençleşiyor) yemek yeme sahnesi bu erkek egemen dünyanın yüzü olarak öne çıkıyor. Yaşı 50 olsa da, Sparkle, kendisini genç dinç ve seksi hissediyor; ta ki o ilacı duyana kadar.

Bundan sonrası ipucu (spoiler) içereceği için filmin devamını aktarmayacağım. Kanlı beden görüntüleri irkilmenize ya da tiksinmenize değil, kadının yaşadıklarına dikkat çekiyor. Bedeni dinç olsa da, yüzündeki kırışıklıklar yaşını gösteriyor, ama yine de albenili. Okul arkadaşı onu yemeğe bile çıkarmak istiyor. Kim nasıl görürse işte… Değişmek, yaşamın olmazsa olmaz kuralıysa, bu değişimi doğal yolla yaşamak en iyisi.

Cevher, ilginç (ödüllü de, Berlin’den en iyi senaryo ödülüyle döndü) bir öykü anlatıyor. Biraz ürpertecek olsa da kendinize ve yaşamınıza dönüp bakmanızı sağlayacak.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İki Gün Batımı Arasında

‘Yetişkinliğe geçiş anını bazen yaş değil, ölüm tayin eder’ diyor yönetmen Rúnar Rúnarsson. 77. Cannes film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış’ (Un Certain Regard) seçkisinin açılış filmi olan ‘Gün Doğarken / Ljósbrot’ beklenmedik bir trajik kaybın ardından yaşananlar üzerine.

İzlanda baharının büyülü günbatımını baş başa izleyen Una (Elín Hall) ile Diddi (Baldur Einarsson) gelecek hayalleri kurmaktadır. Reykjavik Güzel Sanatlar Okulu’nda performans sanatçısı eğitimi alan gençlerden Diddi ertesi sabah erkenden memleketine uçarak uzatmalı sevgilisi Klara’dan ayrılacak, böylece ilişkilerini yaşarken saklambaç oynamalarına gerek kalmayacaktır. Lakin kader başka bir plan çizmiştir. Havaalanı yolundaki tünelde yaşanan korkunç patlama genç adamı yaşamdan koparacaktır.

Jenerik bu hazin hadisenin ardından devreye giriyor ve bir günbatımından diğerine 24 saatlik bir zaman diliminde sevdiklerinin kaybı ile allak bullak olan 6 gencin duygusal yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Caddelerde mezuniyet kutlamasına hazırlanan liseli gençlerin heyecanı, Una’nın, Diddie’nin ev arkadaşı yakın dostu Gunni’nin (Mikael Kaaber), kaza üzerine ilk uçakla gelen Klara’nın (Katla Njálsdóttir) şaşkın kederine karışırken, ülke tarihinde yaşanmış bu en vahim trafik kazasının ardından bayraklar yarıya iniyor. Travma merkezinde ne yapacağını bilemeyen gençler, büyük ebeveynlerinin haricinde ilk

kez yüzleştikleri ölüm gerçeğini kabullenmekte zorlanıyor, müzik yaptıkları barda Diddie’nin şerefine onun favori içkisini yudumluyor. Eski fotoğraflar ortaya çıkıyor, isyanlarına paralel olarak müziğin sesi yükseliyor. İçiyorlar, şuursuzca dansediyor ve sonrasında kolkola yığılıp ağlaşıyorlar. Derin bir yasa boğulan Una sakladığı sırla boğuşup duygularını ifade edemezken, diğerlerinin Klara’yı teselli etme çabasını içten içe kıskanıyor. Bu duygusal yolculuğun sonu yine bir günbatımında batan güneş misali Diddi’ye veda ile sonlanacaktır.

Rúnar Rúnarsson’un ifadesiyle ‘çelişkili duyguların arasında sıkışılan, gülmenin ağlamaya dönüştüğü, güzelliğin kederle birlikte varolduğu kısacık bir zaman diliminde geçen’ 75 dakika uzunluğunda minimalist film, sinemacının İKSV festivallerinde ilgiyle izlenmiş önceki yapıtları ‘Volkan’, ‘Serçeler’ ya da ‘Echo’da olduğu üzere İzlanda’nın sakin doğal güzelliğini ön plana çıkarmıyor ancak finalde, 2018’de 48 yaşında yaşama veda etmiş İzlandalı besteci Jóhann Jóhansson ezgilerinin batan güne ışığının sudaki kırılmasına (filmin özgün adı ‘ışığın kırılması’ anlamına geliyor) eşlik ettiği büyüleyici finalle gönlümüzü alıyor. Genç Meryl Streep’i andıran Elín Hall her bir kareye sinen etkileyici performansı ile gelecek vadediyor.

(25 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Canavar Yaratmak

Ali Abbasi’nin Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘The Apprentice / Trump’ın Hikâyesi’ yeniden başkanlık yarışına giren eski ABD Başkanı Donald Trump’ın gençlik yıllarını mercek altına alan bir biyografi. 70’li yıllarda babasının yanında gayrimenkul işine bulaşan Queens’ten çıkma portakal suratlı Donald’ın kapı kapı dolaşarak yoksul kiracılardan para toplamanın çok ötesinde hayalleri vardır. Dairelerini kiralarken ırkçılık yaptığı gerekçesiyle mahkemelik olmuş babasının boyunduruğundan ve kötü şöhretinden sıyrılıp keşmekeş New York’un göbeğinde lüks bir otel inşa etmenin peşindedir o. En genç üye olarak kendini kabûl ettirdiği özel kulüpte tanıştığı nüfuzlu avukat ve politika danışmanı Roy Cohn hedeflerine ulaşmada onun yol gösterici hamisi olacaktır.

Böylesine tipik bir Amerikan öyküsünün yönetmenlik koltuğunda İran asıllı bir yönetmenin oturmasına şaşırmış olabilirsiniz. Lakin Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’den (2016) başlayarak çizgi dışı karakterlerin öyküsünü anlatmıştır hep. Danimarka vatandaşı yönetmen, İsveç’te çektiği, Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü alışının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile dünya çapında tanındığı, bizde de büyük ilgi toplamış 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’da, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulamasında doğaüstü kara film ögelerini ustaca harmanlamış; İran toplumuna öfkeli bakışını yansıtan bir sonraki filmi ‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’da 2000’li yılların hemen başlarında Meşhed kentini sallamış seri cinayet sarmalını gözlem altına almıştır.

Tartışmalı karakterleri odağına alan öykülerin izini süren Abbasi’nin politika üzerine yaman gözlemleri ile sivrilmiş Amerikalı tanınmış gazeteci Gabriel Sherman’ın senaryosundan yola çıkan filmi ilk yarıda bir baba figürü ya da mentor arayan genç Donald ile feleğin çemberinden geçmiş hukukçunun -filmin özgün adının da vurguladığı üzere- usta – çırak ilişkisini anlatıyor. Julius ile Ethel Rosenberg’in idam kararında etkin olmuş milliyetçi sağ kanadın acımasız avukatı ‘ben ne dersem onu yapacaksın’ der genç Trump’a. Burası kanunların değil, adamların ülkesidir çünkü. Herkesin bir açığı vardır, Cohn onları bulur, şantaj mekanizmasını devreye sokar. Onun için ‘ahlâk’ ya da ‘büyük hakikat’ yoktur. Hakikat şekil verilebilecek bir insan kurgusudur yalnızca. Donald kazanmak için her şeyi yapmaya hazır olmalıdır.

İkinci bölümde ise klasik biyografilerin genel akışına uygun bir seyir takip ediyor yapım. Donald’ın Çekoslavakya’dan gelmiş modellik yapan Ivana Zelnickova ile evliliği, bu birlikteliğin tükenerek bir nefret ilişkisine dönüşmesi, 80’li Reagan yıllarında düşük vergiler ve türlü düzenlemeler sayesinde hırsını bileyerek iyice palazlanması vs. perdeden yansıyor. ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’ kurgusuna benzer bir biçimde Trump’ın yükselişi, Cohn’un düşüşüyle dengeleniyor. Öyle ki Donald yıllar sonra

bir röportajda mentorunun üç ana kuralını kendininmiş gibi aktaracaktır. Neydi bunlar: aman vermeksizin saldıracak, hakkında ne söylenirse söylensin inkâr edecek ve mağlubiyeti asla kabûl etmeyecektir. AIDS’ten ölmekte olan Roy, Dr. Frankenstein misali bir canavar yaratığını söyleyecektir. Ancak Donald’ın gözbebeklerinden yansıyan dalgalanan ABD bayrağı Trump’ın Amerika olduğunu ifade etmektedir. Ülkesinin refahı dünyayı talan eden, kazanmak için her yolu mübah sayan bir gücün temsilcisinden başka bir şey değildir o.

‘The Apprentice’ izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden. Trump’ta Avengers serisinden tanıdığımız Sebastian Stan ve özellikle Cohn’da ‘Succession’dan hatırlanan Jeremy Strong öylesine iyiler ki, yaklaşan başkanlık seçimi öncesinde filmin Trump lehine çalışacağını söyleyenler az değil. Buna karşılık Abbasi bıçak sırtı bir anlatıda tartışmalı karakterine mesafeli kalmak istemiş ve kanımca bunu başarmış. ABD’nin güç mekanizmasının kalbine dalarak, geleceğin başkanını karanlık ve etkileyici bir mercekten incelerken 70’ler yeni Hollywood’unun anlatım tarzını ve akıcı kurgusunu benimsemiş.

(18 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Başkan Hikâyesi: The Apprentice

At yarışlarında en çok duyulan sözcüktü, “Aprentis” (Çırak). Bir gün televizyon ekranlarına da yansıdı. Trump, “çırak” seçiyordu… Kendisi seçildi. Birkaç yıl sonra, emlak kralı ya da televizyon programcısı olarak değil, siyasetçi hatta Başkan olarak çıktı karşımıza.

Beğenilen bir Başkan oldu mu? Sanmıyorum, çünkü ilk seçimde devrildi. Ama şimdi yeniden aday ve kazanma şansı olduğuna inanılan bir aday. Trump, kazanır mı bilemem, ama yapılan bu The Apprentice iyi kotarılmış bir propaganda filmi. Bir filmin propaganda amaçlı olması, yani bir hedefe (hem de siyasi bir hedefe) bağlı olması sinema sanatı açısından pek doğru gelmiyor bana.

The Apprentice, gerçekleri yansıtan bir film. Gerek senaryosunun -artık bilinmeyen ne var ki, Trump hakkında- hakikati saptırmadan anlatması gerekse de Başkan adayını hırsı, azmi ve gücüyle neleri yapabileceğini göstermesi açısından önemli bir çalışma. Diğer taraftan, senaryosu, çekimi ve özellikle oyuncuları açısından başarılı olduğu su götürmez bir gerçek. Yönetmen Ali Abbasi, gerçek bir sanatçı olarak, tarafsız bir bakışla, geleceğe de kalacak bir film yapmış. Gösterimde olduğu süre içerisinde belki beklenen gişe başarısını yakalayamayabilir, seçimden sonra Trump Başkan seçilirse engellenebilir de, ama The Apprentice, bir propaganda filmi olarak başarılı bulunacak, yıllar sonra da hakkı teslim edilecek.

Trump hakkında yeni bir şey söylemeyen The Apprentice, bize bir fırsat sunmuş olabilir. Bizde de benzer siyasetçiler var ve onlar da aynı yollardan geçtiler, aynı hırsla aynı saldırganlıkla, aynı gerginlikle koltuklarını korumaya çalıştılar, çalışıyorlar da… kıssadan hisse çıkartmak bize heves.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşama Tutunmak İçin: Son Ana Kadar

Tüm canlılar doğar, büyür ve ölür. İçlerinde sadece insan kalıcı olmak ister, ölmemek arzusundadır, ölse bile adının yaşaması için hep bir şeyler yapma çabasındadır. Belki de sadece bizim ülkemizde, insanlar öldükten sonra da yaşamak için çocuk yaparlar. Oysa kalıcılık çok daha farklı, çok daha özel bir şeydir.

Yönetmen John Crowley, Nick Payne’in senaryosunu, Andrew Garfield, Florence Pugh, Adam James’in oyunlarıyla gerçek bir duygusal filme ve bir anlamda da güçlü bir mesaja dönüştürmüş. Geleceği parlak olsa da bazı şeyleri gizlemeyi başaran şef Almut, bir gece boşanmak üzere olan Tobias’a çarpar. Tobias açık ve nettir, sakin ve mutlu bir yaşamdan başka bir talebi yoktur. İki genç arasında duygusal bir bağ oluşur. Ancak Almut’un hastalığı birlikteliklerinin önüne dikilir.

Uzun zamandır böylesine duygusal/romantik bir film girmiyordu gösterime. Teknolojik gelişmenin etkisiyle gösterilen onca filmde belki de duygusallığa yer yoktu bu derecede. Oysa Yeşilçam’dan bu yana ailecek izlenen “mendil ıslatan” filmler çok tutulurdu. Sımsıcak bir ilişki, tertemiz bir aşk ama içten içe işleyen doğanın kanunu… Almut bazı kararlarını gizler eşi ve çocuğundan, çünkü amacı kendisinden sonra da adının, sevgisinin yaşamasıdır.

Yönetmen Crowley, seyircinin merakını güçlendirecek, heyecanını arttıracak bir film kurmuş. Sıradan bir olayı/öyküyü güçlü bir yapıta dönüştüren bu kurgu zaten. Hemen herkesin her an başına gelebilecek aksilikler bile öylesine ayrıntılı, öylesine güçlü ve öylesine açık/şeffaf verilmiş ki, insan soluksuz izliyor.

“Ne olacak ki, altı üstü bir yaşam” diyemeyiz; o yaşam hepimizin değil mi? En zor anda, en kötü zamanda, en olmadık yerde bir terslik çıkar ya karşınıza… Aslında çok da doğaldır olanlar, ama kültür, gelenek, görenek, örf ve adetler engeller olanların doğallığını. Bir kadının doğurması kadar doğal ne olabilir; tabii tuvalette, hem de bir benzinci tuvaletinde doğurması dışında. Eşinin, benzincide çalışanların, telefonla destek olmaya çalışan doktorun canla başla mücadelesini, o en hızlı yüz metre koşusunun heyecanını soluk soluğa izliyoruz.

Anı yaşamak en doğrusu kuşkusuz; izin verilirse… Bir çocuk sahibi olmak büyük mutluluk; tabii, o olanak yakalanırsa. Filmden çıkarken, inanıyorum ki, herkes hayatın güzelliğini doğruluyordu, kesinlikle.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayat Sanatı Taklit Ediyor

20. Yüzyıl Rus edebiyatının doruk yapıtlarından biri olan Mikhail Bulgakov romanı ‘Usta ile Margarita / Master i Margarita’nın yepyeni bir uyarlama ile sinemalarımızda gösterime girmesi güzel bir sürpriz.

Mikhail Lockshin’in yönettiği filmin ülkemizde basına gösterilmeden sessiz sedasız gösterildiğine bakmayın. Sovyet yaşam tarzına yönelik sert eleştirilerinin yetkililerin kabul edemeyeceği bir noktaya geldiğinde yapıtlarının yayımlanması fiilen yasaklanmış olan Bulgakov’un yaşamının son günlerine dek üzerinde çalıştığı, ancak ölümünden yıllar sonra, o da sansürlenmiş haliyle 1966’da yayınlanma imkânı bulacak olan çileli eserinin son sinema serüveni bir asrın ardından Rusya’yı hayli karıştırdı. Putin yönetimi ve yandaş basın 1930’lu yılların karanlık Stalin diktatörlüğünde geçen anlatı ile günümüz Rusya’sı arasındaki paralelliklere fazlasıyla takılmış olmalı ki, Amerikan vatandaşlığını ve Ukrayna işgalini kınayarak ülkeyi terkedişini bahane ederek Rus asıllı Lockshin’i terörist ilan etmeye kadar vardı iş. Ancak tüm bunlar filmin Rus izleyici tarafından büyük ilgiyle görmesinin önüne geçemedi. Halkın yasaklanır endişesiyle sinemalara akın ettiğini ve bitiminde filmi alkışlara boğduğunu biliyoruz.

Tüm bunlar Bulgakov’un ‘her iktidar toplum üzerinde baskı kurar’ söylemini doğruluyor. Günümüz Rusya’sında yazarlar, sinemacılar ve farklı disiplinlerden sanatçılar üzerindeki baskılar, yasaklamalar ve sürgünleri düşündüğümüzde ‘tarih tekerrür ediyor’ diyebiliriz. Ya da filmin yarattığı tartışmalardan yola çıkarak, çağdaş bir baskıcı rejimin ifade özgürlüğünü sansürleme çabasını 100 yılın ardından ‘hayat sanatı taklit ediyor’ şeklinde yorumlayabiliriz.

Bulgakov’un Stalin diktatörlüğünün karanlık yıllarında geçen kült romanı üç farklı ve yarı bağımsız anlatıdan oluşur. Kara Büyü profesörü ya da Şeytan’ın cisme bürünmüş hali olan Woland ile maiyetindekilerin (bunlara dev bir fantastik kedi de dahil) 1930’lu yıllarda Moskova’ya gelişi, Yahudilerin Romalı valisi Pontius Pilatus’un -kitapta Yeshua Ha-Notsri olarak geçen- Hazreti İsa’yı yargıladığı bölümler ve yazarın alter egosu Usta ile sevgilisi Margarita’nın aşk hikâyesi iç içe geçmiş olarak nakledilir.

Lockshin’in filmi 500 küsur sayfalık romanın bire bir uyarlaması değil. Daha önce Netflix’de gösterilen 2020 yapımı ‘Titanic’ tarzı sınıflararası bir aşk hikâyesini anlatan ilk uzun metrajı ‘Gümüş Patenler / Serebryanye Konki’ ile bilinen genç sinemacı Bulgakov’un üç temel anlatısının bileşimine toparlayıcı bir meta unsur eklemiş: Usta’yı Bulgakov olarak yorumlarken, yazarı canlandıran Evgeniy Tsiganov’un Bulgakov ile benzerliğinden yararlanmış.

Film görünmez Margarita’nın Usta’nın baş düşmanlarından tiyatro eleştirmeni Latunsky’nin dairesine sızması ve ortalığı karıştırması ile başlıyor. Daha sonra bir yıl öncesine dönerek Usta ile tanışıyoruz. Pontius Pilates’in ünlü Hz. İsa yargılamasını konu alan son oyununun prömiyer öncesi provasına geliyor yazar. Ancak dinci gericiliğin propagandasını yaptığı, İsa ve Hristiyanlığı ele

alarak rejimi eleştirdiği gerekçesiyle oyun programdan çıkartılıyor. Usta akabinde yazarlar birliği ‘Masselit’ten atılıyor. Okura ulaşamayacağını bildiği halde esin perisi Margarita’nın teşvikiyle fantastik kurgusunu oluşturmayı sürdürüyor, kültürel ortamlarda ispiyonlayacak adam arayanların hırs tuzakları ve haksız yere kapatıldığı tımarhanede başına gelenlere rağmen.

‘Usta ile Margarita’ hazmı kolay olmayan bir metin. Film de romanı bilmeyenler için özel bir çaba istiyor. Ancak bu emeğin karşılığında Lockshin’in kurgusu keyifli bir deneyim sunuyor. Gerçek hayatta çift olan Evgeny Tsiganov ile Yulia Snigir’in tutmuş kimyası , Woland’da Alman oyuncu August Diehl’in nihilist yorumu zevkle izleniyor.

Bulgakov aynen Usta gibi yaşarken kendisine verilmeyen huzurlu sessizliğe kavuşmuşken, hüzünlü olduğu denli hınzır ve komik anlatısının 100 yıl sonra ortalığı nasıl karıştırdığına başka bir alemden tanıklık ederek keyifleniyordur belki. Bu vesileyle korkuyu yenerek baskıcı otoritenin gücünü kırmak için üreten dünyanın tüm cesur sanatçılarına selam gönderiyoruz.

(14 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Joaquin Phoenix’ten Şarkılar Dinlediniz

Todd Philipps imzasını taşıyan 2019 yapımı ‘Joker’ klasik bir Batman filminin ötesinde, benzersiz bir karakter yaratma sürecini perdeye taşıdığı için çok beğenilmişti. Namı diğer Arthur Fleck’in kendi gibileri çöp olarak niteleyen sistemle hesaplaşması vurucuydu, küçük adam Arthur’un başkaldırısını örgütlü bir devrim hareketine dönüştürme çabası etkileyiciydi. Sonuç her açıdan olumluydu, Venedik’ten Altın Aslan ile dönen yapım hem eleştirmenlerin hem de sinema salonlarını dolduran genç izleyicinin gözdesi oluvermişti. Delilik üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak sinema tarihine geçen film, Chaplin’in dehasına, ‘Taksi Şöförü’ özelinde ‘70’ler Amerikan Bağımsız Sineması’na, ‘Guguk Kuşu’ndan sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ne güçlü referanslar barındırıyor, ‘The Master’ filminden beri hayranı olduğum eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix sınırları zorlayan olağanüstü yorumu ile Oscar ödülüne kavuşuyordu.

Özgün yapımın devam filmi ‘Joker: İkili Delilik / Joker: Folie à Deux’ projesine kuşkuyla yaklaştığımı hatırlıyorum. Öyle ya, bunca beğenilmiş özgün yapımın tekrara düşmesinden endişe etmiştim. Bu noktada yanılmışım, yönetmen Phillips ilk filmin ekmeğini yiyecek bir hikâyeden özenle kaçınmış. Bu bir cesaret belki ancak öykünün fragmanlarda hiç açık edilmeyen bir müzikale evrilmesi

şaşırtıcı bir tercih olmuş. ‘Belleville’de Randevu / Les Triplettes de Belville’in yönetmeni Sylvain Chomet’nin çektiği anime Joker sekansı ile neşeli bir açılış yapan yapan film, beş kişinin ölümünden idamla yargılandığı duruşma gününü bekleyen bir deri bir kemik kalmış Fleck’in pis koğuşuna, çoklu kişilik bozukluğu için nakledildiği akıl hastanesinin gri karanlığına gömülüveriyor.

Arthur’un yeniden Gotham şehrinin kirli kargaşasına karışmasını boşuna bekliyoruz. İkinci yarıdaki uzun mahkeme bölümlerinde içimiz daralıyor. Karakterin geçmişine yönelik açılım yetersiz kalıyor. Akıl hastanesinin müzik odasında tanıştığı piroman Lee (Lady Gaga) ile tanışması filmin tonunu değiştiriyor. Arthur fantezi dünyasının ramp ışıklarında ilk kez tattığı aşkın doruklarında gezinirken bizler de ikiliden şarkılar dinliyor, Phoenix’in step dansı marifetine tanıklık ediyoruz.

Sonuçta, önce hapishane, daha sonra mahkeme dramasının yeknesaklığında gezinen, sözüm ona psikolojik çıkarımlarda bulunan hikâye, müzikalin parlak cazibesi ile durumu kurtarmaya çalışıyor ancak film bu haliyle Gaga’nın defalarca mırıldandığı ‘bir dağ inşa edeceğiz’ hayallerinin yarım yamalaklığı içinde sıkıcı bir seyirden ötesine geçemiyor, tabiri caizse dağ fare doğuruyor. ‘Megalopolis’in ardından yeni bir düş kırıklığını, ya da yılın bu en kötü şakasını geride bırakıp önümüzdeki filmlere bakalım diyorum.

(06 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsan İnsana Eziyet Eder

Christian Tafdrup’ın yazıp yönettiği 2022 yapımı ‘Speak No Evil’ Kuzey Avrupa sinemasından çıkmış en tedirgin edici filmlerden biridir. Michael Haneke’nin ‘Funny Games’inin ürperticiliği ile yarışır olan Danimarka yapımı film sinemalarımıza gelmedi ama özgün hikâyenin aynı adı taşıyan 2024 model Amerikan yeniden çevrimi bizde ‘Sakın Ses Çıkarma’ adıyla sınırlı salonda olsa da gösterimini sürdürüyor.

Özgün yapım farklı kültürlerden farklı yaşam tarzları olan iki ailenin Toscana güneşi altında bir tatilde tanışmasıyla başlar. Danimarkalı beyaz yakalı çifti kırsaldaki çiftlik evlerine ve serbest vezin yaşamlarına davet eden Hollandalılar vahşi bir sürek avını önceden planlamıştır. İnsanın insana yaptığı eziyetin seyri zor bir tasviridir bu film.

Amerikan çevrimlerinde bu tür sert öykülerin seyircinin huzurunu çok da fazla bozmayacak bir biçimde yumuşatıldığını biliyoruz. Söz gelimi George Sluizer imzalı 1988 Hollanda yapımı dehşet hikâyesi ‘İz Bırakmadan / Spoorloos’un Amerikan yeniden çevrimi beş yıl sonra yine Sluizer eliyle ‘Kayboluş / The Vanishing’ adıyla çekilmiş ve özgün yapımın kötünün kazandığı tüyler ürpertici finali mutlu sona bağlanmıştır.

‘Sakın Ses Çıkarma’nın yeniden çevirimi romantik hafta sonu kaçamakları ölüm kalım savaşına dönüşen bir çiftin öyküsünü anlatan başarılı gerilim denemesi ‘Eden Lake’in yönetmeni olarak hatırladığımız James Watkins’e teslim edilmiş. Senaryoyu da kaleme alan Watkins’in ana karakterleri Londra’ya taşınmış Amerikalı aile ile kırsalda yaşayan İngiliz çiftten oluşuyor. Yakın yaşlarda birer çocukları olan çiftler yaşam tarzları ile birbirlerinden ayrılıyor. Çiftlik evlerinde doğa ile içli dışlı yaşayan Paddy (James McAvoy) ile Ciara (Aisling Franciosi), Londra’nın göbeğinde modern hayatın ağlarına takılmış sorunlu ikili Ben Dalton (Scott McNairy) ile karısı Louise (Mackenzie Davis) için başına buyruk özgür çift fantezisini temsil ediyor. Dalton’lar tatil sonrası bir hafta sonu kaçamağı için Batı İngiltere’deki çiftliğe davet edildiklerinde kısa bir tereddüdün ardından davete icabet ediyor. Londra’nın yağmurundan sonra Devon kırsalının güneşli havasına ve tabii ki mutluluk ve yaşam sevincinin timsali gibi duran, eril coşkusu ile ortalığı neşelendiren Paddy’nin cazibesine kapılmışlardır.

Eski usul İngiliz yaşam tarzı şehrin modern yaşam denen koşu bandından kurtulmayı ifade eder gibidir onlar için. Ancak mutlu karşılama çok uzun sürmüyor. Paddy’nin kaba saba hoyrat davranışları büyüyü bozar gibidir. Her şey önceden planlanmıştır oysa. Korkunç sırları doğrultusunda İngiliz çift kedinin yemeği ile oynaması misali avları ile oyalanacaklardır bir süre. Louise dehşet anı geldiğinde “Bunu bize neden yapıyorsun?” diye soracaktır. Ciara’nın yanıtı basittir: “Çünkü siz izin verdiniz.” Paddy’nin dediği gibi dünya bir sürek avı cehennemidir. İnsan insana eziyet eder, buna kişinin en yakınları da dahildir.

Tafdrup’un filmini görmüş olanlar için spoiler olacak ama, Watkins’in Paddy’nin hoyratlıklarını törpülediğini ve soluk kesici finalin özgün versiyon gibi umutsuz bir karamsarlık taşımadığını belirtelim. Watson müzik kullanmadan çektiği son yarım saatini bir tür çağdaş ‘Köpekler / Straw Dogs’ kulvarına taşımış. Sam Peckinpah’ın gençlik yıllarımıza izini bırakmış 1971 yapımı yaman geriliminde Dustin Hoffman – Susan George ikilisinin yerini almış olan Dalton çiftinde bu kez çağımız iklimine uyumlu olarak kadın tarafı daha atak ve daha güçlü.

‘Sakın Ses Çıkarma’ gerilimini iyi kuruyor. Başta Jack Nicholson’un ‘Shining’ yorumunu anımsatan dışavurumcu oyunu ile McAvoy olmak üzere çocuk oyuncular dahil tüm kadronun iyi bir iş çıkardığı yapım son dönemde gösterilmiş benzerlerinden çok daha fazla tatmin edici bir korku gerilim. Dili kısa kaldığı için konuşamayan küçük Ant’de (Paddy ve Ciara’nın oğulları) Dan Hough’un yürek parçalayıcı performansına ayrıca dikkat çekmek isterim.

(05 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zamanı Durdurmak

Francis Ford Coppola final opusunu ‘geçmişimizi ve itibarımızı koruyabilir miyiz, yoksa eski Roma gibi açgözlü bir ihtişamın kurbanı mı olacağız?’ sorusu ile başlatıyor. Üstadın yaklaşık 40 yıldır hayata geçmesi için çalıştığı veda projesi ‘Megalopolis’te New York kentini New Rome olarak adlandırması, başlıca ana karakterlerin Romalı tarihi şahsiyetlerin ismini taşımaları bu yüzden.

Yeni Roma şehri değişmek zorundadır. Dünyaca ünlü Nobelli mimar, bilim adamı ve Tasarım Kurulu’nun başındaki Cesar Catalina (Adam Driver) yoksulluk ve adaletsizliğin kol gezdiği mega imparatorluk kentini yeniden dizayn etmek üzere idealist, ütopik bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Bitmek bilmeyen hırsı ve çıkarları ile Belediye Başkanı Cicero (Giancarlo Esposito) karşısında durmaktadır. Bu açıdan kentin en zengini bankacı amcası Hamilton Crassus III’ün (Jon Voight) desteği önemlidir. Cesar ile Cicero’nun kızı Julia (Nathalie Emmanuel) arasında gelişen aşk, kadın avcısı mimara tutulmuş, gözden düşmekte olan sansasyonel TV programcısı Wow Platinum (Aubrey Plaza) ile siyasetteki boşluğun izini süren Crassus’un çılgın veliahtı Clodio’nun (Shia LaBeouf) sinsi iş birliğine yol açacaktır.

Coppola’nın tutku ile peşini bırakmadığı projesi yukardaki kısa özetten çok çok daha fazlasını içeriyor kuşkusuz. Shakespeare tarzı komplolar zinciri üzerinden yol alan hikâye efsanevi sinemacının elinde görkemli, fazla şatafatlı deneysel bir felsefi yolculuğa yelken açmış. Coppola her okumuş araştırmış düşünen Amerikalı gibi Avrupa kültüründen esinler ve etkileşimler üzerinden ilerliyor. Hamlet’in ‘olmak ya da olmamak’ diye başlayan ünlü tiradından, Roma imparatoru Marcus Aurelius’dan aforizmalara,

Sappho’nun aşk şiirlerinden Jean Jacques Rousseau özdeyişlerine bir diyalog bombardımanına tutuyor izleyicisini. Colosseum’a dönüştürülmüş Madison Square Garden sekansında, bilgisayar marifeti ile yaratılmış geleceğin stilize dünyasını inşaada görselliği ıskalamıyor gerçi. Yaratıcı fikirler, yaman bir hiciv ve eşitliksiz – adaletsiz çağımız yönetimlerine açık eleştiri getirmekten de kaçınmıyor. Lakin bütün bu şamata nihayetinde dizginlenemez, yorucu bir kaosa dönüşmekten kurtulamıyor.

Farklı açılar, grafik tasarımlar, bölünmüş ekranlar kullanıyor Coppola. Yan rollerde Laurence Fishburne, Dustin Hoffman, Jason Schwartzmann, Talia Shire gibi çoğu eskinin kıdemli oyuncuları gövde gösterisi yapıyor. Ancak bu curcuna içinde bir karakter inşa edemeden kaybolup gidiyorlar. Visconti’nin Helmut Berger’i misali rol çalan Shia LaBeouf ile Aubrey Plaza ikilisinin, muhtemelen filmin 18+ almasına neden olmuş masa üstü seks sahnesi bu yoğun sinema serüveninin iyi çekilmiş güzel sahnelerinden biri olarak akılda yer ediyor.

85 yaşındaki Coppola tıpkı Cesar Catalina gibi zamanı durdurmanın peşinde. Çoğu sanatçıda olduğu gibi kendini Tanrı katında görmenin megalomanisini yaşıyor muhtemelen. Ancak zamanı durduracak ve belleklerde yer edecek filmi bu film değil ne yazık ki. Kişisel olarak ustayı ‘Baba / The Godfather’ (1972), ‘Kıyamet / Apocalypse Now’ (1979) ve kadri kıymeti pek bilinmemiş ‘Konuşma / The Conversation’ (1974) başyapıtlarıyla hatırlamayı tercih ediyorum.

(03 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Joker: İkili Delilik

Devam filmleri, aradan geçen yıllar içerisinde bulunduğu yerde durmayıp daha yukarı (pek azı aşağı çekilir) değerlendirildiği için pek beklentileri karşılamaz ya da öyle değerlendirilir.

Joker için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunun için de zaten, şimdiden iki uçta değerlendirmeler var: Ya çok beğenilmiş ya hiç beğenilmemiş. Arası yok… Todd Phillips, ilk Joker’de yakaladığı düzeyi tutturmuş, çok başarılı. Film gerek görüntüsü gerek sesi gerek kurgusu gerekse oyuncularıyla gerçekten de başarılı. Ancak bir önceki filmin duygu yükü, “Bu muydu?” dedirtiyor. Arthur Fleck, nam-ı diğer Joker (Joaquin Phoenix) ile Lee nam-ı diğer Lee Quinzel ya da Harley Quinn (Lady Gaga) büyük bir aşk yaşıyor. Film zaten hem aşk, hem mahkeme, hem cinayet ve hem de hapishane filmi, hepsini de kapsıyor.

Joker, ilk filmden anımsayabilirsiniz, beş (aslında) altı cinayet işlemiştir. Hapishanede zor günler geçirir, gardiyanların keyfi davranışları karşısında çaresizdir, ama Lee ile tanışma fırsatı bulunca bir aşk da doğar. Yönetmen Phillips, aslında yönetmen olarak başarılıdır, ama senaryoya da katkısı olduğu için not ortalaması düşüyor. Canlı olarak yayımlanan mahkemedeki tavırları, duruşmaya giremeyen binlerin de ilgisini çektiği için adliyenin önü ana baba günüdür. Onca insan, avukatını azledip kendi savunmasını kendi yapan Joker’i destekler doğal olarak.

Müzikal denilebilir film için, ama öyle görmeyenler de çıkacaktır. Joker’in step dansı unutulur gibi değil, Lee ile birlikte düet yapmaları da dorukta. Bir düette evlenmelerinin hayali mi, mutluluklarının yansıması mı izleyiciye kalmış. İkisinin arasındaki romantizm izleyiciye geçiyor, ama o kadar. Firar sahnesinin sıcaklığını ise hep hatırlayacağız.

Küçük bir not: Joker: İki Delilik filmini lazer teknolojisiyle donanan Cinenova (Marmara Forum) salonlarında izledik. Renkler daha doygun, ışık daha net, ses ise muhteşem. Sinemanın geleceği var… Filmleri platformlardan ya da bilgisayar ekranları yerine beyazperdede izlemek müthiş doyurucu…

4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(02 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com