Kategori arşivi: Yazılar

Ruhu Karanlık Kara Filmler

Her şey kötüye gittiğinde, edebiyat ve giderek sanat, o durumların içinden yapıtlar ortaya çıkarır. 1929 yılının ağır ekonomik tahribatı ve 1930’ların yarattığı belirsizlik, gelen savaş, ABD’yle Avrupa’yı sarsmıştı. 1930’larda Almanya’da yavaş yavaş yükselen Naziler, bir müddet sonra iktidarı ele geçirip dünyaya savaş açtılar. 1930’larda ortaya çıkan kara film türü karanlık ve kasvetli atmosferiyle, karamsar ve mutsuz dünyayı yansıtıyordu.

1930’lu yıllarla beraber Amerika’da Raymond Chandler, Dashiell Hamett vb. gibi yazarlar, farklı polisiyelerle dönemin karamsarlığını ve umutsuzluğunu çarpıcı bir biçimde yansıttılar. Sinema buna kayıtsız kalamadı. Kara film (film noir), adının çağrıştırdığı gibi hem dışı hem içi karaydı. Kasvetli dış mekânlarda her şey sakin ve sıradan görünebilirdi. Karakterlerin dünyasına girilince hiçbir şeyin göründüğü gibi sakin olmadığı anlaşılıyordu. Filmin başkarakterleri, diğer polisiye filmlerdeki gibi birer kahraman değil, tersine birer anti-kahramandı. Dedektifler kusursuz değildi. Onların da zaafları vardı. Kişilikleri zayıf olabilirdi. Her insan gibi yer, içer ve uyurlardı. Bu türde karakterler bıkkın, bezgin ve ironikti çoğu zaman. Bu filmlerde hiçbir insan ve hiçbir yer tekin değildi. Kadınlara asla güvenilmemeliydi. Çoğunlukla sarışın olanlarına. Kadınlar her şeyi bozar ve kötülük getirirlerdi. Bazı görüşlere göre ilk önemli kara film Boris Ingster’in 1940 yapımı siyah-beyaz Amerikan filmi “Stranger on the Third Floor-Üçüncü Kattaki Yabancı” yapıtıydı. Başrolde de Peter Lorre vardı. Bu filmdeki estetiğin, sonradan gelen tüm kara filmleri etkilediği belirtiliyor. Elbette, kara filmi oluşturan ve bu türün beslendiği öncül filmler var. Rouben Mamoulian’ın Dashiell Hammett’ın hikâyesinden uyarladığı 1931 yapımı siyah-beyaz “City Streets-Şehrin Sokakları”nı kara filmlerin öncülü kabûl edenler var. Alman sinemasının büyük ustalarından Fritz Lang’ın orijinal adı “Hayata Bir Defa Geliyorsun” anlamına gelen 1937 yapımı siyah-beyaz “You Only Live Once-Günahsız Katiller” de kara film türünün en önemli yapıtı olarak kabûl ediliyor. İlk renkli film gibi ilk kara film için de zihinler bulanık olabilir. Fransız sinema eleştirmeni Nino Frank (1904-1988), “The Maltese Falcon-Malta Şahini” filmini savaş sonrasında gördükten sonra kara film terimini ilk defa kullanmıştı. Yönetmen John Huston, 1941 yılında siyah-beyaz “Malta Şahini” filmini Dashiell Hammett’in romanından uyarlamıştı. “Malta Şahini”, klâsik kara filmlerin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.

Ruhu kapkara olan kara filmler estetik olarak Alman dışavurumcu akımının mekân kullanımından ve ışık düzenlemelerinden yararlanıyorlardı. İç dünyadaki kaosla dış dünyadaki kaos birbirlerini yansıtıyordu böylece. Yağan yağmurlar, ıslak caddelere yansıyan neon ışıkları, iç mekânlarda yoğun sigara dumanları filmlere bambaşka bir estetik yoğunluk katıyordu. Bu filmlerin finalleri de genel anlamda karamsar, umutsuz ve mutsuzdur. 1930’lardaki Fransız sinemasının şiirsel gerçekçi filmlerinin ruhuyla da buluşuyordu kara filmler. İngiliz eleştirmen Barry Norman, bu filmlerdeki tedirginliğin ve kaygının, savaş içinde ve sonrasında eve dönen askerlerin bu dönüşlerinde eşlerini eskisi gibi bulamayacaklarının endişesinin yattığını söylüyor. Değişen dünyada kadınlar, eskisi gibi eve kapanıp yemek pişirecekler mi, çamaşır yıkayacaklar mı, eve dönen erkekler iş bulabilecekler mi, diye uzayıp giden tedirginliklerin biraz olsun yansıdığını belirtiyor Norman. Kadınlardaki genel değişim kara filmlerin içeriğinde ve atmosferinde kendini hissettiriyordu. Kadınların “kötülüklerinin” yansımasıyla ilgili olarak, bu tür filmlerin (genel anlamda) psikanalitik olarak ruhlarına bakmak gerekiyor.

1940’lar öncesi…

Mervyn LeRoy’un (1900-1987) 1932 yapımı “I Am a Fugitive from a Chain Gang- Ben Bir Prangalı Hapishane Kaçağıyım”ı, kara filmlerin öncüllerindendi. Filmdeki hapishane atmosferi ve hapishaneden kaçış sahneleri, mekânlara düşen gölgeli ışıklar, kasvet duygusu bu filmi kara film yönünden değerli kılıyordu. Filmde Paul Muni (James), Glenda Farrell (Marie), Helen Vinson (Helen) başrolü paylaşıyordu. Filmin senaryosunu da Robert E. Burns, Howard J. Green ve Brown Holmes yazmışlardı. Görüntülerse Sol Polito’ya aitti. Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”i Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Başrollerde James Cagney (Rocky Sullivan) ve Humphrey Bogart (James Frazier) vardı. Filmin görüntüleriyse Sol Polito’ya aitti. Yönetmen Curtiz, 1886’da Budapeşte’de doğdu, 1962’de Hollywood’da öldü. İki çocukluk arkadaşı Rocky ve Jerry’yi, bir tren soygunundan sonra kaderleri onları savurur. Rocky hapse düşerken Jerry de rahip olur. Dashiell Hammett’in romanından uyarlanan 1935 yapımı siyah beyaz “The Glass Key” (Cam Anahtar) kara filmini Frank Tuttle yönetmişti. Bu kara filmin yeniden çevrimi 1942’de Stuart Heisler tarafından perdeye aktarılmıştı. Postmodern Coen kardeşlerin 1990’da yönettikleri “Miller’s Crossing-Miller Kavşağı” filminde de “The Glass Key”in tadı vardı. Sinemada saygıyla anılması gereken bir ad daha var. O da Ben Hecht (1894-1964)… Bu büyük sinemacıyı Howard Hawks’un 1932 yapımı gangster-kara filmi “Scarface-Yaralı Yüz”ün senaryo yazarı olarak hatırlayabilirsiniz. Hetch, Charles MacArthur’la ortak yönettikleri 1935 yapımı siyah-beyaz “The Scoundrel” (Yaramaz) kara filmini çekmişti.

O filmler…

Avrupa’da savaşın sürdüğü sıralarda John Huston, daha önce de iki defa filme alınan “Malta Şahini” romanını 1941’de bir kez daha uyarlayarak kara filmin anlatım özelliklerini geliştirdi. Sonuç mükemmeldi ve bugün bile aşılması zor bir film çıktı ortaya. Dashiell Hammett’in anti-kahramanı Sam Spade’i Humphrey Bogart canlandırdı. Sam, bir özel dedektiftir. Ayrıca, sert ve romantiktir. Bu türün, karanlık ruh halini, kasvetli mekânlarını, ihanetini ve kötülüğünü karamsar biçimde perdeye yansıttı Huston. Bu film, Huston’ın ilk yönetmenlik deneyimiydi ayrıca. Filmdeki kasvet, karanlık ve güvenilmezlik iç dünyaların yansıması gibiydi. Bu filmin kameramanı da Arthur Edeson’dı (1881-1970). Edeson, Micheal Curtiz’in 1942 yapımı unutulmaz klâsiği “Casablanca-Kazablanka”nın da kameramanıydı. Fonda duyulan Adolph Deutsch’un müzikleri de kara filmlerin ruhunu oluşturdu sanki. Bu filmde de, öncülleri gibi “femme fatale”, yani “ölümcül kadın” vardı. Bu kara filmin “femme fatale”ıysa Mary Astor’du. Aslında “femme fatale”, sanat eserlerinde, edebiyatta hep vardı. Bu bir tür “kadın korkusu”ndan kaynaklanıyordu. Kara filmlerdeyse, daha çok 2. Dünya Savaşı’nda gelişen feminist hareketlerle farklılaşan kadınlara karşı bir korku vardı. Kadın şiirle büyülenmiyordu ve artık mutsuzluk her yerdeydi şimdi. Yazar Samuel Dashiell Hammett (1894-1961), “Malta Şahini” romanını 1930’da yazdı. Hammett, 1934’te “Thin Man-İnce Adam” romanını yazdıktan sonra kendini sol aktivist düşünceye verdi. Amerikan Komünist Partisi’ne katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda çarpıştı. 1950’lerde McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ifade vermeyi reddetti ve kara listeye alındı. Büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann tarafından 1977’de sinemaya uyarlanan “Julia” filminde Hammett’in hayatına da dokunuldu. 1982 yılında büyük yönetmenlerden Wim Wenders, Francis Ford Coppola’nın yapımcılığıyla “Hammett” filminde kurgusal olarak Hammett’i yansıttı. Hammett kadar ünlü bir başka polisiye yazarı da Raymond Chandler’dı. Raymond Thornton Chandler (1888-1959), Hollywood’da senaryolar da yazdı. Depresyonlar geçirdi. İntiharı bile denedi.

Avusturya kökenli yönetmen Otto Preminger (1906-1986), sinemanın önemli kara filmlerinden siyah-beyaz “Laura-Kara Gölge” filmini 1944 yılında çekti. 1946’da ülkemizde de gösterime giren bu zeki ve yaratıcı kara filmde, bir dedektif (Dana Andrews) öldürülmüş bir kızın resmine aşık oluyordu. Yönetmen, bu filminde sürekli seyircisinin kafasını karıştırıyordu. Perdeden şüphe ve kaygı yansıyordu sürekli. Gerçekten bu film, tüm polisiye filmler arasında özel bir yere sahip. Psikanalitik açıdan da bu filmin ruhuna girmek gerekiyor. Preminger’in Vera Caspary‘nin romanından uyarladığı “Kara Gölge”si, insanın zihninin karanlık dehlizlerinde dolaşan tedirgin edici kapkara bir filmdi. Hikâye, bir geriye dönüşle açılıyor ve kara filmlere özgü karanlıklar içinde karakterlerini yansıtıyordu. Sonradan komedi filmleri çeken Avusturya kökenli yönetmen Billy Wilder (1906-2002), 1944 yılında “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) yazarı James M. Cain’in karamsar hikâyesinden “Double Indemnity-Çifte Tazminat”ını çekti. Cain, “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” romanının da yazarıydı. Wilder, senaryoyu Raymond Chandler’la beraber yazdı bu siyah-beyaz kara filmi. Bir sigortacı, bir kadınla plân yapıp kocayı öldürerek sigortadan yüklüce para almayı umut ediyor. Film, sigortacının (Fred MacMurray), anlatımıyla geriye dönüyordu. Geride kanıtlar bıraktığını itiraf ediyordu sigortacı. Yoğunlukla iç mekânda ve gece karanlığında geçen film, polisiyenin merak duygusu ve gerilimiyle bambaşka tatlar veren bir kara filme dönüşüyordu. Kadın (Barbara Stanwyck), bu türe özgü hem sarışın hem de “femme fatal”dı. Yani “ölümcül kadın”dı o. Kadın, erkeği baştan çıkartıyor ve felâketine neden oluyordu. Coen kardeşler “Çifte Tazminat”tan esinlenerek ilk yapıtları “Blood Simple-Kansız” kara filmini yaptılar 1984’te.

Amerikan sinemasının “auteur” (yaratıcı) yönetmenlerinden olduğu kabûl edilen Howard Hawks’un (1896-1976) Raymond Chandler’ın romanından uyarladığı 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler”, kara film türünün önemli yapıtlarındandı. Bu filmin senaristeleri arasında büyük yazar William Faulkner bile vardı. Anti-kahraman bu defa Philip Marlowe’du. Bir emekli general, dedektif Marlowe’u tutuyordu. Marlowe’un ( Humphrey Bogart) görevi generalin küçük kızıyla ilgilenmekti. Basit bir iş gibi görünse de, olayların içine dalan Marlowe, karanlık bir dünyayla karşılaşıyordu. Porno, şantaj, uyuşturucu ve gizem vardı burada. Gerçekten bu kara filmin konusu çok karmaşıktır. Bu film ülkemizde 1948’de gösterime girmişti. “Birleşen Kalpler” filmi, 1970’lerde Hollywood’da yeniden hayat bulmuştu. Michael Winner’ın 1978’de yönettiği “The Big Sleep-Derin Uyku”nun başrollerinde Robert Mitchum vardı. Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1944 yapımı siyah-beyaz “Murder, My Sweet-Cinayet Sevgilim” kara filmi de sinema tarihinin önemli yapıtlarından. Filmi Edward Dmytryk yönetmişti. Bu filmdeki dedektif Philip Marlowe, Dick Powell’dı. Dmytryk’in bu filmine en iyi Chandler uyarlaması deniliyor. Filmde gizem, karmaşıklık ve ironi vardı. Komedi filmleri de çeken Alman yönetmen Robert Siodmak (1900-1973), 1946 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Killers-Katiller”i Ernest Hemingway’in aynı adlı hikâyesinden uyarladı. Burt Lancaster (İsveçli) ve Ava Gardner (Kitty) başrolü paylaşıyordu. Filmin müzikleri de Miklós Rózsa’ya aitti. Filmde, Ava Gardner’ın söylediği “The More I Know of Love” şarkısı da duyuluyordu. Filmde “flash-back”ler, yani “geriye dönüş”ler sıkça kullanılmıştı. Bu “geriye dönüş”ler, klâsik anlatının yapısını kırdığı için övgüler almış zamanında. Filmde Ava Gardner, tam anlamıyla bir “femme fatale…” Büyük yönetmenlerden Andey Tarkovski de, 1958’de çektiği siyah-beyaz kısa filmi “Ubijtsi-Katilleri”i Hemingway’in bu hikâyesinden uyarlamıştı. Siodmark, yine aynı yıl “The Dark Mirror-Karanlık Ayna” kara filmini yaptı. Vladimir Pozner’in hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz filmde Olivia de Havilland (Terry ve Ruth) başroldeydi. Bu kara film, psikolojik gerilim türündeydi. Film, 2. Dünya Savaşı yıllarında tek yumurta ikizlerinin hikâyesini anlatıyordu. Siodmark’ın bu iki filmi de ülkemizde 1947 yılında gösterime çıkmıştı. Tay Garnett’ın 1946’da “Ucuz Roman” yazarı James M. Cain’in aynı adlı eserinden uyarladığı “The Postman Always Rings Twice-Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”, kara filmin tüm özelliklerini perdede yansıttı. Bu kara filmde “femme fatale” Lana Turner’ın “sarışın” Cora karakteri muhteşemdi. Cain’in bu romanı, 1981 yılında David Mamet’in senaryosuyla Bob Rafelson tarafından bir daha sinemaya uyarlanmıştı. Başrollerde de Jack Nicholson ve Jessica Lange vardı. Cain’in bu suç romanı ilk defa Luchino Visconti tarafından “Yeni Gerçekçi” tarzda 1943 yılında “Ossessione-Tutku” adıyla sinemaya uyarlanmıştı.

Orson Welles usta (1915-1985), 1946 yapımı siyah-beyaz “The Stranger-Yabancı” adlı kara filmini de hatırlamak gerekiyor. Filmde, Wilson’ın (Edward G Robertson) kaçak Nazi Charles Rankin’in peşine düşüşü ve buluşu anlatılıyordu. Filmin final bölümü de etkileyicidi. Welles, 1947’de siyah-beyaz “The Lady from Shanghai-Şanghaylı Kadın” adlı kara filmini de yaptı. Sherwood King’in “If I Die Before I Wake” (Eğer Uyanmadan Önce Ölürsem) hikâyesinden uyarlanan filmde Welles, eski eşi Rita Hayworth’la başrolü paylaşıyordu. Welles’in bu filminin estetiği klâsik anlatıma yakın bulunuyor. “Sarışın” Elsa (Hayworth) “femme fatale” olarak çok muhteşemdir bu filmde. Filmdeki “aynalar sekansı” sinema tarihine geçmiştir. Welles, 1958’de siyah-beyaz “Touch of Evil-Bitmeyen Balayı” kara filmini Whit Masterson’ın “Badge of Evil” (Günahkâr Rozet) romanından uyarladı. Filmde Charlton Heston (Ramon), Janet Leigh (Susan) ve Orson Welles (Polis Yüzbaşı Hank) başrolü paylaşıyordu. Filmin müziklerini de Henry Mancini usta bestelemişti. Filmdeki ışık düzenlemeleri dışavurumcu estetiğin tadını verirken, filmdeki en çarpıcı sahne giriş bölümüydü. Yedi-sekiz dakika hiç “kesme” yapmadan kamera sürekli kayıyordu ve Amerika’dan Meksika’ya geçiyordu.

Alfred Hitchcock (1899-1980), 1941’de siyah-beyaz “Suspicion-Şüphe” kara filmini Anthony Berkeley’in “Before the Fact” (Hakikatten Önce) romanından uyarladı. Filmde Cary Grant (Johnnie) ve Joan Fontaine (Lina) oynuyordu. Film bir servet avcısının hikâyesini anlatıyordu. Hitchcock, 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün” kara filmini, John Taintor Foote’nin “The Song of the Dragon” (Ejderin Şarkısı) hikâyesinden uyarlamıştı. Filmde Cary Grant (T. R. Devlin), Ingrid Bergman (Alicia), Claude Rains (Alexander Sebastian) oynuyordu. Casusluk üzerine bu filmde akılda kalan Cary Grant’la Ingrid Bergman’ın bol bol öpüşmeleriyle süt bardağıyla yaratılan gerilimdi. “Notorious”, “kötü ün” anlamına geliyor. Hitchcock’un 1951 yapımı siyah-beyaz “Strangers on a Train-Trendeki Yabancılar” kara filmi, “polisiye romanın kraliçesi” Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in (1921-1995) romanından uyarlanmıştı. Senaryo yazarları arasında Raymond Chandler da vardı. Trende tanışan iki yabancı, karşılıklı cinayet işlemeleri üzerine gelişen hikâye gerilim yüklüydü. Adam, tenisçinin nefret ettiği babasını kolayca öldürür, ama tenisçi adamın karısını öldüremez. Hitcchock sinemasının en önemli filmlerinden biridir bu. Hitchcock, 1953 yapımı siyah-beyaz “I Confess-İtiraf Ediyorum” kara filmini Paul Anthelme’in oyunundan uyarlamıştı. Filmde de Montgomery Clift (Peder Michael William Logan), Ann Baxter (Ruth), Karl Malden (Müfettiş Larrue) başrolü paylaşıyordu. Qeubec bölgesinde Katolik kilisesinde Peder Logan, bir gün bir adamın günah çıkartmasıyla bir cinayet işlediğini öğrenir ve vicdan azabı çekmeye başlar. Görevi ona bu sırrı saklamasını, vicdanıysa polise gitmesini söyler. Ama, bir süre sonra cinayet soruşturmasında suç kendine doğru geldiğinde katil olmadığını kanıtlamak zorunda kalacaktır Logan. Hitchcock’un 1956 yapımı siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam” kara filmi Maxwell Anderson’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Müzikleri de her zamanki gibi Bernard Herrmann bestelemişti. Filmde Christopher Emanuel “Manny” Balestrero’yu Henry Fonda, Rose Balestrero’yu da Vera Miles canlandırmıştı. Karanlığın içinde uzayan ince bir ışık çizgisinin içinde yürüyen gölgesi uzanmış bir adamın, Hitchcock’un görüntüsü imgesel olarak zihinlerde yer ediyordu filmde. Hitchcock, filmin gerçek bir olaydan yapıldığını söylüyordu. Film, “düzenli bir hayatı ve iyi bir ailesi olan, ama fazla geliri olmayan adam bir suçluya benzerse ne olur” sorusunu soruyordu.

Kara filmlerde “ikonik görüntülerin yaratıcısı” olarak anılan kameraman John Alton (1901-1996), ilk defa bir kara filmde, ünlü yönetmen Billy Wilder’ın abisi W. Lee Wilder’ın 1947 yapımı siyah beyaz “The Pretender” (Talip) kara filminde çalıştı. Bir evlilik üzerinden bir suçu anlatan bu film zamanında çok başarılı bir suç filmi olarak değerlendirilmiş. Ayrıca bu kara filme paranoya üzerine yapılmış en iyi yapıtlardan biri de denilmiş eleştirmenler tarafından. Kameraman Alton’ın bu filmdeki görüntü çalışmalarına karanlık kara film denilmiş. Mekânlara düşen ışıklar karakterlerin ruh haliyle buluşmuş çünkü. Yine aynı yıl Anthony Mann’ın Virginia Kellogg’un hikâyesinden uyarladığı siyah-beyaz “T-Man”le ikinci defa bir kara filmde çalıştı kameraman John Alton. Mann’in bu yapıtı “breakout” filmlerden, yani “hapisten kaçma” filmlerinden biri. Film, bir kalpazanlık şebekesinin suçlarını anlatıyor. Hazine Bakanlığı’nın ajanları şebekenin içine sızmaya çalışıyorlar. Tuğla binanın yangın merdivenlerindeki siyah-beyaz fotoğraflar olağanüstüdür. Kameraman Alton’ın bu filmdeki fotoğrafları “ikonik görüntü” tanımıyla tam anlamıyla buluşuyor. Öncelikle belirttiğimiz o yangın merdivenli sahnede. Kamera, yukarıdan merdivenlerden inen birini takip eder, sonra kamera birden yukarı çevrinir ve bir adamın yakın plân görüntüsünü yansıtır. Bu filmde öncelikle iç mekânlardaki çekimler çok çarpıcıdır. Karakterler, uzaktan kameraya doğru yönelirler ve görüntüyü kaplarlar. Bir de bu filmdeki ışık düzenlemeleri “ikonik görüntü”yü tam anlamıyla açıklıyor. Gizli kumar oynanan mekanda ışık bir spot gibi masanın üzerine düşer yoğunlukla, görüntünün yan taraflarında ışıklar çok az yansır. Elbette bu filmde gölgeler de önemlidir, diğer kara filmlerdeki gibi. Bu filmin ikinci çevrimi Sam Wanamaker’ın 1969 yapımı “The File of the Golden Goose” (Altın Kaz Dosyası) filmiydi. Alton, Anthony Mann’le 1948 yapımı siyah-beyaz “Raw Deal” (Adilik) kara filminde bir daha çalıştı. Bu film, bir piromanın, yani yakma takıntılı bir akıl hastasının hikâyesi etrafında geziniyordu. Alton, Anthony Mann’in 1949 yapımı siyah-beyaz “Border Incident” (Sınırda Olay) kara filmine de olağanüstü fotoğraflar armağan etti. Yönetmen Mann-kameraman Alton işbirliği sinema tarihine geçmiş olabilir. Bu filme sert ve güçlü bir gerilim denilmiş zamanında. Bu film, Meksika sınırından Amerika’ya kaçak göçmen işçilerin geçişini ve kaçakçılığı önlemek için iki gizli ajanın göçmenlerin arasına sızmasını anlatıyordu. Sosyal yönü de olan güçlü, sert ve tam bir kara filmdir bu yapıt. Macaristan’da doğan kameraman Alton, kariyerinin başlarında Arjantin’de çalışmış, sonra da Hollywood’a geçmişti.

Fritz Lang’ın karaları…

Fritz Lang, Alman sinemasının en kendine özgü ustalarından biriydi. 5 Aralık 1890’da Viyana’da doğdu, 2 Ağustos 1976’da Los Angeles’ta öldü. Alman “ekspresyonist-dışavurumcu” sinemasının bu önemli yönetmeni filmleriyle sinema sanatına yeni bakışlar oluşturmuş ve onu geliştirmiş bir sanatçıydı. Lang, 1921’deki “Der Müde Tod-Yorgun Ölüm”de dışavurumcu akımın özelliklerini öne çıkarmıştı, ışık ve gölge tasarımlarıyla. I. Dünya Savaşı’nın yenilgisiyle kendini daha yoğun hissettirdi dışavurumculuk akımı. Toplumdaki karamsarlığı, karabasanı ve kaosu tümüyle yansıtıyordu bu avangard akım. Tam ortada kalmış Alman toplumu, bu ideolojik bunalım ve kaos döneminde tüm iç karmaşası sanat yapıtlarında dışa yansıtıyordu. Dışavurumcular natüralistlere (doğalcılara), izlenimcilere (empresyonistlere) ve neo-romantizme tepki gösterirken, kendilerine “gerçeküstücü”leri yakın buluyorlardı. Dışavurumcularda Rönesans’a da büyük tepki vardı. Başlarda “avangard/öncü” ve “inreel/gerçekdışı” olan bu akım, öznel ve idealistti. Ama, materyalist dünyaya yaklaşan sanatçılarıyla kapitalizme ve militarizme karşı eleştirel bakışlar da oluşturdular. İlk defa gerçeklik üzerine tartışmalar da başladı. Dışavurumculuk akımında en önemli özellikler, mekân kullanımı ve ışık düzenlemeleriydi. Soyutçu olan bu akım, iç dünyadaki karamsarlığı ve kaosu, dış mekânları deforme ederek yansıtıyordu. Karanlık ve belirsiz bir dünyada, ışıklar parçalanmış bir aydınlığı mekânlara düşürüyordu. Nesneler, çarpuk çurpuk ve devasa görünüyordu. Yönetmenler, kamera merceklerinden de yararlandılar dış dünyayı deformasyona (biçimbozumuna) uğratmak için. Amerika’da doğan “kara roman/kara film” türü, dışavurumculuğun mekân kullanımı ve ışık düzenlemelerinden yararlandı. Günümüzde de gerçeküstücülükle beraber birçok sanat yapıtında kendini sürdürüyor dışavurumculuk.

İşte bu bunalımda doğan akımın içinde Lang, karısı Thea von Harbou’nun senaryolarını filme çekti. Lang, 1927 yılında bilimkurgu filmini yaptı “Metropolis”le. O devirde Avrupa’nın en büyük film stüdyosu UFA’da, ekonomik ve yaratıcılık özgürlüğü verilerek bugün bile yapılması imkânsız bir film yarattı Lang. Sınıflararası farklılıkları çok çarpıcı bir biçimde perdeye aktarsa da bu film, finalindeki “uzlaşma”yla düş kırıklığı yarattı. Sömüren zenginler, aşk aracılığıyla sömürdükleri işçilerle barış sağlıyorlardı. Bir masal filmiydi sanki bu. Ama, sinema tekniğiyle çok muhteşem bir filmdir “Metropolis.” Devasa dekorlar, kalabalık sahneler ve ışık kullanımı etkileyiciydi. Lang, ressam ve mimar özelliklerini en iyi biçimde buluşturdu bu filmle. Lang, 1931 yılında ilk sesli filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”la Nazilerin de dikkatini çekti. Bu bir çocuk katili üzerine bir filmdi. Nazileri reddeden Lang, önce Fransa’ya, sonra Amerika’ya gitti. Karısı Thea, Almanya’da kalıp Nazilere katıldı. Lang’ın kadınlara öfkesinin altında bu yatabilir.

Lang’ın Almanya’daki büyük filmlerinden biri olan 1931 yapımı “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kara filminde Peter Lorre, Hans Beckert karakterinde müthiş bir perfomans ortaya koydu. Bu irkiltici yapıt Lang’ın ilk sesli filmiydi ayrıca. Bir de ilk defa bu filmde “dış ses” denenmişti. Bu filmden bir önemli notsa, filmdeki tüm suçluların gerçek hayatlarında da birer suçlu olduğuydu. Berlin’de seri cinayetler işleyen bir katil şehre korku salıyor. Polis, kız çocuklarını öldüren katili yakalayamayınca herkes, çeteler de dahil tedirginlik içinde. İşleri sekteye uğrayan gangsterler de meçhul çocuk katilinin peşine düşüyor polisle beraber. Balon satıcısı kör dilenci (Georg John) hep ıslık çalan katili ıslığından tanıyor ve genç Heinrich de, avucuna tebeşirle yazdığı “M” harfini Hans Beckert’in paltosunun arkasına yapıştırıyor. “M”, “mörder” anlamına geliyor ve bu kelime Almancada “katil” demek. Gangsterler, polisten önce davranıp Hans Beckert’i bir alışveriş merkezinde kıstırıyorlar ve onu yakalayıp kendi mahkemelerini kuruyorlar ekonomik buhranda iflâs etmiş eski bir fabrikada. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”, Avrupa’da ilk kara film olarak değerlendiriliyor. Hatta Lang’ın bu filminin Amerikalı yönetmenleri derinden etkilediği de belirtiliyor. Önemli yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey, 1951 yılında “M” adıyla Lang’ın bu filmini siyah-beyaz uyarladı ve bu da bir kara filmdi. Losey’in bu filminde McCarthy’nin “cadı kazanı”na metafor yapılıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filmi, gerçekten gerilim yüklüydü. Öncelikle gangsterlerin Hans Beckert’i sıkıştırdıkları sekans. Bu filmde unutulmaz anlar da vardı. Polisler ve gangsterler, Hans Beckert’i ele geçirmek için toplantı yapıyorlardı farklı yerlerde. Sigara dumanlarının kuşattığı mekânları koşut kurguyla kamerasıyla gözlüyordu Lang. Filmde, uykusuz Müfettiş Karl Lohmann’ın (Otto Wernicke), kasa hırsızı Franz’ı (Friedrich Gnass) sorguladığı sahne gerçekten unutulmazdı. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filminde Michelangelo Antonioni’yi çok etkilemiş bir sahne de vardı. Antonioni, 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filminde bunu denemişti. Lang’ın kamerası pencereye, öne doğru yavaş yavaş kayıyor ve pencere demirleri arasından içeriye giriyordu. Antonioni de “Yolcu” filminde içeriden dışarıya doğru kamerasını yavaş yavaş kaydırıyor ve kamera demir parmaklıkların arasından dışarı çıkıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”un mekânları ve ışık düzenlemeleri de çarpıcıydı. Genelde kararma-açılma tekniği kullanan Lang, insan gölgeleriyle de etkileyici görüntüler yaratıyordu. Hans Beckert’in ilk göründüğü an, yansıyan irkiltici gölgesiydi. Filmin girişi de sinema tarihinin en muhteşem anlarındandı. Ama finali de öyleydi. Linç duygusunu eleştiren Lang, şizofren ruhlu katilin yine serbest kalacağı endişesini kızı öldürülmüş bir annenin kelimeleriyle ifadelendiriyordu filmin sonunda.

Fransa’dan Amerika’ya giden Lang, 1936 yılında Norman Krasna’nın hikâayesinden siyah-beyaz “Furry-Öfke” kara filmini çekti. Spencer Tracy’nin başrolünü üstlendiği bu kara filmde, Amerikan toplumundaki önyargıyı ve linç etme olgusunu dışavurumcu bir bakışla yansıttı usta. Bu filmi seyrettikten sonra, genel anlamda önyargılı toplumların karanlık ruh dehlizleri üzerine keşifler yapabiliyordu insan. 1937’de Henry Fonda’nın oynadığı “You Only Live Once-Günahsız Katiller” adlı siyah-beyaz suç filmini çekti. Suçsuz yere tutuklanan bir adam sonunda bir cinayet işliyordu bu kara filmde. Karamsar filmlerinde, sıradan ve sistem içinde hep kaybeden insanları anlatmayı sürdürdü yönetmen. Onun filmlerinde alttan alta sistem/kapitalizm eleştirisi vardı. Lang, bu sistemde kazanma şansı olmayan kaybeden insanları anlatırken, filmlerini bir inşaat gibi kurdu hep. Seyirci, film bittikten sonra, gerçek yaşamda pek farkına varamadığı ayrıntılara dokunabiliyordu. Çok yoğun biçimde, insan ve dramlarını gözlediğini fark edebiliyordu seyirci. Suçu oluşturan nedenler ve suç işleyen insanlar üzerine düşünürken, sistemle/kapitalizmle yüz yüze geliniyordu. Lang’ın 1944 yapımı kara filmi “Ministry of Fear-Dehşet Bakanlığı”nda Ray Milland ve Marjorie Reynolds oynuyordu. Film, ülkemizde 1945’te gösterime çıkmıştı. Graham Greene’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, bir adam kendini birdenbire casusluk olaylarının içerisinde buluyordu. J. H. Wallis’in romanından uyarlanan yine 1944 yapımı “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın” siyah-beyaz kara filminde rüyanın içerisinde dolaştı Lang usta. Profesör Richard Wanley (Edward G. Robinson), gece sokakta yürürken vitrinde bir kadın portresi görür. Dostlarıyla buluşma mekânına gider, koltuğa oturur ve kestirir. Bu küçük kestirmede uzun bir rüya görür. Rüyasının başrolünde de fotoğraftaki kadın vardır. Ünlü yazar Paul Auster, kendi yazıp yönettiği 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu” filminde de benzer bir şeyi denemişti. “Scarlett Sokağı” diye de anılan 1945 yapımı siyah-beyaz “Scarlett Street-Kırmızı Fener” kara filminde Lang, bir genç kadın tarafından suça yöneltilen orta yaşlı bir adamı anlattı. Georges de La Fouchardière’in “La Chienne” (Dişi Köpek) romanından uyarladığı bu suç filminin en önemli özelliği, cinayeti işleyenin cezasını çekmemesiydi. Bu, sinema tarihinde bir ilkti. Fritz Lang’ın 1953 yapımı kara filmi “The Big Heat-Büyük Öfke”, William P. McGivern’ın seri hikâyesinden sinemaya uyanlandı. Başrollerde de Glenn Ford (Dedektif Dave Bannion), Gloria Grahame (Debby) ve Jocelyn Brando (Katie) paylaşıyordu. Dedektifin karısı öldürülür. Komiser dedektifi intikam için caydırmaya çalışır. Dedektif istifa eder. Şimdi tek başına kalmıştır. Nefes kesici bir bu Lang filmi, günümüzde belki klişe gibi değerlendirilebilir. Ama, hikâyeyi anlatışı ve yansıtışı çok çarpıcıdır. Lang, bir yıl sonra 1954’te Glenn Ford’la “Human Desire-İnsan Arzusu” kara filmini yaptı. Émile Zola’nın (1840-1902) “La Bête Humaine” romanından uyarlanan filmin “femme fatale”ı Gloria Grahame’di. Bu roman daha önce Fransız sinemasının büyüklerinden Jean Renoir tarafından 1938’de sinemaya “La Bête Humaine-Hayvanlaşan İnsan” adıyla uyarlandı ve başrolde de Jean Gabin vardı. Bu yapıt, Fransız sinemasının ilk kara filmlerinden biri kabûl edilse de elbette bu film şiirsel gerçekçi bir yapıttı. Filmde lokomotifler ve ihtiraslar başroldeydi.

Kara filmin ruhu Bogart…

Humphrey DeForest Bogart, yani Humphrey Bogart 25 Aralık 1899’da New York’ta doğdu, 14 Ocak 1957’de Los Angeles’ta ölmüştü. Bogart, kara filmlerin ruhuydu. Bogart’in ilk göründüğü kara film, Chester Erskine’ın yönettiği 1934 yapımı siyah-beyaz “Midnight” (Geceyarısı) filmiydi. Film, Paul ve Claire Sifton’ın aynı adlı oyunundan uyarlanmıştı. Bogart bu filmde yardımcı rollerden Gar Boni’yi canlandırdı. Bogart, Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”de oynadıktan sonra Raoul Walsh’un 1940 yapımı siyah-beyaz “They Drive by Night-Zor Gece” kara filminde Paul Fabrini karakteriyle ikinci rolde göründü. Film, iki kamyon şoförü arkadaşın hikâyesini anlatırken Joe (George Raft) bir cinayet olayına karışıyor. Elbette kadınlar yüzünden. Filmin “femme fatale’ı da Lana’ya hayat veren Ida Lupino. Film, A. I. Bezzerides’in “Long Haul” (Uzun Nakliye) romanından uyarlandı. Zamanında ülkemizde orijinal adıyla gösterilmiş Raoul Walsh’un 1941 yapımı siyah-beyaz “High Sierra” kara filmi, adını Kaliforniya’da bulunan High Sierra sıradağlarından alıyordu. Film, W. R. Burnett’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. “High Sierra”da Ida Lupino (Marie) ve Humphrey Bogart (Roy) başrolü paylaşıyordu. Yazar W. R. Burnett’ın “Little Caesar-Küçük Sezar” gangster romanı Mervyn LeRoy tarafından 1931’de sinemaya uyarlanmıştı. “Kuduz Köpek” lâkaplı Roy, afla hapisten çıkar. Sonra bir otel soygununa karışır. Bogart’ı şöhrete kavuşturan bu filmde yönetmen “iyi”lere ve “kötü”lere mesafeli bir bakış yapıyordu.

Bogart’ı ve ilk filmini yöneten John Huston’ı tepeye çıkartan, kimilerine göre sinema tarihinin en görkemli kara filmi olan 1941 yapımı “The Maltese Falcon-Malta Şahini”, Dashiell Hammett’in kara romanından sinemaya uyarlanmıştı. Hammett’in bu dedektiflik romanı 1930 yılında Black Mask (Kara Maske) adlı “ucuz dergi”de (pulp magazine) tefrika edildi. Roy Del Ruth’un 1931’de uyarladığı “The Maltese Falcon” ilk, gevşek bir uyarlama denilen William Dieterle’ün 1936 yapımı “Satan Met a Lady” ikinci uyarlamaydı. John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini” de üçüncü uyarlama olmuştu. 1946’da ülkemizde gösterime giren siyah-beyaz “Malta Şahini”nde Bogart’ın, Sam Spade’in karşısındaki “femme fatale” Mary Astor’du. Etkileyici fotoğraflar Arthur Edeson’a müziklerse Adolph Deutsch’a aitti. Roy Del Ruth’un 1931 yapımı “Malta Şahini”, iffetsiz film diye yasaklanmış, John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini”yse gizli eşcinsellik var diye suçlanmış zamanında.

Alfred Neumann ve Robert Siodmak’ın “The Pentacle” (Tılsımlı Yıldız) hikâyesinden uyarlanan Curtis Bernhardt’ın yönettiği siyah-beyaz 1945 yapımı “Conflict” (Çatışma) kara filminde Richard (Bogart) ve Kathryn’in (Rose Hobart) mutlu gibi görünen evliliği üzerine açılıyor. Richard, karısının kız kardeşi Evelyn’le (Alexis Smith) ilişkiye girmiş başarılı bir mühendis. Richard, ıssız dağ yolunda karısını öldürür. Psikiyatrist Mark Greenwood (Sydney Greensteet), Richard’a suçluluk duygusu verir ve nefes kesici anlar da başlar böylece. Bogart, bu defa Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler” kara filminde özel dedektif Philip Marlowe karakterine büründü. Filmi de Howard Hawks yönetti. Bu filmin bir özelliği Bogart’la Lauren Bacall arasında Hollywood’da az görülür büyük bir aşkı başlatmasıydı. John Cromwell’ın yönettiği 1947 yapımı siyah-beyaz “Dead Reckoning” (Ölü Hesaplaşma) kara filminde Bogart, Yüzbaşı Murdock’u canlandırdı. Film, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gizemli bir hikâayenin içine çekiyordu Murdock’u ve seyircisini. 1947’de Martin Vale’in oyunundan Peter Godfrey’nin uyarladığı siyah-beyaz “The Two Mrs. Carrolls” (İki Bayan Carroll) kara filminde Bogart, Geoffrey Carroll karakteriyle Sally Morton Carroll’u oynayan Barbara Stanwyck’in karşısındaydı. Bogart, psikotik birini canlandırdı. Sürekli kötü olaylardan kendini sorumlu tutan kimselere “psikotik” deniliyor. Eleştirmenler, bu filmdeki “entrikacı” Cecily Latham karakterindeki Alexis Smith’in performansını övgüler göndermişler. Delmer Daves’in 1947 yapımı siyah-beyaz “Dark Passage-Karanlık Geçit” kara filmi, David Goodis’in aynı adlı romanından uyarlandı. Bogart bu filmde başrolü Lauren Bacall’la paylaşmıştı. Yazar Goodis’in romanlarını Fransız yönetmenler de uyarlamıştı. François Truffaut, yazarın “Down There” romanını 1960 yılında “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun” adıyla beyazperdeye aktardı. 1971 yılında Henri Verneuil de Goodis’in “The Burglar” romanından “Le Casse-Hırsızlar” filmini çekmişti. “Karanlık Geçit”te, San Quentin Cezaevi’nde hükümlü katil Vincent (Bogart) kaçıyor. Irene (Bacall) onu saklıyor. Bu filmde “öznel kamera” da kullanılmış ve büyük övgüler almıştı. John Huston’ın 1948 yapımı siyah-beyaz “Key Largo-Ölüm Gemisi” kara filmi, Maxwell Anderson’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde Bogart’la (Frank) beraber Edward G. Robinson (Johnny) ve Lauren Bacall da (Nora) başrolü paylaşıyordu. Key Largo, Florida açıklarında bir adanın adı. Bu filmdeki kasırga sahnelerinin yapay olduğu da vurgulanmış zamanında. “Key Largo”, McCarthy’nın “cadı kazanı”na da düşmüştü. Bretaigne Windust’ın 1951’de yönettiği siyah-beyaz kara filmi “The Enforcer-Öldürülecek Kadın”ı, gerçek bir olaydan kurgusal bir film olarak anılıyor. Bu film, organize suçlar üzerine. Film, adı belirtilmeyen bir Amerikan şehrinde geçiyor. Filmin hikâyesi, geriye dönüşlerle yansıyor çoğunlukla. Nisan 1957’de ülkemizde gösterime giren William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”in senaryosunu Joseph Hayes kendi oynundan yazdı. Bu film, kaybeden ve şimdi bir kaçak olan polis Glenn Griffin üzerineydi. Bu filmdeki diyaloglar, sahne düzenlemeleriyle mekanların ve karakterlerin yansıyışı da mükemmeldi. Bu film, 1990 yılında Michael Cimino tarafından “The Desperate Hours-Tehlikeli Saatler” adıyla yeniden uyarlanmıştı. Film, orta sınıf bir ailenin rehin alınmasını gerilimli bir dille anlatıyordu. Bogart’ın oynadığı son film 1956 yapımı siyah-beyaz bir kara film olan “The Harder They Fall-Şöhretin Sonu”ydu. Filmi Mark Robson, Budd Schulberg’ün romanından uyarladı. Film, bir boks skandalı çevresinde gelişen suçları yansıtıyordu. Budd Schulberg, Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filminin senaristi olarak hatırlanıyor. Sinemaseverler Kanadalı yönetmen Mark Robson’ı (1913-1978), “Peyton Place-Peyton Aşıkları” (1957), “Earthquake-Zelzele” (1974), “Avalanche Express-Çığ Ekspresi” (1979) filmlerinden hatırlayabilirler. Yönetmen “Çığ Ekspresi”ni çekerken kalp krizinden ölmüştü ve filmi Monte Hellman tamamlamıştı. Filmin başrol oyuncularından Robert Shaw da bu filmin çekimleri sürerken kalp krizinden ölmüştü.

1949 yılında Nicholas Ray’in Willard Motley’in romanından uyarladığı siyah-beyaz “Knock an Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde İngilizceyle beraber İtalyanca da konuşuluyordu. Orijinal adı “Herhangi Bir Kapıyı Çalma” anlamına gelen “Cinayet Mahkemesi”, gecekonduda geçen bir suç hikâyesini anlatıyordu. Bogart bu filmde avukat Andrew rolündeydi. Filmde “geriye dönüş”ler de kullanılmış. Bu filmde lümpen Nick’in söylediği “hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” lâfları bu filmden yadigâr olmalı. Bu lâfların İngilizcesi de şöyle: “Live fast, die young, and leave a good-looking corpse…” Nicholas Ray (1911-1979), gençlere önem veren bir yönetmendi. Onun, 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmi James Dean’ın yüzünden ölümsüzleşmişti. 1950’de Bogart’ın yolu yine Nicholas Ray’le “In a Lonely Place-Tehlike İşareti” kara filmiyle yeniden buluştu. Dorothy B. Hughes’ın hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz kara filmde Bogart, geçmişin başarılı senaristi, şimdinin bir alkoliği Dixon “Dix” Steele’i canlandırdı. Dixon, öfkeli ve acılar içinde bir insan. Gloria Grahame’in hayat verdiği Laurel Gray de bir genç oyuncuydu. Bu filmin estetiğinin “Çifte Tazminat” filmine yakın olduğu söyleniyor. Öncelikle mekânlarda uzayıp giden gölgeleriyle. Bu film, ahlaki ve manevi perişanlık üzerineydi bir de. Alttan alta McCarthycilik eleştirilirken “Kara Dalya” diye anılan, 1947’de vahşice öldürülmüş, ünlü olamamış ve porno filmlere düşmüş Elizabeth Short’u akla getiriyordu “Tehlike İşareti” filmi. Brian de Palma, 2006’da James Ellroy’un aynı adlı romanı “The Black Dahlia-Cehennem Çiçeği”nde Elilzabeth Short’un trajik cinayetini beyazperdeye aktarmıştı.

(06 Aralık 2009)

Ali Erden

04 Aralık 2009 Haftası

“Adını Sen Koy”, dört ana karakteri, bir aşk üçgeni ve geçmişte yaşanmış trajik olayı barındıran bir film senaryosunun nasıl ‘ham’ ve yoksul bırakılıp, perdeye de -neredeyse- her sahnesinin nasıl bir ‘olmamışlık’ duygusuyla yansıyabileceğinin örneği. Sadece bir ayrıntı vereyim: Can birkaç gün sonra evleneceği nişanlısı Aybige’ye, nikâhlarında şahitlik yapacağı için yurtdışından gelecek en yakın arkadaşının mesleğini söylediğinde kızın ilgisini çeker ve paleontologların ne yaptığını sorar… Sonra Ilgaz gelir; o da Aybige’ye sevdalanmıştır (bir fotoğraftan)… Aybige’nin de gönlü ona akarken, bakınız, işini bilen bir senarist, filmin başına konulmuş o merak sorusunu açar ve Ilgaz’ın, mesleğinin ilgi çekici noktalarını Aybige’ye anlatmasını sağlar, böylece kızın hayranlığı güçlenir (tabii dümdüz bahsetmez, büyülü biçimde anlatır). Çünkü Ilgaz’ın tüm bilinçli soğukluğuna rağmen ikisi sohbet etme olanağı yakalamıştır. Ama işte ‘bizim senaryo’da, o ayrıntı filmin başında havada asılı kalır ve bir daha dönülmez. Örnekler yığınla… Ha, bu arada oyunculardan Ali İl ve Cemal Toktaş ‘düşük tonda’, gerektiği gibi birer performans sergilerken, Melis Birkan doğal oynamaya çalışırken bunu vurguladığı için (“bakın ben nasıl oynuyorum”!) izleyeni rahatsız ediyor. Ahmet Mümtaz Taylan ise “kuyuya taş atan…” rolünde sahneleri ele geçiriyor ama etkili olamıyor. Tümü yönetim zaafı doğaldır ki… Bu niyeti güzel projeye yazık olmuş! Fakat bir yanıyla da ‘sıcak’ bir çalışma olduğundan dört üzerinden iki yıldızı hak ediyor.

“Dönüşüm”de, Bayan Marina de Van zor ve zorlu bir psikolojik ‘puzzle’ üzerinden, ilginç biçimde, iki ayrı oyuncuyu bir bedende birleştirmiş. Filmin bir bölümünde ne Sophie Marceau ve ne de Monica Bellucci, fakat her ikisinin birleşimi olan bir üçüncü oyuncuyu izliyorsunuz. Bu, hikâyenin zorlama çıkış noktasından da, zor seyrin sonunda ‘atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmemesinden’ de enteresan. Ben, kendi adıma böyle bir deneyim yaşadığımı anımsamıyorum. Salt bunun için izlenebilir. Görsel etki sanatçılarına kocaman bir aferin!

“Zamanın Tozu”nda Theo Angelopoulos, yirminci yüzyılın ikinci yarısında savrulan bir kadın ile iki erkeğin hikâyesini, ‘filmdeki yönetmen’i aracılığıyla, bugün ve geçmiş arasında köprüler kurup politik ayrıştırmanın yol açtığı kederleri iliklerinize işleterek anlatıyor… ‘Büyük usta’ sıfatını boşuna almış değil kuşkusuz: Önemli toplumsal – siyasal olayların, üç kişinin ruhunda nasıl fırtınalar yarattığını yansıtırken, bu fırtınaları yüz milyonlarca insana şamil biçimde hissetmenizi sağlıyor. Sinemada anlatının nasıl bir sanat yapıtına dönüştürebileceğinin de dersini veriyor. Sanatsal zevkleri her anlamda yudumlayabileceğiniz bir çalışma.

(02 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Tozun Altında Kalan Hatıralar

Zamanın Tozu (I Skoni tou Hronou)
Yönetmen: Theo Angelopoulos
Senaryo: Theo Angelopoulos, Tonino Guerra, Petros Markaris
Müzik: Eleni Karaindrou
Görüntü: Andreas Sinanos
Oyuncular: Willem Dafoe (A), Irène Jacob (Eleni), Bruno Ganz (Jacob), Michel Piccoli (Spiros), Tiziana Pfiffner (Torun Eleni)
Yapım: Yunanistan, İtalya, Almanya, Fransa, Rusya (2008)

Yunanlı büyük usta Theo Anglopoulos’un üçlemesinin ikinci filmi “Zamanın Tozu”, film içinde film gibi. 1950’lerden günümüze, 1999’a kadar dönemleri anlatıyor bu film. Komünist Yunanlılar, Sibirya, Berlin, sinema, aşk, hatıralar ve insana dair her şey var bu filmde…

Film, 1953 yılında açılıyor. Genç Yunanlı komünist Spiros, tren kompartımanında birisinden gizlice sahte kimlik alır, sonra da kadını Eleni’yi Rusya’da bulur. Eleni’yle Spiros tramvayda sevişirler. O gün Stalin ölmüştür. Bir ihbar üzerine tramvayda tutuklanırlar ve yolları ayrılır. Ruslar, Spiros’u hapse atarlar. Eleni’yse Sibirya’ya sürgüne gönderirler. İçinde yeni bir hayat büyüyen Eleni, dünyaya A’yı getirir. A, şimdi Yunan asıllı ünlü bir yönetmen. A, annesi ve babası üzerine çektiği filminin kurgusu için Roma’daki Cinecitta Stüdyoları’nda koşuşturup durur. Film, geçmiş zamanları ve genç Eleni’yi oğul A’nın filminden düşmüş anlarla perdeye yansıtıyor. Eleni, acılı hayatını yaşarken, A’nın da hayatında iyi gitmeyen bir şeyler var. İç içe geçen hikâyeler, bir yerden sonra günümüzle buluşuyor. A, seyahatlerinden ve film çekimlerinden dolayı ailesine ilgi gösterememiş, bu yüzden karısıyla boşanmış ve şimdi de kızı Eleni’yi ihmâl eden bir yönetmen. Sevgisizlik ve yalnızlık çeken küçük Eleni intihar etmeyi deniyor bir yerden sonra. Film içinde film olan “I Skoni tou Hronou-Zamanın Tozu”nda bir yerde buluşacak farklı hikâyeler iç içe geçerek insana uzun bir yolculuk duygusu yaşatıyor. Geçmiş zamandan yansıyan anlarda Eleni, Spiros’un izini kaybeder. Sonra da Sibirya’da tanıştığı Jacob’la beraber olmaya başlar Eleni. Aslında bu film, bir kadınla iki erkeğin, Eleni, Spiros ve Jacob’un büyük aşkının da destanı sanki. Komünist Spiros, Yunanistan’daki iç savaşı kazanan faşistlere yakalanmamak için Eleni’yle beraber kendilerini sürgüne göndermişler. Sürgüne gitmeselerdi, faşistlerin eline geçip vahşice öleceklerdi belki. Dramlar hayatlarını kuşatıyor bu filmdeki karakterlerin. Eleni ve Yahudi Jacob, 1974 yılında Sibirya’dan Avrupa’ya geçiyorlar. Jacob, Eleni’yi bırakamıyor. A, Vietnam Savaşı’na gitmemek için şimdi Kanada’ya sığınmış. Eleni, oğlunu Kanada’da buluyor gerçeküstücü bir anda, sisler içinde. Sonra da hikâye günümüze, 1999 yılına tümüyle geliyor. Eleni, Spiros ve Jacob artık yaşlanmışlar. Aşklarıysa her daim bahar gibi. Jacob’un Eleni’ye derin tutkusunu da perdeden hissediyorsunuz. Belki de Jacob’un final bölümündeki trajedisi de anlamlaşıyordur böylece. Üçlemenin ilk filmi 2004 yapımı “Trilogia: To Livadi pou Dakryzei-Ağlayan Çayır”da, diasporadaki Yunanlıların 1. Dünya Savaşı sonrası Yunanistan’da göçmen durumuna düşmelerini etkileyici şiirsel bir görsellikle perdeye yansıtan Angelopoulos, üçlemenin ikinci filminde 2. Dünya Savaşı’nın ardından Yunanistan’daki iç savaşta faşistlere yenilen komünistlere bakmış Spiros ve Eleni’nin dramını öne çıkartarak.

Birçok şeye aşk…

Yunanlı büyük usta Angelopoulos’un bu filmi sanki hatıralara, aşka, Berlin’e, Sibirya’ya, Cinecitta’ya ve sinemaya adanmış. Filmde hikâyeler, hem geçmiş zamanda hem de şimdiki zamanda yoğunlukla Aralık ayında geçiyor. Yeni yıllar, yeni devirler Aralık ayını geride bırakıp geliyorlar. Filmin büyük bölümü Berlin’de geçerken Sibirya da mekân sunmuş bu filme. Bu filmin ağırlıklı olarak Berlin’de geçmesinin simgesel anlamları var. Sosyalizmin yıkılışı Berlin Duvarı’yla simgeleşmişti çünkü. Angelopoulos’un Berlin’e aşkı fark ediliyor perdede. Bu gri Berlin, ölümün ve yenilenmenin bir şehri gibi. Angelopoulos’un bu filminde insanın belleğine oturacak sahneler, anlar ve mekânlar var. Rusya’da bir an düşer perdeye: Karlar altında Eleni önde, Spiros arkada tramvaya doğru yürürler. Tramvaya binerler. Angelopoulos, bu anda tramvayın içinde kamerasıyla yolculuk yaptırıyor sanki seyircisine. Karların kuşattığı şehri tramvayın içinden gösteren yönetmen dışarıdaki kalabalığı da takip eder, devasa Stalin heykeli görünür ve dışarıdaki kalabalık bir yerde toplanır, sonra bir ses “Stalin öldü” der. Ardından tramvay duruverir. Bu sahne, sinemada kolay unutulmaz anlardan biriydi. Angelopoulos, 1995 yapımı “To Vlemma tou Odyssea-Ulis’in Bakışı” filminde Lenin’in parçalara ayrılmış devasa heykelinin nehirde şileple taşınmasını uzun bir sekansla göstermişti. Kimi sinemaseveri, Eleni’nin Sibirya’dan yansıyan anları büyüleyecek belki. Ahşap merdivenlerden yavaş yavaş yukarıya doğru çıkan insanlar unutulmaz bir fotoğraf anı bırakacak belleklerde belki. Berlin’de torun Eleni’nin intihar etmek istediği enkaza dönüşmüş binadan yansıyan evsiz insanların trajik umutsuzluğu da insanların yüreğine oturacak belki. Angelopoulos’un filmlerinde sürgün olma, yolculuklar, göçmenler, sığınmacılar, evsizler, geleceksizler var çoğunlukla. 1998 yapımı “Mia Aioniotita kai Mia Mera-Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde de çocuk kaçakçılığı yansımıştı perdeye. Eleni Karaindrou’nun insanın ruhunun derinlikliklerine inen müzikleriyle 1991 yapımı “To Meteoro Vima tou Pelargou-Leyleğin Geciken Adımı” filminde de mültecileri anlattı Anglelopoulos. Almanya’da yaşayan babalarını bulmak için yollara düşen biri kız, diğeri erkek iki küçük kardeşin trajedilerini anlattığı 1988 yapımı “Topio Stin Omichli-Puslu Manzaralar” da yüreklere oturan bir filmdi. On yaşındaki kız çocuğunun trajedisi insanı gerçek anlamda sarsıyordu. Angelopoulos’un birkaç filminde başkarakterlerin adı hep Spiros’tu bir de. 1984 yapımı “Taxidi sta Kythira-Kitara’ya Yolculuk” filminde Spiros vardı ilk defa. Hemen sonra 1986 yapımı “O Melissokomos-Arıcı”da Marcello Matroianni’nin canlandırdığı karakter de Spiros’tu. Belki şu da ilginç gelebilir: “Ulis’in Bakışı” filminde de bir Yunan asıllı Amerikalı yönetmen vardı ve adı da “A”ydı. Kamerayla şiir yazan bu yönetmenin filmlerinin peşine düşmek gerekiyor.

(02 Aralık 2009)

Ali Erden

[email protected]

Bornova

Sinemamız, başlangıçtan beri, hele Yeşilçam günlerinde, yaygın olarak bir öykü anlatım sineması olmuştur. Temelinde görsellik olan sinemanın bu özelliğine Yeşilçam’ın yaygınlaşmasından sonra fazla özen gösterilmemiştir. Kamera önünde realize edilen öykü, kimi zaman derli toplu, kimi zaman özensiz görüntülenerek, çoğunlukla da benzer öykülerin anlatılması ile -aşağı yukarı- otuz yıllık bir süre devam etmişti. Bu süreç içinde, benzer konuların -konular farklı da olsa fark etmeyeceği biçimde- bir anlatım diline, Yeşilçam Sineması denebilecek bir anlatım özelliğine ulaşılmıştır. Bu dil ile yapılan filmler içinde çok sağlam öyküler anlatan içi dolu dolu filmlerin yanında, bir filmlik süreyi dolduramayan, bu nedenle de yan öykülerle desteklenmiş veya uzatılmış, tekrara düşülen sahnelerle doldurulmuş anlatımlar da vardır.

Bu filmlerin üretim biçimleri de kendiliğinden biçimlenerek, düzenli şekilde işleyen bir sinema esnaflığı oluşmuştur. 80’li yıllarda sinema dışı gelişimlerinde etkisi ile temeli çok sağlam olmayan bu yapı yabancı sinema kuruluşlarının da piyasaya girmesi ile çözülmeye başlamış, 300’lere kadar ulaşmış film üretimi 20’li sayılara kadar düşmüş, fakat film üretimi hiç bir zaman sona ermemiştir. Bu düşüş yukarı dönüp çıkışa geçtiği zaman ise eski düzen mekanizmasını koruyamamakla beraber o günlerden kalma kimi yapımcıları ve o güne kadar çalışanların dışında piyasaya giren ve artık eskisi gibi bir birliktelik oluşturmayacak yeni oluşumların yapımları ile üretim sayısı her gün artmaktadır. Eski yapıya yapımcı sineması denirse şimdiki yapıya da -bir isim vermek gerekirse- yönetmen sineması demek, çok abartılmaması koşulu ile hatalı olmaz.

Sinemamızın bu yeni döneminde, yapım ilişkileri dışındaki değişiklikten başka, anlatım dilindede değişikler görülmektedir; sinemamızda hiç denenmemiş konuların ele alınması yanında en bildik beylik konularda daha önce denenmemiş biçimlerde sinemalaştırılmaktadır. Eskiden de -tutarlı- bir öyküsü olmayan filmler yapılmış ise de, o dönem içinde bu fazla itiraz görmemiş, boşluk dolduran filmler de arada kendisine yollar bulmuştur. Yeni dönemde yapılan “öyküsüz” filmler ise, yine itiraz görmemekle beraber, yeri geldiğinde aynı yıl üretildiği diğer yapıtların arasından sıyrılarak yukarılara çıkmakta, ilgi çekmekte ve kendini daha belirgin bir şekilde gösterebilmektedir. “Öyküsüz” film derken doğaldır ki, klâsik anlamda öykü içermeyen filmleri, yeni anlatım dillerini, şimdiye kadar sinemamızın ilgilenmediği konulardaki anlatımlarını söylemek istiyorum.

Bornova Bornova da bu yeni zamanın, içinde bulunduğumuz yılda üretilmiş yeni dönem filmlerinden biri. Daha önce Made in Europa filmini yönetmiş İnan Temelkuran’ın yeni filmi. Temelkuran birbiri ile ilişkili, çok farklı kişilerin yaşamından kesitleri bir öykü birlikteliği kaygısı taşımadan anlatırken, karşılıklı (diyalog) veya tek kişilik (monolog) konuşmalara dayandırılıyor. Ayağı kırılarak spor (futbol) yaşamı sona eren, yeni terhis Fare lâkaplı Hakan, sokakta gördüğü mahallesinin kızına aşık olur -da, o yaşta öyle nasıl saf ve bakir kalabilmiştir-, psikopat (ve iktidarsız?) Salih herkes öğüt verip, yalanları ile hava atar, parasız pulsuz felsefe doktora öğrencisi Murat ancak porno öyküler yazarak evinin kirasını karşılayabilmek için, dinlediği kimi gerçek, kimi uydurma belden aşağı “şey-leri” öyküleştirir, liseli Özlem okuduğu düz liseden üniversiteye geçme umudu taşımadan kurslara giderken, öfke içinde “atılan lâflara” cevap verir, bilardo’lu café-lere geyik muhabbetleri içinde hasbelkader arkadaşlara takılmak durumunda kalır… Filmlerimizde çatışmalar çoğunlukla üçgenler şeklinde oluşurken, buradaki kişiler bir çatışmaya girmeden bir dörtgen oluştururlar, bu düzgün bir dörtgen değildir. “Dörtgen”, Fare’nin Murat’a anlatırken Salih’e duyurduğu -uyduruk- öykü ile “küp”e dönüşür, ağır aksak giden öykü birden hacim kazanır… Aradan bir süre geçer, dingin bir düzeye kavuşmuş gibi duran Hakan ile Özlem, aradan Salih’in (Hakan tarafından öldürülür) çıkması ile (olayın tek tanığı) Murat’ın sultasına girmişlerdir. Özlem -üstelik- hamiledir…

Kadir Çermik, Öner Erkan, Damla Sönmez, Erkan Bektaş gibi oyuncular oyunlarının hakları verirken, Temelkuran yukarıda da değindiğimiz gibi diyalog ve monologa dayanan, düz, durağan sineması ile, yeni değilse bile, sinemamızda fazla kullanılmamış öykülemesi ile yeni filmleri için ümit verirken, temel çatışmaya denk düşmeyen -bakkal dükkanındaki konuşma- sahneleri ile altını çizdiğimiz “dörtgen”i bazı açılarından çarpıtıyor. Asgari bir süreyi tutturmayı anlıyorum, ama bunu öyküye yamalar yapılarak yapmamak gerektiğini de düşünüyorum. Bunların giderilmesi filmi -belki- biraz kısaltacaktır; ama buna rağmen, seyrettiğim andaki ilk intibam olan Bornova Bornova yeni bir kurgulanış ile -o fazlalıkların atılması ile- “çok güzel kısa film olur” düşüncesini şimdi, seyrinden sonra geçen kısa süreden sonra değiştiriyorum. (Bazı kısaltmalar yapılırsa ), Bornova Bornova -belki biraz kısa, ama- çok güzel bir film (olur).

Temelkuran, geri dönüşlerde, konuşarak, geri dönüşte, gösterilen olayı anlatan oyuncunun sesini verirken, zaman zaman dudak hareketlerini -özellikle- yaptırmayarak, flach back’e yeni bir biçim getirmiş, -ama flach back’lere genel eleştirimiz burada da geçerli, anlatıyı yapanın görüntü içinde olmaması gerekir, en azından yüzünün, eğer bir aynadan görmüyorsa- ama burada en azından bir değişiklik var, anlatılanların “oluş hali” öykü içinde yer almıyor.

(01 Aralık 2009)

Orhan Ünser

Ahmet Uluçay

Ben, Ahmet Uluçay’ı bir defa SİYAD gecesinde gördüm. Ama ben Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı da gördüm. Birincisi gerçekleşmemiş olabilirdi, buna üzülürdüm. Ama ikincisi gerçekleştiği için, Uluçay’ın bundan böyle “motor” diyemeyeceğine daha fazla üzüleceğim. Bozkırda Deniz Kabuğu’nun teknik işlemlerinin bitirilip gösterime çıkarılması sinemamızın bir gönül borcu olmalıdır.

Uluçay, köylü sinemacı olarak anılacak belki, ama ona -yaptığı filmlerden sonra- iyi veya kötü sinemacı diyebiliriz, ama kökeni ile vasıflandıramayız.

Yaptığı 8 kısa 1 uzun ve çekimleri bitmiş 1 uzun filmden sonra sadece yönetmen demeliyiz.

Sinematek’in bir programın kapağın içinde, tam olarak açılınca Orson Welles’in bir fotoğrafı vardı (siyah/beyaz), sonra bir “gazete küpürü”nde yer alan Yılmaz Güney’in kamera başında çömelmiş bir fotoğrafı (Arkadaş filminin çekimi sırasında) bir de Dönüş’ün setinde kameraya sarılmış Türkan Şoray fotoğrafı. Başka yönetmenlerin de kamera başında, vizörden bakarken bir çok fotoğrafları vardır. Bunlarda çok önemlidir ama ben yukarıda saydığım üç fotoğrafa sahip olduğum için şanslıyım. Bunların yanına, bu akşam (30.11.2009) televizyonda haberi verilirken gösterilen Ahmet Uluçay’ın, aldığı ödülleri önüne dizmiş, bacaklarını uzatıp yere oturmuş fotoğrafını koymak isterim.

Işıklar içinde yatsın. (Çok yazık)

(01 Aralık 2009)

Orhan Ünser

Ruhunu Mefisto’ya Satan Faust: Leni Riefenstahl

Sinema tarihinin ilk büyük yaratıcı ve dahi kadın yönetmenlerinden Leni Riefenstahl üzerine belgesel yapan yönetmen Ray Müller, “Onun trajedisi yeteneğiydi” demişti. Marksist sinemayla yetişen Riefenstahl, yeteneklerini Nazi ideolojisiyle mi gösterebildi? Propaganda sinemasının hanımağası Leni Riefenstahl üzerinde düşünmek istedik.

Leni Riefenstahl… Asıl adı, Berta Helene Amalie “Leni” Riefenstahl olan Alman kadın yönetmen Leni Riefenstahl, 22 Ağustos 1902’de Berlin’de doğdu, 8 Eylül 2003’te Münih’e yakın Pöcking’te öldü. O, Nazilerin propaganda filmlerinin yönetmeniydi. Nazilerin toplantı belgesellerini çekti çoğunlukla. Riefenstahl’ın en akılda kalan görüntüleri, Adolf Hitler’in meydanlarda Alman halkına ateşli konuşmalarıydı. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, sinema dünyasından dışlandı ve o da fotoğrafçılığa yöneldi. Denizlerin, okyanusların belgesellerini çekti.

Leni Riefenstahl, Macar sinemacı Béla Balázs’la (4 Ağustos 1884 – 17 Mayıs 1949), 1932’de ortak yönettikleri “Das Blaue Licht-Mavi Işık” filmini yaptı. Hem de Balazs, Marksist sinemanın öncüsü bir sanatçıydı. Balazs, Alman dışavurumcu sinemacılarıyla Fransız “Yeni Dalga” akımı yönetmenlerini çok etkilemiş önemli bir Marksist sinemacı. “Mavi Işık” filmi, ayrıca sinema tarihinin ilk gerçek iç mekân çekimleri olan yapıtıydı. Riefenstahl, bu filminde başroldeydi ve Junta karakterini canlandırdı. Film, Gustav Renker’in “Bergkristall” (Kaya Kristali) romanından uyarlanmıştı. Junta, cadı olarak görülür. Dağlara, tepelere tırmanmayı seven Junta mağarasında ayışığında parlayan kristalleri çok sever. Mavi ışıkla aydınlanan bu mağara onun için kutsaldır. Şehirden gelen bir ressam Junta’ya aşık olur. Junta, İtalyanca konuşuyor, ressamsa Almanca. Ressam, Junta’nın mağaradaki kristallerini keşfeder. Köylüler için bir zenginlik kaynağı mıdır bu kristaller? Kristalleri açgözlü köylüler yağmalar, Junta bazı köylüler tarafından tecavüze uğrar ve trajik sonunu yaşar mağarasında. Bu filmi sağ basın övmüş, sol basınsa biraz eleştirmiş. Film, Venedik Film Festivali’nde “Gümüş Madalya” kazanmıştı. Bu filmin özgün hikayesi Grimm kardeşlerin 1810’daki bir derlemesinden ilham aldığı da söyleniyor. Siyah-beyaz çarpıcı görüntülerin olduğu filmde öncelikle genel plânlardaki etkileyicilik hemen fark ediliyor.

Büyük belgeselci…

Oyunculuk ve yapımcılık da yapan Riefenstahl, kendi yazdığı ve yönettiği 1938 yapımı belgeseli “Olympia”da çıplak da görünmüştü. “Olympia” belgeselinin galası da 3. Reich Hitler’in doğum gününe denk getirilmişti. Nazilerden önce Marksist sinemacılarla yakın ilişkileri olan ve Marksist bir gelenekten gelen Riefenstahl, neden Nazilere yakın olmuştu? Acaba yeteneklerini bu ideoloji içerisinde daha verimli mi gösterebildi? Riefenstahl’in, hiçbir yerde bir Nazi faşisti olduğuna dair bir ibare de yok. Onun üzerine 1993’te “Macht der Bilder: Leni Riefenstahl-Leni Riefenstahl’in Muhteşem Korkunç Yaşamı” belgeselini yapan yönetmen Ray Müller, Rifenstahl için şunları demişti: “Çok iyi bir sanatçı olduğu için hiç unutulmadı. Onun trajedisi yeteneğiydi…” Sinemanın yenilikçi yönetmenlerinden olan Riefenstahl, Hitler için propaganda filmleri yaptı savaş öncesi ve savaş sırasında. Hitler’in meydanlarda halka ateşli söylevlerini perdede öyle yansıttı ki, görünen gerçeklik bambaşka bir gerçekliğe dönüştü. Kamerayı koyduğu açılar, kurgusu ve gündüz çekimlerinde bile ışığı etkiyeci kullanması Riefenstahl’ın Nazi propagandalarına yardımcı oldu. Nazilerin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in de gözdesiydi. Nazi propagandası için çektiği belgeseller, savaşın ardından onu savaş suçlusu durumuna düşürdü. Riefenstahl’ı, sinemada devrimci olacak kadar yenilikçi yapan şey neydi? Elbette Riefenstahl, Marksist sinemanın içerisinde yetişti. Estetik duyarlılığı bu ortamda gelişti. Riefenstahl’ın üzerinde, belirlediğimiz gibi Bela Balazs’ın sinemasal bakış açıları etkili oldu. Riefenstahl sonraları, Nazi estetiğini oluşturmakla suçlandı. Özellikle Nazileri için yaptığı siyah-beyaz “Triumph des Willens-İradenin Zaferi” belgeseliyle. Bu belgeselin yönetmeni, senaristi ve yapımcısı Riefenstahl’dı. “İradenin Zaferi”, Nasyonal Sosyalistlerin 1934 tarihinde Nuremberg şehrinde yaptığı gösterişli altıncı kongresini belgelemek üzere yaptırılmış bir propaganda belgeseliydi. Nazi Partisi’nden büyük destek alan Riefenstahl yeni Nazi devletini epik anlatımlı sinemayla yücellti. Bu belgeseli (hâlâ inanılmaz), otuz kamerayla birden çekti Riefenstahl. Eğer, sesi kapatıp “İradenin Zaferi”ni öyle sessizce izlediğinizde olağanüstü bir sinema şöleniyle başbaşa kalıyorsunuz deniliyor. Bu belgeselin sanatsal ve estetetik tarafı çok yüksek çünkü. Seyirci, propangandayı bir tarafa itip sinematografik tat alabiliyor bu belgeselden. Riefenstahl için şöyle deniliyor: Nazilerin yükselmesinde Leni Riefenstahl’ın katkısı tahminlerin çok çok ötesindeydi.

Hitler hayranıydı…

1930 yılında Marlene Dietrich’i ünlendiren “Der Blaue Engel-Mavi Melek” filminin yönetmeni Josef von Sternberg, Hollywood’a giderken Riefenstahl’ı da yanında götürmek istedi. Riefenstahl Almanya’da kaldı. Belki de Sternbeg, “Mavi Melek” için Dietrich’i oynatmasını isteyen Riefenstahl’a teşekkür etmek istemişti. Riefenstahl, 1933 yılında Nazileri anlatan 61 dakikalık ilk belgeseli “Der Sieg des Glaubens-İnancın Zaferi”ini çekti. Başrolde de Adolf Hitler, Josef Goebbels, Hermann Göring, Rudolf Hess ve Heinrich Himmler vardı. 1935’te 30 dakikalık belgeseli “Tag der Freiheit: Unsere Wehrmacht-Özgürlük Günü: Ordumuz”, Nazi Sosyalist Parti’nin propagandasıydı. Balazs’la yaptığı “Mavi Işık” filmi Hitler’i çok etkilemiş ve Hitler, Riefenstahl’la hemen tanışmak istemiş. Bu tanışmanın ardından da Nazi propaganda filmleri gelmiş peş peşe. Riefenstahl, 1938 yılında 1936 Berlin Olimpiyatları’nın iki bölümlü belgeselini de yaptı. Belgeselin adları da, “Olympia 1 Teil: Fest der Völker-Olimpiya 1: Halkın Festivali” ve “Olympia 2 Teil: Fest der Schönheit-Olimpiya 2: Güzel Festival”di. Bu belgeseller, Amerika’da o güne kadar yapılmış en iyi on film arasına girdi. Riefenstahl, bu olimpiyatta madalyaları toplayan Amerikalı siyahi atlet Jesse Owens’a da hiç ırkçı bir gözle bakmadığını da söyler yıllar sonra. “Mavi Işık”tan sonra ikinci kurgusal filmi “Tiefland-Ova”yı 1954 yılında Rudolph Lothar’ın kitabından sinemaya uyarladı. Riefenstahl, “Ova”yla Cannes Film Festivali’ne katılır ve film müthiş ilgi görür. “Ova”da, fakir bir çingene kızıyla bir çobanın aşkı anlatılırken, köleliğe de büyük eleştiri vardır. Kimilerine göre bu film, Hitler’in reddidir. Ölümünden bir yıl önce, 2002 yılında 45 dakikalık ilk ve tek renkli belgeseli “Impressionen Unter Wasser-Suyun Altındaki Mucize”yi çekti. Riefenstahl’a savaşın ardından Nazi propagandacısı olduğu için birçok dava da açıldı. Sinemadan dışlandı. Ama, Riefenstahl, kendine yeni belgesel konuları buldu. Okyanuslar üzerine çektiği belgeseller de en az Nazi döneminde çektiği belgeseller kadar çarpıcıydı. İngiliz belgeselciler tarafından Riefenstahl, “tüm zamanların en büyük belgeselcisi” olarak değerlendirildi. Riefenstahl, savaş sonrasında Nazi propagandacısı olarak yargılandı ve kendini aklamak için mücadelere girişti. Sonunda aklandı. Sinema çevreleri onun sinematografik tarafına saygı gösterdiler. Tek eleştirilen şeyse, bu müthiş sinema yeteneğini Nazilerin emrine sunmasıydı.

(26 Kasım 2009)

Ali Erden

[email protected]

27 Kasım 2009 Haftası

“Gizemli Yolculuk”un yönetmeni Roberto Ando, oldukça zor bir metne, yani, Freudyen analizin alanına giren bir aile trajedisine ve bununla yıllar sonra yüzleşmek zorunda kalan psikiyatrın Sicilya yolculuğuna odaklanıp, her seyircide farklı etkiler bırakacak bir çalışmaya imza atmış. Görüntü estetiği, ‘derinlemesine müzikleri’, ‘bıçak sırtında yürüme’yi gerektiren rollere uygun oyuncuları kayda değer. Cinselliğin çok bilinmezli / ‘yasak’lı ülkesinin sınırlarını cesurca ihlâl eden bir film olarak da tanımlanabilir. Filmleri kolayca tüketmeyi sevmeyen izleyiciler için sadece.

“Neşeli Hayat”ta Yılmaz Erdoğan büyük ustaların izinden gidiyor; Chaplin hüznü ile Capra iyimserliğini / umudunu, ‘yeni gerçekçilik’ ile Arzu Film ekolünü, sinema değeri yadsınamaz bu İstanbul öyküsünde birleştiriyor. Noel Baba’nın ve yeni bir yılın ‘altta kalanlar’ için hangi anlamlara geldiğini, aksamayan bir hikâyede capcanlı biçimde anlatırken, gözlerimizi, hem üzerek ve hem de güldürerek sulandırıyor. Çağdaş bir sanatçıya yakışır olgunluğa ulaştığını, aşırı hassaslığını aynen yansıttığını ve özellikle son zamanlarda kalite eğrisi -birkaç film hariç- epey düşen sinemamızın artılar hanesine eklenecek bir sinema eseri yarattığını vurgulamak gerek. Zevk alarak izledim. Güzel, çok güzel ya!

(26 Kasım 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Gladio’nun Derin Devleti

Kurtlar Vadisi Gladio
Yönetmen: Sadullah Şentürk
Senaryo: Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener, Cüneyt Aysan
Müzik: Gökhan Kırdar
Görüntü: Selahattin Sancaklı
Oyuncular: Musa Uzunlar (İskender Büyük), Tuğrul Çetiner (Bülent Fuat Aras), Ayfer Dönmez (Ayşe), Sezai Aydın (Turgut Özal), Köksal Engür (General)
Yapım: Pana Film (2009)

Televizyonun “komplo teorisi” dizilerinden “Kurtlar Vadisi” üçünçü defa sinemaya geldi. Serdar Akar’ın yönettiği “Kurtlar Vadisi Irak”ı daha önce görmüştük. “Kurtlar Vadisi Gladio”, Türkiye’nin yakın tarihinde trajediler yaşatmış derin devlete bakıyor.

İskender Büyük, emekli bir asker ve şimdi yargılanıyor. İskender Büyük’ün adı Büyük İskender’i çağrıştırıyor. Vatan için çarpışmış, Gladio tarafından kullanılmış İskender Büyük bir şeker hastası. Belki de bu yüzden sesi kısık ve hep yorgun. Mahkemesi yapılan İskender Büyük, 1993 yılını hatırlar birden. Özel harekatın komutanı İskender Büyük, Beyrut’a yakın Bekaa Vadisi’nde PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın kaldığı eve baskın yapıyor ve suikast son anda önleniyor. Ölümden kurtulan İskender Büyük, operasyonu dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın engellendiği düşüncesine kapılıyor. İskender Büyük’ün “iki numaralı Gladio” dediği Profesör Bülent Fuat Aras’ın plânıyla Turgut Özal’ı zehirleyerek öldürüyor. Eylemlerin içine bir Rambo gibi dalmış İskender Büyük, şimdilerde emekliliğini hapishanedeki hücresinde geçiriyor. Hiçbir avukatı da istemiyor. Sonunda genç bir avukat Ayşe dünyasına giriveriyor bu tekinsiz dünyada. Filmde bazı karakterler gerçek dünyadaki adlarıyla yansımış, hatta tipleri de o karakterleri çağrıştırıyor. Ama adları ve tipleri değiştirilmiş karakterler de var. Zihninizde “komplo teorileri” dolaşıyor film boyunca. O karakterler gerçek dünyada kimi çağrıştırıyor diye. Filmdeki Turgut Özal ve Abdullah Öcalan karakterleri de gerçekten iyi yansımış. Oyuncular karakterlerinin ruhuna girebilmiş. Kısık sesli İskender Büyük karakterini canlandıran Musa Uzunlar’ın da hem hareketli hem de dramatik sahnelerdeki performansı iyiydi.

Gladio’nun kısa kılıcı…

Yönetmen Sadullah Şentürk, 1972 yılında Erzurum’da doğmuş. Şentürk, genelde televizyon dizileriyle hatırlanan bir yönetmen. 2002’de “Ekmek Teknesi”, 2004’te “Görünmez Adam”, 2007’de “Kurtlar Vadisi Pusu” gibi dizileri yönetti. Senaryo yazarı Raci Şaşmaz, 1973’te Elazığ’da doğmuş. Filmin hem yönetmeni hem de senaristi Doğulu. Bildikleri bir coğrafyadalar. Raci Şaşmaz, tüm “Kurtlar Vadisi” çalışmalarınır senaryolarını da yazdı. Bu karışık ve aksiyon yüklü “derin devlet”li film, yer yer muhafazakâr Hollywood filmlerinde sıkça kullanılan yollardan gidiyor. “Kurtlar Vadisi Gladio” filminde bazı şeyleri anlatım, yani kurgusal anlamda mantıksız bulabilirsiniz. Elbette her filmin kendine göre bir mantığı var. Bu bir aksiyon-gerilim filmiyse her şey mümkündür diyorsunuz. Filmin aksiyon ve çatışma sahneleri çarpıcı. Sinemamızdaki son dönemlerdeki teknik gelişmeler filmde karşılığını bulmuş. “Şimdiki zaman” ve “geçmiş zaman”ın iç içe anlatılması da iyiydi. Bu filmi seyrederken, çürük olanın sistem değil, sistemin açıklarını iyi kullanan birkaç çürük elma olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. O çürük elmalar sepetten atılınca her şey eskisi gibi olacakmış duygusunu manipüle ediyor sanki bu film. “Kurtlar Vadisi Gladio” filmini seyrederken insan nasıl bir cehennemin içinden geçildiğini fark ediyor ve dehşete kapılıyor. Kürtlerle savaş, bazı güçlere güç kattığını anlıyorsunuz. Jitemler, özel timler, özel harekâtlar vs. Uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı, mafyavari yapılanmalar, iktidar savaşları ve birçok şey. Gladio denilen örgüte NATO’ya üye ülkelerde “derin devlet” yapılanması deniliyor. Gladio, Latince “kısa kılıç” anlamına geliyor. Örgüt ilk defa Amerikalılar ve İngilizler tarafından 1952’de kuruldu. Bu kontrgerilla örgütlenmesine “Stay Behind” (Geride Kal) adı verilmişti. Bu örgüt Avrupa’da birçok terör eylemi gerçekleştirdi. Bu örgütlenme, devlet içinde devlet, yani “derin devlet”ti. Biz sıradan faniler, Gladio adını ilk defa Luc Besson’un 1990 yapımı “Nikita” filmiyle duymuştuk. Rastlantının böylesi, “Nikita” filmi 3 Kasım 1996’da bir televizyon kanalında gösterilirken alttan bir yazı geçmişti, Susurluk’ta bir kaza oldu diye. İşte o zaman “Nikita” filmindeki Gladio’nun hayatımızın içinde olduğunu öğrenmiştik.

(19 Kasım 2009)

Ali Erden

[email protected]

Renklerin İçinde, Bambaşka Bir Film: Suluboya

Birkaç saatliğine gerçek dünyanın kasvetli gri renginden sıyrılın… Yönetmenliğini, karikatürist-illüstratör Cihat Hazardağlı’nın yaptığı Suluboya sizi fırça darbeleri, maketler, heykeller ve Fazıl Say’ın şahane müzikleri eşliğinde sanat ve yaratıcılık dolu benzersiz bir sinema deneyimine çağırıyor. Birçok ünlü oyuncuyu bir araya getiren The Watercolor / Suluboya Türkiye’de yapılan ilk dijital film olma özelliğine sahip… Filmin konusu ise şöyle; 12 yaşındaki Marco babasının girişimiyle sokak ressamlarıyla tanıştırılır ve onların büyüttüğü güzel genç bir kızdan resim dersleri almaya başlar. Marco bu güzel kıza aşık olur; zamanla karşılıksız aşkı, cinselliği, dostluğu ve sanatın gerçek anlamını öğrenir…

Sinemamız adına heyecan verici bu yapım dijital salonların sınırlı olması nedeniyle ancak bir hafta vizyonda kalabiliyor. Yani bugün son gün… Başka zaman, bir yerlerde izleyicilere ulaşacak diyor Cihat Hazardağlı ve bu kısa zamanda filmi izleyenlere çok teşekkür ediyor…

Beyazperde de suluboya, daha önce sinemada alışık olduğumuz bir teknik değil… Belki dünyada benzeri vardır ama Türk sinemasında ilk kez karşılaşıyoruz… Nasıl karar verdiniz böyle bir teknikle film çekmeye?

Bu tarz çalışmaları aynı kefeye koymadan önce tekniği iyi takip etmek gerekir. Bunu şimdiye kadar takip ettim. Benim teknik çalışma detayımda yapan yok. Video ile çekip suluboya filtresi vermeye çalışmışlar ama arka plân titriyor. Adam video çekmiş üsten boyamış veya skaner darkley farklı efeklerden yapılmış çalışmalar var. Kulak buruncu ile göz doktorunu aynılaştırmak gibi… İşte bunun zor ve emek isteyen ve bir tekniği olduğunu bildiğimden yapmaya karar verdim. Guaşla klâsik çizgi film yaparsınız ama suluboyayı her karede asla. Bütün yabancı art dergilerini sürekli takip ettim. Olsaydı da bende uğraşmasaydım. Ama gazeteci (sen değil) okumuyor, bilmiyor, ‘yapıldı’ diyor. Bu tekniklerden anlayanlar da hayrete düşüyor. Zaman içine kıyaslamalar olacaktır.

Ayrıca film Türk sinemasının alışık olduğumuz yapısından da farklı bir yerde duruyor… Siz filminizi nasıl yorumluyorsunuz?

Siz galiba filmi dikkatli izlemişsiniz. Nihayet… Çok şükür… Ben bu filme ilk başladığımda her ülkeden 10 kişi izlese bana yeter dedim, dolaştım. Bu bir denemedir. Bu tarz filmler daha çok yapılacaktır. Teknoloji önce militarizme hizmet eder en son sanatçıya… Bir defa teknik olarak epey yol aldı bu ülke ama sineması birkaç kişinin çabası dışında aynı. Bir defa ben televizyondan seyrettiğim şeyi neden sinemada izleyeyim ki… Bu halk anlamaz, halkına hakaret edeceksen ona kötü işler yaparak hakaret etme. Bu halk iyi şeylerden anlar ama ticarette sabır yoktur. Ona göre denk bütçe yapacaksınız. Nasıl bağımsız Amerikan Sineması varsa, Türkiye’de de tröstleşmenin önü kesilmeli. Benim filmim bir denemdir.

Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? Her işte sabır gerekli ama bu proje için biraz daha fazlasına ihtiyacınız olmuştur sanırım…

Bunu hiç ticari beklentilerle yapmadım. Sevdiği iş yapanlar asla çalışmazlar… İşlerimin arasında deneme yanılmalarla yaptım. Burada herkes bunu tek bilgisayarda yaptığımı zannediyor. Bu filmde her şey boyandı. Özel yazılımla filtremi buldum. Fotoğraf makinesi ile kaliteyi yakaladım. Bu bize mahsus acelecilik… Hollywood’da normal bir film 3 yıldan ön bitmez. Bir yıl sadece senaryoyla uğraşırlar. Sabırsızsanız zaten bu işlerle uğraşmayın.

Birbirinden değerli oyuncular filme ayrı bir tat veriyor… Filmi ilk anlattığınızda oyuncular nasıl yaklaştılar, ne gibi sorular sordular?

Hepsi ama hepsi inanılmaz ve karşılıksız destek verdi. Fazıl Say’da aynı şekilde… Son gününe kadar yanımda oldular. Bence Tuba Ünsal bu filmle oyunculuğunu ispat etti. Halûk Bilginer’in yardımcısı, “Halûk Bilginer kontart imzalamadan sete adım atmaz” dedi. Daha yeni imzalaştık. Güven dostluk ve farklı bir işte buldular kendilerini. Bir yönetmenin yaşayacağı en büyük keyfi yaşattılar. Hepsinin resimleri Wallpaperlarda… Hepsi dostum, arkadaşım, çabamın destekçisi oldu. Sağolsunlar.

Film boyunca Savaş Dinçel’i daha duygusal bir şekilde izliyoruz. Filmde de gerçek hayatta olduğu gibi ilk önce onu kaybediyoruz… O sahne ölümünden sonra mı öyle karar verildi yoksa zaten öyle mi plânlamıştı?

Hepimiz bir gün öleceğiz ama sanatçı ölümün elinden bir şeyleri kurtaran adamdır. O bizimle olamadı, belki de oldu… Ama biz onu andık en azından. Savaş Dinçel bir karikatüristtir ve yüzü evrensel çizgilere sahiptir. Filmde ölmesi tamamen tesadüf… Yani biz çektikten aylar sonra aramızdan ayrıldı.

Büyük ressamlar hayatları boyunca hep zorluk çekmişlerdir. Çoğu en güzel eserlerini kiralarını ödeyebilmek uğruna satmış ya da çok cüzi paralarla resim yaparak kendilerini geçindirmeye çalışmıştır… Biraz da onları yad ediyoruz sanki sokak ressamlarıyla…

İşte film konusuyla biçimiyle de sanatın zorluklarını anlatıyor. Çocukluğumda Ankara’da birkaç ressamın hazin hikâyelerine şahit olmuştum. Bu hikâye, o alt yapı ile yazıldı. Belki de bu yüzden ressam olmadım, karikatürü seçtim, TV Programcılığı okudum. Hatta hep sinema hayali kurdum. Şimdi ev kadınları kocalarının parasıyla evde ressam oluyorlar.

Yine sanatçıların zorluklarla dolu yaşamları bana biran Achero Manas’ın Noviembre filmini anımsattı… O filmde de gerçek sanatın sokakta yapılabileceği ve parayla satın alınamayacağı fikri üzerinde duruluyordu… Siz ne düşünüyorsunuz?

Sanat sokaktan çıkar, saraya gider ve halka sonra ulaşır. Bütün cazcılar, repçiler sokaktan gelir… O filmi izlemedim. Sokak hikâyeleri sinemanın, sanatın özünü oluşturur. Benim filmim de bir bant kurulup işci gibi çalıştırılıyor. Çin’de bant kurulup yağlı boya tablolar yapıyorlar.

Filmin masalsı yapısı var. Bir de telâffuzlar da ağır ve tane tane… Bu konuşmalar çocukların da daha rahat anlaması için bu şekilde yapıldı?

Hayır, tamamen teknik bir zorluktan oldu… Bu fotoğraf makinesi ile çekildiği için hızları ayarlamakta zorluk çektik. Ama bu sene çıkan kameralar bu zorluğu aşacak. Evet, duru bir anlatım istedim ama biraz ağırlaştırdı. Zaten en çok eleştiriyi ağırlığından aldı. Televizyon için biraz hızlanacak…

Filmin dilinin İngilizce olması bazı tartışmalara yol açtı… Sizin, “Ben bu filmi Türkiye için yapmadım, bu yüzden dili İngilizce” gibi bir çıkışınız olduğu söylendi… Aklıselim bir şekilde düşünürsek aslında bir evrensellikten bahsettiğinizi anlamak zor değil… Sizce de öyle değil mi?

Bakın, Türk sineması yönetmenleri oyuncuları ve senaristleri ile dünyaya açılmalı. Ben açılırım açılamam. Türk sinemasında İngilizce de -‘de’nin altını çiziyorum- filmler yapmalı diyorum. Cem Yılmaz yapmalı, Yılmaz Erdoğan yapmalı… Evrensel konuları işlemeliler. O kadar paralar kazanıyorlar ama adları Edirne sınırında hâlâ. Yapmalılar, gerekirse para kaybetmeliler benim gibi. Artık teknik imkânsızlık diye bir şikâyet duymuyoruz. Bol paraları var, deneme yapmalılar. Ben borçla bu filmi bitirdim. Ama onlar binlerce işlenmiş konuları işleyip para kazanıyorlar. Üstelik sinema adına bana hiç bir şey vermeden. Burada kendi dilinde sinema yapıp dünyaya açılmış elbette binlerce isim var. İnternetten sonra, İngilizce evrensel dil oldu. Boolywood, Hollywood’a da hangi dille girdi?

Film büyük bir hayalgücünün ürünü… Sinemada hayal gücü deyince Tim Burton ilk akla gelenlerdendir… Siz takip eder misiniz Tim Burton sinemasını, ya da etkilendiğiniz başka isimler oldu mu?

Tim Burton’u bilmeyen sinemayı bilmez… Onun stop motionları dahicedir ama ben herkesten etkilendim… Zaten onun için ayrı bir yol denedim. Benim teknik olarak kullandığım hayal gücümün sınırlara çarpmaması. Film Venedik’te, Londra’da geçiyor. Su, suluboya ile çok örtüştü. İşte yaptığım yenilik ise, bunu denedim. İstanbul’da yaşıyorum. Üç sokak ressamını bir arada görmedim ki hiç… Bu tarz teknikler hayal gücünün sınırlarını da zorlayacaktır. Özellikle animasyon Türkiye’de sınıfta kaldı. O kadar yetenekli genç var ki. Bu arada Suluboya perşembe günü vizyondan kalkıyor. Bunun nedeni Dijital salonların sınırlı olması. Zaten anlaşmada bir haftalıktı. Başka zaman bir yerlerde izleyiciye ulaşacak… İzleyenlere teşekkür ediyorum…

(19 Kasım 2009)

Gizem Ertürk

Sinema Seyircisiz Kalmadı

Sinema seyircisi kriz dinlemedi. 2009’un 9 aylık döneminde 187 film gösterime girdi. Gişe hasılatı 184.5 milyon liraya ulaştı.

Yaşanan ekonomik kriz sinema seyircisini sinema salonlarından uzaklaştırmadı. Bu yılın 9 aylık döneminde 20 milyonun üzerinde seyirci sinema salonlarını doldururken gişe rakamları da 184 milyon lirayı aştı.

2008 yılını oldukça iyi geçiren sinema sektörü 2009 yılını da krize rağmen yüksek gişe rakamlarıyla kapatmaya hazırlanıyor. 2009’un 9 aylık döneminde 40’ı yerli, 147’si yabancı olmak üzere toplam 187 film vizyona girdi. Vizyona giren yerli filimler 9.9 milyon, yabancı filmler ise 13 milyon seyirciyle buluştu. Yılın 9 ayında vizyona giren 40 yerli filmin gişe hasılatı 75 milyon lira olarak gerçekleşirken, yabancı filmların gişe hasılatı ise 110 milyon lira olarak gerçekleşti.

2008 yılında 214’ü yabancı, 50’si yerli olmak üzere 264 film vizyona girmiş ve toplam hasılat 291 milyon 846 bin liraya ulaşmıştı.

5 yılda 911 milyon lira hasılat gerçekleşti

2005 yılından 2009 yılı Eylül sonu itibariyle toplam 954 film vizyona girdi. Bu filmlerin 150’si yerli, 804’u yabancı filmlerden oluştu. Vizyona giren yerli filmler 57 milyon 298 bin seyirciyle buluşurken, yabancı filmleri 65 milyon 599 bin seyirci izledi. 5 yılda 405 milyonu yerli filmlerden, 507 milyon yabancı filmlerden olmak üzere toplam 911 milyon 623 bin lira gişe hasılatı yapıldı.

Kültür Bakanlığı, 34 filme destek sağladı

Sinema sektöründe üretimi teşvik ederek, genç yeteneklerin ortaya çıkarılması amacıyla sektöre yapım öncesi, yapım aşması ile filmlerin izleyici ile buluşması, tanıtım ve gösterimine yönelik çeşitli başlıklar altında geri ödemeli ve ödemesiz olmak üzere parasal destek vermekte olan Kültür ve Turizm Bakanlığı, 34 filme 7.3 milyon lira destek sağladı. Sinema Destekleme Kurulu’nca 29 uzun metrajlı filme yapım, 5 adet uzun metrajlı filme ise yapım sonrası destek verildi. Ayrıca toplam 116 projeye 2.4 milyon lira destek sağlandı.

Yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirilen film festivalleri, sinema günleri, kültürel ve sanatsal 123 proje de Kültür ve Turizm Bakanlığı desteklerinden faydalandı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenen yurt içi ve yurtdışında ödül almaya kazanan filmler arasında Üç Maymun, İki Dil Bir Bavul, Bornova Bornova, Deli Deli Olma, Sonbahar, Pandora’nın Kutusu, Uzak İhtimal bulunuyor.

(16 Kasım 2009)

Canan Sakarya

Sinemamızın “Yönetmen” Doktorları

Önce terminoloji… Üniversitelerde lisans eğitiminden sonra, akademik kadro içinde veya dışında yapılan çalışmalar sonucunda alınan bir ünvandır; “doktor-luk”. Doktor ünvanı almak isteyen, diğer bir deyişle, doktora yapmak isteyen kişi, seçtiği dalda yapacağı çalışma ile bu ünvanı alır. Ve bu ünvanın başında seçtiği branşı da kullanabilir. (Tıp doktoru, ziraat doktoıru, edebiyat doktoru, hukuk doktoru, sinema doktoru gibi…) “doktora” yapılan bu çalışmanın, işin adıdır.

Sinema bir eğitim alanı olarak, uzun süre akademik ortamın dışında kalmıştır, genç yaşında sinemaya merak saran ve bu konuda eğitim almak isteyen Metin Erksan, o yıllarda sinema okulu olmadığı için, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü eğitimini seçmek durumunda kalmıştır. (Konservatuarlardaki tiyatro eğitimini ileri sürecek olursanız, aynı şey olmadığını ve sinemanın hiçbir zaman tiyatronun alternatifi olmadığını söylerim.)

Zaman içinde üniversitelerde sinema okulları açılmasına gelindi ve sinemamızın ilk akademik ünvanlı kişisi Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran oldu. Onaran, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu bir kişi olarak bir süre kaymakamlık yaptıktan sonra Emniyet teşkilâtı içinde görev aldı ve Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetleme Kurulu’nda (yaygın adı ile “sansür kurulu”nda) çalıştı. Bu sırada fark dersleri vererek aynı üniversitenin Hukuk Fakültesi’ni de bitirdi ve burada doktora yaptı, tezi “Sinematoğrafik Hürriyet” idi. Bu Hukuk Fakültesi’nde savunulup kabûl görmüş ve sahibine “hukuk doktoru” ünvanı kazandıran bir tezdir. (Bu konuda ikinci bir tez, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “Mukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema Filmlerinin Sansürü” ismi ile Özkan Tikveş tarafından savunulmuş ve kendisine “hukuk doktoru” ünvanı kazandırmıştır.)

Onaran, sonradan kuruluşunda yer aldığı Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema Bölümü’nde, Lütfü Ömer Akad’ın Sineması kitabı ile doçent, Muhsin Ertuğrul’un Sineması kitabı ile de profesörlük payesi alır ve sinemamızın ilk akademik kariyer sahibi hocası olur. Onaran sinema konusunda birçok kitap daha yazacaktır, fakat yönetmenlik yapmamıştır. Bu okul sonradan bir çok sinema akademisyeni yetiştirmiştir. Bunlar içinde akademik ünvan sahibi Ragıp Taranç Bir Düğün Masalı (1993) isimli bir filmi öğrencisi Faik Kartelli ile çekerek yönetmenlikte yaptı. Yine bu okuldan Oğuz Makal, henüz gösterime çıkmamış Kumdan Kale (2007) filmini çekti. Sinemamızın akademik ünvan sahibi bir diğer yönetmeni ise, oyuncu, senaryo yazarı, yazar, Yavuzer Çetinkaya’dır. (1948-1993) Psikoloji eğitiminden ve sinema üzerine yüksek lisans yaptıktan sonra Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde “günlük yaşamı sinema ile betimlemek” üzerine olan tezini savunarak, sinematoğrafi doktoru ünvanını aldı (1983) ve ülkemizdeki sinema çalışmaları arasında 1987’de Deniz Kızı isimli filmini yönetti.

Zaman ilerledi, birçok sinema okulu açıldı, süreç içinde bunlar kendi akademisyenlerini yetiştirmeye başladılar. Bunlar içinde -benim izleyebildiğim kadarı ile- film yöneten başka akademisyen olmadı. Bu arada, devlet tarafından çeşitli dallarda faaliyet gösteren birtakım kişilere düzenlenen yasalarla, akademik ünvanlar verildi. Klüp Sinema 7’yi kurup geliştirerek Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü haline getiren Sami Şekeroğlu’na da Profesör ünvanı verildi.

13.11.2009 günü, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından “sanata yaptığı katkılardan dolayı” tiyatro-sinema oyuncusu, yazar, yönetmen, senaryo yazarı Fikret Hakan’a “onursal doktor” ünvanı verildi. (Kendisini kutlarız.) Böylece Hakan, sinemamızın onursal doktor ünvanı alan ilk kişisi oluyor. (Yoksa, yıllar önce, ilerlemiş yaşında, sanata -özellikle tiyatro’ya, sinema çalışmaları dikkate alındı mı bilemem!- Muhsin Ertuğrul’a verilen fahri doktor ünvanı verilmesinden sonra ikinci mi oluyor?)

Not: Sinemamızın bir de ‘tıp doktoru’ olan yönetmenleri var: Cüneyt Arkın ve Mustafa Altıoklar, ‘diş doktoru’ yönetmenleri: Arşevir Alyanak, Tunç Okan ve Ahmet Yüzüak, ‘pedagog doktor’u ise Nuran Şener.

(15 Kasım 2009)

Orhan Ünser

Sinemalarda Kıyamet Kopacak

Bütün dünyada merakla beklenen ve internet ortamında dolaşan videoları bile on milyonlarca insan tarafından izlenen ve Maya takvimindeki 22-12-12 teorisini konu alan ‘2012’ filmi bu güne kadar dünyanın sonu ile ilgili yapılan tüm filmleri tahtından etmeye hazırlanıyor. Bu konuda tam bir baş yapıt olacağına kesin gözüyle bakılan filmin bu alanda tüm zamanların en iyi filmi olacağı tartışılıyor.

Aylar öncesinden internette yayınlanan filmin fragmanı izlenme rekorları kırdı. 2012’yi işleyen kitaplarla birlikte bu tarihte ne olacağıyla ilgili büyük bir tartışmanın doğmasına neden olan film, harikulâde görsel şöleniyle izleyiciyi adeta koltuğa çiviliyor.

Mayaların hazırladığı takvimde 2 bin 500 yıl önce öne sürülen kehanete göre 22 Aralık 2012 zamanların sonu olarak tanımlanıyor. Bilim insanlarının bu günün olağanüstü teknolojisini bile hayretler içinde bırakan güneş sistemindeki hizalanmayı hesaplayan Mayalara göre bu tarih insanlığın yok olduğu tarih.

Yönetmenliğini büyük bütçeli felâket filmlerinin başarılı yönetmeni Roland Emmerich’in yaptığı “2012” isimli film, eski bir uygarlık olan Mayaların takvimine göre dünyanın sonunun geleceği teorisi üzerine kurulu. ‘2012’ Maya medeniyetinin kehanetinin gerçekleşmesini ve insanların hayatta kalma mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Başrolde John Cusack’ın olduğu filmin kadrosunda Thandie Newton, Woody Harrelson, Amanda Peet, Danny Glover, Oliver Platt ve Chiwetel Ejiofor ilk göze çarpan isimler.

Küresel ısınmanın boyutlarının artık önü alınmaz bir noktaya geldiği tartışmalarının bilimsel çevreleri kara kara düşündürdüğü boyutuyla ele alındığında dünyanın sonunun bu yolla geleceği, ya da 4 büyük dindeki kıyammet inanışının öngördüğü gibi ele alındığında yine dünyanın sonunun geldiği belirtilerinin artık gün yüzüne çıktığı bir ortamda gösterime giren film, kullandğı teknikler, NASA gibi kuruluşların yıllardır gizli kapaklı işlerinin yarattığı merak ve süper güç olan ülkelerin politikalarına bakıldığında izleyiyici kara kara düşündürtüyor.

Neresinden bakılırsa bakılsın yer küre için artık tehlike çanlarının çalıyor olması filmi son derece gerçekçi kılıyor. Bilgisayar ortamında hazırlanan muhteşem görsel yanıyla izleyiciyi büyüleyen film, gerçek çekimlerindeki zahmetle de dikkat çekiyor.

Binlerce metre yüksekliğindeki dalgaların kentleri yuttuğu ve harekete geçen fay hatlarının yarattığı tsunami etkisiyle kutup noktalarının yer değiştirmesi ve büyük kara parçalarının su altında kalmasını engelleyemeyecek olmanın telâşıyla yüzleşen G8 zirvesinin Çin’de bir dağın içinde inşa ettiği devasa gemilere binebilenlerin kurtulacağı felâket, çeşitli ulusların insan ilişkilerini ve son nefesteki insan çaresizliğini de filmde görmek mümkün.

Konunun ciddiyetine bakıldığında böylesine devasa bütçeli bir filmin yaratacağı etki de elbette merak konusu. Özellikle Holywood filmlerinin yıllar sonra gerçeğin ta kendisini anlattığının ortaya çıkması, izleyicide söz konusu gemilerin gerçek olup olmadığı sorgulamasına da neden oluyor.

Süper güçlü ülkelerin politik çıkarları ve işin içinden çıkan hesaplamaları eşliğinde son derece başarılı bir bilim kurgu filmi olmasına karşın insan ilişkilerinin derinlemesne ele alındığı filmde meta kavramı da yeniden elekten geçiriliyor. Zira milyon dolarlık serveti olanların gemiye binmek için ödediği paralar ve sıradan insanların telâşı kapitalizmin çıkar çelişkisini gözler önüne seriyor.

Filmde en dikkat çeken diyaloglardan biri de siyahi bir müzisyenin performans partneri olan beyaz için, “ben olmadan o tek başına ritim tutturamaz” cümlesi oluyor. Söz konusu felâketin uzun bir süre kamuoyunda gizlendiği ancak son anda ABD başkanının yaptığı duygusal konuşma ve diğer G8 liderleri gemiye binmesine rağmen ABD başkanının halkın içine karışıp ölmeyi tercih etmesi de ilginç bir anektod. Yine filmde ABD başkanının siyahi birinin canlandırıyor olması da dikkate değer.

Oyuncu performanslarının göz doldurduğu ve senaryodaki alt metinlerin son derece tutarlı ve sağlam bir yöneliş izlediği filmde fragmanların uygulanmasında ise bildik Holywood hatalarına düşülmekten geri kalınmamış. Öyle ki filmin kahramanı arkasındaki dev ateş topları, hızla ilerleyen fay kırıkları ve dev dalgalardan her seferinde kıl payı kurtulmakta. Adım adım kendisini izleyen felâketi atlatan kahraman, gemiye de yine benzer tesadüfi kahramanlıklarla biner.

Aynı zamanda batı toplumlarının aile kurgusuna da göndermelerde bulunan film, kentlerin yok oluşu, dalgaların uygulanması ve diğer tüm efektif sahnelerdeki sanatsal estetik açısından da oldukça başarılı. Türkiye’de de gösterime giren film bu üstün başarısıyla hem sinema salonlarında ve hem de gerçek hayatta adeta kıyammet koparacak gibi görünüyor.

Filmin Künyesi

Yapım: 2009 ABD, Kanada
Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu, Dram, Gerilim
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Roland Emmerich, Harald Kloser
Yapımcı: Roland Emmerich, Harald Kloser, Mark Gordon
Görüntü Yönetmeni: Dean Semler
Müzik: Harald Kloser
Dağıtım: Warner Bros
Süre: 2 saat 17 dakika

Maya Kehanetine İlişkin Birkaç Not

Mayalar, günümüz bilimcilerine şaşırtıcı gelecek bir şekilde Güneş’in, Samanyolu Galaksisi’nin merkezi ile uzun dönemlerde hizalandığını ve bunun sonucunda yeni bir çağın başladığını söylüyorlardı. Daha da ilginci, modern bilim tarafından yalnızca yakın bir zamanda keşfedilen presesyonu hesaplamışlardı. Mayalar, presesyonun, tam olarak 26000 yılda bir, büyük döngüsünü tamamladığını söylüyorlardı. Günümüz astrofizikçileri, yakın bir zamanda galaksimizin merkezinde bulunan karadeliğin dünyaya olan uzaklığını 26.000 ışık yılı olarak hesapladılar. Bu hesap, Mayaların M. Ö. 24.000 yılında başlayan içinde bulunduğumuz çağın, tam olarak M. S. 2012 yılında (Aralık ayı) biteceği yolundaki hesaplamalarına şaşırtıcı bir şekilde benzemektedir. Yaklaşık 26.000 yıl önce galaksimizin merkezinden yola çıkan ışık/enerji çok yakın bir zamanda dünyamıza ulaşacaktır ve Mayalar bu tarihin tüm insanlık ve dünya için büyük bir değişimin yaşanacağı çağ olacağını söylemektedirler.

Maya Kehanetleri’ne göre 22 Aralık 2012 tarihi dünya için çok önemli. Çünkü bu dönemde içinde yaşadığımız çağ sona ererek yeni bir çağ başlayacak. Büyük bir tufanla gelecek olan bu yeniçağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler sayesinde şimdiden gözlemleyebiliyoruz. “Beşinci kutupsal kayma” olarak adlandırılıyor bu değişim. Kutupların manyetik alanının değişmesiyle meydana geleceğini söyleniyor.

Büyük tufanla gelecek olan yeniçağın ipuçlarını ise bilim adamlarına göre iklimsel değişimler. Mayalar 2012 için ‘zamanların sonu’ diyor. Fakat bu dünyanın top yekûn yok oluşu değil, bir fiziksel değişim. Daha önce yaşanan sanki tufan gibi düşünebiliriz. Bu fiziksel değişimlerle birlikte ruhsal değişimler de birbirleriyle orantılı devam ediyor. Her bir büyük fiziksel değişimlerle birlikte insanlık ruhsal değişimde yaşıyor. Şu ana kadar insanlar aşağıya inişi yaşadı. Bu yüzden 2012’yi Mayalar insanlığın yeniden yukarı çıkışın yaşanacağı bir çağ olarak tanımlıyor. Şimdiden bu bilinçlenmeyi gözlemleyebiliyoruz.

Verilen bu tarihlemede iki yıllık bir hata payı bulunabileceği de gözardı edilmemelidir. Bunun sebebi Maya Takvimi’nin bizim kullandığımız Gregoryen Takvimi’ne çevrilişinde M. Ö. 1’den M. S. 1’e geçilmiş olmasıdır. Aradaki 0 atlanmıştır. Astrofizikçi Cotterel’in de belirttiği gibi şu anda bilimsel olarak ispat edilen dünyanın dört kez kutup değişimi geçirdiğidir. Günümüz insanları bunu yeni keşfetse de, Mayalar bunun farkındaydılar. Maya anlayışına göre, 6. Dünya 2012 yılında başlayacaktır.

(14 Kasım 2009)

İsmail Yıldız

[email protected]

20 Kasım 2009 Haftası

“7 Kocalı Hürmüz”, bir Türk vodvili. Yani hafif bir eser. Bu film, masal gibi tasarlanıp uygulanmış; yazık ki, içinden çıkılamamış bir sakillik örneği olmuş. Masal büyüsü içine girmemizi engelleyen unsurların başında, yuvarlatılmış dış hatların gözümüzün içine sokulması ama bu hoş deformasyonun ayrıntılara uygulanan bir stile dönüşememiş olması geliyor. Sonra, kostümler ‘ucuzcu’, ‘cırtlak’ ve tutucu… Şaşırtıcı şekilde -neredeyse- ‘kabak bir aydınlatma’ (Türk dizileri aydınlatması) mevcut… Ve eserin bütününe, klâs olmaktan çok uzak bir yaklaşım söz konusu!

Âşık olacağı erkeği arayan / bekleyen cazibeli Hürmüz’ün gizli hüznü yok edilip, durum komiklikleri içinde koşturan şımarık kadın öne çıkarılmış, yani iyice yüzeyselleştirilmiş. Seyircinin gülmesini sağlayan ise ‘belden aşağı espriler’ sadece.

Keşke plâstik olmaya çalışıp tuhaf bir temsile dönüşen yapımı, Şehir Tiyatroları sahnelerinde uygulamaya geçirseydi aynı ekip. Hiç olmazsa oyuncular ete kemiğe bürünür, ‘özellikle abartı yükledikleri’ oyunculukları kaba durmaz, sahnede bir anlam kazanırdı. Bir de “gökten herif yağacak” (yani “it’s raining man”) çok eğreti olmuş, bilesiniz.

“Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay”da taptaze aşk üçgeni kalbinizi burkacak: Güzel kız ölümlü olmaktan ölümsüzlüğe adım atmak isterken, 109 yaşını süren ‘genç vampir’ ise biricik sevgilisini korumak uğruna aşkını kalbine gömerek terk edecek onu ve yerli çocuk sahneye çıkarak hem kızı teselli görevini üstlenecek, hem de ‘ateş gibi yanarak’ -zaman zaman- kurt adama dönüşecek. ‘Soğuk’ ve ‘sıcak’ iki erkek oyuncu ile direkt genç kızları hedefleyen hikâye, ulu ormanı da kapsayan muhteşem doğanın içinde, iki kez Oscar adayı olmuş besteci Alexandre Desplat’ın Londra Senfoni Orkestrası tarafından yorumlanan müziklerinin rehberliğinde ilerlemekte… Ve garanti veririm ki, hedef kitlesini genişleterek izleyen herkesi ele geçirmekte.

“Köfte Yağmuru”nda, GDO tartışmasının hararetle yapıldığı şu günlerde, sardalye balığından başka bir ekonomik geliri olmayan ve şimdi artık o da biten küçük kasabasını canlandırmak için, suyu her tür yiyeceğe dönüştüren bir makine icat ederek ‘haddini çok aşan’ sevimli mucidin öyküsünün anlatılması, anlamlı geldi bize… Belki tahmin ettiniz, yine zor bir işe soyunulmuş ve bilgisayar canlandırmasında bir adım daha atılarak, bulutların arasında konumlanan makinenin kasabaya yağdırdığı türlü yiyeceklerin anatomileri, tadını -neredeyse- damağınızda hissedebileceğiniz bir canlılıkta yaratılmış. Bu açıdan çok enteresan bir 3D deneyimi.

“Kurtlar Vadisi: Gladio”, vatanını çok seven, ‘çılgın’ ve ruhsal anlamda soru işaretleriyle yüklü tiplerin, devletin derinliklerindeki birileri tarafından kullanılması ekseninde, yakın tarihin olaylarını -Ergenekon yapılanması denilen süreci de ihmal etmeden- ‘çıfıt çarşısı’ gibi bir senaryo / film ile gündeme getiriyor. Televizyon dizisinin bir bölümü gibi biçime sahip ve bilinenlerin dışında yeni bir teorisi yok! Yabancı bir seyirci izlese doğru dürüst bir şey anlayamaz. Oysa politik sinemanın iyi örnekleri sayesinde, örneğin yakın ABD tarihini -neredeyse- sinemadan öğrendik bizler. Ne olur biraz daha zeki filmler için uğraşılsın.

“Yeni Yıl Şarkısı”, bir edebiyat eserinin, özü kavranıp muhafaza edilerek bir sinema yapıtına, kitap sayfalarındaki sözcüklerin de görsel dokuya nasıl dönüştürüleceğine dair çok önemli bir örnek; oyuncuların 360 derece içinde, bilgisayarlı kameralarla performanslarını yakalama tekniğine dayalı bir animasyon. Kendisi de küçük yaşlarda sefaletle tanışıp çalışmaya başladığı için, yoksulluğu – yoksunluğu ‘içeriden’ anlatan ve Victoria döneminin toplumsal sorunlarını en iyi betimleyen ‘büyük Charles Dickens’ın eseri, ölümün kimseyi affetmediği bu dünyada ‘iyi insan’ olmak üzerine. Jim Carrey’nin 7 rol birden üstlendiği film, yüksek düzeyde sinema yapıtı izlemek isteyen herkes için ideal.

(22 Kasım 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Kıskanmak

Örik’ten, Nahit Sırrı Örik’ten başlamak istiyorum. İlk kez bir Honore de Balzac çevirisi okumuştum Örik’ten: Vadide Zambak. Bu romanın -Fransa’da- filmi yapılmıştır, bilmiyorum ama Örik’ten daha sonra okuduğum ilk telif eserin -bizde- filmi yapıldı. Sultan Hamid Düşerken / Abdülhamid Düşerken (Ziya Öztan). İlk isim romanın ilk yayınlandığı zamanki adı, sonradan -her ne hikmetse- adı ikincideki biçimi aldı ve filmi de bu isimle çekildi. Bu arada Örik’te yolculuğum devam etti, roman ve öykü olarak ulaşabildiğim eserlerini okudum, bu arada Kıskanmak’ı da okudum.

Demirkubuz ile, Zeki Demirkubuz ile devam ediyorum. İlk filmi -epeyce sözü edilmişti- C Blok’un içine giremedim -ki bu filmi hem anlamadım, hem sevmedim; bir rastlantı sonucu kendisi ile tanışmak olanağım oldu, sadece tanıştık. Sonra -hâlâ unutulmayan- Masumiyet geldi. Filmin adının başına tire içinde yazdığımdan sonra, bu filmden daha nasıl sözedebilirim ki? Ama söz etmeden de geçemeyeceğim, filmi seyredince, -o unutulmaz- Halûk Bilginer’in Güven Kıraç’a yaptığı monoloğ’un başlı başına bir film konusu olduğunu düşündüm. Demirkubuz, -sinemamızda başka örneği var mı?- bu düşüncemi bende bırakmadı ve -bir filmlik flash back- olarak Kader’i yaptı. (Yoksa “kader”in başlangıcı mı?) Araya giren diğer filmlerini saymıyorum ama hepsini izledim, nasıl Örik -roman ve hikâye olarak- ne yazdı ise, okumaya çalıştımsa, Demirkubuz’da ne çekti ise izlemeye çalıştım.

Kıskanmak’ın sinemaya uyarlanacağını, hele Demirkubuz tarafından yapılacağını öğrenmek, beni heyecanlandırdı ve beklemeye başladım. Filmin vizyon tarihi belli olduktan sonra, romanı yeniden okudum, Demirkubuz’un Kıskanmak’ına hazırlanmak için.

Önce, Demirkubuz’a yapılan bir eleştiriye cevap vermek istiyorum. Film Cumhuriyet’in onuncu yılına ulaştığı bir zamanda geçiyor. Bu gün için, geçmiş bir tarih ve buna sadık kalınarak yapılacak bir film, ister istemez dönem filmi olacaktı. Filmin günümüze -adapte(!)- edilme önerisinde bulunanlar oldu. Yaprak Dökümü’nün ve Aşk-ı Memnu’nun (televizyonda da olsa) halleri ortada. Demirkubuz, romanın zamanına bağlı kalmış, çok da iyi yapmış. İlk defa, kendi özgün senaryolarının dışında kalan bir uyarlama yapmış. Yapmamalı mı idi, -her özgün yönetmen “o noktaya” gelebilir, bir Dostoyevski’ci olan Demirkubuz’un geldiği o noktada ilk önce Örik’e el alması da hiç beklenmedik bir şey değil.

Romanların sinemaya uyarlanmaları, o romanı filme çekmek değil, sinemada yeniden “yazmak”, yeniden kurmaktır. Romana sadık kalınabilir, bu romancının adınında filme katılmasını haklı kılar ama romandan hareketle (esinlenmekle) “önemli değişiklikler” -eklemeler, çıkarmalar- yapılırsa, yine yazarın adı kullanılacaktır fakat bu kez roman, yeni bir forma girmiştir, yeni bir filme kaynaklık etmiştir.

Kıskanmak (Demirkubuz) sinemanın gerekli kıldığı değişiklikleri yapan, romana sadık bir film. Seniha, ağabeyi ve yengesi yanında, kaderine razı, içine kapanık, evi idare eden, yaşamında zikzaklar olamayan biri gibi tanıtılır başlangıçta. Gün gelirde -ne oldum delisi- Nüzhet, Mükerrem’in yaşamına girene dek. Gözünün önünde oynanan oyunun farkına varınca, ağabeyine yönelik çocukluğundan kalma “kıskanmaları da” gün ışığına çıkar; -bunun filmde pek üzerinde durulmaz, belki romanda olmayan “fotoğraflara bakma” sahnesi dışında… Genç, güzel, dişi Mükerrem’in “eşine” ihaneti, ağabeyi Halit’i de hedefe koyan, ikisine yönelik bir sürecin başlamasına neden olur. Plânlı programlı intikam, “soğuk yenilmek zorunda kalınan bir yemeğe” benzetilir, Seniha’nın kıskançlığı da, bu kabil bir yemek yeme sürecidir. Üç kişilik aile dağılacak, Seniha yıllar sonra tek başına, bu kez ölümünün ağabeyinden önce olmamasını dileyecektir.

“30’lu yıllarda” diye tarih belirterek başlayan filmdeki, konuşmaların şekli eleştiri konusu oldu. Nasıl konuşmaları gerekirdi? Zaten ağırlıklı olarak bugünki dil ile konuşuluyordu, araya serpiştirilmiş bazı konuşmalarda da o günlerin (30’lu yıllar) kelimelerinin kullanılmasına takınılmasını anlamak mümkün değil. Ayrıca kulağıma çarpan o eski kelimelerin yanlış kullanımları bile var -“kabil” olması gereken kelime bir yerde “kâbil” olarak kullanıldı…- (Bir tane daha var -dı?) Bunun bilerek mi yapıldığını düşünmedim değil…

İlerlemiş yaşına rağmen evlenememiş Seniha, Mükerrem’in Nüzhet ile ilişkisini sezinledikten sonra, Mükerrem’in kendine açılmak istemesi üzerine konuşmaları sırasında, yıllar önce, hiçde beğenmediği bir adamla girdiği ilişkide “bakireliğini yitirdiğini” anlatır. Oysa -filmde olmayan- bir olay daha vardır, filmde ilk olduğunu söylediği ilişki ikinci bir ilişkidir. İlk ilişkisi, ağabeyi Halit’in yurt dışında tahsilde olduğu sırada, komşularından biri Seniha’ya talip olur, “erkek” çocuğun tahsilde olması nedeni ile, “çirkin” kız için yapılacak masraf göze alınmaz ve “gelen teklif” geri çevrilir ama Seniha talibi ile mektuplaşma fırsatı bulur ve bir gece bahçedeki kameriyede buluşurlar, Seniha bakireliğini burada yitirir. Bu komşu Cemil Şevket’tir. Cemil Şevket, Selim İleri’nin “Cemil Şevket Bey, aynalı dolaba iki el revolver” isimli romanının kahramandır ve -roman bir biyografi olmamakla beraber- Nahit Sırrı Örik’ten başkası değildir. Böylece Kıskanmak bir roman uyarlaması olmaktan başka ilginçlikler de içermektedir, içiçe geçmiş ilişkilerde.

Final… (filmde) açılışta bir Cumhuriyet balosunda Zonguldak taşrasının ileri gelen ailelerinin hanımları ilginç bir diyalog içindedir. Konu, baloya henüz teşrif etmemiş olan, sonradan görme ailenin herkesi -özelliklede kadınları- kendine meftun eden ve onlarla bir süre “bıkana kadar” gönül eylendiren yaşı yirmilere ulaşmış hâlâ lisede okuyan oğulları Nüzhet’tir ve Mükerrem şehre geleli bir ayı geçmesine rağmen Nüzhet’i görmediği gibi hakkında da bir şey duymamıştır, o gece tanışacak ve ilk danslarını yapacaklardır. Kapanışda ise, (romanda) Zonguldak’tan aldığı yolcularla Trabzon’a giden gemi güvertesinde Seniha, Samsun’a gitmekte olan bir kısım pavyon kadınının konuşmalarına tanık olur, konuşulan Ayten isimli birisidir. Bir süre sonra Ayten de ortaya çıkar -Ayten artık saçları sarı olan- Mükerrem’den başkası değildir, o da Samsun yolcusudur. Ve Mükerrem / Ayten, Seniha ile konuşmalarını yaparlar. Demirkubuz ikiliye benzer bir konuşmayı -ikili arasında- yıllar önce, kopmaları sırasında yaptırır. Filmde ise bu konuşma, gemi güvertesinde değil salonundadır ve beraber çalıştıkları pavyon işleten bir kişiden söz ederler, Ayten olayı hiç yoktur. Film, -Dostoyevski’ye de ilginç gelebilecek bir son ile- gemi kamarasında ekmek arasını yemeğini yiyen Seniha’nın aklından geçenlerle bitiyor: “Önümüzdeki yıllarda, ağabeyimin ölümünden sonra olmak üzere gittiğim kasabada ölmek isterim.”

Nüzhet… Romanlarda, tasvir edilen tipler / kişiler (kahraman) vardır, çoğunlukla da kadınlardan… Okurken -herkes gözünde farklı canlandırır ama- detaylı ve inadına kusursuz / güzel olarak verilirler. Kıskanmak’ta (Örik) bu, bu kez erkek (Nüzhet) olarak çiziliyor. Roman sinemaya uygulanırken “en zoru budur” sanıyorum, o tipi bulmak, oynamaktan önce bulmak, Kıskanmak’taki (Demirkubuz), Nüzhet; Kıskanmak’taki (Örik) Nüzhet değil… İki de (!?) roman var filmde, Seniha, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza’sını okuyor. Seniha’nın Polathane’deki evinde raflardaki kitaplar arasında “şahaser romanlar” serisinden çıkan Tolstoy’un Harp ve Sulh’u vardı (diğer romanların yanında). Film 1930’larda (başlayıp) geçtiğine ve arada Halit’in yedi buçuk yıl hapis yattığını hesapa katarsak 40’lı yılların sonunda, -50’li yılların sonunda yayınlanmış bulunan- Harp ve Sulh (şahaser romanlar) romanı biraz erken elde edilmiş bir kitap oluyor… (Bu detay “eleştiri” değil!) Demirkubuz, romanı uyarlarken, tarihine bağlı kalmış, doğru yapmış.

Kıskanmak tabii ki romanı ile karşılaştırılacak ama, o bir sinema ürünü ve finalin giderek etkisini artırışı, ilk gördüğümde şaşırdığım, giderek beğendiğim, kabûl ettiğim görüntüsü… bitirmenin, başlıbaşına bir “iş” olduğuna bir örnek.

(12 Kasım 2009)

Orhan Ünser

Belgeselciler Ayrımcılığa Karşı “Bir Şey Yapmalı” Diyor

Yıllardır kurmaca film ve belgesel film arasındaki ayrım tartışılır. Seyirci belgeselleri sevmez, yapımcılar belgesellere para yatırmak istemez vs… Kısacası belgesel hep “öteki” muamelesi görür… Belgeseller sıkıcı ve didaktik bulunur. Çok da örneği vardır açıkçası… Ama kurmaca filmin kötüleri yok mu? Hem de dillere destan kötüleri var…

Ayrıca son yıllarda belgesel film, klâsik görünümünden çok uzaklaştı. James Marsh imzalı Teldeki Adam (Man On Wire) ve Franny Armstrong imzalı Aptallık Çağı (The Age Of Stupid), belgesellerin de ne kadar dinamik olabileceğini gösterdi.

Ülkemizden örnek vermek gerekirse Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’sı ve yılın en şahane filmlerinden Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan yönetimli İki Dil Bir Bavul, belgeseldeki tabuları yıkma yolunda önemli adımlardı…

Geçtiğimiz günlerde İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy ile yaptığımız söyleşide kurmaca – belgesel kutuplaşmasını da konuşmuştuk. Eskiköy’e filmin başarısını sorduğumda, “Eğer filmimiz belgesel olarak görülseydi, fark edilmeyecekti” demişti… Sadece bu cümlede bile belgeseller üzerindeki ön yargıyı açıkça görmek münkün…

Son olarak 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde belgesellerin gösterimi sırasında yaşanan bir takım sorunlar, belgesel yapımlara yaklaşım noktasında gün yüzüne çıkan somut durum, belgesel emekçilerinin rahatsızlığını son noktaya getirdi. Sinema dünyası ve festivallerdeki bu ayrımcı durumun düzeltilmesini isteyen belgeselciler, ilk olarak yine Altın Portakal çerçevesinde Porto Bello Otel’de bir toplantı düzenlemiş ve durumu tartışmıştı.

Nihayetinde ülkemizdeki belgesel emekçileri bir şey yapmalı, bu iş bir dur demeli dediler ve kolları sıvadılar… Siz de www.belgeselfilm.org sitesini tıklayarak imza verebilir, kampanyaya destek olabilirsiniz… Daha sonraki adım ise basın açıklaması ve bir takım etkinlikler olacak.

Her Yerde Etkinlik

Büyük emek ve bütçelerle hazırlanmasına rağmen Türkiye’de belgesel yapımlara gereken ilginin gösterilmemesi ve özellikle festivallerde de sinema filmleri karşısında adeta üvey kardeş muamelesine tabi tutulan belgeseller, benzer nedenlerle seyirciye de yeterince ulaşamıyor. Aralarında Çayan Demirel, Metin Kaya, Metin Avdaç, Rodi Yüzbaşı gibi isimlerin de bulunduğu çok sayıda belgesel sanatçısı Antalya’da düzenledikleri toplantıda bu sorunları detaylıca tartışmıştı. İlgili kurum ve kimselerin dikkatini çekmek üzere şimdi de bir imza kampanyası başlatan belgeselcilerin amacı belgesel yapıma hakkettiği değerin verilmesi.

Her yerde aynı ayrımcı tutumla karşılaştıklarını ve yapımlarına gereken saygının gösterilmediğini, festivallerde bile sürekli aynı ayrımcı tutumla karşılaştıklarını ifade eden, kampanya sözcülerinden Metin Avdaç, bu doğrultuda imza kampanyasının ardından bir basın açıklaması düzenleyerek, konuya dikkat çekeceklerini ve bir takım etkinlikler düzenleyeceklerini söyledi.

Belgesellerini büyük bir emek ve çabayla hazırladıklarını ancak bunun karşılığını almadıklarını kaydeden Avdaç, festivallerin bu ayrımcı tutumunun ise artık kabûl edilemeyecek boyuta geldiğini, kamuoyunda belgesel dünyasına farkındalığı yaratmaya çalıştıklarını söyledi.

www.belgeselfilm.org isimli web sitesi üzerinden yürütülen kampanyayı şimdiden onlarca belgesel gönüllüsü imzaladı. Hazırlanan kampanya metninde şu ifadelere yer veriliyor:

Kampanya Metni:

“Bizler açık bir bilinçle yaşadığımız toprakları yeniden tanımak, onları algı perdemizde duygularımızla, düşüncelerimizle harmanlayıp yaşanılır bir toplum gayesine hizmet etmek için belgesel film üretiyoruz.

Ülkemiz koşullarında gösterim salonuna ulaşan bir belgesel filmin ardında ciddi bir emek süreci vardır ve bu büyük orada tek başına yürütülen bir çabadır. Maalesef ülkemizde belgesel sinemanın gücü henüz tam olarak algılanabilmiş değildir. Bu doğrultuda bilinmelidir ki zor koşullarda gösterime hazırlanmış bir çalışmanın hak ettiği değeri görmemesi bu emeğe saygısızlık olacağı gibi belgesel sinemanın ötelenmesi anlamına da gelir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız yaklaşımlardan hareketle belgesel sinema emekçileri olarak yıllardır festivallerde tekrarlanan eksiklerin, üretimlerin paylaşımında yaratığı tahribat hakkında farkındalık yaratmak için hazırladık bu metni.

Filmlerimizin ülkemizde yapılan festivallerde gösterimi ile ilgili çeşitli sorunlar yaşamaktayız. Bu sorunların çözümü için önerilerimizi aşağıda sıralıyoruz Bu ülkenin düşünen insanları ve sinema emekçileri olarak bu konuda hassasiyet göstereceğinize inanıyoruz.’’

Belgeselcilerin metinde yer alan önerileri ise şu şekilde:

* Ön jüri bildiğiniz gibi çok sayıda film arasından bir seçki yapmak ile yükümlüdür. Bu yüzden izleyici ile buluşacak filmlerin belirlenmesinde oldukça önemli bir aşama olduğunu inanıyoruz. Bu doğrultuda ön jürinin bu farkındalığa sahip, mesleği yeterliliği olan, festivalin amacını kavramış kişilerden oluşması gerekmektedir.

* Festivallere yolladığımız filmlerimizin akıbeti hakkında sağlıklı bilgi akışı olmalıdır.

* Festival süresince gösterimlere katılım sağlanması için hassasiyet gösterilmesi oldukça önemlidir.

* Filmlerin tanıtımı için kısa videolar hazırlanması, TV programlarında ve basın açıklamalarında belgesel sinemanın da yer alması, afişleme ve benzeri çalışmalarda belgesel filmlerin tanıtımı içinde hassasiyet gösterilmesi önemlidir.

* Gösterimden önce filmlerin afişlerinin asılması ve hangi salonda gösterim yapılacaksa katılımcıların rahatlıkla fark edebileceği bir şekilde ilân edilmesi önemlidir.

* Gösterimler filmin kalitesini düşürmeyecek şartlarda düzenlenmelidir. (DVD.den gösterim, kalitesiz projektör kullanımı gösterim kalitesini zayıflatır)

* Teknisyenlerin kullandıkları programlar ve aletler hakkında yeterince bilgi sahibi olması ve mutlaka gösterimden önce testler yapmış olması gerekmektedir. Gösterim sırasında yaşanan aksilikler festivalin kalitesini de gölgede bırakır.

* Filmlerin altyazılarında senkrona dikkat edilmelidir.

* Kataloglarda, belgesel filmin adı, ekibi, gösterim saati, kısacası bir izleyicinin asgari düzeyde bilmesi gereken bilgilerin yer alması gerekmektedir.

* Festivallerde belgesel filmlerin bölümleri ve temasına göre yarışma düzenlenmelidir.

* Yarışma bölümüne seçilen filmlerin: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Müzik ve En İyi Görüntü Yönetmenleri dalında ödül verilmelidir.

* Festival komitesi bu konudaki hassasiyetlerini bütün festival emekçilerine iletmelidir.

* İzleyici ile iletişim kurabildiğimiz yegâne mekânlardır festival salonları. Ancak tanıtım aksaklıkları, izleyicinin belgesele olan eksik yaklaşımı festivallerde izleyici sayısını iyice düşürmektedir. Çoğunlukla filmlerimizi biz bize izledik. Bizim için gösterimler kadar festivallerin belgesel sinemanın konuşulduğu, tartışıldığı bir zemin olması da önemlidir. Bu yüzden film ekiplerinden yönetmen dışında en az iki kişinin daha katılım sağlaması için gerekli koşulların oluşturulması ve festival süresince belgesel sinemanın konuşulacağı platformlar hazırlanması belgesel sinemanın ve dolayısıyla sinemamızın gelişimi için çok önemlidir.

* Gösterimden sonra film ekibinin izleyici ile buluşması (Soru – cevap, tanışma) için uygun şartların hazırlanması gerekmektedir.

* Bizler özgün bir sinemanın ancak kendi topraklarından beslenerek var olabileceğini biliyoruz. Üretimlerimizin sinemaya katacağı değerin farkındayız. Kameramızla toplumsal değişime – gelişime katkıda bulunacağımıza inandığımız için özelikle belgesel film üretiyoruz.

Belgesel sinema bir tavırdır. Yaşamın gidişatına karşı alınmış bilinçli bir tavırdır. Belgesel sinema düşünmektedir, fark etmektir, tanımak – tanışmaktır, sahip çıkmaktır. Çabamıza sahip çıkalım.

(12 Kasım 2009)

Gizem Ertürk