Kategori arşivi: Yazılar

Bunları Yazmak Gerek 9: Bursa’ya Festival, Festivale de Dorsay’ın “Yüzler”i Çok Yakıştı!

Bursa’ya Festival, Festivale de Dorsay’ın Yüzler’i Çok Yakıştı!

Bursa, yaklaşık altı bin yıllık tarihi olan bir kent. 14. yüzyıldan başlayarak Doğu’dan gelen ipek ve baharat ticaretiyle büyük gelişme ve canlılık göstermiş bir yeşil merkez. Doğal güzelliklerinin yanı sıra kaplıcaları, köprüleri, hanları, medreseleri, kiliseleri, camileri, mescitleri vb. tarihi değerleriyle -sanki- zaman içinde efsunlu bir yolculuğa çıktığınız ve içine çekiliverdiğiniz bir bölge.

En genç sanatlardan olsa da, yüz binlerce filmle insanın kozmik yolculuğunun tanıklığını/yükünü üstlenmiş, milyarlarca seyircinin bilincinde kapılar, yüreğinde yaralar açmış ve her tür duyguyu yaşatmış sinema ile ilgili bir festival de, tabii ki her kente yakışır ama eski-tarihi şehirlere bir başka yakışır. Aynen İstanbul’a-Pera’ya yakıştığı gibi. Bursa’nın, son üç yıla kadar en önemli eksiği, tarihin içinden damıtılmış dokusuna yakışacak bir festivaldi. Seyircisinin salonları çocuksu heyecanlarla doldurması ve yepyeni filmlerle tanışması Gezici Festival ile sağlanmıştı zaten. Nihayet uluslararası nitelikte bir şenliğe kavuştu (evet, “Sinema Bir Şenliktir”, ışıklar içinde yattığını biliyoruz yeri doldurulamaz insan Onat Kutlar). Bu yıl üçüncüsü gerçekleştiriliyor: İlk ikisine oranla çok daha kapsamlı, film, salon ve yarışma sayısı artmış; dolayısıyla seyirci de yoğunlaşmış.

Bir festivalde en önemli olan, dünyanın bin bir filminin o kentin seyircisi ile buluşması değil mi? Bursa seyircisi bir güzel ki… Hiçbir filmi yalnız bırakmadan ilgi gösteriyor; yan etkinliklerle kucaklaşıyor. Ve muhakkak ki, sevgili Atilla Dorsay’ın Bursa Kent Müzesi’ndeki sergisiyle de…

“Yüzler”, festival kapsamında bir kitap aynı zamanda, sayfalarını sabırsızlıkla çevirdiğim. Çünkü bu alanda tanıdığım ‘en genç’ sinema aşığı, tutkunu, delisi… Ne derseniz deyin, sinema ile özdeşleşmiş bir dünya insanı Dorsay’ın çalışması. Dorsay, beyazperdede akan filmlerin süreleri ile sınırlandırılamayacak, filmler dışında da dünyaya-insana dair ne varsa izini süren bir gezgin, sinemanın içerdiği tüm diğer disiplinleri alabildiğine izleyen biri. Bu kitabı-sergisi de, dijital fotoğraf çekmeye başladığı son iki yıldaki çalışmalarını kapsıyor.

Sinemaseverlerin, filmlerde, evet, bazen ‘çok çıplak’ ama çoğu kez de, artık bilgisayarlarla kumanda edilen ışıklandırmalardan, filtrelerden, yoğun makyajlardan, tabii ki rol yapma yeteneklerinden, inanılmaz performanslardan geçerek izlediği ‘yüzler’i, hem kamera önü, hem de göremediğiniz kamera arkası ‘yüzler’i, en doğal halleriyle yakalayıp, o anı dondurmuş: Hilesiz, rol kesmesiz, nasılsa öyle. Her biri için notlar düşerek, kolaylıkla takip etmenizi sağlamış. İlk sayfayı çevirdikten sonra arka kapağı kapatana kadar elinizden düşürmeyeceğiniz bir enfes galeri. Önemlisi de, o yüzleri izlerken, o yüzlerle çıktığınız serüvenler, o çoğunda hıçkırıklarla ağlayıp, kahkahalarla güldüğünüz ve insan olmayı duyumsadığınız öyküler çıkageliyor; size tuhaf bir deneyim yaşatıyor.

Özetle, her daim bizim için örnek olan muhteşem Dorsay’a ve bana harika birkaç gün yaşatan tüm festival sorumlularına -emekçilerine- gönüllülerine, doğaldır ki, Bursa’ya ve halkına yürekten teşekkür ederim.

(02 Aralık 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Üç Film

60’lı yılların ilk yarısı idi, Ankara’da üniversitede ilk yıllarım, Kızılay’dan Dikimevi’ne giden caddeyi Mithatpaşa Bulvarı’nın kestiği noktada, kırmızı ışıkta beklerken Cumhurbaşkanlığı forsu ile Cemal Gürsel’in arabası, geldi tam önümüzde durdu, kendisi ön koltukta, bastonuna dayanarak oturuyordu, ne eskortu vardı, ne de trafiği durdurmaya çalışan korumaları. Gazetelerde okumuştuk 27 Mayıs’dan sonra, yerli otomobil yapılmasını istemiş, ve yapılan ilk otomobil ile Meclise gitmek isterken, benzin bitmesi ile yolda kalmıştı. Aradan yıllar geçti, sonraki yıllarda, yapım süreci montaja dayalı otomobiller yaptık, Anadol, Murat, Şahin. Devrim Arabaları, Gürsel’in yolda kaldığı otomobilin -sıfırdan- yapılmasını ve de neden yolda kaldığını anlatıyor. Sinemamızın denemeye pek yanaşmadığı bir çalışma örneği, bir süre sonra genelde unutulacak olsa da –hafizayı beşer nisyan ile malûldür- sinemamız üzerine, gerçek araştırma yapacakların es geçemeyeceği bir çalışma. Daha önce yaptığı dramatik-belgesellerden sonra Tolga Örnek’in -belgeselliği artık iyice dramatik (/kurmacaya) dönmüş- filmi, heyecan verici. Filmde de denildiği gibi “hiçbir başarı cezasız kalmaz”, bu filme verilebilecek ceza ise, filmi gösterimde tutmak, gidip onu seyretmek ile hafifletilebilir. İlk iki Devrim otomobilinin yapım sürecini, 27 Mayıs Devrimi’nin ilk yıllarındaki bürokrasiyi anlatan Devrim Arabaları, olay kurgusu, gelişmeleri ile Yeşilçam’ın yıllarca alıştırdığı masalsı filmlerimize pek uymasa da, yine de belli kalıpları kullanan, fakat konusu, olayı ile tüm klişelerini göz ardı edebileceğimiz, heyecanlandırıcı bir film.

Gitmek’i (Hüseyin Karabey) bir öykü okur gibi izlemeyi deneyin. Doğal olarak bir film, ama sinemamızda, -sinema yolu ile yazılmış- ender öykülerden (öykü uyarlaması değil) biri. Bir aşk filmi. Sevgili’ye ulaşmak için her zorluğun üzerine giden, yolun bittiği yerlerde yeni yollar deneyen -bulan-, fonda siyasal, gösteride güncel, sıradan; vardığı finalde, -artık sıradanlaşmış, kanıksanmış– yaşayanlarının canını alan ve yakan bir oda müziği tarzında, küçük bir trajedi. (Alain Resnais’in Hiroshima Mon Amour filminde de bir Alman’a aşık olan Fransız kızın, içine gömdüğü, sonuca ulaşmayan/ulaşamayacak olan aşkı hatırlanıyordu. Onun kişisel aşkı, Hiroşima’da yaşanan trajedinin, kilometrelerce uzağında yaşanmış kişisel bir dramdı.) Gitmek’in sonuca ulaşmayan/ulaşamayacak olan kişisel aşkları, Güney Doğu Anadolu’da, başlangıcı yıllar öncesine dayanan, yabancı patentli Türk-Kürt farklılaşmasının/farklılaştırılmasının sadece su yüzüne çıkan küçük parçacıklarından birisi. Kimse bir yerlere bu koşullarda GİTMEK durumunda kalmasın.

Gani Müjde ikinci filminde, bir varsayımdan yola çıkarak, “olmasaydı, nasıl olurdu”dan hareket ederek, tarihi misyonu bitmiş bir imparatorluğun bugünlere ulaşabilseydi encamının ne olacağını araştırıyor. Komediden yola çıkılsada, olayın hiçde komik olmadığı içine girince anlaşılıyor. Öncelikle Osmanlı Cumhuriyeti -sinemamızın yaygın mânâda anladığı gibi- bir komedi değil. Varsayımın her zaman yerine oturduğu da söylenemez ama, ilginç olabilen sekanslar içeriyor; günümüze yapılan göndermelerde, böyle bir film de -hele bugünün siyasal/ekonomik eriştiğimiz nokta göz önünde bulundurulursa- kaçınılmaz olacaktır. 7. Osman’ın, Asude’nin dilekleri karşısında, “bir babayiğidin çıkıp ‘geldikleri gibi giderler’ demesini istemesi”, bugün ne kadar olası ve eğer böyle bir babayiğit çıkarsa, işi, o sözü söyleyen babayiğit’inkinden çok daha zor olacaktır.

(30 Kasım 2008)

Orhan Ünser

Bir “Gazi ile Latife” Fragmanı

Türk Sinema tarihinin en değerli filmlerinden bir çoğunda yönetmen ve senaryo yazarı olarak imzası bulunan Halit Refiğ’in filmleştirebilmek için yapımcı aradığı “Gazi ile Latife” adlı senaryosu Alfa Yayınları’nın 1932 no.lu kitabı olarak kitap ve film severlerin dikkatine sunuldu. Bu kitaptan bir bölümü aşağıda bulacaksınız. Bu bölümde Mustafa Kemal Atatürk, Latife Hanım’la evlidir. Atatürk’ün Latife Hanım’dan önceki kadını Fikriye Hanım yurt dışındaki verem tedavisini yarım bırakarak geri döner. Atatürk bir anda sevdiği iki kadın arasında kalır. Latife Hanım her zamanki gibi hırçın, öfkeli, kıskanç, saldırgan ve mantık dışıdır.

175 – ÇANKAYA – LATİFE ODA (İç – Akşam)
(Ali Çavuş’un getirdiği haber Latife’yi oturduğu yerden sıçratmıştır.)

LATİFE: Ne diyorsun Ali Çavuş?
ALİ ÇAVUŞ: Evet gelmiş. Şimdi aşağıda bekliyor.

(Latife odadan çıkarken kendine çeki düzen vermeye çalışır.)

LATİFE: Aman yarabbi… Bir bu eksikti başımızda…

176 – ÇANKAYA (İç – Akşam)
(Latife merdivenlerden iner. Kabul salonunda bir kadın beklemektedir. Bu Fikriye’dir. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardır. İki kadın bir an birbirlerini süzerler.)

FİKRİYE: Merhaba Latife Hanım.
LATİFE: Merhaba Fikriye Hanım.
FİKRİYE: Sizi gazetelerde gördüğüm resimlerden tanıyorum.

(Latife’nin yüzünden canının sıkıldığı belli olmaktadır.)

LATİFE: Ben de sizin çok bahsinizi duydum. Ama Paşa Hazretleri geleceğinizden söz etmedi..
FİKRİYE: Uzun zamandır yazdığım hiçbir mektuba cevap alamadım. Ondan dolayı artık yazmak gereği olmadığını düşündüm.
LATİFE: Yaa. Ayakta durmayın içeriye buyurun lütfen… Paşa hazretleri neredeyse gelirler umarım.
FİKRİYE: Teşekkür ederim.

(Fikriye salona doğru yürür. Dal gibi incedir. Acınacak bir görünüşü vardır.)

177 – ÇANKAYA – SALON (İç – Akşam)
(Fikriye salondaki değişikliklerin farkına varmıştır.)

FİKRİYE: Epey değiştirmişsiniz köşkü…
LATİFE: Fark ediliyor mu?
FİKRİYE: Yakından tanıyanlar için fark etmemek mümkün değil

(Latife mağrur ve mesafeli gülümser.)

LATİFE: Tedaviniz sonuçlandı mı?
FİKRİYE: Doktorlara kalsa beni ömür boyu orada tutacaklardı. Ama ben daha fazla dayanamadım…

(Fikriye konuşmasına devam edemez. Gazi’nin sesine döner.)

M. KEMAL: Hoş gelmişsin Fikriye.
FİKRİYE: Hoş bulduk Paşam..

(Fikriye, Gazi’nin önce elini sıkar, sonra boynuna sarılmaya kalkınca Gazi kendini geri çeker.)

M. KEMAL: Latif, sen bakıver sofra hazır mı? Mutad zevat neredeyse gelir.
LATİFE: Tabii Kemal bakayım… Misafirimiz yoldan geldi acıkmıştır elbette…

(Latife sofra hazırlıkları için ayrılır. Onların birbirine “Latif” ve “Kemal” diye hitap etmeleri Fikriye’yi çok yaralamıştır.)

178 – ÇANKAYA – YEMEK SALONU (İç – Gece)
(Sofrada Kılıç Ali, Recep Zühtü ve Salih (Bozok) bulunmaktadır. Fikriye önüne konan yemeği yememekte ya başını tabağına eğip dalmakta ya da gözlerini Gazi’ye dikip uzun uzun bakmaktadır. Latife durumdan rahatsız ve tedirgindir.)

M. KEMAL: Sağlamlaşmadan senatoryumdan ayrılmakla iyi etmemişsin Fikriye…
FİKRİYE: Çok yalnızlık çektim. Daha fazla duramadım oralarda Paşam… Öleceksem kendi memleketimde öleyim…
M. KEMAL: Saçmalamaya başlama gene. Her şeyden önce sağlığını düşünmek gerekir. İstanbul’da Erenköy civarında bir ev tutalım sana…
FİKRİYE: Ankara’da kalsam olmaz mı?

(Fikriye bir taraftan da yan yan Latife’ye bakmaktadır.)

M. KEMAL: Olmaz. O tarafların iklimi senin sağlığın için daha uygun. Tevfik Paşa ile de konuşurum, sana gereken tedaviyi yaptırır. Böylece yarım kalan senatoryum tedavisi tamamlanır, sapasağlam olursun…

(Fikriye’nin, Çankaya’da kalmak arzusunda olduğu apaçık bellidir. Sofradakiler hazin haline acımaktadırlar.)

FİKRİYE: Paşam Paris’ten size küçük bir hediye almıştım. Fakat valizlerimi istasyonda bıraktığım için size getiremedim. Emir buyurursanız valizlerimi…

(Kılıç Ali atılır.)

KILIÇ ALİ: Hiç merak etmeyin Fikriye Hanımefendi… Yarın sabah erkenden aldırırız valizlerinizi.

(Gazi başı ile Kılıç Ali’ye “olur.” işareti yapar. Sonra Fikriye’ye döner.)

M. KEMAL: Bu zahmete hiç gerek yoktu Fikriye… Kendine bir şeyler alsan daha iyi olurdu.
FİKRİYE: Küçük bir şey… Beni hatırlarsınız diye düşündüm…

(Latife, Fikriye’nin varlığından iyice rahatsız olmuştur. Patlamamak için kendini zor tutmaktadır. Gazi de onun bu sıkıntısının farkındadır.)

M. KEMAL: Sen yol yorgunusun Fikriye… Bu gece erken yat. Ne yapacağımızı yarın konuşuruz.

(Fikriye sofradan kalkmak isteğinde değildir. Ama Gazi’nin dediklerine de itiraz etmemeye alışmıştır.)

FİKRİYE: Peki Paşam.

(Fikriye yerinden isteksizce kalkar. Latife’de kalkar.)

LATİFE: Size yatacağınız yeri göstereyim.

(Fikriye acı içindedir.)

FİKRİYE: Zahmet olacak… İyi geceler Paşam. İyi geceler efendim.
KILIÇ ALİ: Allah rahatlık versin Fikriye hanımefendi… Bavulları merak etmeyin…

(Latife ile Fikriye odadan çıkarlar. Sofrada sıkıntılı bir hava vardır. Gazi düşünceli, rakısından bir yudum çeker.)

M. KEMAL: Başımıza bir de bu iş çıktı… Salih sen orayı araştır. Fikriye’yi en yakın zamanda İstanbul’da uygun bir sağlık yurduna yerleştirelim.
SALİH: Baş üstüne Paşam…
KILIÇ ALİ: Bavulları ne yapalım?
M. KEMAL: Getirsinler… Hediyesini versin bakalım. Gönlünü kırmayalım…

179 – ÇANKAYA – FİKRİYE’NİN ODASI (İç – Gece)
(Latife Fikriye’nin yatacağı yeri hazırlamaktadır. Fikriye gözlerini ayırmadan Latife’yi seyretmektedir. Gazi’nin tercih ettiği kadının nasıl birisi olduğunu anlamaya çalışmaktadır.)

FİKRİYE: Dünyada herhalde sizden daha bahtiyar bir kadın yoktur.
LATİFE: Gazi ile yaşamanın kolay olmadığını bilmez değilsiniz herhalde?
FİKRİYE: Olsun… O, Dünyanın en büyük adamı. Bir insan için onun yanında bulunmaktan daha büyük saadet olabilir mi?
LATİFE: Haklısınız…
FİKRİYE: Acaba Allah neden bu mutluluğu size layık gördü? Benim günahım neydi ki beni hasta etti?
LATİFE: Bilmem… Allah’ın hikmetinden sual olunmaz…

180 – ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI ÖNÜ (İç – Gece)
(Gece geç vakit Gazi yatmak için odaya gelir. Kapıyı açar girer.)

181- ÇANKAYA – GAZİ / LATİFE YATAK ODASI (İç-Gece)
(Latife geceliklerini giymiş, fakat yatıp uyumamıştır. Sinirli bir tavırla odada sigara içmektedir.)

M. KEMAL: Sen daha yatmadın mı?
LATİFE: Hayır seni bekliyordum. Mutad Zevat’tan fırsat kalırsa iki lâf da belki biz konuşabiliriz diye…
M. KEMAL: Peki ne konuşacağız?
LATİFE: Bu hanım buraya yerleşmeye gelmedi herhalde… Ne kadar kalacakmış öğrenebilir miyim?
M. KEMAL: Merak etme, Mutad Zevat ile bunu da konuştuk. Yarın İstanbul’a gitmesini sağlayacaklar. Bu gece kolundan tutup sokağa atmak doğru olmazdı herhalde.

(Latife sigarasını asabi bir tavırla söndürür.)

182 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Fikriye üst kattan alt kata iner. Sabahın erken saatinde ortada kimse görünmemektedir. Etrafına bakınırken Ali Çavuş’un sesi ile döner.)
ALİ: Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Hayırlı sabahlar Ali Çavuş… Kimseler yok mu?
ALİ: Salih Bey burada… İstasyondan bavullarınızı getirttiler.
FİKRİYE: Ya Gazi hazretleri?
ALİ: Odalarından henüz inmediler. Ben Salih Bey’e haber vereyim.

(Ali çıkar. Fikriye ne yapacağını kestiremeden ortalıkta dolanır. Salih gelir.)

SALİH: Merhaba Fikriye Hanım. İyi uyudunuz mu?
FİKRİYE: Uyumak mı? Bizim için bundan sonra uyumak ne mümkün… Gün ışıyalı beri ayaktayım. Bavullarım gelse de Gazi’nin hediyesini versem…
SALİH: Bavullarınız geldi… Yaverler odasında…

(Fikriye Salih’in peşinden yaverler odasına doğru yürür.)

183 – ÇANKAYA – YAVERLER ODASI (İç – Gündüz)
(Fikriye’nin iki bavulu bir köşeye konmuştur. Fikriye onlardan birini açar, küçük bir paket çıkarır.)

FİKRİYE: İşte Gazi’ye getirdiğim hediye.
SALİH: Bana verin. Ben Gazi Hazretlerine ileteyim.
FİKRİYE: Ben kendim veremez miyim?
SALİH: Gazi Hazretleri sizin bu sabah tren ile İstanbul’a gitmenizi uygun gördüler. Sizi istasyona götürmek üzere bir fayton bekliyor.

(Fikriye büyük bir elem içindedir)

FİKRİYE: Yaa. Demek öyle uygun görüyorlar…

(Salih de sıkıntı içindedir.)

SALİH: Bavullarınızı faytona yüklesinler mi?
FİKRİYE: Yüklesinler.

(Salih’in işaretiyle Ali çavuş bavullara sarılır.)

SALİH: Ya hediye paketi?

(Fikriye hediye paketini elinde sıkı sıkı tutmaktadır.)

FİKRİYE: Bu hediyeyi birgün kendi elimle vermek isterim.

184 – ÇANKAYA ÖNÜ (Dış – Gündüz)
(Köşkün önünde iki atlı bir fayton durmaktadır. Ali Çavuş, Fikriye’nin bavullarını yükler. Salih ile Fikriye gelir. Salih, Fikriye’nin arabaya binmesine yardımcı olur. Fikriye perişandır. Salih de çok zor bir iş yapmanın acısı içindedir.)

SALİH: Bir sıkıntınız olursa beni mutlaka arayın Fikriye Hanım…
FİKRİYE: Sizin elinizden her şey gelir mi Salih Bey?
SALİH: Hayır… Ben ancak Gazi Hazretlerinin talimatını yerine getirebilirim.

(Fikriye elemli bir gülümseme ile faytona biner. Faytoncu Salih’e selâm vererek atları kırbaçlar. Fayton köşkten aşağı doğru uzaklaşır.)

185 – ARABA İÇİ (İç – Gündüz)
(Arabanın içinde Fikriye’nin gözlerinden yaşlar boşanmaktadır. Elinde sıkı sıkı tuttuğu hediye paketini açar. Paketin içinden kabzası sedef kakmalı bir tabanca çıkmıştır. Fikriye bir an tabancayla oynar. Tabancayı başına doğru götürür.)

186 – ÇANKAYA YOLU (Dış – Gündüz)
(Araba köşk yolundan aşağı doğru gitmektedir. Arabanın içinden bir tabanca sesi gelir. Arabacı arabayı durdurur. Kapıyı açar. Fikriye’nin kanlı başı arabadan dışarı sarkar. Elinde kabzası sedef kakma tabanca bulunmaktadır.)

187 – ÇANKAYA – M. KEMAL ÇALIŞMA ODASI (İç – Gündüz)
(Gazi silâh sesini duymuştur. Merakla pencereden dışarı bakmaktadır. Odaya Latife girer. Üzerinde sabahlık vardır.)

LATİFE: O patlamayı duydun mu Kemal?
M. KEMAL: Evet duydum.. Tabanca sesi..

(Latife kuşkulanır.)

LATİFE: Tabanca mı… Gene bir hadise mi var?
M. KEMAL: Bir bakayım ne oluyor?

(M. Kemal odadan çıkar.)

188 – ÇANKAYA – MERDİVENLER (İç – Gündüz)
(Gazi merdivenlerden iner. İçeri telâşla Salih girer.)

M. KEMAL: Neydi o tabanca sesi Salih?
SALİH: Çok acı bir vaziyet Paşam…
M. KEMAL: Nedir?
SALİH: Fikriye Hanım kendini vurdu…

(M. Kemal bir an donup kalmıştır. Latife Hanım da üst katta merdivenlerin başına gelmiş, olayı dinlemektedir.)

M. KEMAL: Tabancayı nereden bulmuş?
SALİH: Köşkten ayrılmadan önce elinde bir paket vardı. Bunun size kendi eliyle vermek istediği bir hediye olduğunu söylüyordu. Israr etmeme rağmen paketi bana vermedi.
LATİFE: Belki de sizi vurmayı tasarlıyordu.

(M. Kemal ters ters yukarı Latife’ye bakar.)

M. KEMAL: Saçmalama…

(Gazi’nin tepkisi de Latife’yi şaşırtmıştır. Gazi önüne döner. Gözünden bir damla yaş süzülür.)

M. KEMAL: Zavallı Fikriye…

(27 Kasım 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

28 Kasım 2008 Haftası

“Sınıf”, bir eğitbilim ve sinema dersi; kendinizle ve eğitim sistemleriyle hesaplaşacağınız ama her halükarda içinden çıkmakta zorlanacağınız hatta muhtemelen de çıkamayacağınız, herkesin kendini oynadığı, ‘patetik gerçeklik’ diyebileceğimiz, kolay olmayan film: Kendini “sinema seyircisi” olarak tanımlayan herkes izlemeli!

“Madagaskar 2”, New York Hayvanat Bahçesi’nin güvenli ortamından sonra köklerine, Afrika’ya dönen dört kahramanın uyum sorunlarıyla boğuşmasını serüven başlığı altında sunarken, eğlencenin alt metnine sosyal psikolojik ve politik mizahı ustalıkla yediriyor: Canlandırma meraklısı yetişkinlerin orijinal izlemesi gerek ki, oyuncuların karakterlere katkılarının ayrıntılı lezzetlerine varılsın!

“Lorna’nın Sessizliği”: Soğuk Avrupa kentinde, genç kadının ‘vicdanın sıcaklığı’na doğru yaptığı yolculukta seyirciye gerçeğin tanıklığını yaptırıyor: Bu tanıklığın, beylik kuralların dışında çalışan bir kamera ve ilginçtir, başroldeki inanılmaz oyuncunun eksiksiz tüm çekimlerde(çekim: Alıcının sürekli olarak çalıştırılmasıyla elde edilen film parçası, plan) yer alması sayesinde çok önem kazandığını fark edeceksiniz.

“Aramızda Casus Var”, dünya gezegeninin saçma sapan işler yapan canlıları olan insanlardan ABD-New York’ta yaşayan orta yaştaki bir gruba odaklanıp, onların kara mizahla flörtleşen komik hikâyesini hayranlıkla izlettiriyor: Karakterleri gibi orta yaşlı olan oyuncu ‘dev’lerin -yer yer seyredeni üzdükleri- performanslarını kaçırmak olmaz!

(27 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Hepimiz Mustafa’yız

Önce Can Dündar’ın “Mustafa”sının kapalı gişe gösterilmesi, şimdi de Gani Müjde’nin “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”, “Tek yol kayıtsız şartsız tam bağımsızlık” gibi fikirlerini savunan ve “Atatürk olmasaydı?” ve “Kurtuluş Savaşı yapılmasıydı?” sorularının cevabını arayan “Osmanlı Cumhuriyeti”nin gördüğü inanılmaz seyirci sayıları, “Beni hatırlayınız” diye vasiyet eden Atatürk’e layık insanlar olmaya çalıştığımızı dosta düşmana bir kere daha kanıtladı. Atatürk sevgisi ve Atatürk özlemi sinema salonlarından adeta taşarak tüm Türkiye’ye yayıldı. Kurucu Baba’mızın eserlerine insanlarımızın her zaman, her yerde ve her koşulda sahip çıkmaya kesin kararlı olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Milyonlarca insanımız böylece bir kere daha, henüz kendisine layık bir şekilde beyazperdede anlatılamayan, Atatürk’e verdiği değeri ve önemi bir kere daha dile getirmek istedi. Atatürk’ün askerlerini konu alan Nesli Çölgeçen’in “Son Buluşma”sıysa ne yazık ki onca tanıtıma ve duyuruya rağmen yeterince izleyicinin ilgisini çekmedi.

“Mustafa”da Atatürk’ün çevresinde onun ayarında hiç kimse olmadığını gördük. Zaten Türkiye’de devlet yönetiminde çapsızlık ve dar görüşlülük O’ndan sonrasının genel özelliği olmuştur… Örnek vermek gerekirse Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra hiçbir yurt dışı seyahat yapmayan Atatürk eğer Hindistan’a kadar gidip Taç Mahal’i (*) ziyaret etseydi mutlaka ve mutlaka bu insan eserinin eşsizliği, benzersizliği, yüceliği, zarifliği ve büyüleyiciliği karşısında aşka gelir, duygulanır ve hiçbir zaman unutulmayacak, özlü birçok söz sarf ederdi. Oraya kadar gidip, Taç Mahal’i ziyaret edip, böyle insan elinden çıkma bir dünya harikasının ezici gücü karşısında hipnotize olmamak, etkilenmemek, duygulanmamak mümkün mü? Taç Mahal’e giden Atatürk olsaydı bu ölümsüz eser karşısında günlük politikanın kısır gündemini mutlaka bir yana koyardı.

(*) Aşk ve sevda uğruna dikilmiş en güzel anıtkabir olan Taç Mahal günümüzden 355 yıl önce 1653’te tümüyle tamamlandı. Taç Mahal Mimar Sinan’ın öğrencilerinin eseridir.

Not: Bu yazının ana fikrini veren ve hepimizi her zaman aydınlatan bilge insan Atilla Dorsay’a çok teşekkür ederiz.

(26 Kasım 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

Ulusal Bir Film ve Festivalin Bileşenleri Nelerdir?

“Ulusal” kavramı her alanda olduğu gibi film festivallerinde de kendine yeni bir tanım arıyor. Çünkü ne zaman ulusal bir film festivalimiz sona erip ödüller açıklansa, ödüllerin yabancılara gittiğini fark eden sinemacılarımız, “Böyle şey olur mu?”, “Bu bir skandal!”, “Bir ulusal yarışmada yabancılar nasıl ödül alır!” diye başlıyor şikâyetlerini sayıp dökmeye. Takip eden birkaç gün içinde ortaya, “Türk filmi nedir?” veya “Bir filmi ulusal yapan şeyler nelerdir?” gibi cevaplanması gereken temel sorular soruluyor ama bu sorular da o sırada çıkan toza-dumana karışıp gidiyor. Sonra da sorun(lar) bir kez daha su yüzüne çıkıncaya kadar suyun dibine çöküyor. Bu yıl sorunu sinema yazarlarımızın sıcak tutması beklenir ama ülkemizde onlar da bu konuda oldukça kısa hafızalı!

Yarışmalarda görev yapan jüri üyelerinin bir kısmı da bu sonuçlardan rahatsızdır. Hatta onlardan bazıları daha seçime başlamadan önce önlerine konan listedeki filmleri inceleyip bu rahatsızlıklarını festival yöneticilerine bile iletirler. Festival sorumluları ise durumu bildiklerini ama her şeyin eksik festival tüzüğüne uygun olduğunu söyleyerek kendilerini savunurlar. Filmler yarışmaya kabûl edilmiştir ve bu aşamada artık tüzük değiştirmek için zaman yoktur. Yapacak bir şeyi olmadığı kararına varan jüri de filmleri izlemeye başlar. Fakat bazı jüriler günlerce film izlerken oldukça kaynaşır. Geçmişte bu jürilerden bazıları sonuçlar açıklandıktan sonra oturup tüzükteki eksiklikler için festival yönetimine “tavsiye kararları” bile yazıp bırakmışlardır. Fakat bu kararlar nedense bir türlü dikkate alınmaz ve bu tüzükler bir türlü onarılmaz.

Bu yazının asıl amacı kesin çözümler önermekten çok mümkün bazı varsayımlar ileri sürmek. Bunun için 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ilgili birkaç maddesini okuyarak bazı ipuçları elde edebiliriz. Bu yasa, ülkemizdeki kötü uygulaması bir yana, evrensel birçok tanım ve uygulamayı barındırıyor. Yasada iki çeşit eser sahipliği (ve ortaklığı!) tanımı var. Bu tanımlara göre;

1 – Bir eserin “manevi ve mali haklarının temel sahipleri” o eseri meydana getirendir. Sinema eserlerinde bunlar film yönetmeni, senaryo (ve diyalog) yazarı ile özgün müzik bestecisidir. Bu sayılanlar, eserin “birlikte eser sahileri”dirler.

2 – Eserin “bağlantılı haklarının sahipleri” ise, eser sahiplerinin manevi ve mali haklarına zarar vermemek kaydıyla “komşu haklar”ın sahipleri -oyuncular- ile filmlerin kaydını gerçekleştiren film yapımcılarıdır. Filmlerin ilk tespiti gerçekleştiren film yapımcıları eser sahibinden ve icracı sanatçıdan mali hakları kullanma yetkisini devralma koşuluyla mali hak sahibidir.

Bu kapsamda, önce birlikte çalışmaları doğal olan “ulusal” veya “yabancı” yaratıcılar ve yapımcıların aralarındaki manevi ve mali işbirliği ve orantıları saptamak, daha sonra da ulusal bir filmi (!) ve festivali (!) tanımlamak gerekiyor.

“Ulusal” çerçeveleri on yıllar önce yapılmış Antalya ve Adana gibi festivallerimizin tüzüklerinin bu festivallerin artık yurt dışına taşma çabalarına yetmediği açıktır.

Bu yüzden ilk sorun artık “ulusal” veya “uluslararası” bir festivalin “ne” olduğu sorusudur? Bu sorunun cevabı en çok kabûl gören ama tartışmaya en açık cevabı festivalin ulusal bir devletin fiziksel/coğrafi sınırlarına bağlı olarak cevaplanmasıdır.

Fakat iş sanat eserine geldiği zaman orada biraz duraksamak gerekiyor. Burada birçok soru akla geliyor. Örneğin ulusal bir kültür ürünü olarak (!) bir “eser” ille de o ulusun kimliğini taşıyan bireyler tarafından mı üretilir? Öykülemeleri tamamen Anadolu’da geçen iki film düşünelim. Bunlardan birisinin yönetmeni Türk diğerinin ki ise Hollandalı olsun. Fark eder mi? Etmeyebilir. Çünkü festivallerimizde böyle karşılaşmalar oldu. Bu örneği daha da ileri götürebiliriz. Meselâ bir Hollandalı yönetmen, Anadolu’da geçen bir öyküyü bir “Türk” yönetmenden daha iyi anlatırsa ne olacak? Bu film ulusal bir kültürü temsil edemez mi? soruları filmlerin yaratıcıları üzerinden düşünerek arttırmak mümkün ama bu sorular çoğaldıkça ortalık daha da karışacak gibi duruyor. En iyisi halen yapılan bazı uygulamaları hatırlayıp karmaşayı biraz sadeleştirmek.

Sadeleştirme sorunlarından birisi, filmlerin ulusal olup olmadıklarını yapımcıların üzerinden tanımlamaktan vazgeçmemiz olabilir. Bu kötü alışkanlığımızın iki sakıncası var. Birincisi, filmler çok fazla “mal/ürün” gibi algılanıyor ve bu oldukça yanlış/eksik bir görüş. İkincisi, filmlerin temel haklarının (devredilemez manevi haklar ve mali haklar) sahipleri zaten yönetmenler, senaryo yazarları ve müzik bestecileri. Yapımcılar filmlerin sadece bağlantılı ve mali haklarının sahipleri.

Festivallerde en çok tartışılan konulardan birisi filmlerin yapımcı-ları-nın kim ve hangi oranlarda olduğu? Burada sürekli kısır bir yapım ortaklığı (yüzdesi) tartışmasına giriliyor. Oysa bu konuda Eurimages sinema fonunun bir uygulaması örnek alınabilir. Bilindiği gibi bir Eurimages filminde üç ayrı ülke çeşitli oranlarda katılarak bir filmi yapmak zorundadırlar. Bu ülkelerden birisi filmi Eurimages’da temsil eden ve filmin yapımına en çok % 80 oranında katılabilen “Delege Üye” ile filmin yapımına en az % 10’luk paylarla katılmak zorunda olan diğer (en az) iki “Katılımcı” ortaktır. Film yapımı öncesi işleyen bu mantık film yapımından sonra neden işlemesin? Büyük paya sahip delege üye/ülkenin filmi temsil edeceği açıktır. Peki film yapımına % 10 oranında katılımcı/ortak ortak üye ülke bu filmi alıp bir “Türk filmi” olarak katabilir mi? Katılım payı çok düşük oranda olan böyle bir filmin festivale katılmaması gerektiği açık. Bu oran ne olmalıdır sorusu burada bu yazıyı pek ilgilendirmiyor. Ama her festival komitesi “oranı” tartışıp bunu kendi tüzüğüne uygun bir dille yazabilir.

Peki bir film ortak bir yaratı olduğu halde, filmin temel manevi ve mali haklarının sahipleri aynı ulusun kimlik kartını taşımıyorlarsa ne olacak? Yani üç yaratıcı kategoriden birisi, ikisi veya üçü “yabancı” olursa ne olacak? Bu durumda birkaç soru ve cevap üretmek mümkün. Örneğin;

– Yaratıcılardan ikisi “yabancı” ise ürün ulusal ürün olarak kabûl edilmez, denebilir!

– Ortak veya değil (örneğin delege üye) film yapımcısı ulusal dahi olsa, eğer filmin yaratıcılardan ikisi “yabancı” ise o film de “ulusal” kabûl edilmez, denebilir!

– Filmin yapımcısı “yabancı” ama iki yaratıcısı “ulusal” ise film ulusal bir ürün olarak kabûl edilebilir. Fakat yapımcı ve diğer yaratıcı kendi kategorilerinde yarışmaya alınmayabilirler!

– Yaratıcılardan birisi “yabancı” ise film bir “ulusal ürün” olarak kabûl edilebilir ama “yabancı” yaratıcı kendi kategorisinde yarışmaya alınmaz, denebilir..

Sorun sadece sektöre de sorarak bir beyin fırtınası yapmak ve çıkan sonuçları tüzüğe yazmak…

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(25 Kasım 2008)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Bunları Yazmak Gerek 8: Diziler Vatandaşlara, Fikir-Tartışma Programları Vampirlere…

Türkiye’deki TV yayıncılığı, sanırım, Batı ülkelerinde -benim gördüklerim dışındakiler de dâhil- yok! “Dünyanın hiçbir yerinde” diyerek iddialı olamam ama Batı’da yok! Olmaz, olamaz! Burada kanalların başındaki müdürler de oralarda -bu zihniyetleriyle- iş bulamazlar zaten… Ülkemizde, tamamen bize özgü, ‘tuhafın tuhafı’ bir durum söz konusu; bu tuhaf durum sürüp gittiğine göre vatandaşlarımız tuhaf demek ki. Yoksa kim güneşin batışından gece yarılarına kadar, 30 saniyede anlatabileceği şeyi en az 3 dakikaya yayan ve içinde kendini oyuncu zanneden birbirinin karbon kopyası genç kızlarla adamların olduğu, dizi denen görüntüleri izlesin? Sabır taşı olsa çatlar, kalp dayanmaz iflâs eder. Sanırım, bize okullarda ‘pahalı, merak uyandırıcı, etkili’ diye öğretilen TV reklâmlarının, dizi denen görüntülerin aralarında ‘ucuz, bildik, eğlendirici’ olarak bol bol yayımlanması da dâhil, iki saati bulan ve bazen de geçen bir sürede, hane halkı rutin işlerini yaparken arada izliyor, bolca da dinliyor! Ha, durum tersi ise, yani iki saat küsur gözünü kırpmadan izliyorsa, durum ekonomik krizden de vahim demektir.

TV dizilerinin ‘kitabını yazmış’ ve dünyaya ihraç etmiş ABD’de, bir bölümün kaç dakika olacağı, tadın nasıl damaklarda bırakılacağı saptanmış. Dramlarda ortalama 45 dakika, güldürülerde (sit-com) 45 dakikanın yarısı! Bu kadar basit! Böylece TV dizilerinin bir numaralı egemenleri senaryo yazarları da bugünkü güçlerine erişmişler (bkz. senaryo yazarları grevi ve başarıları); Türkiye’deki senaryo yazarlarının sorunu olan ve bu yüzden sinemamızda da ciddi sıkıntılara yol açan ‘dramatik kurgu’ / ‘komedi zamanlaması ‘ konusunda ışık hızıyla yol almışlar. Eğer Türk TV dizilerinde de bu süre uzunluğu konusu devam ederse, senaryo yazarlığı mesleği ilerleyeceğine geriye gidecektir. Çünkü iyi dizi senaryosu yazarı, ‘kısa sürede, en fazla olay ve olguyu, en anlaşılabilir ve dikkat çekici şekilde yazabilen’dir.

Neden bu dizi meselesini yazdım; pek mi meraklıyım… Hayır! Benim izlediğim programların, yani fikir-tartışma programlarının, örneğin Siyaset Meydanı’nın, 32.Gün’ün, Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ın karşısında, bu dizilerin yüzünden uyuyakalıyorum da ondan! Çünkü bitmek bilmez diziler yüzünden gece yarısından sonra seyirci karşısına çıkabiliyorlar. İstanbul’da yaşayan biri için bu programları izlemek ve sabah sağlıklı biçimde işe gitmek imkânsızdır! Hafta sonu programları da değiller üstelik ertesi gün tatil olsun. Çok açık ortadadır ki, özellikle çalışan kesim tarafından izlenmesi istenmemektedir. O zaman kaldırın tümüyle, rahatlayın hanımlar, beyler. İstanbul vampirlerinin tabutlarından kalkıp ava çıktıkları saatlerde fikir-tartışma programlarını devreye sokmak, insanlarla alay etmektir. Belli ki, gözünüzü ‘rating’/kâr bürümüş. Evinde ölçüm cihazı olan birkaç bin kişi hepimizi esir etti yahu; ben mecbur muyum bu programları izlemek için saatlerce beklemeye? Bu ne biçim ulusal TV yayıncılığı? Zaten sinema filmlerinin canı yakılıyor sürekli, kesilmedik film neredeyse yok! Hadi, filmleri RTÜK yasası sayesinde kesiyorsunuz, bu programları vampirlerin avlanma saatlerinde yayımlamanızı RTÜK emretmiyor ya!

Peki, televizyon yazarları ne iş yapar? Sinema sanatının başyapıtları kesilip biçilirken, fikir-tartışma programları kimsenin izleyemeyeceği, isteyenlerin de ancak göz kapaklarını açıp seloteyple yukarı-aşağı yapıştırırsa bakabileceği saatlerde yayımlanırken, TV yazarları ne yazar, ne çizerler? Yazıyorlarsa, hiç mi etkileri yoktur? Yoksa patronun kanalını övüp durmak dışında bu konular onları ilgilendirmemekte midir?

Geçen hafta, gece yarısından sonra yayıma verilen Siyaset Meydanı’nı, yorgunluktan sonuna dek izleyemediğim için yazmaya karar verdim. Dilerim, bu durumun müsebbibi TV yöneticileri uyurlarken, pencerelerinden içeriye birer vampir süzülür!

(24 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Türk Sinemasının Başyapıtı Kayboldu

Türk Sinemasının Başyapıtı Kayboldu

Türk sinema tarihinin gelmiş geçmiş en etkileyici filmlerinden biri olan 1977 yapımı Atıf Yılmaz klasiği “Selvi Boylum, Al Yazmalım”ın master negatifinin arşivlerde kaybolduğu ortaya çıktı. Master negatif film şeritleri, 35 mm’lik sinema filmlerinin orijinallerinin korunmasında ve onları gelecek kuşaklara aktarmakta kullanılıyor.

Kayıp olayı, Kültür Bakanlığı ve SİNEBİR’in “Selvi Boylum”u “Türkiye’den Film Var” adlı festival kapsamında beş Ortaasya Türk cumhuriyetinde göstermek istemesiyle fark edildi. Filmin yeni bir kopyasını yaptırmak üzere hak sahibi kişi ve kuruluşları arayan festival yetkilileri, bütün çabalarına rağmen master negatiflere ulaşamadı.

ALİ MURAT GÜVEN’İN ÖZEL HABERİ / YENİ ŞAFAK

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın beş Ortaasya Türk cumhuriyetinde düzenlediği “Türkiye’den Film Var” adlı festival, ulusal sinema tarihimizin gelmiş geçmiş en önemli yapıtlarından biri olan “Selvi Boylum, Al Yazmalım”ın arşivlerde kaybolduğunu ortaya çıkardı. Anılan filmin, yetkililer tarafından halen çeşitli film depolarında aranmakta olan master negatif bobinleri önümüzdeki günlerde bir biçimde bulunmazsa, televizyonların arşivlerindeki son bir kaç video kaset kopya da iyice yıpranıp kullanılmaz hâle geldiğinde Türk sinemasının bu unutulmaz başyapıtı gelecek kuşaklar tarafından bir daha hiç izlenemeyecek.

“Selvi Boylum, Al Yazmalım”ın master negatifine ilişkin üzücü gerçek, geçen ay Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın başlattığı bir yurt dışı tanıtım atağı sırasında gün ışığına çıktı. Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Özbekistan’da “Türkiye’den Film Var” adı altıda 9 filmden oluşan bir toplu gösteri düzenleme kararı alan Bakanlık, festivalin organizasyonu için SİNEBİR’i (Sinema Eser Sahipleri Meslek Birliği) görevlendirdi. SİNEBİR Genel Başkanı ve yönetmen İsmail Güneş, 8’i Türk sinemasının 2000’li yıllardaki yeni örneklerinden oluşan bu film grubunu ilgili şirketlerden kısa sürede temin etti; ancak sıra etkinliğin tek klâsik filmi konumundaki “Selvi Boylum”un 35 mm’lik bir kopyasını bulmaya gelince, Bakanlık arşivindeki kopyanın ses ve görüntü kalitesi açısından tatminkâr durumda olmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü Abdurrahman Çelik, filmin yurt dışı gösterimler için “dijital restorasyon” teknolojisi kullanılarak kusursuz bir kopyasını yaptırma kararı aldı. Ardından da yapıtın master negatifini -söz konusu teknik işlemin bütün masrafları Bakanlıkça karşılanmak kaydıyla- yapımcısı Arif Keskiner’den talep etti. Ancak, Çiçek Film’in sahibi Keskiner’den gelen cevap, “filmin master negatifinin uzun süredir kayıp olduğu” yönündeydi.

“STAR TELEVİZYONU ARŞİVİNE GİTTİ”

Bakanlık ve SİNEBİR yetkilileri, bunun üzerine Türk filmlerinin master negatiflerini koruma görevini üstlenen Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’ne başvurdular. Ancak bu kuruluşun yetkilileri de “filmin negatifinin üç yıl kadar önce o dönemdeki hak sahibine geçici olarak teslim edildiğini, o tarihten bu yana da ellerinde negatif bulunmadığını” bildirdiler.

Yeni Şafak sinema yazarının konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğu Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi Direktörü Prof. Dr. Asiye Korkmaz, “Selvi Boylum, Al Yazmalım”ın master negatifini uzun yıllar boyunca güvenli bir ortamda koruduklarını belirterek, “Ancak, rahmetli Atıf Yılmaz 2006’daki vefatından önce diğer bazı önemli filmleriyle birlikte bu yapıtının gösterim haklarını da çeşitli televizyon kuruluşlarına satmıştı. Filmin mülkiyeti o dönemde Doğan Medya Grubu’na geçti ve gösterim haklarını elinde bulunduran Star Televizyonu yeni video kopyalar hazırlayabilmek için 2005 yılında bizden negatifi talep etti. Hukukî prosedür gereği negatifi geçici olarak ve imza karşılığında o tarihteki yasal sahibine emanet ettik. Normalde, kopyalar basıldıktan hemen sonra negatifin bize geri dönmesi gerekiyordu. Fakat, o tarihten bu yana sürdürdüğümüz bütün girişimlere rağmen, Doğan Medya Grubu’ndan sorunu çözecek somut bir yanıt alamadık” şeklinde konuştu.

“DEPOLARIN BİR KÖŞESİNDE SÜRÜNÜYOR OLMALI”

Filmin inatla peşine düşen kişilerden biri de Atıf Yılmaz’ın sağlığında uzun süre kendisinin asistanlığını yürüten ünlü yapımcı Sadık Deveci… O da Prof. Dr. Yılmaz’ın anlattığı bu süreci doğrulayarak, yaptığı kişisel araştırmaların belli bir noktadan sonra tıkandığını açıkladı. Filmlerin mülkiyet haklarının bir dönem sahipleri tarafından üçüncü kişi ve kurumlara serbestçe devredilebildiğini, ancak 2000’lerin başlarında yeniden düzenlenen Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’yla mülkiyet haklarının ilk sahiplerine iade edildiğini vurgulayan Deveci, Yılmaz’ın da söz konusu ara dönemde “Selvi Boylum”u Star TV’ye sattığını belirtti. Yapılan yasal düzenlemelerin ardından mülkiyet hakkının yeniden kendilerine dönmesi üzerine, bu filmin aslî sahibi Abdurrahman Keskiner ile birlikte negatifini geri almak üzere Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi’ne başvurduklarını, hakları kâğıt üzerinde geri almakla birlikte negatife hiç bir biçimde ulaşamadıklarını belirtti. Üniversitede bulunan teslim tutanağındaki kaşe ve imzadan hareketle Star TV yönetimine başvurduğunu anlatan Deveci, çeşitli zorluklardan sonra bu kurumun arşivine ulaştığında ise kendisini raflarda tam bir keşmekeşin karşıladığını söyledi. Ünlü yapımcı, hiç bir bilimsel tasnif olmaksızın “kaba depolama” yöntemiyle binlerce filmin kopyalarının istiflendiği bu devâsâ mekânda “Selvi Boylum”un negatifini bulabilmek için elinden hiç bir şey gelmediğini ve raflardaki sayısız film makarasının arasında çaresizlik içinde pes ettiğini belirtti.

BAKANLIĞIN UZMAN BİR EKİP GÖREVLENDİRMESİ ŞART

Kültür ve Turizm Bakanlığı, SİNEBİR, Mimar Sinan Üniversitesi ve Çiçek Film’in ayrı ayrı yürüttüğü bütün bu iz sürme çalışmalarının sonucunda ulaşılan ortak adres “Star TV’nin film depoları” olarak gözükmekte. Ancak, yıllardır satın alınmış binlerce filmin negatif ve pozitif kopyalarının, yanısıra da video kayıtlarının bulunduğu bu depolarda ilgili alanda uzman kişilerin günler, belki de haftalar ve aylar boyunca sürecek titiz bir tasnif çalışması yapması gerekiyor. Filmlerin metal kutularının üzerindeki etiketler ve giriş kısımlarındaki jenerik yazılarının okunması suretiyle yapılacak olan bir araştırmanın sonucunda, “Selvi Boylum”un depoların bir köşesinde bekleyen master negatifine ulaşılma ihtimali hâlâ var. Ancak, bunun için Bakanlığın resmî bir yazıyla “Star TV arşivinin kendilerine sınırsızca açılmasını” talep etmesi ve oraya film kontrolü konusunda tecrübeli bir ekip göndermesi gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde, daha önce pek çok Türk sinema klasiğinin başına geldiği üzere, anılan filmin negatifi de günün birinde “lüzumsuz malzeme” olarak görülüp -şu ana kadar henüz atılmadıysa- çöp kutusunu boylayabilir; ya da en azından kötü saklama koşulları nedeniyle zaman içinde kullanılmaz hâle gelebilir.

Bu da Türk sinemasının en önemli yapıtlarından birinin, çok değil en fazla 5-10 yıl sonra sinema tarihinin derinliklerine gömülecek olması anlamına geliyor.

* * *

“Master Negatif” nedir?

Profesyonel sinema filmleri, kameralara takılan 35 mm formatındaki negatif filmlerin üzerine çekilir. Pozlandıktan sonra kameradan çıkartılan bu negatif filmlerden, daha sonra üzerinde çalışmak üzere yeni kopyalar basılır; sinemalarda gösterime sunulan pozitif kopyalar da yine bu ara negatiflerden elde edilir. Ancak “master” olarak adlandırılan, hiç bir kalite kaybına uğramamış durumdaki ilk negatif film ise o yapıtın gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için uygun bir fizikî ortamda özenle saklanır. Ulusal kültürün korunması açısından son derece önemli olan bu “negatif saklama” görevini ülkemizde uzun yıllardır Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi yürütüyor. Binlerce Türk sinema filminin master negatiflerini ısı, toz ve nemden arındırılmış özel odalarda saklayan Merkez, bundan bir kaç yıl önce imza karşılığı ve geçici olarak hukukî sahibine teslim ettiği “Selvi Boylum, Al Yazmalım”ın master negatifinden ise o günden bu yana bir daha hiç haber alamadı.

* * *

Cengiz Aytmatov’un hikâyesinden uyarlanmıştı

“Selvi Boylum, Al Yazmalım”, Kırgız-Türk edebiyatının efsanevî ismi Cengiz Aytmatov’un, orijinal adı “Deve Gözlü Güzelim Benim” olan popüler bir hikâyesinden sinemaya uyarlandı. Aslen Kırgızistan’da geçen yapıt, 1977 yılında senarist-yönetmen Ali Özgentürk tarafından Türkiye’de geçen bir aşk hikâyesine dönüştürüldü ve beyazperde versiyonunun yönetmenliğini de Türk sinemasının büyük ustalarından Atıf Yılmaz üstlendi. Farklı bir kültür ve coğrafyanın eseri olmasına karşılık Anadolu topraklarına son derece başarıyla uyarlanan bu film, ülkemizde gösterime girdiğinde büyük bir başarı elde etti ve 1977 yılında düzenlenen 15. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapımcısı Arif Keskiner’e “En İyi Film”, Atıf Yılmaz’a “En İyi Yönetmen”, Çetin Tunca’ya “En İyi Görüntü Yönetmeni”; yanısıra da başrol oyuncusu Türkan Şoray’a yine o yılki Taşkent Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerini kazandırdı. Filmin izleyicilerin gönül telini titreten, Cahit Berkay imzalı duygu yüklü müzikleri de zaman içinde kendi alanında bir klâsiğe dönüştü.

“Selvi Boylum, Al Yazmalım”, Güneydoğu Anadolu’daki bir baraj şantiyesinde kamyon şoförü olarak çalışan İlyas (Kadir İnanır) ve o yakınlardaki bir köyde yaşayan Asya’nın (Türkan Şoray) tutkulu aşkını anlatır. Birbirlerini delicesine seven bu iki genç, karşılarına çıkan bütün zorluklara karşın yine de direnir ve en sonunda evlenirler. Ancak İlyas’ın sorumluluk duygusu zayıf bir insan olması yüzünden, oğulları Samet’in doğumundan kısa bir süre sonra çiftin evliliğinin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlar ve sonunda da genç adam evi terk eder. Bebeğiyle birlikte perişan bir durumda ortada kalan Asya, yörede yaşayan dürüst, ahlâklı ve görmüş geçirmiş bir başka işçi olan Cemşit (Ahmet Mekin) tarafından son anda sokaklara düşmekten kurtarılır. Asya, hiç bir menfaat beklemeksizin kendisine kol kanat geren bu adama âşık değildir; fakat zaman geçtikçe ona kayıp eşinden çok daha fazla saygı duymaya başlar. Uzun süre başka kadınlarla gönül eğlendirip duran İlyas yıllar sonra bir rastlantı sonucu yeniden karşısına çıktığında ise yazar Aytmatov hem baş kahramanı Asya’ya, hem de filmi gözyaşları içinde izleyen sinemaseverlere şu can yakıcı soruyu sorduracaktır: “Sevgi nedir? Sevgi, sevdiğine kulağa hoş gelen, ancak içi boş sözler sarf etmek midir? Yoksa, sevdiği kişi için emek vermek, onu ömür boyunca koruyup kollamak mıdır?”

Birisine delicesine âşık olduğu, diğerine ise can borcu bulunan iki adam arasında sıkışıp kalan Asya, sonunda sevginin “emek” olduğuna karar verecek ve hayattaki yoluna kendisine en acınası zamanında sahip çıkan Cemşit ile devam edecektir.

Aytmatov’un SSCB döneminde yazdığı bu hikâye, soyut duygusal değerler karşısında emeği yücelten finaliyle açık bir sosyalizm propagandası içermekle birlikte, Türk sinemaseverler filmin bu tercihini son tâhlilde haklı buldular ve “Selvi Boylum” içerdiği bu ideolojik propagandaya rağmen zamanla her kesimden sinemaseverin kalbinde ayrıcalıklı bir yapıta dönüştü.

Ancak ilginç olan şu ki, geçtiğimiz haziran ayında hayata gözlerini yuman Aytmatov, 2001 yılında kendisiyle yapılmış bir söyleşide, “Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, bana göre aşk yine de emekten çok daha üstün bir yerde duruyor. Bu hikâyemin finalindeki tercihimde yanılmış olabilirim. Eğer ki ben Asya’nın yerinde olsaydım, tercihim büyük bir ihtimalle o şekilde olmazdı. Çünkü, aşk bu kadar mantıklı davranmayı kaldırmaz” diyecekti.

(21 Kasım 2008)

Ali Murat Güven

Çağan Irmak “Issız Adam”la En Olgun Filmine İmza Atıyor; Kendini Markalaştırıyor

Yönetmen ve senaryo yazarı Çağan Irmak “Ulak”tan önceki filmi “Babam ve Oğlum”da izleyen hemen herkese hayatındaki en büyük ölüm acısını duyumsatarak, duyumsatmayı başararak sinema salonlarında toplu hipnoz seansları yaşanmasına yol açmıştı.

Çağan Irmak’ın 13 yaş kısıtlaması alan en yeni filmi, “Issız Adam”dan çok bence “Yalnız Kalpler” ya da “Kalpsiz Adam” adlarını da hak ediyor. Çağan Irmak aşkı ve sevgiyi kutsayan, kadınları yücelten, “çeteleci” erkeklerin pek hoşuna gitmeyecek bu filmiyle Türk filmcilik tarihine en unutulmayacak karakterlerinden birini armağan ediyor. Alper karakteri o denli yaşıyor ve o denli kanlı canlı ki adeta “Kahire’nin Mor Gülü”nde olduğu gibi beyazperdeden her an fırlayıp aramıza katılacak/karışacak gibi duruyor.

Çağan Irmak bu kez büyük büyük mesajlar vermeye çalışmayarak, bildiği sularda hareket ederek, belki de bugüne kadarki en olgun filmine, en kendinden filmine imza atıyor. Seyircisini içleyen ve bağrına basan bir film “Issız Adam”. Çağan Irmak’ın kalabalık ve ünlü oyuncu kadrolarına ve büyük/pahalı prodüksiyonlara yaslanmasına gerek olmadığı da bu filmiyle ortaya çıkıyor. İster beğenin ister beğenmeyin Çağan Irmak artık bir marka.

Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ının kusurları yok mu? Zaman zaman aykırı ilişkilerden de bahseden bir yetişkin filmi olarak fazla mahcup, fazla masum, fazla püriten, fazla utangaç, fazla muhafazakâr, fazla edepli, fazla soft ve fazla tutucu. Sevişme sahnelerinde yeterince çıplaklık, yeterince seks yok. Fikir olarak cesur ama görsel olarak öyle olmayan bir filmle karşı karşıyayız. Sevişme sahneleri ima ediyor, daha fazlası yok. Örnek vermek gerekirse cinsellikte “sınır tanımayan”, ama sevgili bile olamayan Ada ve Alper’in birbirlerinin çıplak bedeninden utandığı sahne hem anlamsız, hem de inandırıcı değil. Oysa cüretkâr bir metne cüretkâr görüntüler daha çok yakışırdı.

“Issız Adam” ise izleyenlere Alper’in Ada’yla ve diğer partnerleriyle olan cinsel serüvenlerini seyircinin hayal gücüne bırakan biraz eski tarz bir sinema anlayışı sunuyor. Acaba Çağan Irmak ülkemizdeki film denetleme/sansür kurulunun “Issız Adam”ı istediği/dilediği gibi kesip-biçerek zedeleyebileceğini düşünmüş ve bir oto sansüre başvurmuş, olabilir mi? Yoksa oyuncular soyunmam-cüretkâr sevişmem diye diretti mi? Bilindiği gibi oyuncularınız fazla tanınmamış da olsa cüretkâr, daha önce eşi benzeri yapılmamış/görülmemiş sevişme sahnelerinde yer almak istemeyebilir. Ya da yapımcı filmin 18 yaş sınırlaması almasının sinema bileti ve televizyon gösterimi satışlarından elde edilecek geliri kısıtlamasını mı önlemek istedi? 21. yüzyılda bile bu ülke sinemasında, filmlerinde ve televizyonlarında çok ağır sansür koşulları tüm ağırlığıyla hüküm sürüyor ne yazık ki… Çağdaşlık yolunda bir adım bile atamadık son yüzyılda… Yuh bize…

Dönelim “Issız Adam”a… Bilenler bilir Türk filmlerinin en iyilerinde bile estetik ve inandırıcı sevişme sahneleri neredeyse pek yoktur. Bu tür sahnelerden oluşturulacak bir dünya sineması antolojisine bizim filmlerimizden alınabilecek üst düzey örnekler çok sınırlıdır ve kısıtlıdır. Böyle bir iddiası da olmayan “Issız Adam” da bu geleneği yıkamıyor.

“Issız Adam”, film setlerinde astığı astık kestiği kestik olabilen, karşı konulmaz yönetmen ve senaryo yazarı Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası”na da yapımcı olarak imzasını atan Mustafa Oğuz’un doğru proje seçmede ve doğru proje bulmada eşsiz ve benzersiz yeteneğinin en yeni kanıtı… Mustafa Oğuz hepimiz gibi, ”Dallas” dizisininin (1978) çok başarılı bir yerli uyarlaması olan, rating rekortmeni “Asmalı Konak”la yönetmen Çağan Irmak’ı keşfetmiş ve onu yakın takibe almış. Mustafa Oğuz’dan yeni yeni sinema filmi projeleri bekliyoruz.

“Üç Maymun”da da harikalar yaratan görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin çalışması “Issız Adam”ın en önemli artılarından biri. Gökhan Tiryaki’nin ve “Sonbahar”ın (Sonbahar Ağıtı) görüntü yönetmeni Feza Çaldıran’ın (fotoğraf: Feza Çaldıran – Özcan Alper) bu yıl Türk filmlerinde görüntü yönetmenliği çıtasını çok yukarılara çıkarmayı başardıklarını da kaydetmeden geçmeyelim.

“Issız Adam”daki Alper Karakterine ve Türevlerine Yakından Bakalım:

“Oyunbaz” Alper kıran kırana bir hayatın sürdürüldüğü İstanbul jungle’ında, hiçbir ilişkinin uzun ömürlü olmadığı Beyoğlu microcosmosunda ayakta kalmış, tutunmuş, fazlasıyla kefeni yırtmış ve fazlasıyla başarılı olmuştur. Güzel bir evi ve iyi kazandıran güzel bir işyeri vardır. Kendi kendinin patronudur.

Türkiye’mizde mebzul miktarda Alper’ler ya da Alper’in çeşitli serseri mayın versiyonları vardır; bunlar kendilerini bulunmaz Hint kumaşı gibi görürler, dünyanın birinci harikası olduklarını zannederler. Alper ve onun gibiler güneşin ve diğer gezegenlerin kendi etraflarında döndüğünü iddia ederler.

Alper’in sevgi fakiri ve cinsel doyumsuz olmak dışında hayatta hiçbir eksiği yoktur. Cinsel organının yönlendirdiği Alper ve onun gibilerin kadınlara ilgisi onları yatağa atana kadardır. Elde edilen her kadın onlar için bir anda değerini yitirir. Herşey (gönül almalar, iltifatlar, jestler, komplimanlar, tüm sevgi sözcükleri) elde edene/yiyişene kadardır. Elde etmekten başka amaçları yoktur. Hayatın anlamı onlar için cinsel tatmine ulaşmadır. Bunun için her yolu denerler, inandırıcı yalan söylemeyi başaramasalar da her yalana başvurur, gerekirse kendini acındırır; boşanmış eski karısında kalan çocuğunu arada bir görebilen “mağdur” baba numarası bile yaparlar. Kadınları elde etmek için duyarlı, doğru erkek etiketini üzerine yapıştırmayı bile denerler. Onların hayatında sadece cinselliğe yer vardır, asla aşka şans tanımazlar. Aşkla cinselliği hiç birbirine karıştırmazlar. Onlar yüzlerce kadınla yatan cinsel fetihleriyle ünlü Casanova’nın izini sürerler.

Alper de Casanova gibi çetelesine yeni bir çizik atmak için avlarına yanaşır. Hayatının merkezi seks/fuhuş olan Alper “Kadınları Tavlama Sanatı”nın adeta kitabını yazmıştır. Elde ettiklerine asla değer vermez. Elde ettiğiyle işi ve ilişkisi elde ettiği anda bitmiştir. Ondan sonrası yoktur. Elde ettiğini mutlaka ve mutlaka başından atar. Elde edilen eskir ve yenisi aranır-bulunur, gelsin sonraki… İlişkileri tek geceliktir, ya da günlerle ve aylarla sınırlıdır. Daima çok eşlidir. Yaşamını sadece tatmin olma ve aldatma üzerine inşa etmiştir. Hayatında aşka ve sevgiye, arkadaşlığa yer yoktur. Kimseyi sevemez. Sevmeyi ve sevilmeyi reddeder. Aşkın ne olduğunu bilmez. Yalnız kurttur. Kendisine sevgi ve aşk fırsatları sunulduğunda bile bunu tüketip-bitiren bir vampirdir. Haz peşinde, anın peşinde, gününü gün etme peşinde koşarken hayat trenini kaçırandır. Kendisi mutlu olamadığı gibi çevresindeki herkese sadece mutsuzluk verebilir. Artı bir yerden sonra mutluluğu kendine bile çok görür. Ayrılmaktan, kırmaktan, incitmekten, üzmekten başka bir şeyi beceremez, başaramaz ve bilmez. Hiç değişmez. Dejeneredir. Yalnız/ıssız/sığ kalmaya mahkûmdur. Kimsenin hayatına dahil olmaz, kimsenin hayatlarına dahil olmasına izin vermez.

Gerçek yüzünü çeşitli maskelerle annesinden bile gizler. Alper, annesinin yanında süt dökmüş bir kedidir; ama onunla birkaç gün bile ilgilenmenin kendisini zevk ve sefahat âlemlerinden alıkoymasına isyan eder ve bunu kendine dert edinir.

Sevgisiz insan susuz kalmış bir çiçek gibidir. Alper ve onun gibilerin ilâcı/panzehiri bence sadece Mevlâna felsefesinde bulunabilir. Mevlâna’ya ve onun yoldaşlarına göre mutluluğa giden bütün yollar sevmekten, sonsuz aşktan, sonsuz sevgiden geçer. Vicdan sahibi olmak, vefa duygusu, hoşgörü ve dayanışma da sevmenin tuzu biberidir.

Ada Karakterine Bakalım:

Bir kere Alper tarafından kandırılan bir karakter değildir. Adeta Alper tarafından kandırılmayı ister. Alper’i O’da değiştiremeyecektir. Alper’in tüm numaralarının farkındadır. Ada, Alper için bir parantezdir. Alper, Ada’yı asla hak etmez. Alper karakteri kirli, dejenere ve yozdur ancak bunları Ada’ya bulaştırmaktan korkacak kadar da hâlâ içinde iyilik/vicdan kırıntısı kalmıştır.

Çağan Irmak, Alper’in seks hastası/bağımlısı olmasının geçmişini bizlerle paylaşmıyor. Alper’in çocukluk, ergenlik, gençlik, delikanlılık yıllarında geçirdiği travmalar hakkında (sevgi, şefkat eksikliği gibi) bize ipuçları vermiyor. Oysa bu denli sorunlu, sevemeyen, sevdiğinde bunu kibirinden dolayı ya da yürütemeyeceğini düşünerek itiraf edemeyen insanların geçmişlerinde bu travmalar daima vardır.

(20 Kasım 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

21 Kasım 2008 Haftası

“Osmanlı Cumhuriyeti”ne imza atanlar, en keskin eleştirinin mizahtan geçtiğinden hareketle, günümüz konjonktürüne uygun zeki bir fikir bulup uygulamışlar ama fikir çok iyi olsa da, uygulama kötü; perdede gördüğünüz neredeyse her şey yama gibi… Tabii Türk Sineması bir endüstri olmadığı ve ‘yapım tasarımı’ gibi, profesyonel figüranlık gibi, örneğin 1888-2008 arası 120 yıllık süreçteki tüm olasılıkları bilgisayara yükleyerek ortaya çıkan sonuçlara göre İstanbul’u yeniden yaratmak türünden bir işi üstlenen konsept sanatçıları gibi, lehçe-şive-ağız danışmanları gibi kavramlar/uzmanlar da bulunmadığı için ortaya böyle “yazık olmuş” dedirten bir film çıkmış!

“Gomorra”, Napoli’yi yöneten ve uluslararası yatırımlara yönelen mafya benzeri suç organizasyonu Camorra klanları üzerine, gerçekliğinin şaşırttığı bir küçük başyapıt: AB üyesi bir ülkenin güneyinde sosyal adaletsizlik temeli üzerine inşa edilmiş bu inanılmaz yapılanmanın nabzını, ‘içeriden’ aktardığı beş öykü çevresinde ve uzun plân-sekanslarına hayran kalacağınız görsel anlatımdan asla taviz vermeden tutan film, bir yönetmenlik dersi!

“Destere”, sinemamızda (ve televizyonlarımızda) güldürü yazanların temel sorunu olan ‘komedi zamanlamasını becerememe’den nasibini aldığı gibi, bu tür filmlerde asla yapılmaması gereken şu bariz hata sayesinde kötü bir film olmuş: Aynı espriyi birden fazla tekrarlamak!

(19 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bunları Yazmak Gerek 7: Müjde; Nur Topu Gibi İşaretler ve Cezalarınız Oldu Ama…

Bu konu üzerinde çok duruyor gibi görünüyorum fakat şunun için önemli: Eğer yasa ya da yönetmeliklerde sanatın özgürlük alanını ciddi biçimde kısıtlayan maddeler yer alıyorsa, pratikte çok katı uygulanmaması, ‘istenildiği zaman’ uygulanması demektir ki, bu çok tehlikelidir. Sanatın özgürlüğü kesindir; bakanlık memur ve memurelerinin yorumuna göre daraltılamaz. “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik”te değişiklikler, daha doğrusu bir takım eklemeler içeren değişiklikler yapıldı. Peki, ne oldu? Bizlerin de önerisi doğrultusunda işaretlerde çeşitliliğe gidildi, bundan böyle sıkı denetimin ve uymayanlara ağır para cezalarının verileceği kesinleştirildi ama… İşte, hani Batı’ya özenen festivallerde siyaset insanlarımız gururla yer alsalar da, Batı’nın özgürlük anlayışının ne denli uzağımızda olduğunu ispatlayan maddeler aynen korundu. Bakınız, şu üç madde çok önemli:

Madde 4g – “Değerlendirme ve sınıflandırma: Ülke içinde üretilen veya ithal edilen sinema filmlerinin ticari dolaşıma ve gösterime sunulmadan önce, gösterim ve iletim biçimleri dikkate alınarak kayıt ve tescile de esas olacak şekilde, kamu düzeni, genel ahlâk ile küçüklerin ve gençlerin ruh sağlığının korunması, insan onuruna uygunluk ve Anayasada öngörülen diğer ilkeler doğrultusunda denetlenmesi, değerlendirilmesi ve sınıflandırılmasını…”

Bu madde yoruma son derece açıktır. Örneğin, ‘genel ahlâk kavramı’ kişiden kişiye öyle bir değişir ki, hiç ummadığınız filmler yasaklanıverir. Yani hem sınıflandırma, hem de yasaklama mevcut!

Madde 9 – “Ülke içerisinde üretilen veya ithâl edilen sinema filmlerinin ticari dolaşıma ve gösterime sunulmasından önce kayıt ve tescile de esas teşkil edecek şekilde değerlendirilmesi ve sınıflandırması yapılır.

Değerlendirme ve sınıflandırma sonucunda uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz.

Değerlendirme ve sınıflandırma sonrası uygun bulunan, öngörülen kısıtlayıcı tedbirleri uygulanan veya istenilen gerekli düzeltmeleri yapılan filmler…”

Sansür ve ‘kısıtlayıcı tedbir’! Yani, tümüyle yasaklama ve filmi gerektiğinde kesme açıkça yer almaktadır. Yoruma gerek var mı?

Madde 15 – “Başka herhangi bir ticari dolaşım veya gösterim konusu edilmeksizin ülke içinde düzenlenecek fuar, film festivali, şenlik ve benzeri sanatsal etkinliklerde halka gösterilmek veya yarışmalara katılmak üzere yurtdışından getirilen yabancı menşeli filmlerin gösteriminden doğan her türlü sorumluluk, bu etkinliklerin düzenleme komitelerine aittir.”

Fiilen sansürün olmadığı festivallerde bile festival yöneticileri sorumlu tutulmaktadır. Yineliyorum, uygulanmaması, uygulanmayacağı anlamına gelmez!

Yeni yapılan değişikliklerle ağır cezalar da yürürlüğe konulmuş bulunuyor. Bir örnek: Madde 17c“Üzerindeki işaret ve ibarelere rağmen, bu işaret ve ibarelere uyulmaksızın dağıtım ve gösterim yapanlara elli bin Türk Lirası idari para cezası verilir.” Örneğin sinemalarda yaşı tutmadığı halde aradan içeriye sızan olur da, o seans denetime denk gelir ve de tespit edilirse, işletmeci yandı! Bu cezalar, çeşitlendirilen sınıflandırmanın uygulanması için gerekli tabii. Hem ebeveynler, hem de çocukların bilinçlenmesi ve işletmecilerin dikkatli olması için, ağır da olsa gerekli!

Bakınız, profesyonel / uzun metrajlı sinema filmleri zaten mevcut yasalar çerçevesinde çekilmek zorunda. Daha sonra seyirciyle özgür biçimde -tabii ki çok katı bir sınıflandırma ve değerlendirmeye tabii tutularak- buluşmalı. Ama 18 yaşını doldurmuş seyircinin bile filmlere ulaşmasını engellemeye yönelik sansür ve kesinti kabûl edilemez! Ey okur / seyirci, şunu biliniz ki Türkiye’de sansür var! Kendi adıma sansürün kalktığını görmeye ömrüm yetmese de hep yazacağım.

(16 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Buyurun aşağıdakiler de yeni işaretler:

İÇERİK BELİRTEN İŞARET VE İBARELER

1. İşaret

İbare: Genel İzleyici Kitlesi

2. İşaret

İbare: 7 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir

3. İşaret

İbare: 7 yaş altı izleyici kitlesi aile eşliğinde izleyebilir

4. İşaret

İbare: 13 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir

5. İşaret

İbare: 13 yaş altı izleyici kitlesi aile eşliğinde izleyebilir.

6. İşaret

İbare: 15 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir

7. İşaret

İbare: 15 yaş altı izleyici kitlesi aile eşliğinde izleyebilir

8. İşaret

İbare: 18 yaş ve üzeri izleyici kitlesi içindir

9. İşaret

İbare: Şiddet ve korku unsurları içerir

10. İşaret

İbare: Cinsellik Unsurları içerir

11. İşaret

İbare: Olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar içerir

Limon Ağacı

Geçtiğimiz aylarda Elif Ayla adlı yazarın Kalbin Limon Hali isimli bir kitabı çıkmıştı. Neden kalbi limona benzetmişti yazar? Elma, portakal ya da dut ağacı değil de limona ağacına… Şöyle dedi: Sıcak iklimlerin kış aylarında on beş gün poyraz olur. Poyraz limon ağacını öldürür. İşte insanlar kışın o poyrazda, geceleyin sıcak yataklarından kalkıp bir tenekenin içine saman doldurup yakarlar. Limon ağacı üşümesin, limon ağacı ölmesin diye. Çünkü limonun hatırı vardır! İşte insanların kalpleri de limon ağaçları gibidir. Ara sıra sevdikleriniz için poyraza çıkacaksınız. Çok üşüyeceksiniz ama olsun o benim sevdiğim, ben onun için üşürüm, çünkü o benim limon ağacım diyeceksiniz. Kalbini ısıtacaksınız ki kalbi ölmesin. Çünkü kalpler de limon ağaçları gibi bir kere buz tuttu mu bir daha ısınmıyor…

Yönetmen Eran Riklis ve senarist Sura Araf bu sırrı biliyor olmalılar ki hikâyelerini anlatmak için limon ağacını seçmişlerdi. Yıllardır baba yadigarı limon bahçesinde limonlarını satarak kıt kanaat geçinen dul, Filistinli bir kadın Selma. Biraz da babalarının ölmüş olmasının verdiği rahatlık ya da otorite boşluğu ile çocuklarının her biri de ayı bir yere dağılmış. Selma küçük dünyasında, ölen babası yerine koyduğu eski bir aile dostu ile küçük dünyasını paylaşıyor. Ara sıra gelen çocukları dışında bir ses-soluk yok hayatında. Tek yaşam kaynağı limon ağaçları ve limonlarının her bir tekine o hiç tatmadığı aşkla bağlı sanki…

Ancak bu sade hayatı İsrail Savunma Bakanı’nın evinin tam karşına bir villa inşa ettirmesiyle kâbusa dönüşüyor. Yıllardır bitip tükenmek bilmeyen İsrail-Filistin savaşının bir limon bahçesinin iki yakasında yaşanan haline tanık oluyoruz. Selma’nın limon bahçesi öyle köklü, güzel ve sonsuz ki… İsrailli uzmanlar teröristlerin o ağaçların aralarına saklanarak bakanın villasına saldırabileceğini düşünüyorlar. Tabii orada yaşayan Selma’yı da potansiyel bir terörist…

İşte bir inat hikâyesi de böylece başlamış oluyor. Yer yer gülümsediğimiz ama çoğu zamanda çaresiz, seyre daldığımız dünya hali bu… Limon ağaçlarının kesilmesine gönlü razı olmayan Selma’nın avukatı ile birlikte verdiği bir insanlık mücadelesi. Filmin gerçek bir hikâyeden temellenmiş olması hiç kuşkusuz filmin inandırıcılığını, samimiyetini kat ve kat arttırıyor.

Selma’nın ölen kocasının salonun ortasındaki çatık kaşlı fotoğrafı bir kadının hiçbir zaman özgür olamayacağını, her zaman ölü, ya da diri tepelerinde dikilen bir adamın olacağını bir kere daha tekrar ediyoruz. Kadınların, kocalarından başka bir erkek tanımamışlığına, baskı ve çile dolu hayatlarına bir ağıt bu.

Erkeklerin gözlerini kör eden iktidar ve güç gösterilerinin ardında birbirlerini teğet geçiyormuş gibi görünen ancak içten içe birbirlerinin ruhlarını gören iki kadının her şeyin ötesindeki dayanışmasına şahit oluyoruz.

Aslında tüm bu hırslar, diplomatik kaygılar olmasa ne kadar da barış içinde yaşabileceklerini gösteren pırıltılar geçiyor yer yer gözümüzün önünden. İnsanların hayatlarına kasteden, nefret tohumları eken yıkılası duvarlarından ardında…

Film öyle naif ama bir o kadar da keskin bir şekilde ilerliyor ki hangisinin ağır bastığına karar veremiyor, sersemliyor insan. Hiam Abbass’ın harika performansını izlemeye doyum olmuyor. Abbass, Selma karakterine öyle bir can vermiş ki artık izlediğiniz sadece Selma olmaktan çıkıyor, Filistinli kadınlar, İsrailli kadınlar, bütün kadınlar Selma oluveriyor. Selma gerçek bir kadının tüm cesaretini, gururunu taşıyor.

Birileri hâlâ limon ağaçlarının da insanlar gibi, insanların da limon ağaçları gibi olduğunu biliyor. Ama karşılarında koskoca bir bilmeyenler ve görmeyenler ve asla bilmek ve görmek istemeyenler ordusu duruyor.

İşte bu yüzden Selma fırtınaları gecelerde titreyen limon ağaçları için göz yaşı döküyor. İnsanların bile hayatlarının zerre kadar önemi olmadığı şu “ülke çıkarları” mevzularında değil bir limon ağacının çığlığı duyulsun.. Ama duyan birileri var ve hâlâ onlar bu dünyada bin bir güçlükle de olsa nefes alabildikleri için bizler hâlâ umut edebiliyoruz… Umuyorum Türkiyeli seyirci de Limon Ağacı’na sahip çıkar.

(15 Kasım 2008)

Gizem Ertürk

14 Kasım 2008 Haftası

“Son Buluşma”da, artık aramızda olmayan son üç İstiklal savaşı gazisinin 2005 yılından gelen görüntüleri yüreğinizi yaralayacak; Türk Sineması onları keşfedemediği için de kızacaksınız duyarsızlığa. İyi ki, Nesli Çölgeçen -tesadüfen- onları öğrenmiş de, dramın ve mizahın çok yaşlı insanların doğasındaki son hallerine ‘hiç müdahalesiz’ tanıklık ettirmiş bizleri. Çoğunluğu tatmin edemeyen tecimsel “Mustafa”dan sonra iyi gelecek.

“Rec: Ölüm Çığlığı”, bir apartmanın iç boyutları ile sınırlı mekânda, aktüel tek kameranın çektiklerinden ibaret olan ‘sıkıştırılmış bir şiddet ve korku dalgası’na kapılmak istiyorsanız tam isabet: Gelecek ay, bu bir tür zombi hikâyesinin, İngilizce dilinde çekilmiş tıpkısının aynısını da izleyeceğiz.

“High School Musical 3: Senior Year”, biliniz ki, bizler için değil, öncelikle Kuzey Amerika pazarı için yapılmış bir gençlik müzikali: Bu açıdan değerlendirip “ne kadar da Amerikan!” olduğuna takılmayınız ve şarkıların/dansların tadını çıkarınız; zevk alacağınız garanti!

“Gitmek: Benim Marlon ve Brandom”, dokuları oksijen yüklü, çok canlı, nefes alıp verdiğini en iyi hissettiren filmlerden… Yönetmen yaklaşık elli saatlik malzemeyi, çok ama çok yaman bir kurgucuyla çalışıp yaklaşık bir buçuk saatlik bir dinamizme dönüştürmüş; ülkemizin rengârenkliliğini ve en temel dayanağı olan insan zenginliğinin kültürel ahengini, Kuzey Irak ve İran’ı da kapsayan bir yol öyküsü boyunca yüreğimize akıtan bir dinamizm. Sınırlı bir zamanda birlikte olduğu ve çok sevdiği Kürt adamı unutamayan, bir süre sonra da İstanbul’un yoğunluğu içinde yalnız hissedip savaşa rağmen onu bulmak için yollara düşen Türk kızını yani filmdeki herkes gibi ‘kendini oynayan’ Ayça Damgacı, o kadar gerçek, o kadar samimi, o kadar insan ki!

Bu filmi izledikten sonra düşünüyorsunuz ki, çıplak doğuyor, ölünce de eriyerek toprağa karışıyorsunuz; arada yaşam denilen bir süre var, hepsi bu işte! İnsanlar birbirine âşık oluyor, seviyor, sevişiyor, mutlu olmaya çalışıyor: Engel, savaş, sansür, sınır, kapalı yol, dil engeli vs. tanır mı hiç? Birileri savaş üzerinden para kazanmaya devam edecek… Bu belli ama birileri de barışı ve aşkı hep savunarak, sonra belki başka bir boyutta, geçmişte insan olduğu için utanmayacak.

Harikasınız ya tüm emeği geçenler…

“Fırtına”, tarafı olduğu siyasi görüş doğrultusunda ‘apolitik olmayan’ her üniversite öğrencisinin geçirdiği ‘metamorfoz’u, ana karakterine odaklanarak ve 90’ların başındaki üniversite gençliğine ‘özeleştiri’ de içeren oldukça kapsamlı bir bakış atarak anlatan, kısıtlı olanaklarla çekildiği belli ama oldukça sorunsuz bir film: Savunduklarını objektif dile getirdiğini düşünmesem de (ayrıca, böyle bir zorunluluğu da yok), sinemanın özgürlük alanının sonsuzluğuna saygı duyan biri olarak bana gençliğimdeki heyecanlarımı yeniden yaşattığı için seviyorum “Fırtına”yı.

“Bahçemdeki Ateş Böcekleri”, çocuklukta ebeveynlerin açtığı kolay kapanmaz yürek yaralarının, belki bir gün, aile bağlarının, her şeye rağmen sevginin ve aile kurmanın mucizesiyle onarılabileceğine dair umudu işlerken, çoğu sahnesinde ılık bir melodi gibi akıyor: Duyguların doğasını ve doğanın duygularını başarıyla aktarırken, rahatça empati kurabileceğiniz karakterleri de, bir araya gelmesi her zaman kolay olmayan harika bir kadro canlandırıyor.

(13 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Can Dündar, Mustafa’yla Mit’leri Yıkmıştır; Filmine Kayıtsız Kalmak Mümkün Değildir

Efsanevi filmlerin yapımcısı “Agostino” Dino De Laurentiis Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratlarının kendisine karşı çıkardığı engelleri aşabilseydi bugün İstanbul’un fethini konu alan spektaküler bir sinema filmine sahip olacaktı dünya sinema tarihi. Laurentiis yapımı, Finlandiyalı Mika Waltari’nin (“Bizanslı Aşıklar”ın yazarı) İstanbul’un Fethi ve Bizans’ın Son günlerini konu alan “Kara Melek” adlı romanının sinema uyarlamasını Türkiye Cumhuriyeti’nin sığ kafalı idarecileri engellemiş olmakla herhalde büyük gurur duyuyorlardır. Turgut Özal’ın da söylediği gibi “Benim memurum işini bilir.”

Laurentiis’in yapımlarının kısa bir listesine göz atarak bile kaybımızın ne kadar büyük olduğunu anlayabiliriz. Yapımcı, Federico Fellini (“Cabiria’nın Geceleri”, “La Strada”), Roger Vadim (“Barbarella”), David Lynch (“Dune”), Sergei Bondarchuk (“Waterloo”), Sidney Lumet (“Serpico”), King Vidor (“War and Peace”), Milos Forman (“Ragtime”), Sydney Pollack (“Akbabanın Üç Günü”), John Huston (“The Bible”) ve Ingmar Bergman gibi “Creme Da Le Creme” yönetmenlerle çalışmıştır. Pek çok ölümsüz filmi sinema tarihine ve sinefillere armağan etmiştir. İstanbul’un Fethi üzerine “Kara Melek”i yapabilseydi en çok bizleri onurlandıracaktı. Ama biz ne yaptık? Laurentiis’e “Sakın ha! İstemezük” dedik. Yuh bize…

Yıllar yılı yerli yabancı birçok Atatürk filmi projesini gerçekleştirmek/çekmek isteyenleri de devlet memurlarımız adeta canlarından bezdirmiştir.

Türkiye’de Atatürk üzerine film yapmanın zorlukları ve neredeyse imkânsızlığı düşünüldüğünde “Mustafa”yı bizlere sunan Can Dündar’ı yılmadığı için ve çabası için bile peşinen kutlamak gerekiyor.

Can Dündar’ın “Mustafa”sının bence en önemli özelliği mitleri yıkan bir film olması. Atatürk’ü ulular ulusu, yüceler yücesi bir karakter olarak göstermemek bir kabahat değil meziyet… Atatürk, belki biraz fazla “Acıların Adamı” olarak gösterilmiş “Mustafa”da… Ben filmi izlerken en çok şunu düşündüm: Hatasız, kusursuz bir insan olamaz. Hiçbir insan tamamen kusurlardan arınmış değildir. Her insanın çeşitli zaafları vardır. Liderler, önderler, öncüler, devlet kurucuları, fatihler, dahiler, baş komutanlar, Cumhurbaşkanları, o dönemde 18 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının, bugün 75 milyon insanımızın manevi babası da buna dahildir.

“Mustafa” filminin bir-iki istisna sahne hariç genelde aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. “Mustafa”da Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu’nun güçsüz düşmesine ve çöküşüne koyduğu teşhis çok çarpıcıdır. Mustafa Kemal, 19. Yüzyıl sonundaki ve 20. Yüzyıl başındaki Osmanlı Ordusu’nun kaz sürüsüyle bile başa çıkmaktan aciz olduğunu düşünerek ve ifade ederek kendi kurduğu devletin ordusunda bu zaafiyeti gidermenin yollarını arayıp bulacaktır.

“Mustafa”daki bazı ifadelere ise hiçbir şekilde katılmak mümkün değildir. Bunlar nelerdir?

Laikliği bizlere kazandırmasının nedeni çocukluğunda Kaymak Hafız’dan yediği dayağın rövanşı ya da intikamıdır diyebilmek insafsızlıktır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kurma yolculuğuna kendisini Yıldız Sarayı’ndaki görüşmelerinde Son Padişah’ın yolladığının ima edilmesi -bu iddia başka kaynaklarda da yer alsa- bir haksızlıktır.

Zaman zaman gölgesinden bile korktuğunun iddia edilmesi (bakınız: o günün 30 bin nüfuslu Ankara’sında Ziraat Okulu’nda kalırken/ikâmet ederken sığır sürüsünün kaldırdığı tozdan bile aşırı endişe duyduğu, korkuya kapıldığı iddiası) bu kadar büyük çaplı işler, yüksek profilli işler başarmış bir insana yapıştırılamayacak bir dedikodudan ibarettir. Bu dedikodular tamamen inandırıcılıktan yoksundur.

Kabûl etmek gerekir ki Atatürk üzerine O’ndan hazzetmeyenler tarafından çok sayıda güvenilemeyecek karalamalar yazılmıştır. Bunlara itibar edilemez. Ayinesi iştir kişinin lâfa bakmayınız.

Keşke Can Dündar gerçek Atatürk’ü ararken, O’na ulaşmaya çalışırken, O’nu anlamaya ve O’nu anlatmaya çalışırken Atatürk’ü eserlerinde ve icraatlarında daha fazla aramayı deneyebilseydi.

Can Dündar’dan sonra Atatürk üzerine film projeleri geliştirmeye çalışacaklar en azından bunu yapmalılar.

Atatürk üzerine yazılan ve henüz filmleştirilemeyen Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” adlı senaryosundan kısa bir bölümle yazımızı noktalayalım:

37- MUAMMER BEY KÖŞKÜ (İç-Gece)

(Mumlar yanan bir masada Güllü Hanım hizmet etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım yalnız yemek yemektedirler. Güllü Hanım çıkınca Latife damdan düşer gibi sorar.)

LATİFE: Paşam siz hiç sevdiniz mi?

(M. Kemal bir an duraklar, sonra gülümser. Şakacı bir ifadeyle konuşur.)

M. KEMAL: Çook… Merak mı ettiniz? Hangi birini anlatayım?

LATİFE: Meselâ ilk aşkınız nasıl bir kadındı? Şimdi ne yapıyor?

(M. Kemal sigarasından bir nefes çeker, düşünür.)

M. KEMAL: İlk aşkım! Evet… 15-16 yaşında idim. Selânik’te askeri rüştiyeye gidiyordum. Merkez komutanı Şevki Paşa komşumuzdu. Bir kızı vardı. Ona matematik öğretiyordum. Herhalde ilk sevdiğim o kızdı.

(Latife meraklanmıştı.)

LATİFE: Nasıl bir hanımdı? Güzel miydi?

M. KEMAL: O zaman dünyada ondan daha güzel bir kız olabileceğini düşünemiyordum. Açıkça bir şey de konuşmadık aramızda. Ama birbirimizi sevdiğimizi biliyorduk.

LATİFE: Sonra ne oldu o kıza?

M. KEMAL: Sonra… Rüştiye bitince, İdadi okumaya Manastır’a gittim. Arkasından İstanbul’da Kurmay okuluna… Birbirimizi göremiyorduk, ama onu unutmamıştım. Bir gün bir kaza geçirdiğini, hastanede yattığını öğrendim. Hemen Selânik’e koştum.

(Latife merak içinde dinlemektedir.)

M. KEMAL: Gördüğüm manzara korkunçtu. O güzel yüzü kazada çarpılıp paramparça olmuş, tanınmayacak hale gelmişti. Bana bakamıyor, yüzünü benden saklamaya çalışıyordu.

(Latife dehşete düşmüştür. İhtiyari olarak elleriyle kendi yüzünü kapatır.)

LATİFE: Aman Allahım!…

M. KEMAL: Başucunda oturdum… Ellerini avuçlarıma aldım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Ona evlenme teklif ettim.

LATİFE: Yaa! Sonra?

M. KEMAL: Sonrası yok… O kazadan kurtulamadı… Öldü…

(Latife bir an şaşkın bakar. Sonra kendine hakim olamaz, ağlamaya başlar.)

M. KEMAL: Ooo… Ağlamak yok çocuk. Gecenin güzelliğine gölge düşürmeyelim.

(Latife kendini toparlamaya çalışır.)

LATİFE: Beni affedin Paşam. Hislerime hakim olamadım. Yani, nasıl anlatsam, ben size tutuldum… Sizden ayrı yaşamanın benim için artık mümkün olmadığını biliyorum. N’olur beni buralarda bırakmayın. Yanınızda Ankara’ya götürün. Bana bir iş verin, ne olsa yaparım… Yeter ki size yakın olayım…

(12 Kasım 2008)

Hakan Sonok

[email protected]

Bülent Ecevit’in En İyi İcraatı Hangisiydi?

Hiç kimsenin başkalarına karşı işlenmiş suçların kesinleşmiş cezalarını affetmeye, hafifletmeye, ceza sürelerini kısaltmaya ve mahkûmiyet kararlarını kaldırmaya hakkı yoktur. Hangi amaçla olursa olsun. Aşırı duyarlılık sahibi olsalar bile bu davranışta bulunanları bağışlayamayız. Zaten davranışlarının arkasında bizce oy avcılığından başka bir şey yoktur. Kurbanlar ve yakınları bile bu suçluları bağışlama hakkına sahip değildir. Cumhurbaşkanı ve başbakanın bile bu suçluları affetmeye hakkı yoktur. Eski başbakanlardan Bülent Ecevit ve peşine takılan insanlar ne yazık ki bu hatayı döne döne yapmışlardır. Ecevit hükümetleri vatandaşlara karşı işlenen suçları affetmeye hiçbir hakları olmadığı halde af yasaları çıkararak cezaevlerini sürekli olarak boşaltmışlardır. Bu af yasalarını destekleyen herkes, suç işleyenin yanına kalmasından da, yeni yeni suçlar işlenmesinden de, Türkiye’nin kan gölü ve suçluların cenneti olmasından da sorumludur.

Suç işleyenlere hak ettikleri, caydırıcı cezaların verilememesi ne yazık ki bir Türkiye klâsiği ve geleneğidir. Örnek vermek gerekirse 1952’de düşüncelerini ve yazılarını beğenmediği gazeteci Ahmet Emin Yalman’a karşı “susturma” ve öldürme amaçlı suikast düzenleyen Hüseyin Üzmez sadece 20 yıl hapis cezası alıp sadece 10 yıl hapis yatarak cezaevinden kurtulmasaydı buna benzer olaylar belki de bu kadar sık tekrarlanmazdı. Bakınız: 12 Eylül 1980 öncesindeki suikast ve cinayet silsilesi… Öte yandan, 1952’de tetikçilik yapan Üzmez bugün 14 yaşındaki bir kız çocuğunu cinsel açıdan istismar etmekle suçlanmaktadır.

Dönelim Bülent Ecevit’e… Peki Bülent Ecevit’in hiç mi iyi icraatı yoktu? İsmail Cem’i TRT Genel Müdürlüğü’ne ataması ve Cem’in Türk Sineması’nın kurucu babaları Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’e TRT’de yayınlanmak üzere Türk edebiyatının ölümsüz klâsiklerinden uyarlanacak film ve dizi siparişleri vermesi bu iyi icraatların belki de en iyisidir. Yetenekli bir yazar olmasa da bir yazar olan Bülent Ecevit kitap okumama konusunda dünya birincisi olan Türk halkına Türk edebiyat şaheserlerini televizyon yoluyla ulaştırmayı ve tanıtmayı denemiştir. Hem de Türkiye’nin filmcilik dahileri aracılığıyla. Ben, Bülent Ecevit’ten iyi bir Başbakandan çok iyi bir Kültür Bakanı olurdu diye düşünüyorum.

Bugün iki yüz kişiyle yapılabilecek işlerin sekiz bin kişiyle yapılabildiği yani bir yumurtayı 20 kişinin taşıdığı TRT’deki “Antonio Salieri”ler, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk Sinema Filmleri’nin en iyilerini yapanlara, Bülent Ecevit hükümetleri dönemlerinde Başbakanın isteğiyle işler verilmesini hiçbir zaman affetmediler. Affetmemekle kalmadılar bu yolu sonuna kadar kapatmanın çeşitli ve amansız yollarını buldular. Türk Sinema Filmleri’nin hazinelerini yaratmak gibi bir suç, ayıp ve günah işleyen Metin Erksan, Lütfi Akad ve Halit Refiğ’in bu hataları ve yanlışları yanlarına bırakılmamalıydı. TRT memurları bu üç dahiye hayatı zindan etmek için ellerinden geleni yaptılar. Böylece, Erksan, Akad ve Refiğ’in TRT’de gösterilecek yeni yeni filmler-diziler yapması TRT bürokrasisi tarafından ve Ecevit’ten başka hiçbir başbakanın TRT’yi buna zorlamaması sonucunda önlenmiş oldu. TRT bürokrasisi en çok da yönetmen ve senaryo yazarı Halit Refiğ’e zarar verdi.

Bülent Ecevit ve ekibi, Halit Refiğ’in Halit Ziya Uşaklıgil’den “Aşk-Memnu”yu, Kemal Tahir’den “Yorgun Savaşçı”yı ve “Devlet Ana”yı uyarlaması için neredeyse devlet mekanizmaları üzerindeki bütün kudretini, etkisini ve nüfuzunu kullandı. Örnek vermek gerekirse Türk Silâhlı Kuvvetlerini 1978 ve 1979 yıllarında “Yorgun Savaşçı” filminin çekimlerine tam destek vermeye bizzat Bülent Ecevit ikna etti.

Ne yazık ki, “Aşk-ı Memnu” TRT sansürünce makaslandı ve kesilerek yayınlandı, “Yorgun Savaşçı” uzun yıllar rafa kaldırıldı, “Devlet Ana” Ecevit desteğine ve ısrarına rağmen çekilemedi bile. Türkiye’de seçim sandığında en çok oyu alanın her zaman ve her yerde iktidar olamamasının belki de en çarpıcı örneklerinden biriydi bu durum.

Halit Refiğ’in çilesi devlet tarafından kendisine 1989’da ısmarlanan “Gazi ile Latife” adlı senaryosunun da filmleştirilmemesiyle devam etti/sürdü ve devam ediyor. Kültür Bakanlığımız senaryoyu Refiğ’e sipariş etti ve 1993 ile 1998’de iki kez bu senaryoyu kitap olarak bastı. Üstelik Bakanlık sipariş ettiği diğer Atatürk filmleri senaryolarını kitap olarak basmadı bile. Bu olayın en çarpıcı yanı Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın Halit Refiğ’in “Gazi ile Latife” senaryosunun filmleştirilmesine karar vermesi ve bu kararını 18 yıldır uygulamaması…

Halit Refiğ, 1998’de yayınlanan Nezihe Araz’ın “Mustafa Kemal’le Bin Gün” ve 2006’da yayınlanan İpek Çalışlar’ın “Latife Hanım” adlı kitaplarındaki bilgilerin kendi senaryosunu aynen doğruladığını söylüyor. Refiğ “Gazi ile Latife” senaryosunu yazarken kimlerden yararlandığını şöyle anlatıyor:

“1974 yılında değerli dostum İsmet Bozdağ’ın yayınladığı “Atatürk ve Eşi Lâtife Hanım” adlı kitabı okuduğumda bu konudan çok güzel bir film çıkabileceğini düşündüm. İstiklâl Savaşı’nın muzaffer başkomutanı, cumhuriyetin kurucusu büyük Atatürk’ün kısa evlilik hikâyesi olağanüstü insanî ve dramatik boyutlara sahipti. Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanıştığı 1922 Eylülünden, ayrıldıkları 1925 Ağustosuna kadar geçen zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları idi. Bu özel ilişki, o dönemin siyasi ve sosyal ortamını dramatik bir yapıda anlatabilmek için olağanüstü bir bakış açısı sağlamakta idi. İsmet Bozdağ’ın kitabını okuduktan sonra bu konuda yazılmış olan bütün kitap ve makaleleri araştırmaya ve değerlendirmeye çalıştım ve oldukça geniş bir arşiv meydana getirdim.

1989 yılında Kültür Bakanlığı, Atatürk’ü anlatan filmler yapılabilmesi için aralarında benim de bulunduğum bazı yazarlara senaryolar sipariş etti. Ben hiç tereddüt etmeden “Gazi ile Lâtife” tasarımı gerçekleştirmeye karar verdim.

Senaryo yazımına hazırlandığım sırada değerli araştırmacı ve yazar İsmet Bozdağ, bana gene büyük bir yardımda bulundu. Kendi kitabını yazmakta yararlandığı temel kaynaklardan biri olan Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’un bir dosya içinde toplanmış olan anılarını okumam için bana verdi. Salih Bozok Atatürk’ün Lâtife Hanım ile tanışmalarından, evlenip ayrılmalarına kadar olan dönemin en yakın şahidi idi. Bozok anılarından çok yararlandım. Ayrıca Halide Edip Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Halit Ziya Uşaklıgil ve Lord Kinross’un kitaplarında bulduğum konumla ilgili bölümleri de senaryonun oluşmasında büyük yararı oldu.

Atatürk ile Lâtife Hanım ilişkileri üzerine gazete ve dergilerde yayınlanmış çok sayıda röportaj karşısında genellikle ihtiyatlı davrandım. Bilimsel belgelemeden çok, kişisel hatıralara dayanan bu konuşmalarda zaman zaman birbirini tekzip eden çelişkiler, hafıza yanılmaları, bazen de düpedüz hayal mahsulü olduğu hemen hissedilebilen görüşlerden uzak kalmaya çalıştım.

Cumhuriyet’in kuruluşu ile ilgili çok bilinen temel tarihi olayların yanı sıra, benim dramatik insanî bir boyut olarak bu konuya katmak istediğim bir tema da Atatürk’ün Millî Mücadele ve İstiklâl Savaşı’nı birlikte gerçekleştirdiği yakın arkadaşlarıyla, zaferden sonra Lozan Müzakereleri, Cumhuriyet’in ilânı, Hilâfet’in ilgası ve Şeyh Sait İsyanı sırasında yollarının nasıl ayrıldığı idi. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi Millî Mücadele’nin öncüleriyle hangi şartlarda uyumsuzluk meydana gelmiş, bunlara karşılık hangi sebeplerle İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celâl Bayar yeni devletin yönetiminde Atatürk’ün en yakın yardımcıları olabilmişlerdi? Hiç kuşkusuz bu konuda yararlandığım ilk kaynak, Atatürk’ün “Nutuk”u oldu. Tabii Karabekir’in, Cebesoy’un Orbay’ın anıları da bu sorulara değişik açılardan dikkate değer karşılıklar getirmekteydi.

Bu bakımdan, “Gazi ile Lâtife” senaryosu esas itibariyle çeşitli anılardan meydana gelmiş bir “sinematografik tarih” sayılabilir.”

(11 Kasım 2008)

Hakan Sonok

[email protected]