Kategori arşivi: Yazılar

44. İstanbul Film Festivali’nden Önerilerim

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler ve Altın Lale yarışma seçkisi dışında kalan yapıtlardan oluşan 15 filmlik geleneksel öneri listemi takdim ediyorum.

1- HAYALLER / Drømmer / Dreams:
Norveçli auteur yönetmen Dag Johan Haugerud’ün “Seks, Aşk, Hayaller” üçlemesinin şubat ayında Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ve FIPRESCI Ödülü ile dönen son bölümü, öğretmenine sırılsıklam âşık olup bu ilk aşkını derin sarsıntılarla yaşayan Johanne’yi izliyor. Duyguları silikleşmeden onları bir şekilde kayda almak isteyen Johanne’nin bu amaçla yazdığı açık yürekli metinleri gören ailesi başlangıçta ortalığı ayağa kaldırıyor. Fakat yazıların edebi niteliği öyle yüksek ki, Johanne’nin annesiyle büyükannesi kendi gerçekliklerine ve hayallerine dönüp bakmayı tercih ediyor. İlgiye değer üçlemenin diğer filmlerinin festivalin retrospektifler bölümünde yer aldığını hatırlatalım.

2- MAVİ İZ / O Último Azul / The Blue Trail:
Gabriel Mascaro’nun Berlin’den Büyük Jüri Ödülü ile dönen, Amazon’un insanı kucaklayan derinliklerinde geçen yarı distopik masalı bizi özgürlükle direncin yan yana yürüdüğü şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor. Brezilya Hükümeti, 80 yaşın üzerindeki herkesi “kendi iyilikleri” için özel kolonilere göndermektedir. Amazon kıyısındaki bir kasabada yaşayan 77 yaşındaki Teresa, durup dururken resmi bir tahliye emri aldığında şaşırır: Yaş sınırı 75’e indirilmiştir. Teresa kendisine dayatılan bu kaderi kabullenmeyi reddeder ve Amazon boyunca, kaçak da olsa özgürlük hayalini gerçekleştirdiği bir yolculuğa çıkar. Brezilyalı yönetmenin İlahi Aşk ve Neon Boğa filmleri daha önceki yıllarda festivalde gösterilmişti.

3- KONTINENTAL ’25:
Romanyalı auteur Radu Jude’un dünyamız ve meseleleri hakkında söyleyecek çok sözü var ve Berlin’de en iyi senaryo ödülü kazanan son filmi de, önceki filmleri Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin (2023) ve Kaçık Porno (2021) kadar radikal ve beklenmedik sürprizlerle dolu. Bu absürt komedi – dramda, Transilvanya’nın en büyük şehri Cluj’da icra memuru olarak çalışan Orsolya’yı izliyoruz. Orsolya’nın bir gün, bir binanın bodrum katında yaşayan evsiz bir adamı tahliye etmesi gerekir. Ancak beklenmedik bir olay Orsolya’yı önce suçluluk duygusuna boğar, ardından da kendince çözmeye çalıştığı ahlaki bir kriz yaratır. Kontinental ’25, Radu Jude’un alameti farikası olduğu üzere siyaset, ekonomi, ırkçılık, kapitalizm, savaş ve sosyal adalet üzerine şahane diyaloglarla dolu.

4- BUZLAR KRALİÇESİ / La Tour de Glace / The Ice Tower:
Andersen’in buzlarla kaplı ünlü masalının yeni uyarlaması, Berlinale’de yaratıcı ekibe sunulan ‘Olağanüstü Sanatsal Katkı’ ödülüyle taçlandı. 1970’lerdeyiz. Evden kaçan 16 yaşındaki Jeanne, bir stüdyoya sığınmıştır. Jeanne burada çekilmekte olan Karlar Kraliçesi filminin esrarengiz yıldızı Cristina’nın tuhaf çekiciliğine kendini kaptırır. Set ile perde, film ile gerçeklik birbirine karışırken, oyuncu ile kız arasında karşılıklı bir hayranlık gelişir. Marion Cotillard’ın da rol aldığı ‘Masumiyet / L’Innocence’ ile 2005’te İstanbul Film Festivali’nde Halk Ödülü’nü kazanan Lucile Hadžihalilović’in bu yeni filmi, eşi Gaspar Noé ve Marion Cotillard’ın da aralarında bulunduğu yıldız bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor.

5- MESAJ / El Mensaje / The Message:
Hayvanlarla iletişim kuran küçük bir kız, kızın söylediklerini fal için danışanlara ileten bir kadın, para işlerini halleden bir adam… Bu tuhaf üçlü, Arjantin’de tozlu köy yollarında durmaksızın ilerler. Büyülü gerçekçiliğin her anına sindiği, nefes kesen siyah-beyaz görüntüleriyle tuhaf bir tanıdıklık hissi veren film, hem duygusal hem manevi hem de gerçek bir yolculuk anlatıyor. “Başlangıçta çocukluk hayallerle doludur, ama sonunda bu hayaller paramparça olur. Yetişkinler sihir yapamaz” diyen filmin Venezuelalı senaryo yazarı ve yönetmeni Iván Fund Berlin’de saygın ‘Jüri Ödülü’ne layık görüldü.

6- IŞIK / Das Licht / The Light:
Tom Tykwer, uzun soluklu neo-noir TV dizisi Babylon Berlin’in ardından beyazperdeye ve günümüze geri dönüyor. Bu yılın Berlin Film Festivali’nin açılışında dünya prömiyerini yapan filmin merkezinde Engels ailesi var: Tim Engels (Lars Eidinger), karısı Milena, ikizleri Frieda ile Jon ve Milena’nın diğer oğlu Dio. Berlin’de bir apartman dairesinde birlikte yaşayan Engelsler aile bağlarını çok zaman önce kaybetmişlerdir. Aynı evi paylaşsalar da hayatları apayrıdır. Hizmetçi olarak eve gelen esrarengiz Suriyeli göçmen Farrah, beklenmedik bir şekilde bu kopuk aileyi yeni bir yola sokar. Aile fertleri kendilerini ve en derin yaralarını ona açar ama sonunda Farrah’ın kendilerini buluşunun bir planın parçası olduğunu anlarlar. Büyülü gerçekçilik unsurlarıyla bezeli, hem hareketli hem duygusal bu aile dramında Alman usta atmosfer ve görsel dünya kurmadaki ustalığını yeniden gösteriyor. Son olarak geçtiğimiz yıl Kasım ayında İstanbul’da ‘Schaubühne Berlin’ topluluğunun muhteşem temsilinde III. Richard olarak alkışladığımız Eidinger beyazperdedeki ilgiye değer performanslarına bir yenisini ekliyor.

7- GELGİTLER İÇİNDE / Feng Liu Yi Dai / Caught by the Tides:
Yirmi iki yıl süren kırık bir aşk hikâyesinin öyküsünü aktarırken, zamanın akışını içgörüyle yansıtan destansı anlatı, hem geçen zamanın çağdaş Çin’i dönüştürüşü hem de yönetmen Jia Zhang-ke’nin filmlerinin zamanla değişimini sergiliyor. Film, Quiao Qiao ile Guao Bin’in 2000’lerin başından günümüze, vuslata ermeyen aşkını öykülerken, auteur sanatçının önceki filmlerinden görüntüleri perdeye taşıyor. Eskiyle yeniyi ustaca bir araya getiren bu şiirsel yapımda, çekilmiş görüntülerin 22 yıla yayılması nedeniyle film boyunca tüm oyuncuların geçen zaman içinde doğal olarak yaşlanmasına tanıklık ediyoruz. Durgun Yaşam, Günahın Dokunuşu ve Kül En Saf Beyazdır filmlerinin ödüllü yönetmeni Jia Zhang-ke’nin 77. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer alan son filmi, Çin’in köklü dönüşümüne yeni bir perspektiften bakıyor ama bunun da ötesinde gençlikten orta yaşa uzanan sağlam bir kadın portresi çiziyor.

8- BOĞULMAK / Sesés / Drowning Dry:
Locarno’dan en iyi yönetmen ödülü ile dönen Laurynas Bareiša’nın filmi bir aile öyküsü etrafında şekilleniyor. Lukas’ın Uzakdoğu dövüş maçı galibiyetiyle Tomas’ın doğum gününü bir arada kutlamak isteyen iki kız kardeş, hafta sonu kır evinde ailelerini bir araya getiriyor. Yakındaki gölde yüzüp dinlenen,yiyip içip her aile gibi paradan konuşurlarken aniden, çocuklardan birinin başına çocuklardan birinin başına feci bir şey gelince herkes sarsılacak ve bundan sonra hiçbir şey aynı kalmayacaktır. Filmin hem yönetmenliğini hem de görüntü yönetmenliğini üstlenen Litvanyalı sinemacı, hem zaman hem de mekân algısıyla oynayarak izleyicisini sürekli konfor alanının dışına iterken filmin karakterlerinin duygusal yükünü de git gide artırıyor. Filmin Locarno’da tüm kadroya takdim edilen ‘En İyi Performans’ ödülünü aldığını, Litvanya’nın Oscar adayı olduğunu not olarak düşelim.

9- MERHAMET / Miséricorde / Misericordia:
‘Cannes Prömiyerleri’ kapsamında gösterilen bu sürükleyici komedi – dram, Fransa’nın Ardèche bölgesinde, tablo gibi güzel bir köyde geçiyor. Film, bir cenaze için memleketine dönünce kendini gizemli olaylar ve entrikalarla örülü bir ağın içinde bulan Jérémie’yi izliyor. Köylülerden birinin kaybolması, tehditkâr bir komşu ve niyetini açık etmeyen bir rahip yüzünden, genç adamın güya kısa ziyareti sürprizlerle dolu bir maceraya dönüşüyor. Yapıtlarında arzuları, dile getirilmemiş gerçekleri ve insan doğasının karmaşıklığını deşmeyi tercih eden Alain Guiraudie’nin önceki filmleri ‘Dimdik Ayakta / Rester Vertical’ ve ‘Göldeki Yabancı / L’Inconnu du Lac’, geçmiş yıllarda festivalde gösterilmişti. Yapımcıları arasında yönetmen Albert Serra’nın da bulunduğu bu son filmi için “kendi hikâyemi evrenselleştirmenin bir yolu olmak üzere bu filme ilk gençlik duygularımın çoğunu kattım.” diyor Fransız yönetmen.

10- LANETLİLER / The Damned:
Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli bir Bakış’ seçkisinden En İyi Yönetmen Ödülü ile dönen yapım, İtalyan sinemacı Roberto Minervini imzesını taşıyor. Yıl 1862, kış sert geçmektedir. Amerika’da iç savaş amansızca sürerken kuzeyli Birlik Ordusu, gönüllü bir bölük askeri, henüz keşfedilmemiş sınırdaki uç batı bölgelerine gönderir. Zaman ilerledikçe görevlerinin niteliği değişen askerler, kamp hayatının tekdüzeliği zihinlerini bulandırır, bir yandan zorlu doğa koşullarına bir yandan da hep kendini hatırlatan düşman tehdidine katlanırken, davaya inançları da sarsılmaya başlar. Savaşın gözden çıkardıklarının izini olağanüstü görüntüler fonunda süren film, görünmez bağlar, şüpheli ahlâki ilkeler, korku ve belirsiz bir yazgıyla birbirlerine bağlı isimsiz bir grup adamı mercek altına alan savaş karşıtı bir anti – Western.

11- MOTEL DESTINO:
Variety eleştirmenlerince geçtiğimiz yıl “Cannes’ın en seksi filmi” seçilen yapım, Body Heat’i anımsatan yoğun bir erotik gerilim, oyuncularının zorlu performanslarıyla önce çıkan bir “tropikal kara film”. Filme adını veren Motel Destino, Brezilya’nın kuzeydoğu sahilinde yol kenarında bir seks motelidir. Başarısız bir vurkaçın ardından buraya sığınan Heraldo, motelin kurulu düzenini ve oteli işleten dengesiz Elias ile karısı Dayana arasındaki dengeyi bozar. 2022’de Dağların Denizcisi ile İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Brezilyalı sinemacı Karim Aïnouz’un bu son filmi, göz alıcı neon dünyasıyla hem anlatısını hem de erotik gerilimini canlı tutuyor.

12- AY / Mond / Moon:
Irak doğumlu Avusturyalı yönetmen Kurdwin Ayub’un Sonne’nin ardından çektiği Locarno’dan Jüri Özel Ödülü ile dönen ikinci uzun metrajı, izleyicinin beklentileriyle sürekli oynayan, gayet hareketli, “yumruk gibi” bir film. Yarışmalı profesyonel kariyerinin sonuna gelmiş olan dövüş sanatçısı Sarah, Ürdün’de süper zengin ve biraz da karanlık bir ailenin üç kızına bir süre dövüş eğitimi vermesi için teklif alarak Avusturya’daki küçük kasabasından ayrılıyor. Başlangıçta tam hayallerindeki gibi görünen bu iş fazla zaman geçmeden Sarah’yı tedirgin etmeye başlıyor. Ders vereceği genç kadınlar dış dünyadan kopuk yaşamakta ve sürekli gözetim altında tutulmaktadır. Sporla da pek ilgileri yoktur sanki. Peki öyleyse Sarah neden işe alınmıştır?

13- BAYRAKLARIN ALTINDA GÜNEŞ / Bajo Las Banderas, El Sol / Under the Flags, the Sun:
Juanjo Pereiera’nın yönettiği, Berlinale 2025’in Panorama seçkisinden Fipresci ödüllü belgesel, tarihin en uzun süre iktidarda kalan liderlerinden Alfredo Stroessner’in diktatörlüğünün iç yüzünü göz ardı edilmiş görüntüler aracılığıyla açığa çıkarıyor. Paraguay’ı 35 yıl boyunca demir yumrukla yöneten Stroessner diktası 1989’da sona ermiş ve rejimin belkemiği olan görsel – işitsel arşivler kendi haline bırakılmış. Haberler, TV yayınları, propaganda filmleri ve gizliliği kaldırılmış belgelerden oluşan bu arşiv yolculuğu, cuntanın hizmetinde medyanın iktidarı nasıl şekillendirdiği, hafızayı nasıl kontrol edip çarpıttığını, karanlık mirasın hâlâ izlerini taşıyan Paraguay örneği üzerinden neşter altına yatırıyor.

14- EN VAHŞİ. HAYVANDA BİLE. / Kein Tier. So Wild. / No Beast. So Fierce.:
Saf kötülüğün portresini çizen Shakespeare’in III. Richard trajedisi bambaşka bir bakış açısıyla beyazperdede. Arap asıllı soylu York ve Lancaster sülalelerinin, yıllardır Berlin sokaklarında süren mücadelesi kanlı bir çete savaşıyla sona erer. Galip gelen ailenin en küçük kızı Rashida’nın niyeti herkese, her şeye hükmetmektir ve bu amaçla ailesinin erkeklerine karşı komplo kurmaya başlar. Tahtı ele geçirmek için, Berlin yeraltı dünyasının tartışmasız patronu olana kadar entrikalar çevirmeli; kardeşlerini, yeğenlerini, dostlarını ve düşmanlarını öldürmelidir. ‘Berlin Alexanderplatz’ın 2020 yapımı çağdaş uyarlaması ile alkışladığımız Burhan Qurbani’nin son filmi dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yaptı.

15- ÖLÜ ELMASTAKİ YANSIMA / Reflet Dans Un Diamant Mort / Reflection In A Dead Diamond:
Yetmişli yaşlarını devirip hayatının son demlerini Fransa’nın güney kıyılarında lüks bir otelde huzur içinde tüketen John D. güneşlenen komşusunun cazibesine kapıldığında, 60’lı yıllarda hızlı bir casus olarak bu sahillerde geçirdiği çılgın anları hatırlar. Bu hoş kadın bir gün apansız ortadan kaybolunca John D. geçmişiyle yüz yüze gelmek zorunda kalır. Yoksa eski düşmanları, onun bu cennet gibi dünyasını yıkmak için geri mi dönmüştür? Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan, aksiyon ve kan dolu, yıllar arasında bol atlamalı yapım, 1960’ların Avrupa yapımı ucuz casusluk filmlerine, James Bond ve giallo filmlerine dur durak bilmeyen bir saygı duruşunda bulunuyor. Belçikalı sinemacı çift Hélène Cattet ve Bruno Forzani, daha önce yönettikleri Amer, Bırakın Bronzlaşsın Cesetler, Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi filmleriyle tanınıyorlar.

(02 Nisan 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Unutursam Fısılda

Michael Cristofer’ın yönettiği ‘Muhteşem Lillian Hall / The Magnificient Lillian Hall’, görkemli bir sanat hayatı sürmüş bir büyük oyuncunun sahneye dönüş hazırlıkları ile açılıyor. Oyun repliklerini günlük yaşamına taşıyan ünlü aktrisin tiyatro perdesine kazınmış muhteşem kariyerinin muhtemel vedası Çehov’un ölümsüz oyunu ‘Vişne Bahçesi’ ile olacaktır. Lakin işitsel ve görsel halüsinasyonlar, eldeki titremeler ve hafıza kayıpları ile ortaya çıkan demans başlangıcı teşhisi efsanevi Broadway yıldızının önünde engel teşkil eder. Yarım asrı bulan kariyerinde haftalık 8 temsille 206 oyunda alkış toplamış olan Lillian yaşam ile sanatının iç içe geçtiği hayatının son hamlesinde başarılı olacak mıdır?

Oyun yazarlığından gelen Cristofer’ın sevgi ve özenle yaklaştığı Lillian’ın hayatı gerçek bir yaşam öyküsüne dayanmıyor, ancak özgün senaryonu kaleme alan Elisabeth Seldes Annocone’un 50’li 60’lı yılların Tony ödüllü sahne ve film oyuncusu teyzesi Marian Seldes’ın yaşamından izler taşıyor. Televizyon için çekilmiş bu mütevazi HBO yapımı, bir süredir ara verdiği tiyatro sahnesine geçtiğimiz yıl Broadway prömiyerinde büyük övgü toplayan, 2026’da Londra West End’de sahnelenecek olan Paula Vogel’in ‘Mother Play’ oyunu ile dönen muhteşem Jessica Lange’in sinemaseverlere güzel bir armağanı olmuş.

75 yaşındaki ünlü oyuncu kurgusal Lillian Hall karakteri ile kariyerinin son deminde yeniden alkışlarla buluşmak isteyen bir sahne devinin mücadelesinde harikalar yaratıyor. Lillian’ın veda temsili için ‘Vişne Bahçesi’nin seçimi de çok anlamlı. Rus aristokrat Lyubov Andreyevna Raneskaya’nın, finalinde evine, gençliğine, mutlululuğuna ve hayatına veda ettiği ölümsüz Çehov metnine benzer bir biçimde Lillian’ın gerçek evi olan tiyatroya vedasına tanıklık ediyoruz. Lillian’ın provalar sırasında unuttuğu repliklere de bir çare bulunuyor. Ölmüş tiyatro yönetmeni kocasının ona emanet ettiği, birlikte yaşadığı sadık asistanı Edith (Kathy Bates), tıpkı Çağan Irmak’ın 2014 yapımı filmi ‘Unutursam Fısılda’da olduğu gibi kulak mikrofonu aracılığı ile ona repliklerini hatırlatacaktır.

Çocukluğundan beri tek istediğinin fark edilmek, görülmek olduğunu ifade eden Lillian, hayatı boyunca sahneye adım attığında gerçekleşen bu mucize ile yaşadığını, bu uğurda asla iyi bir anne olamadığını itiraf etmekten çekinmiyor. ‘Sanat hayatı aşar mı?’ sorusunu onunla birlikte soruyor, sevgili kocası Carson’ın (Michael Rose) ‘bir anlık sonsuzluk’ olarak ifade ettiği, ‘sahnede her gece o bilinmeyene doğru sıçrayışın’ hazzıyla yanıp tutuşuşunun şifresini çözmeye çalışıyoruz. ‘Muhteşem Lillian Hall’ izleyicisine bu soruyu sorarken, hafızası giderek yok olan bir sanatçının dramını aşırı duygusal bir anlatıya dönüştürmekten özenle kaçınmış. Lillian’ın balkon komşusu eski aktör ile dertleşmesi ve inceden flört ettiği bölümler hem yaş almış ama karizmasını kaybetmemiş Pierce Brosnan ile hasret gidermemize, hem de hayatın kaçınılmaz acı gerçeğine umut dolu bakışlarla kadeh kaldırmamıza vesile oluyor.

(31 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

İstanbul Film Festivali 44 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği ‘İstanbul Film Festivali’ bu yıl 44. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 11 – 22 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 7 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler ve özel etkinlikler yer alıyor.

43 yılın ardından bu sene festivalde yeni bir dönem başlıyor. Önceki yılların Ulusal ve Uluslararası yarışmaları yeni düzenleme doğrultusunda yerli ve yabancı filmlerin uluslararası jüri tarafından birlikte değerlendirileceği tek bir ‘Altın Lale Yarışması’ şemsiyesi altına alınıyor. 5’i yerli 15 filmden oluşan seçki, 6 dalda Oscar adayı 1998 yapımı ‘Elizabeth’ ile bilinen Hint asıllı yönetmen Shekhar Kapur başkanlığında değerlendirilecek. Uzun metraj ana yarışma jürisinin diğer üyeleri Rumen yapımcı Ada Solomon, Nuri Bilge filmlerinin senaryolarında imzası bulunan Ebru Ceylan, oyuncu Saadet Işıl Aksoy ve Toronto Uluslararası Film Festivali başkanı Cameron Bailey’den oluşuyor.

139 uzun metrajlı, 15 kısa filmden oluşan festivalin bu yılki kapsamlı seçkisi geçtiğimiz Şubat ayı içinde yapılan Berlin Film Festivali’nde özel bir galada dünya prömiyeri gerçekleşen Ido Flux imzalı ‘Köln 75’ ile açılıyor. Film, efsanevi caz piyanisti ve besteci Keith Jarrett’in 1975 tarihli Köln konserinin heyecan dolu gerçekleşme hikâyesini anlatıyor. Festival, daha önce saygın festivallerde yer almış, geniş kitlelere seslenen yapımların Türkiye prömiyerlerinin yapıldığı ‘Galalar’ bölümünden ‘Genç Ustalar’ın filmlerine, sinemanın isyankâr ruhlarını buluşturan ‘Mayınlı Bölge’den dünyanın dört bir yanından çoğu ödüllü yapıtlardan oluşan ‘Devrialem’e 13 farklı bölümden oluşan göz kamaştırıcı bir toplam sunuyor.

Sinema dünyasının ustaları elinden çıkma gözde ‘Cinemania’ kuşağında ise 30. yılını kutlayan Quentin Tarantino klasiği ‘Ucuz Roman / Pulp Fiction’, Altın Palmiyeli Wim Wenders başyapıtı ‘Paris, Texas’, yakınlarda yitirdiğimiz David Lynch’in sık gösterilmeyen 1990 yapımı filmi -yine Cannes’dan altın Palmiyeli- ‘Vahşi Duygular / Wild at Heart’ ve daha eski klasik hazinelerden ünlü Jacques Demy müzikali ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ / Les Parapluies de Cherbourg’, büyük auteur yönetmenlerden Robert Bresson imzalı Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ öyküsünün şiirsel ve minimalist uyarlaması ‘Düş Avcısı / Quatre Nuits d’Un Rêveur’ sinefilleri heyecanlandıracak yapımlar olarak öne çıkıyor. Festival bu yılın retrospektif bölümünde Norveçli auteur yönetmen Dag Johan Haugerud’un aralarında taze Berlinale Altın Ayı kazananı ‘Hayaller / Drømmer’in de bulunduğu 6 filmi ile 2019 yılında aramızdan ayrılan alanının en yetkin isimlerinden kurgucu Ayhan Ergürsel’in, aralarında Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Üç Maymun’un da yer aldığı, emeğinin geçtiği 7 yapımdan oluşan seçki merakla bekleniyor.

44. İstanbul Film Festivali’nin ‘Belgesel Kuşağı’ bu yıl siyaset, müzik, fotoğrafçılık, aile bağları, mimari, radyoculuk, insan hakları gibi farklı güncel konuları işleyen, toplumsal değişimleri ele alıp gerçeği belgelerken alışılmadık ve çarpıcı tarzlar izleyen 21 filme ev sahipliği yapıyor. Festival ülkemiz sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını sinemamıza kazandırmaya devam ediyor. Auteur yönetmenlerimizden Ömer Kavur’un 1985 yapımı Altın Lale Ulusal Yarışma ödüllü klasiği ‘Amansız Yol’ bu yıl Zurich Sigorta işbirliği ile yenilenmiş kopyasından sunulurken, filmin başrol oyuncularından Zuhal Olcay’a ‘Sinema Onur Ödülü’ sunuluyor.

Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin passo.com.tr/tr, Passo mobil uygulaması, Passo perakende satış noktalarında genel satışa sunulacağını, festival başlamadan önce biletlerini alan izleyicilerin indirimli uygulamadan yararlanabileceğini hatırlatmış olalım.

(30 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Hitler’in Küvetinde Banyo

Ellen Kuras’ın yönettiği ‘Lee’, 20. yüzyılın saygın savaş muhabirlerinden Lee Miller’ın (Kate Winslet) İkinci Dünya Harbi’nin göbeğinde fotoğraf makinesi ile koşturduğu görüntüleri ile açılıyor. Bir patlama ile savrulan genç kadın, güvenli alana geçmesi için uyarılıyor. Bu girişin ardından 1977’ye, Miller’ın Farley çiftlik evindeki son yıllarında verdiği nehir söyleşiye geçiyoruz. Röportajı yapan gazeteci (‘Rekabet / Challengers’dan tanıdığımız Josh O’Connor) anılarla yüklü odanın dört bir yanına saçılmış obje ve fotoğrafların ardındaki hikâyelerin peşindedir. Genç muhabir bu efsanevi kadını çağdaş dünyanın daha iyi tanımasını arzu ettiğini söyler.

Lee Miller’ın anılarının telifini almış olan Winslet, başta Michael Gondry imzalı 2004 yapımı ‘Sil Baştan / Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ olmak üzere, aralarında Spike Lee, Martin Scorsese, Sam Mendes ve Jim Jarmusch gibi bir dizi saygın sinemacının filmlerinde görüntü yönetmenliğini üstlenmiş olan Kuras’ın derdi de aynıdır. İki kadın elele vermek suretiyle, savaşın en karanlık günlerinde erkek egemen bir evrende türlü engellemelere karşı çıkarak kadın başına cepheden cepheye yaşananlara tanıklık etmiş, barışın hemen akabinde Yahudi soykırımının taze vahşetini belgeleyerek tarihe dosyalamış bu olağanüstü figürün anısını ölümsüz kılmak istemişler.

Tümü yayınlanmamış tarihi arşivinin sırlarını ortaya dökecektir Miller, ancak karşılığında Roland’ın kendisi ile ilgili bir hikâye anlatmasını ister. Bundan sonrası Miller’ın aksiyon yüklü kavgalı hayatının olağanüstü öyküsüdür. 1907 doğumlu Amerikalı Miller 30’lu yıllar Paris’inde Vogue Dergisi’nin tanınmış modellerinden biri olmuş, bu sayede Fransız sanat çevresinde önemli dostlar edinmiştir. Geriye dönüşlerle ilerleyen uzun röportajın ilk bölümünde, Güney Fransa’nın Mougins beldesinde pür neşe bir kır sohbetine tanık olur, savaşın hemen öncesinde 1938 yazının keyfini çıkarmakta olan Lee ve dostları ile tanışırız. Miller’ın yakın arkadaşı Nusch (Noémie Merlant) ve ile kocası ünlü şair Paul Éluard (Vincent Colombe), bir diğer kankası Solange D’ayen (Marion Cotillard) ve Pablo Picasso’nun da (Enrique Arce) aralarında olduğu bohem takımı giderek yaklaşan Nazizm tehdidini fazla ciddiye almadan güneşli günlerin tadını çıkarmaktayken, topluluğa sonradan katılan İngiliz ressam ve sanat ajanı Roland Penrose (Alexander Skarsgård), Lee’nin hayatına girecek ve birlikteliklerini Londra’ya taşıyacaklardır. Genç kadın İngiliz Vogue Dergisi’ndeki işini kolay elde edemeyecek, ancak sonrasında editör Audrey Whithers (Andrea Riseborough) ile birlikte kariyerini adım adım inşa edecektir.

Fransız sayfiyesinin neşeli ve özgür paleti altında başlayan aydınlık öykü, patlayan savaşın karanlığına doğru yol alırken Lee önce Londra Blitz yıllarının kargaşasını belgeleyecek, daha sonra meslekten yoldaşı Davy Sherman (Andy Samberg) ile birlikte ön cephelerdeki mücadeleye tanıklık edecektir. Paris’in işgalden kurtuluşunun ardından Buchenwald ve Dachau ölüm kamplarına ilk giren gazeteciler olarak trajik vahşet görüntülerini tarihin arşivine aktaracak olan ikili, savaşın hemen sonrasında Hitler’in Berlin’deki karargahına sızacak, Miller diktatörün küvetine kadar girerek, Dachau izlerini taşıyan botlarını banyo havlusunun üzerine bıraktığı fotoğrafını tarihe miras bırakacaktır.

‘Lee’ değeri unutulmaya yüz tutmuş tarihi bir şahsiyetin, 1940’lı yıllarda erkek egemen gazeteciliğe başkaldırmış ve kendini var etmiş cesur bir kadın gazeteci yazarın öyküsünü geniş kitlelere yeniden hatırlatılması adına önemli bir çabaya soyunmuş. Filmin konvansiyonel bir akışta zaman zaman tekrara düşen hantallığından yakınılabilir belki, ancak çağımızı giderek kuşatmaya başlayan dikta uygulamalarına karşı tarihsel bir uyarıda bulunması anlamlı ve çok önemli. Kuras finaldeki sürprizi ve son jenerikte akan gerçek görüntüler eşliğinde Miller’ın savaş sonrası özel yaşamının kapısını aralıyor, geçmişin saklı yaraları gün ışığına çıkarken bu ilginç kadın portresinde eksik kalmış noktaları tamamlamaya çalışıyor.

(19 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Küresel Sorunumuz Var: Ayı Paddington: Ormanda Macera

Ayı Paddington, tanıdığımız ve sevdiğimiz bir çizgi film kahramanı. Hem çizgi karakter olarak sevimli hem de akıllı. Bu kez, “ayı”lıktan Paddington Brown olmasına, o çok sevdiği Lucy Teyzesini bulmasına kadar geniş bir süreci izliyoruz; epey maceralı ve aynı oranda heyecanlı. Çizgi karakter olmasına karşın ünlü oyuncularla da desteklenmiş.

Filmin ana teması, hepimizin içinde bulunduğu sorunla aynı… Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, ekolojik ya da kişisel birçok nedenle dünyanın birçok yerinden birçok insan (buna ayılar da dahil) göç ediyor. Göçmenlik, belki de en çok bizim ülkemizde bu denli tepki çekiyor. Muhakkak ki, dünyanın birçok ülkesinde mülteci, ilticacı (aynı anlamdaki iki sözcük olsa bile farklı anlamlarda kullanılıyor; biri yeni göçmüş, ikincisiyse gittiği yerde kimlik -kartı- edinmiş) insanlar yaşıyor. Doğaldır ki, iş, barınma, sağlık, beslenme sorunu yaşayanlar tepki duyuyor; sorun yaşamayanlar ise ilticacılara veya mültecilere olumlu bakıyor.

Ayı Paddington; Peru dağlarından Londra’ya göçen ve orada “tutunan” sevimli bir ayı. Bir parçası olduğu Brown ailesi, öyle seviyor ki, asla onu yalnız bırakmıyor. Birlikte Peru’ya Lucy Teyzesini bulmak için maceraya bile atılıyor. Öte yandan İspanya sömürgenler altın peşinde koştu yıllarca, bugün onların torunları da koşuyor… Yani, göç(menlik) yüzyıllardır ülkelerin bir gerçeği. O kadar içselleştirilmiş ki, (biz küçümseyip yadsısak da) çocuk filmlerine konu olacak denli önemli. Göç ve göçmenlik olgusu daha uzun yıllar ülkelerin ekonomisini, kültürünü, yaşamını belirleyecek. En tam da bu nedenle, çocuk filminde yer alması sevindirici. Çocuklar hiç değilse sorunun gerçek kaynağını, nedenini öğrensin.

Ayı Panddington: Ormanda Macera, keyifli ve mesajı olan bir film. Birkaç gün güneş gördük, ama hava yeniden kapattı ve soğudu; yaz görüntüleri insanın içini açıyor. Doğayı ve ormanları seyretmek güzeldi. Portakalın (her ne kadar nakliye dense de) tüm dünyaya satılması da bir küçük göç öyküsü aslında.

21 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(18 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Savaş Değil Barış Kazandırır: Lee

İkinci Dünya Savaşı sadece savaştaki ülkeleri değil tüm bir yaşamı tepeden tırnağa etkilemiş, toplumu, siyaseti, ekonomiyi, kültürü hatta ekolojiyi de tamamen değiştirmiştir. Savaş(lar) kötüdür, en kötü barış bile savaştan binlerce kat iyidir.

Ara Güler, kendisini fotoğrafçı olarak değil foto muhabiri olarak tanımlıyordu. Lee Miller, İkinci Dünya Savaşına katılmış, cepheden en vahşi fotoğrafları çekmiş önemli bir foto muhabiridir. Bir fotoğrafın anlaşılması 12 saniye sürermiş (belki 50 yıl öncesinin bilgisi, ama bir görsel birçok şeyi bir kareye sığdırabilir ve çok şey anlatabilir). Hatta bazen sayfalarla anlatamayacağınız bir olayı, sadece bir karede, ırk, dil, din, sınıf, ülke ayrımı olmaksızın anlatabilirsiniz. Lee de öyle biri…

Kate Winset’in, deyim yerindeyse tek başına götürdüğü bu filmde başarısını teslim etmek zorundayız. Sadece oyuncu olarak değil yapımcı olarak da çok emek vermiş, çok çalışmış ve hepimize bir pencere açmış Lee ile… Avrupa’da, sanat çevresinde keyifle yaşayan biriyken Lee, Hitler’in dünyayı yerle bir edecek savaş naralarını duyunca, fotoğraf makinesini alır ve savaşa katılır. Daha doğrusu katılmak ister, ama Avrupalılar (Fransızlarla İngilizler) cinsiyet ayrımcılığı yaparak engellerler. Amerikan pasaportu taşıdığı için yine de bir yolunu bulur ve engelleri aşar.

Sonrası… sonrası yok zaten. Kan, gözyaşı, vahşet. Yerle bir edilmiş şehirler, yok edilmiş yaşamlar, aileler, okullar… O çocukların gözlerindeki acı, korku, hüzün yeterli, yaşananların hiç de insani olmadığını bilmek için. Genç kızlara (hatta küçük çocuklara bile) tecavüz edilmesi -aradan geçen bunca yıl sonra bile- insanı etkiliyor, nefrete boğuyor. Asker hiç mi iyi bir şey yapmaz? Evet, savaştaysa, hiç ama hiç iyi bir şey yapmaz. Yapamaz da zaten, çünkü emir komuta zinciri içerisinde kurşuna bile dizilir de kimsenin ruhu duymaz; çok yıllar sonra “iade-i itibar” da yetmez.

Lee, gerçekten savaş karşıtı gözü kara bir foto muhabiridir. Toplama kamplarına girer, Hitler’in malikânesinde -gerçekten de çok ünlüdür o fotoğrafı- küvette fotoğrafını çektirir. Karşılaştığı insanlarla (sadece askerlerle karşılaşır ya) insani iletişim kurar ve onların içlerini dökmesini sağlar. Çok titizdir, kimseyi incitmez, ama çıplak gerçekliği yansıtır. Gönderdiği fotoğraflar ise sansüre uğrar. Sayfayı yöneten, okuyucuların korunması, ruh hallerinin daha da bozulmaması gerekçesini ileri sürer. Buna kim olsa çıldırır; Lee de, fotoğraflarının negatiflerini (bildiğiniz en değerli şeylerden daha değerlidir negatifler, bunun kayıtsız şartsız kabul edilmesi gerekir) keser, imha eder. O canını hiçe sayıp, ölümü göze alarak fotoğraf çekmiştir, ama masasının başındaki, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan yetkili, yasaklamış ve sansürlemiştir. O fotoğraflar, bugün, bize Hitler’in Mussolini’nin, Nazilerin vahşetini kanıtlıyor.

Film Lee üzerine kurulu dramatik bir biyografi… Belki tek eksiği Lee’nin arkadaşlarını tanımamamız, onların yeterince yer almaması… İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Lee’yi anlatan film, ünlü foto muhabirinin 1977’de ölümünden önce genç bir gazeteciye kendisiyle yaptığı röportaj sırasında “geri dönüş”lerle anlatılıyor. Sürprizi, izleyenlere bırakalım.

21 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(17 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Erkekleri Doğrayalım

Marsilya’daki mütevazı apartman dairesinde toplaşmış üç kadının başlangıçta hiç de böylesi bir niyeti yoktur. 46 dereceyi bulan sıcak hava dalgası şirin sahil kentini kasıp kavururken, yazmak istediği aşk romanının ilhamını arayan Nicole (Sandra Codreanu) güneş gören balkonundan dikizlediği -Emily in Paris’in Gabriel’i- karizmatik bay Magnani’nin (Lucas Bravo) çıplak bedeni üzerinden erotik fanteziler üretme derdindedir. Webcam modelliği yapan kankası Ruby (Souheila Yacoub) ile üçüncü sınıf bir diziden Marilyn Monroe peruğu ile çıkıp geliveren Elise (Noémie Merlant) hararetli günün gecesinde üçlü masayı oluşturduğunda, karşı pencereden gelen flörtöz davete hiç düşünmeden icabet ediverirler. Neşeli saatler boyunca bol bol içilir, eğlenilir. Lakin gece, daha kolay elde edebileceğini düşündüğü Ruby’yi gözüne kestiren yakışıklının saldırgan hamlesiyle bol kanlı bir olaylar silsilesine evrilecektir.

2021 yapımı ‘Mi Iubita Mon Amour’un ardından ikinci uzun metrajını çeken Merlant’ın, başrolünü paylaştığı ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi / Portrait de la Jeune Fille en Feu’nün yönetmeni Céline Sciamma ile birlikte kaleme senaryodan kotardığı ‘Balkondaki Kadınlar / Les Femmes au Balcon’ jenerik öncesi fiziksel şiddet gördüğü kocasını öldüren komşu kadının hikâyesi ile açılarak tavrını baştan ortaya koyuyor. Kısa bir süre önce, vahşi kapitalizmin yapay düzeni içerisinde çaresizce tatmin arayışını sürdüren yeni sürüm ‘Emmanuelle’ olarak izlemiş olduğumuz Merlant, filmin esinini 4 – 5 yıl önce erkek partnerlerden uzakta iki kız arkadaşı ile birlikte çıktığı aylar süren uzaklaşma deneyiminden almış. Öykünün tasarımına kaynaklık etmiş olan bu süreçte hayatının hiçbir döneminde kendini hem ruh hem de beden olarak bu denli özgür hissetmediğini ifade ediyor genç sinemacı. Üç kafadar arkadaş bu süreçte cinsiyetçilik, kadın düşmanlığı ve eril baskı üzerine kafa yormuşlar. Bu meditatif seansların ürünü olarak bir apartman dairesinde bir araya gelmiş bedenleri ile barışık karakterler, dışarının tüm baskıcı kurallarından azat etmişler kendilerini. Evin balkonunda bedenlerini örtme, sokak ortasında göğüslerini kapatma gereği duymuyorlar örneğin.

Merlant ve arkadaşları konuştukça geçmişin travmalarından mizah ve absürd ile kaçabilme yolunu keşfetmişler. Filmde yakalanan başına buyruk ton, yerinde duramayan denemelere açık kamera kullanımı, farklı türlerin baş döndürücü kokteyli hep bu deneyimin iz düşümü olarak perdeye yansımış gözüküyor. Balkondaki kadınlar tabuları bir bir yıkarken, bu cesur ve komik punk feminist masal pusuda bekleyen eril şiddet sonrasında dehşet verici bir gerilim – korku sapağına yöneliyor ve perdeden kan damlıyor.

Geleneksel patriyarkal yapının egemenliğinden kurtuluş hemen gerçekleşmiyor yine de. Üçlünün içinde en romantik takılan Nicole’un gönlü erkeğin kıymetli (?) uzvunu bedeninden ayrı koymaya kolay razı olmuyor belki ama Elise erkek egemenliğine sırtını dayamaktan çok daha çabuk vazgeçecektir. Oyuncu – yönetmen Merlant o sıcak gecede gerçekleşen ya da teşebbüs edilen eril saldırganlığı perdeye taşımak yerine avukat kocasının Elise’in gönlü olmadan onunla cinsel ilişkide bulunmasını evlilik içi tecavüz sahnesi olarak uzun uzun perdeye taşıyarak bunu göstermiş. Son dönemde örneklerine sıkça rastladığımız gözüpek feminist anlatılara renkli bir sayfa ekleyen yapım, Alfred Hitchcock imzalı ‘Arka Pencere / The Rear Window’a benzer röntgenci bir erotik fantezi olarak başlıyor, türler arasında sörf yaparak coşkulu bir finale doğru adım adım ilerlerken üç kadın ruhlarında onları aniden değiştiren yeni bir umudu, kurtuluş umudunu keşfediyor.

(15 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Encore Sinema: Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği

Sevdiği bir filmi yeniden izlemeyi kim istemez? Sevdiği şarkıyı dinlemekten, sevdiği resme bakmaktan, sevdiği kitabı yeniden okumaktan kaçınır mı insan?

Koşullar birçok sanat yapıtını yeniden karşımıza çıkarmıyor ne yazık ki. Buna da bağlı olarak anılarımızda kaldığı (zaman içerisinde ayrıntılarının unutulmaya yüz tutması da cabası) kadarıyla özlemle anıyoruz. Şimdi, o eski sevdiğimiz filmleri yeniden, hem de yüksek kaliteli görüntüsü, sesi ve kalitesiyle, beyazperde farkıyla ayrıntılarını kaçırmadan, görüntünün görkemini yaşayarak yeniden izleme şansını yakalıyoruz. Encore Sinema, son yılların klasikleşmiş, unutulmaz filmlerini izleme deneyimi sunuyor. İlk film: “Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği”… Program, Mart ayı boyunca romanı da çok satan, çok sevilen ve hâlâ da çok okunan “Yüzüklerin Efendisi”nin diğer iki filmini

de içeriyor. Arkasından Nisan ayında “Inception”, “Tenet”, “Yıldızlararası” (Interstaller)… Mayıs’ta “Örümcek Adam”lar, Haziran’da “Matrix”ler, Temmuz’da Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” (The Da Vinci Code), “Melekler ve Şeytanlar” (Angels & Demons) ile “Cehennem”i (Inferno)… Ağustos’ta “Batman” dizisi… Eylül’de de “Hobbit” dizisi sırayla gösterime girecek. Böylelikle, platformlarda görece küçük ekranda ayrıntıları kaçırma pahasına izlemekten; ayrıca internette, kaçak izlenen, dolayısıyla da film izleme keyfini kaçıran (tabii, kaçak olması nedeniyle telif hırsızlığına da yol açan demeyi unutmamak gerekir) kötü kopyalardan kurtulmak mümkün olacak.

Bilindiği gibi, konserde “bis” dediğimiz, “son bir kez daha” anlamına gelen uygulamayı sinemada “encore” olarak adlandırıyoruz. Sinemanın keyfini yaşayan (ve tabii yaşatan) izleyici, TME Films uygulaması “Encore Sinema” ile mutluluğu bir kez daha yaşayacak. Umarız, bu uygulama süreklilik kazanır.

Yüzüklerin Efendisi Yüzük Kardeşliği, 14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(13 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Ölmek Nasıl Bir Duygu

Hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için defalarca ölmek zorunda kalan Mickey Barnes (Robert Pattinson) sürekli bu soruya maruz kalıyor. Bu ne biçim iştir dediğinizi duyuyor ve hemen hikâyeye geçiyorum. 2054’lerin kaotik dünyasında kankası Timo (Steven Yeun) ile makaroncu dükkânı açmak için tefeciden borçlanan Mickey, iş yürümeyince zor duruma düşer. Alacağını pek de dert etmeyen, buna karşılık geri ödeme tarihini geçirenlerin dehşetengiz katlinin video görüntüsünü izlemekten keyif alan Darius Blank’in elinden nasıl kurtulacaktır şimdi. Dünyayı haddinden fazla sömürmüş olan küresel güçlerin gözünü uzayın boşluğundaki gezegenlere diktiği pek uzak olmayan bir gelecekte, bahtsız Mickey çareyi hızlıca bir uzay keşif ekibine sızmakta bulur. Eski siyasetçi Kenneth Marshall’ın (Mark Ruffalo) dünya düzeninde varolan bir dolu etik kaygı ve dinsel tantanayı bertaraf etmek üzere yola çıktığı bakir gezegenleri kolonileştirme sürecinde, çeşitli deneylerde kobay olarak kullanılmak üzere sözleşme imzalar. Başta zikrettiğimiz üzere artık geçinebilmek için mütemadiyen ölmeye razı olacak, her ölümün ardından tıpkı basım kopyası üretilerek yeniden hayata dönecektir.

Edward Ashton’ın ‘Mickey 17’ adlı aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan Bong Joon Ho imzalı yapım işte böylesine ilginç bir serüveni konu alıyor. Şirketin tanımlamasıyla ‘harcanabilir’ olmayı kabul etmiş ve 4 küsur yıl boyunca o gezegenden bu gezegene eşek gibi çalıştırılıp yıpratılmış Mickey’nin karla kaplı Niflheim gezegeninde düştüğü buzul çukurunda açılıyor film. Mağaranın sakinleri olan ‘Alien’ misali yaratıklar tarafından bir an önce yutulmayı beklerken, laboratuvar ortamında klonlanarak yeniden doğacağının tuhaf kaygısı bakışlarında sezilmektedir. Ekibe katılırken beden taraması yapılmış, anıları boşluk olmayacak biçimde bir hard disk’e yüklenmiştir gerçi, lakin bundan önceki ölümlerinde akıllara zarar miktarda radyasyona maruz kalan cildi feci şekilde yanmış, bir deney sırasında gözlerini kaybetmiş, bıçaklanmış ve türlü acılı biçimde yaşama veda etmiş olduğundan bu defa acısız bir ölüm arzusundadır. Kahramanımız, yaratıklar onu midelerine atmak yerine düştüğü çukurdan kurtarıp hayata döndürdüğü için, yeniden basıla basıla etinin yenmez hale gelmiş olduğuna hayıflanırken, ortadan kalktığı düşünülerek Mickey 18 adıyla yeniden üretildiğinde işler hayli karışacaktır.

2019 yılında ‘Parazit / Gisaengchung’ ile sinema alemini sallayan, Cannes’da Altın Palmiye’nin ardından bir Uzakdoğu yapımı olarak en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve uluslararası yapım gibi 4 önemli dalda Oscar ödülünü kucaklayan Bong Joon Ho, sinemasının temel motiflerini barındıran Ashton metninin senaryo uyarlamasını, hepimizin aşı testlerinin kobayı haline geldiğimiz pandemi döneminde tamamlamış. ‘Kar Küreyici / Snowpiercer’ (2013) ile 2017 yapımı ‘Okja’nın yeni ve ilginç bir karışımı olan ‘Mickey 17’ sinemacının vahşi kapitalizm eleştirisini bir kez daha perdeye taşıyor. İşçi haklarının, sendikanın, emekliliğin lafının geçmediği karanlık bir yakın gelecekte insan hayatını en ucuz meta olarak resmediyor. ‘Kar Küreyicisi’nin sınıflar arası uçurum teması, aynı trende arka vagonlara atılmışların lüks kategorideki zenginlerin arzularına hizmet edişinden doğan sistem eleştirisi burada da sürüyor.

Kibirli, iğrenç ve komik diktatör tiplemesi içinse aklımıza ilk anda Trump figürü düşüyor. Ruffalo’nun abartılı konuşma tarzı ve duruşu bunu hissettiriyorsa da yönetmen taze ABD başkanını tek örnek olarak almadığını, Kuzey Koreli Kim Jong-un’dan başlayarak gelmiş geçmiş ve günümüzde bolca rastladığımız dikta heveslilerinden ilham aldığını ifade ediyor. Marshall’ın baskın karısı Yfla (Toni Collette) ile olan Macbeth’ler tarzı ilişkisini Çavuşesku benzeri karı-koca dikta sevdalılarından esinle çizdiğini ekliyor. Mickey’nin Marshall ve şirketi ile trajikomik çatışması, çürümekte olan gezegenimize alternatif uzayda yeni yaşam alanları için kolları sıvamış Jeff Bezons ya da Elon Musk benzeri figürler öncülüğünde uzayı kolonileştirme ideallerini de akla getiriyor kuşkusuz.

Brad Pitt’in ortağı olduğu Plan B’nin yapımcıları arasında olduğu bu distopik bilim kurgu Koreli yönetmenin Hollywood sisteminden beslenen en pahalı yapımı olmuş. Keskin bir devrimci tavrı yok kuşkusuz ancak çağımızın giderek otoriterleşen dünyası üzerine hayli çoşkulu bir taşlama olarak ilgiyi hak ediyor. Biri içe dönük iken diğerine öngörülemez bir asilik kattığı çifte performansı ile günümüzün en iyi aktörlerinden biri olarak çok takdir ettiğim Pattinson yine döktürmüş. Trump motifli dikta heveslisinde Ruffalo, sos düşkünü dominant eşinde Collette çok iyiler. Spielberg’ün değişmez yoldaşı usta Darius Khondji’nin görüntüleri, Londra Senfoni Orkestrası’nın yorumladığı temadan temaya evrilen Jung Jae-il imzalı müzik çalışması da birinci sınıf.

(12 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Günün Gündemini Yakalayan Film: Gecenin Kıyısında

Sinemacı gündemi yakaladığında, inanın ki, hem izleyicinin beğenisini kazanır hem de gerçekten başarılı olur. 15 Temmuz darbesi, ne kadar darbedir, ne kadar manipülasyondur tartışılır. Kimin kazandığı ya da kaybettiği de, ancak bir ülkenin ve yurttaşlarının yaşamını değiştirdiği kesin bir gerçektir.

Türker Süer, hem ilginç, ilginç olduğu kadar önemli ve bir o kadar da gerekli bir film yapmış hem de filmin tartışılmasını sağlamış. Kazandığı ödüller kanıtı…

Babalarının yolundan giderek asker olan iki kardeş, askerliğin temelinde yatan emir komuta zincirinin gerekliliğiyle astın üste itaatini ilke edinmiştir. Ancak büyük kardeş, hâlâ üsteğmenken, küçük kardeş itaatkârlığıyla yüzbaşılığa yükselmiştir. Abi Kenan (Berk Hakman), emre itaatsizliği firarla doruğa çıkarırken, onu mahkemeye götürme görevi kardeş Sinan’a (Ahmet Rıfat Şungar) verilmiştir. Onlar yoldayken 15 Temmuz darbesi yapılır. Yol üstü bir garnizona girerler, ama acaba darbecilerin hâkimiyetindeki bir yer midir? Tabii ki, sorgulanacaklardır ve acaba kim darbecilerin safına geçecek, hangisi direnecektir?

Çarpıcı bir planla açılan filmin temposu sonuna kadar düşmüyor. İzleyici, sürekli yol ayrımında neye karar vereceğini sorguluyor. Oyuncuların da görüntüler gibi başarılı olduğunu söylemeliyim. Filmin en çarpıcı yanı, “erkek egemen ülkede, erkek egemen askerlikle erkek egemen bakışın hayatı ne denli zorladığı”dır. General, hem kadını aşağılıyor (tam da 08 Mart haftasında, alabildiğine itici kuşkusuz) hem de mahiyetindeki subayı. Bir an, “ne yapıyorsun” ya da “kimseyi aşağılamaya hakkınız yok” diye itiraz etmek geçti içimden. Hoş, Sinan’ın eşi, benim içimden geçenleri, birebir değilse de dillendirdi de rahatladım.

Kuvvetler ayrılığının hiçe sayıldığı, Anayasanın bile rafa kaldırıldığı, parlamentonun bir öneminin kalmadığı bir dönemde, askeri veya benmerkezci vesayet her zaman etkin olmak isteyecektir. Üsteğmen Kenan gibi itiraz edebilen, Yüzbaşı Sinan gibi sonradan fark eden subaylar hukukun ve demokrasinin koruyucu gücü olacaktır.

14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(11 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Abartılı Gerçeklik: Balkondaki Kadınlar

Küresel ısınma, kentlerde, ısı adası oluşturan beton yığınları arasında kendini daha çok gösteriyor ve zaten çok sıcak olan gün(ler) daha da çekilmez oluyor.

Abartı sadece havanın sıcaklığında değil, yaşamlarda da… hatta “Balkondaki Kadınlar”da da o kadar büyük ki, abartının abartısı gerilimden komediye, aşk hikâyesinden korkuya dönüp duruyor.

Üç kadın arkadaş, Marsilya’nın kendine özgü dar, ama yüksek binalarla çevrili sokaklarından birinde, balkondan hem evleri dikizliyorlar hem de kendilerince hikâyeler oluşturuyorlar. Kadınların ilki, filmin de yönetmeni olan Noémie Merlant’ın canlandırdığı, oyuncu Elise karakteri… İkinci kadın kamera karşısında erotik gösteriler yapan Ruby (Souheila Yacoub)… Üçüncüsü ise yazarlık yolunda, ilham gelmesini bekleyen Nicole (Sandra Codreanu). Üç arkadaş, gençliklerinin, heyecanlarının da etkisiyle karşı apartmanda yaşayan genç adamın evine gider, bir akşam. Bundan sonrasını anlatmak yerine izlemenizi önermeliyim; biraz şehvet, biraz erkek egemen yaşam, biraz kadın özgürlüğü, feminizm, biraz erotizm, birazdan çok gerilim ve heyecan dolu.

Filmi izlerken bir yandan kahkaha atarken bir yandan da merakla ne olacağını bekliyorsunuz. Filmin akışını “Balkondaki Kadınlar” belirliyor, dikizledikleri gibi, izleyiciyi de o dikize katıyorlar. Film; hızı, kamerası (özellikle çevrinmesi –eskiden ‘pan’ denirdi), müziği ve dar alanda (ağırlıklı olarak apartman dairesinde) hareketliliğiyle öne çıkıyor. Kadınların öfke ve yaşam sevincine katılmamak elde mi, ama jinekolojik muayenenin insanı nasıl da kötü hissettirdiğini içiniz ürpererek izliyorsunuz.

Yaşananlar gündelik hayatın dışında gibi olsa da izleyici olarak kendinizi hiç de dışarıda görmüyorsunuz, çünkü beyazperdeye yansıyanların hepsi yaşanması olası şeyler. Karısının gözünü morartan kocasının, bayılan kadına su vermesi için tekmelemesi, yetmeyip su dökerek ayıltması karşısında kadının kocasını öldürmeyi (hak ediyor kuşkusuz, bizim ülkemizde de öyle değil mi; kadın cinayetleri ya eşler, ya sevgililer tarafından işleniyor en çok) başarması gerçekten etkili. Üç arkadaşın birbirini korumaya çalışması, dayanışması da farklı değil.

İnsanın, keşke 08 Mart öncesinde gösterime girseydi düşüncesi geçiyor aklından.

14 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(10 Mart 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Hepimiz Tehlike Altındayız

Aralık 1970, Rio de Janeiro sahilindeyiz. Yaz güneşinin altında insanlar plajda keyif yapmaktadır. Eunice Paiva (Fernanda Torres) denizin tadını çıkarırken tepesinden geçen helikopterin gürültüsü ile irkilir. Askeri diktatörlüğün giderek sıkılaşan pençesinde ezilen Brezilya saatli bomba gibidir. Tehlike çanları, çoluk çocuk tüm dostlara açık sayfiye evlerinden huzur yayılan 5 çocuklu aile için çalmakta gecikmez, aktif siyaseti bırakmış İşçi Partisi eski milletvekili Rubens Paiva (Selton Mello) sakin bir öğleden sonrası karısıyla tavla oynarken gizli polis tarafından evinden alınıverir.

Eunice ile büyük kızlardan Nalu ertesi gün götürülür. Genç kadın, taştan koridorları kan izleriyle dolu, kapalı kapılar ardından işkence gören tutuklularının çığlıklarının yükseldiği Rio’daki kışlada hücre hapsi süresince sorguya tabi tutulur. Günler sonra serbest bırakıldığında kocası ortadan kaybolmuş, herkesin imrendiği evinin huzuru darmadağın edilmiştir. Ailesi paramparça olan ve beş çocuğuyla ortada kalan Eunice, São Paulo’daki baba ocağına geri dönüp 25 yıl önce yarım bıraktığı hukuk öğrenimini tamamlayacak, bu süreçte yerel halkların hakkını savunan aktivist kimliğini inşa ederken, Brezilya’nın karanlık yıllarını afişe etme çabasını sürdüren başarılı bir avukat olarak hayatını baştan yaratacaktır.

‘Hâlâ Buradayım / Ainda Estou Aqui’, Brezilyalı sosyalist sinemacı Walter Salles’in Jack Kerouac’ın otobiyografik romanından uyarladığı 2012 yapımı ‘Yolda / On The Road’dan bu yana ilk uzun metrajı. Paiva ailesinin öyküsü onun için kişisel bir önem taşıyor. Salles 13 – 14 yaşlarındayken bu herkesin imrendiği saygın ailenin 5 çocuğunu tanımış. Yakın arkadaşı Nalu sayesinde ailenin içine girmiş, ülkeyi kıskacına almış diktatörlük döneminde Paiva’ların evinin müzik, edebiyat ve yaşam kültürü onun ufkunu açmış. Yıllar sonra evin küçük oğlu Marcelo’nun anıları ile karşılaştığında ailenin özelinde ülke halkına ve entelijensiyasına 20 yıl boyunca zulmü yaşatmış olanlarla hesaplaşmak ve olan biteni tüm açıklığıyla bugünkü kuşaklara aktarmak istemiş.

Salles geçtiğimiz yıl Venedik’ten en iyi senaryo ödülü ile dönen, en iyi uluslararası film dalında taze Oscar’lı çalışmasında 1998 yapımı ‘Merkez İstasyon / Central do Brasil’de gönüllerimizi fethetmiş eşsiz aktris Fernanda Montenegro’nun gerçek hayattaki kızı Fernanda Torres ile çalışmış. Gerek Torres gerekse gerçek Rubens’in o sevecen karakterini bir eldiven gibi kuşanmış olan Mello yüreğimizi derinden yaralayan müthiş performanslar sunuyor. Walles’in finaldeki güzel sürpriziyle, 89 yaşındaki Eunice’yi anne Montenegro’ya oynatıyor, böylece hem ana kızı hem de sinemasının ilham kaynağı iki dev oyuncuyu aynı hikâyede buluşturuyor. Film gerek 70’lerin dünyasını kusursuz yansıtan yapım tasarım çalışması, gerekse görüntü yönetmeni Adrian Teijido’nun 35 mm ile Super 8 görüntüleri ustaca kaynaştırdığı mükemmel çalışması ile parlıyor.

Giderek otoriterleşen günümüz dünya siyasetine, askeri ve sivil diktatörlük uygulamalarına karşı bir uyarı niteliği de taşıyan Salles’in filmi, kayıplar ve faili meçhullerle yaralanmış benzer bir toplum olarak, hiç de yabancısı olmadığımız hikâyesiyle yaralarımızı kanatıyor, dehşete kapılıyoruz. Warren Ellis’in etkileyici müziği ile hüzünlenirken, keşke Tarantino geliverse, şu makus tarihi perdede tersyüz ediverseyi arzulamaktan kendimi alamıyor, gözyaşlarımı tutamıyorum.

(07 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Acı Kardeşliği

Çağımızın yetenekli genç aktörlerinden Jesse Eisenberg’in hem oyuncu hem yönetmen olarak kotardığı ikinci uzun metrajı ‘Gerçek Acı / A Real Pain’ üç ay arayla dünyaya gelmiş iki kuzenin havaalanında buluşması ile açılıyor. Takıntılı Dave (Jesse Eisenberg) uçağa zar zor yetişirken, vurdumduymaz izlenimi veren Benjamin (Kieran Culkin) saatler öncesinden bekleme salonunda yerini almıştır bile. Benji havaalanlarında binbir çeşit farklı insanla karşılaşmaktan hoşlanmaktadır çünkü.

New York’ta dijital reklamcılık işiyle uğraşan evli ve bir küçük oğlan babası Dave ile boş gezenin boş kalfası kuzenin Polonya yolculuğu, yakın bir zamanda yitirdikleri sevgili büyükannelerinin vasiyeti üzerine onun doğup büyüdüğü toprakları ziyaret etmek amacını taşır. Üçü Yahudi asıllı, bir diğeri Ruanda’daki soykırımdan kurtularak sığındığı Kanada’da Museviliği kabul etmiş kişilerin dahil olduğu mini ‘soykırım turu’nun rehberliğinde sırasıyla başkent Varşova’daki tarihi getto, direnişçiler adına dikilmiş anıt ziyaret edilir. Çok zengin bir Yahudi tarihine sahip olan Lublin kenti gezilir. Daha sonra şehir merkezinden yalnızca 3 km uzakta kurulmuş Majdanek toplama kampına uğranır.

İçe dönük büyük kuzene karşılık hınzır bir çekiciliğe sahiptir Benji. Girdiği her ortamda insanların aklını çelmeyi başarır, ama sonrasında deli dolu halleri ve ölçüsüz davranışlarıyla Dave’in deyimiyle bir çuval inciri berbat eder. Film zıt ikilinin uyuşmazlığı üzerinden yürüyor gibi başlasa da, düzenlenen tur acı ile ilgilidir. Geriye dönüp aile büyüklerinin yaşadığı dehşete tanık olunduğunda kafa karıştırıcı bir rahatsızlık, bir uyumsuzluk duygusuna kapılır Benji. Lublin’e birinci sınıf mevkide seyahat etmek, lüks otellerde kalıp süslü yiyeceklerle yol almak bir nevi suçluluk duygusu yaşatır ona. ‘80 yıl önce bu trenin arkasında sığır gibi sürükleniyorduk’ diyerek trenin arka vagonuna kaçması bundandır.

SS subaylarının alelacele terk etmek zorunda kaldığı toplama kampında sağlam kalmış belge ve kanıtlar ürpertir herkesi. Ölüm fırınlarının duvarına kazınmış Zyklon B gazının uğursuz mavisi ile göz göze gelindiğinde filmin alaylı neşesine eşlik eden Chopin’in o güzelim noktürnleri susar, dehşet ile baş başa kalınır. Soykırımın kitlesel acıları Dave ile Benji’nin saklı acılarını dağlayarak gün ışığına çıkarıvermiştir. Büyük kuzen mega kentin karmaşası içinde, aldığı ilaçlar ve çekirdek ailesine olan bağlılığı sayesinde ayakta kalabilmektedir. ‘Benimse hiçbir şeyim yok’ diyecek olan Benji ise Dave’in şefkatli kucaklaması karşısında daha iyi olacağının sözünü verir. Büyükanne Doris’in şimdi başka bir yaşlı teyzenin ikamet ettiği eski evinin kapısında, onu onurlandırmanın ve hatırlamanın güzelliği ile şifa bulmaya çalışır kuzenler.

‘Gerçek Acı’ uçarı görünümü altında derin bir melankoliyi oya gibi işleyen son dönemin ilgiye değer yapımlarından. 02 Mart gecesi en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanan Culkin çok haklı bir ödülün sahibi olmuş.

(05 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Paylaşırım Kalbinin Kederini

Tahran ile Winnipeg arasında hayali bir yerdeyiz. Negin (Rojina Esmaeili) ile Nazgol (Saba Vahedyousefi) buzun içinde kalmış bir banknotu donduğu yerden çıkarmak için uğraş vermektedir. Bu parayla sınıf arkadaşları Omid’e (Sobhan Javadi) bir hindinin çalıp götürdüğü gözlüğünün yerine yenisini almak isterler. Bu esnada yardım istedikleri Massoud (Pirouz Nemati) soğuğun da etkisiyle kafaları hayli bulanmış turist kafilesini Winnipeg’in tarihi anıtları ve brütalist tarzın gri bej binaları arasında dolaştırmaktadır. Québec devlet dairesindeki bunaltıcı işini bırakan Matthew (Matthew Rankin) ise uzun zamandır görmediği 76 yaşındaki yaşlı annesini ziyaret etmek üzere yollara düşmüştür. 29 Şubat’ın dondurucu soğuğunda zaman, coğrafya ve kişisel kimliklerin içiçe geçtiği bir sürreel güldürü bizlere göz kırpmaktadır.

Deneysel sinemacı Matthew Rankin’in dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes’da yapan ödüllü çalışması ‘Evrensel Dil / Une Langue Universelle’ hınzır bir biçimde kurgulanmış çizgi dışı bir deneyime davet ediyor izleyiciyi. Sanatçının Matthew rolünü bizzat üstlendiği, özenle seçilmiş çocuk karakterler haricinde tüm kişileri film ekibi ya da yakın çevresinden dostlarının canlandırdığı filmde Rankin 80’li 90’lı yıllarda büyük bir atağa geçmiş İran sinemasının ustalarından Abbas Kiarostami ve Cafer Panahi estetiğini, Kanadalı idolü Guy Maddin ve de Finlandiyalı Aki Kaurismaki ve İsveçli Roy Anderson başta olmak üzere kuzeyli sinemacılarda aldığı feyz ile harmanlıyor.

Kanadalı oyuncu – yönetmenin 2019 yapımı ‘20. Yüzyıl / The Twentieth Century’nin ardından gelen bu ikinci uzun metraj çalışması, Farsça ve Fransızca’nın resmi diller olduğu hayali bir Winnipeg’de geçiyor. ‘Arkadaşlık Adına’ vurgusuyla açılan filmde, ilkokul öğrencilerinin uzak plan sınıf penceresinden yansıyan şamatısını izlerken, otobüsü yolda kaldığı için valizi ile onca yolu yayan arşınlamış Fransızca hocasının aynı plan içinde okula girişini izliyoruz. Birbirinden cin küçükler için iyi birşeyler yapmaya çabaladığını söyleyen boğazlı kazaklı, elektro gitar çalan, küpe takan öğretmenleri, hükümetteki işini ve yabancısı olduğu büyük kenti, evinin anahtarlarını çöpe atarak terkeden Matthew ile bozulan otobüste yanyana koltukları paylaşmıştır. Seyir ilerledikçe filmdeki tüm karakterler, aile ilişkileri ya da türlü rastlantılarla karşılaşmayı sürdürür, gerçeküstücü meselin eliptik çemberi böylece şekillenir.

Yönetmenin ‘otobiyografik halüsinayon’ olarak tanımladığı masalında tabelalar Farsi dilinde, kişiler Farsça konuşuyor. Rankin daha önce Tahran’ı ziyaret etmiş, filmde de rol almış olan İranlı ortak senaryo yazarları Ila Firouzabadi ile Pirouz Nemati de karşılıklı olarak Winnipeg atmosferini deneyimlemiş. Bunu takiben, bu yıl 10 dalda Oscar adaylığı bulunan, bu yazı yayına girdiğinde bazı önemli ödülleri toplamış olacak olan Brady Corbet’nin hikâyesinden aşina olduğumuz brütalist tarzın birbirinden hayli uzak bu iki diyarı benzer kıldığından yola çıkmış, devasa anıt yapıların gölgesinde ufacık kalmış iki ayrı kültürden kişilerin ‘insan olma halinin’ etrafında kucaklaşmasını anlatmak istemişler.

Rankin, İran sinemasına yazılmış bu aşk mektubunda, kendine özgü soğukkanlı mizahı ve şefkatli yaklaşımıyla coğrafi ve sinemasal anlamda farklı dünyaları çok keyifli bir anlatımla bir araya getirmiş. Farklı dilleri, kültürleri ve kimlikleri harmanlayan yapısıyla küresel izleyici kitlesine hitap eden yapımda, hindiler bembeyaz kar örtüsü üzerinde tur atıyor, Kanada’nın ünlü kahve zinciri Tim Horton’da İran usulü çay servisi yapılıyor. Oryantal kostümüyle buz dansı yapan artistik patinajcıya tar, santur, ney ve duduk eşlikli müzik eşlik ediyor. Güzellik yarışmalarına soktuğu gözbebeğinin izini süren yaşlı hindi yetiştiricisinin ‘dönersen geri, paylaşırım seninle kalbimin kederini’ sözlerini içeren içli şarkısı alaturka kulağımızı okşarken, mekân ve coğrafya farkı bulanıklaşıyor, insan olmanın hazzıyla buluşuyoruz.

(04 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Zifiri Karanlıkta Mucize

Gerçek bir olaydan yola çıkan ‘Son Bir Nefes / Last Breath’ izleyiciyi okyanusun zifiri karanlık acımasız derinliklerinde soluksuz bırakan bir hayatta kalma hikâyesini anlatıyor. 18 Eylül 2012’de yaşanmış olayı konu alan 2019 yapımı belgeseli daha önce izlemiştik. Belgeselin yaratıcılarından Alex Parkinson yönetiminde çekilmiş, tanınmış oyuncuların gerçek kişileri canlandırdığı, aynı adı taşıyan uzun metraj kurgu çalışması ile olağanüstü mücadelenin bu kez daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşması hedeflenmiş.

Aberdeenshire, İskoçya’da evlilik hazırlığını sürdüren dalgıç Chris Lemons (Finn Cole) Kuzey Denizi’nin derinliklerinde 32 km uzunluğundaki petrol boru hattının rutin onarımını yapan ekibine dahil olmuştur. Hevesli genç adam yeni görevi öncesi nişanlısı Morag (Bobby Rainsbury) ile vedalaşırken heyecanlı olduğu kadar keyiflidir de. Öyle ya, deniz seviyesinin 100 metre altında çalışan profesyonel dalgıçlar için tehlikeli olduğu kadar, uzaya gitmek gibi havalı bir iştir bu. Chris’in son 3 dalışında yönlendiren emektar Duncan Allock (Woody Harrelson) ve Uzakdoğu asıllı deneyimli dalgıç Dave Yuasa’dan (Simu Liu) oluşan ekip 28 gün boyunca okyanusun dibinde olacaklardır.

Astronotların kullandığına benzer giysilerine göbek bağı misali bağlanmış kordonlarla zifiri karanlık sulara bırakılan dalgıçlarımız için başlangıçta her şey yolunda gözükse de hava şartları beklenmedik ölçüde bozulmaya başlar. Azgın bir fırtına sisteminin içinde bilgisayar sistemi stop eden dalış destek gemisi sürüklendiğinde dipteki dalgıçlardan onları suya indiren tankın güvenli alanına dönmeleri istenir. Deneyimli Dave kendini kurtarırken, Chris’in kordon bağı boru hattı istasyonuna sıkışır ve ve destek gemisinin sürüklenmesiyle oluşan gerilime çok fazla dayanamayarak kopar. Acilen kurtarma kitine geçen Chris’in yalnızca 10 dakikalık bir oksijen yedeği kalmıştır. Dave onu kurtarmaya gelecektir ancak Chris’in bu süreçte derinlikte kaybolmaması için kolektörün üzerinde kendini sabitlemesi gerekmektedir. Bundan sonrası zamana karşı bir ölüm kalım mücadelesidir.

Belgeseli izlememiş ya da vakayı duymamış olanlar için yazının bundan sonraki bölümü spoiler içermektedir. Umutların tükendiği, kurtarma ekibinin ancak bir cesede ulaşmak için çabaladığını düşündüğü anlarda zifiri karanlıkta, Hollywood kalıplarının ötesinde bir ‘büyülü gerçeklik’ deneyimi yaşatan beklenmedik bir mucize gerçekleşir. Gemidekilerin hayatını tehlikeye atmamak ya da bir çevre felâketine yol açmamak için temkinli ama yılmadan çözüm bulmaya çalışan gemi ekibi Dave Yuasa’nın da cansiperane müdahalesi ile Chris’e ulaşıp onu gemiye çıkarmayı başarmıştır. Genç dalgıç oksijensiz geçen 28 dakikanın ardından güvenli tanka ulaştığında bembeyaz yüzü hareketsizdir. Duncan’ın müdahalesinin ardından gözlerini açması ve kalıcı fiziksel hasar olmadan konuşması, gemi ekibini olduğu kadar izleyiciyi de gözyaşlarına boğmaya yetecektir.

Chris’in göbek bağına tutunmuş bebeğin doğum sahnesi tasviriyle perdeye yansıyan yeniden doğuşu son derece etkileyicidir. Parkinson’ın belgeselci titizliği ve detaycılığı ile hadisenin özünde yatan müthiş gerilimi bire bir aktarışını, Paul Leonard-Morgan’ın enfes müzik çalışmasının desteklediği değme aksiyon filmlerine taş çıkartan hikâyenin özünü süslemelere gerek duymadan dürüstçe anlatışını takdir ederiz. Mucizenin nasıl gerçekleştiği bugün uzmanların yanıtlayamadığı bir soru olarak gizemini korumaktadır. Son jenerikte, Duncan’ın da konuklar arasında yer aldığı Chris ile Morag’ın belgeselde de yer almış nikah töreninden enstantaneler işimizi ısıtır, tüm belirsizliğine karşın hayata olan bağımız güçlenir, geleceğe olan umudumuz tazelenir.

(03 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]