Kategori arşivi: Yazılar

İmkansız Aşklar Sonsuza Kadar Yaşar

Ebeveynlerin hemen hemen hepsi çocuklarının görmek istedikleri gibi giyinmesini, istedikleri mesleği yapmasını, hayallerindeki kişiyle evlenmesini isterler… Giyim kuşam, iş – güç mevzularının bir hal çaresine illâki bakılır bakılmasına ama bir aileye açıklanması en zor durum gay olduğunu söylemektir sanıyorum… İşte Ferzan Özpetek’in yeni filmi “Mine Vaganti / Serseri Mayınlar” bu konuya eğiliyor. Her ailede yaşanması muhtemel bir durumu, statükocu anne / baba ile serseri mayın bir evlâdın çarpışması sonucu yaşanması muhtemel sonuçları anlatıyor.

Evet, Ferzan Özpetek yine bir gay hikâyesi anlatıyor. Ama bu bir gay filmi değil. Bu oldukça komik ilerleyen ve bir yerden sonra da oldukça duygusal bir viraj alan bir aile filmi… Ayrıca şu gay filmi tanımlamasından da hiç mi hiç haz etmiyorum. Bir ayrıma maruz kalıyoruz madem, şöyle söyleyeyim; her hafta vizyona giren filmlerin % 99’u zaten heteroseksüel ilişkilerin yaşandığı filmler değil mi? Ferzan Özpetek’in gayleri konu alan film çekmesine gelince; gay bir yönetmenin bu türde filmler çekmesi kadar doğal ne olabilir ki? Ayrıca ben yönetmenin bu türde filmler çekmeye devam etmesini düşünenlerdenim. “Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. Tedavi edilmesi gereken bir şey bence” buyuran zat, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, uzaydan değil bu ülkeden… Yine sırf gay ya da travesti olduğu için cinayet işleyen insanlarla yine bu ülkede iç içe yaşıyoruz. Bu göz ardı etmenin imkânsız olduğu çok ciddi bir sorun. Dolayısıyla bu kafalara inat ne kadar bol film çekilirse o kadar yeridir… Asıl hastalığın eşcinselik değil; homofobi olduğunu anlatmak için…

Nihayetinde “Serseri Mayınlar” dedikodunun eksik olmadığı curcunalı sofraları, kalabalık aileleri ve gayleri, müzikleri ile içlerinden birisi eksik olduğunda kesinlikle yokluğunu hissedeceğimiz Özpetek filminin parçaları… “İmkânsız aşklar sonsuza kadar yaşar” diyen en büyük serseri mayın büyükannenin hikâyesi de epey duygusal… Yaşam ve ölümü nefis bir şekilde harmanlayan finali ve akabindeki Sezen Aksu şarkısı unutulacak gibi değil… İzleyiniz, izlettiriniz dostlar…

(27 Mart 2010)

Gizem Ertürk

Babanın Kaderi Oğulun Kederi mi?

Uzaklara Gidelim (Away We Go)
Yönetmen: Sam Mendes
Senaryo: Dave Eggers-Vendela Vida
Müzik: Alexi Murdoch
Görüntü: Ellen Kuras
Oyuncular: John Krasinki (Burt), Maya Rudolph (Verona), Jeff Daniels (Jerry), Maggie Glyllenhaal (LN Fisher-Herrin), Carmen Ojogo (Carmen), Josh Hamilton (Roderick), Paul Schneider (Courtney)
Yapım: Focus (2009)

Tiyatrodan gelen İngiliz yönetmen Sam Mendes, Birleşmiş Milletler’in bir araştırmasından ilham alarak “Uzaklara Gidelim” filmini yapmış. Sosyolojik araştırmada babalarla oğlulların kaderi araştırılıyordu ve sonuç çok vahimdi.

İngiliz tiyatrosunun önemli yönetmenlerinden Sam Mendes, 1999 yılında Hollywood’da “American Beauty – Amerikan Güzeli”yle sinemaya geçti ve bu filmle Akademi’den tam beş Oscar kazandı. “Amerikan Güzeli” film, yönetmen, erkek oyuncu (Kevin Spacey), görüntü (Conrad L. Hall); senaryo (Alan Ball) dallarında Oscarları toplamıştı. Yönetmen, Richard Yates’in romanından uyarladığı 2008 yapımı “Revolutionary Road – Hayallerin Peşinde” filminde McCarthy devirlerinde bir toplumun çöküşünü yansıttı. Bu “Away We Go – Uzaklara Gidelim” filminde babalarla oğulların kaderini bir yol filmi içerisinde yansıtıyor. Yönetmen Mendes, Birleşmiş Milletler’in (gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış) birçok ülkede babalar ve oğulları üzerine araştırmasını bu filmine ilham yapmış. Birkaç yıl önceki o araştırmada, babalarla oğullarının kaderinin değişmediği ortaya çıkıyordu. Eğer baba hayatta başarısızsa oğulları da genelde başarısız oluyordu. Yani doğuştan kaybedenler oluyor oğullar. Gerçekten bu çok irkiltici, hâtta kaderin ırkçılığı gibi bir şey bu sanki. Bu filmde de baba hayatta başarılı olamamış ve sisteme yenilmiş. Oğlu da düşlediği hiçbir yere ulaşamamış.

Amerika’nın yollarında…

Film, Burt ve Verona’nın hayatları üzerine açılıyor. Yoksul hayatları sürüyor. Evli değiller. Verona altı aylık hamile. Burt, otuzlu yaşlarında ve halâ başaramamış. Burt’ün anne – babası alıp başlarını gidiyorlar. Babasının kaderini taşıyan doğuştan kaybeden Burt de Verona’yla Amerika’nın yollarına düşüyorlar, eski dostlarını bulup yeni bir hayata başlamak için. Elbette her şey bir hayal ve Burt hep kaybediyor. Ziyaretlerinin ilk durağı Verona’nın Phoenix’teki eski patronu ve obez ailesi. Oradan umutsuzlukla Arizona’nın başka bir şehri Tucson’a doğru yola çıkıyorlar. Orada da Verona’nın kız kardeşi Grace var. Orada da umduklarını bulamayan çift, Burt’ün Madison – Wisconsin’de yaşayan çocukluk arkadaşları “LN”i ziyaret ederler. Bir tür sufi gibi yaşayan “LN” ve kocası Roderick radikal görüşlü insanlar, öncelikle aile konusunda. Çocuklarını asla bebek arabasıyla gezdirmiyorlar. Sonunda oradan da ayrılıyorlar. Burt ve Verona, Burt’ün çocukluk arkadaşları Tom ve Munch’un yaşadığı Montreal’e doğru yola çıkıyorlar. Bebeklerini düşüren Munch, Tom’un desteğiyle evlâtlık edinmişler. Burt orada kaderi üzerine de düşünüyor. Aynı okulda okudğu arkadaşları çocuk sahibi olamasa da hayatta başarmışlar. Orada iş başvurusu yapan Burt, başarısız olunca yine yollara düşüyorlar. Son durakları, telefonla arayan Burt’ün kardeşi Courtney. Burt’ün kardeşi Miami’de yaşıyor. Onun da sorunları var ve karısı onu terk edip gitmiş. Sonunda başladıkları yere dönüyor Burt ve Verona. Belki de yeni başlangıç, Burt’ün babasının geride bıraktığı evdir belki de. Müziklerinin ve anlatımının çok iyi olduğu bu filmde oyunculuklar da muhteşem. Gerçekten bu film insanın peşine düşüp gidebileceği filmlerden.

(26 Mart 2010)

Ali Erden

[email protected]

26 Mart 2010 Haftası

“Aşka Yolculuk”, “yaşam asla tam olarak plânlanamaz”ı, yol güldürüsünü romantizmle biraz dokunaklı biçimde birleştirerek söyleyen film. ‘Cetvel gibi’ şaşmaz bir doğrulukta yaşayan Bostonlu Anna ile İrlanda kıyı köyünde tek sosyal mekânı işleten ‘dağınık’ yakışıklı Declan’ın, Dublin’e doğru çıktıkları yolda, ‘zıt kutuplar birbirini çeker yasası’ gereği, önce didişmeleri sonra da birbirlerine ait olduklarını anlamalarının hikâyesini bazı sahnelerde ‘yükselten’ Anand Tucker, sinema keyfini de katlıyor. Kim bilir, izledikten sonra aşk konusunda daha cesur olabilirsiniz.

“Ay”, Dünya için önemli bir enerji kaynağı üzerinde çalışma yapan ve büyük bir üs içinde yalnız geçen üç yılını GERTY adlı çok gelişmiş bilgisayarla geçiren astronotun öyküsü. Görevini tamamlayıp evine, karısına ve çocuğuna kavuşmasına az kala geçirdiği kaza sonucu bağlı olduğu şirketin onu nasıl kullandığına ilişkin gerçekleri keşfetmesi üzerine harekete geçer… Fakat bir dakika! Hangi ‘kendisi’ harekete geçer?

Oyuncu Angela Bowie’nin (ve tabii David Bowie’nin) oğlu Duncan Jones, ilk uzun metrajlı filminde, geleceğin şirketlerine dair, insanı bir meta gibi kullanma konusunda, bugünkünden de karamsar bir öngörüde bulunsa da, insan zekâsı ve yüreğinin umut ve cesaretle her engeli geçebileceğine dair inancını koruyor. İki performanslı bir film: Astronot Sam Bell’de Sam Rockwell , ‘kopyaları’ ile birlikte komple bir oyunculuk sergilerken, GERTY’nin sesi Kevin Spacey, “2001: A Space Odyssey”deki ünlü HAL 9000’e ‘can veren’ Douglas Rain’i akla getiriyor; çünkü sadece ses performansıyla ‘şaibeli’ GERTY’i başlı başına bir gerilim unsuru haline getiriyor. “Ay”ın en şaşırtıcı özelliği ise, adı üzerinde, ayda çekilmiş gibi hissettirmesi. Özellikle ışığın kullanımı şahane!

“Çok Filim Hareketler Bunlar”ın ‘yaz tatili’ temalı skeçlerini yazıp oynayan ve bu kısa bölümleri sinema trükleriyle yöneten genç ekip yetenekli, bu bir gerçek! Fakat bir sinema filminin ‘olmazsa olmaz’ı ‘tartım’, başka bir deyişle filmin kendi içindeki ‘ritim düzenleyici’ bozuk. İşte bu nedenle, örneğin “Filmsiz Fragman”da ritim saat gibi düzenliyken, pilota kokpitteki anne müdahalesinde tekliyor. Gençlerin yazdıklarının sinemaya uyarlanması sadece görsel teknik değil, senaryo tekniği açısından da uzun bir düzenleme sürecini kapsamalıydı. Bir sonraki çalışmada bu gerçekleştirilir, belki dışarıdan da yardım alınırsa ve komedi zamanlamalarına biraz dikkat edilirse ‘tadından yenmez’; çünkü gerçekten de ‘Çok Yetenekli Gençler Bunlar’!

“Kutu”, tek sözcükle ‘açgözlülük’ün tanımı! Bence bir küçük başyapıt! Bir kutu: 24 saat içinde butonuna basarsanız dünyanın herhangi bir yerinde bir kişi ölecek ve siz bir milyon dolar nakit kazanacaksınız! Basar mısınız butona? Öldürür müsünüz birini? Kapitalizm bir yandan sizin zengin olup daha çok tüketmenizi emrederken, diğer yandan da her tür yasa “öldürme” buyurur! Ama zaten insan iradesinin zaaflarından yararlanarak kârlarını arttıran sistemin adı değil midir kapitalizm? Sorumlu tutulmayacağınız bir ölümü neden onaylamazsınız ki?

1985 yılında, “The Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı”nın ilk sezonunda televizyon için çekilen ve Richard Matheson’ın kısa öyküsüyle süresi tam örtüşen “Button, Button”, filmlerinin alt metinleri politik eleştiriler barındıran Richard Kelly tarafından, o kadar iyi uyarlanmış ki, malzemenin uzun metrajda ‘küçük‘ kalması söz konusu bile olmamış. Belli unsurlarıyla, kült film “Invasion of the Body Snatchers” tadında ve içerik denli görselliğin de doygun olduğunu söyleyebiliriz.

“Serseri Mayınlar”da, bir önceki, enfes ve bence en iyi filmi “Mükemmel Bir Gün”le tekâmül kuvvetine ulaştığını sandığımız Özpetek, ‘aslına dönüp’ tipik bir “İtalyan Ailesi”ni komik biçimde anlatıyor. Doğaldır ki bu ülkede akla ilk gelen gıdayı, makarnayı üreten bir aile! Gerisi bildiğiniz klişeler: Sırrı olan babaanne, ‘kafadan çatlak’ hala, koşullanmaların yönettiği baba ve evde otoriteyi sağlamaya çalışan anne, tuhaf hizmetçiler vesaire… Genç nesil bilmez; 70’li yıllarda Amerikan ambargosu nedeniyle sinemalarımızı mecburen istilâ eden İtalyan erotik güldürülerinin hallicesi. Farklı ne var? Aileye (aslında babaya) açılamayan ve doğanın bir şakası sonucu ikisi de eşcinsel olan erkek kardeşler! Olaylar bu minvalde gelişirken, işte o malûm konuya da son derece yüzeysel, basit, bildik bir bakış atılıyor. ‘Gaycilik’ oynayan yeni yetmeleri eğlendirse de Özpetek, Sezen Aksu şarkıları ve eşcinsellik meselesiyle bendenizi bıktırmış bulunuyor.

Bir büyük sanatçı Ang Lee, “Brokeback Dağı” ile kolay kolay kimsenin ulaşamayacağı bir zirve yaratmış, ne yapsanız hafif artık yahu! Özpetek de bunun farkında olduğundan sanırım, işi eğlenceye vurmuş. İflâh olmaz hayranları gidip kıkırdayabilir.

“Uzaklara Gidelim”, otuzlarında, kendilerini birbirlerine ait hisseden ve nikâhsız yaşayan bir çiftin, ‘bebek!’ müjdesiyle birlikte dağınıklıktan kurtulup daha yerleşik bir yaşama geçiş için yer arama yolculuğu. Farklı kentlerde yaşayan ve çoluk çocuğa karışıp farklı modellerde aileler kurmuş tanıdıkları / akrabalarıyla görüşüp yol aldıkça, kafaları karışan, yeni tür heyecanlar, hattâ korkular hisseden çift, doğru yer için ‘kökler’i takip etmeye karar verdiklerinde, “tamam, ben de bunları yaşamıştım, hissetmiştim” diyebilmeniz olası. Sam Mendes kendi deneyimlerinden de yola çıkarak, aralarında kusursuz bir kimyasal uyum olduğu görülen iki oyuncusunun (hele o Maya Rudolph!) katkılarıyla, iyi hissettiren ve tüm olumsuzluklara karşın sevginin çoğaltılabileceğini muştulayan harika bir güldürüye imza atmış. Üstelik iki çocuklu karı kocanın yapay mutluluk döngüsünden çıkma çabalarını trajik biçimde anlattığı “Revolutionary Road – Hayallerin Peşinde” adlı evlilik kurumu analizinden sonra!

(25 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Züğürt Ağa

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 13

Birkaç gündür en uzun isimli yerli filmin adıyla haşır neşir olurken, en kısa isimli yerli filmimizi gücendirdiğimizi düşündüm. Hafızamı …

… şöööyle bir karıştırınca fazla zorlanmadan Ümit Ünal’ın “9”unu hatırladım. Filmin adı tek karakterden meydana geldiğinden daha kısa …

… isimli yerli filmimizin olması mümkün değil. Bu arada Orhan Ünser yine yaptı yapacağını, hiç üşenmeden, filmlerin afişlerinden alarak …

… düzenlediği isim listelerini incelemiş ve Muzaffer Hepgüler’in Pembe Panter filminin tam adını bulmuş. Yazılı kaynaklarda “Pembe Panter …

… Gangsterlere Karşı” olarak geçen filmin tam adının “Pembe Panter ve Temel Reis Gangsterlere Karşı” olduğunu tesbit etmiş. Uzun isimli …

… bir diğer film olarak da “Atatürk’ün Casusu İngiliz Kemal, Lawrence Karşı”yı hatırlıyor Orhan Bey.

Sinema dünyamızın 3 yıldır düzenlenen yeni etkinliği Yeşilçam Ödülleri, 23 Mart’ta açıklandı. Üzülenler de oldu, sevinenler de oldu. Bu etkinlik her ne kadar …

… kendisini 3 yıldan bu yana “Türk Sineması’nın Oscar’ları” olarak lânse etse de bilen biliyor Sinema Yazarları Derneği’nin 42 yıldır …

… dağıttığı ödüller zaten daha önceden “Türk Sineması’nın Oscar’ları” olarak anılıyordu. Bu durum yazılı kaynaklarda onlarca -belki …

… yüzlerce- kez belgelendiğinden, Yeşilçam Ödüleri’nin “Türk Sineması’nın SİYAD’dan Uyarlama Oscar”ları olduğu ortaya çıkıyor.

Gecede Yeşilçam’ın usta – çırak ilişkisi ile yetişmiş birkaç çalışanını “Geceniz şenlikli geçiyor, hayırlı olsun” şeklinde onore edeyim …

… dedim. Söz ve hareketleriyle pek sahiplenmediklerini belirttiler. Yeşilçam Ödülleri etkinliği bilindiği gibi Beyoğlu Belediyesi ve …

Turkcell’in desteğiyle TÜRSAK tarafından düzenleniyor. TÜRSAK geçtiğimiz yıl öncesindeki 4 senenin Antalya Altın Portakal Film …

… Festivali’ni de başarılı bir şekilde organize etmişti. Günahı vebali söylentiyi çıkaranların boynuna, TÜRSAK, Antalya Festivali …

… Organizasyonu ile başka kişi veya kuruluşların görevlendirileceği belirtilerini görünce Yeşilçam Ödülleri etkinliğini oluşturmuş.

Gecenin en gereksiz söylemi Atilla Özdemiroğlu’ndan geldi. En İyi Müzik Ödülü verilirken ENBE Orkestrası’nın Erkan Oğur’un eserini …

… icra edeceği anons edildi. Özdemiroğlu sahneye geldiğinde nedense önce orkestrayı refüze etti “Çaldığınız Erkan Oğur’un bestesi …

… değildi” dedi, sonra “7 Kocalı Hürmüz”ün de kendi bestesi olduğunu belirtti. Bu söylemlere ne gerek vardı, kimse anlayamadı.

Ferzan Özpetek’in basınla yaptığı sohbet toplantısına ağabeyleri de gelmişti. Erol Bilem’le dikkatimizi çekti. Hayret ağabeyler ikiz gibi, …

… birbirlerine o kadar benziyorlar. Yeri gelmişken belirteyim, sinemamızın Türkan Şoray benzeri oyuncularından Zeynep Aksu’nun Ferzan …

… Özpetek’in kardeşi olduğunu duymuştum. Atilla Dorsay’la sohbetimizde bahsedince doğruladı. Yaptığı bir röportajda Özpetek’in Zeynep …

… Aksu’dan da bahsettiğini söyledi. Zeynep Aksu genellikle Ümit Utku’nun Kervan Film şirketinin filmlerinin başrol oyuncusuydu.

“Sinemamızın Türkan Şoray benzeri oyuncuları”nı merak eden olur diye yazayım. Sinemamızın sultanı zirvede olduğu yıllarda o kadar …

… sevilirdi ki -taklitleri demeyeyim, gerçi öyle de denirdi ama- sinemada birkaç tane oyuncunun da ekmek yemesine vesile oldu. Zeynep …

… Aksu’dan başka Mualla Omay, Figen Say ve Mine Mutlu öyle bilinir. Keza yine yeri gelmişken bahsedeyim, sinemamızın ünlü vamp oyuncularından…

… Figen Han kendini yazılı basın, görsel basın vs, herşeye iyice kapatmış, röportaj, görüntü vs. hiçbirşey vermiyormuş. Hâtta öyle ki …

… kırk yılda bir fotoğraf verecek olsa fotoğraflarını kendisi çektirip veriyormuş. Ve vamp oyuncularımızın kaderi hep öyle midir …

… bilmiyorum, ailesi çok mutaassıpmış. Figen Han’la irtibat kurmak için bilgi isteyen TV yapımcısı arkadaşlarda buradan duymuş olsun.

Sevenlerime haber vereyim, Sadi Bey artık korse takmayı ve varis çorabı giymeyi bıraktı. Ferzan Özpetek, “Serseri Mayınlar”, gay filmi …

… gibi toplumsal sorunlarla ilgili yazılardan sonra “Hayırdır Sadi Bey ne oluyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Efendim bendeniz 3 ay …

… kadar önce bypass ameliyatı olmuş ve 4 kalp damarım değişmiş idi. Bu ameliyattan sonra göğüse korse, -ki bedeniz erkek sütyeni olarak da …

… adlandırıyorum-, bacaktan alınan damar nedeniyle de her iki bacağa varis çorabı -ki bendeniz virüs çorabı olarak da …

… adlandırıyorum- giymek gerekiyor. Mesele budur, her yazılana heman inanmayın, yanlış anlaşılmasın ha.

Başımdaki diğer belâ, prostat için de şöyle bir övünme payı buldum: İlk teşhiste doktorum, erkek milletinin % 90’ında 50’li yaşlarda …

… (“olgunluk çağlarının başlangıcında” şeklinde başka bir övünme payı olarak da ekleyeyim) bu rahatsızlığın görüldüğünü belirti ve prostatın …

… “erkek hastalığı” olarak bilindiğini söyledi, Bendeniz buna sinemasal dilde “‘Züğürt Ağa’ tesellisi” diyorum. Sende öyle düşün E.

(25 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Serseri Mayınlar

Sadi Bey’n Twitter Günlükleri 12

“Bir deli kuyuya taş atarmış, 40 akıllı çıkaramazmış” derler. Benim attığım taşı sevgili Orhan Ünser kuyunun dibine düşmeden çıkardı. Geçen…

… gün en uzun isimli yerli film olarak duyurduğum filmden de uzun isimli film Vedat Ar’ın yönettiği 1950 yılı yapımı “Üçüncü …

… Selim’in Gözdesi Mihriban ile Sadullah Ağa” imiş. Birde Muzaffer Hepgüler’in başrolünde oynadığı adında Pembe Panter ve Temel Reis …

… olan film var ki Orhan’la zorladık zorladık filmin adını tam olarak çıkaramadık. Yaptığım araştırmada “Pembe Panter Gangsterlere …

… Karşı” adında bir film var. Dediğimiz olsa olsa o film, fakat kaynaklara tam adıyla yansımamış. Filmin afişini bahsettiğimiz şekliyle…

… 1970’lerde Şehzadebaşı Kulüp Sineması’nda gördüğümü hatırlıyorum.

Orhan’ın bendenizi düzelttiği diğer konu da Danyal Topatan’la ilgili. Bahsettiğim film “Camoka’nın İntikamı” değil “Camoka’nın Dönüşü”ymüş.

Böyle hatalara sadece bendeniz düşmüyorum. Keza geçen gün sevgili başbakanımız (sevmesem de dilime yapışmış klişe hitap tarzı nedeniyle …

öylece yazmış bulundum) Yeşilçamın geri gidenleriyle -pardon ileri gelenleriyle- yaptığı toplantıdan esprili bir şekilde bahseden ünlü …

… televizyoncu Mesut Yar, “He he he, bizde başbakanımız gibi Yeşilçam filmleriyle büyüdük, Behçet Nacar, Mete İnselel, Kâzım Kartal …

… filmleri. ‘Sev Beni Kâzım’ vs. vs…” diye salladı. Tabiki Kâzım Kartal’ın o isimde bir filmi yok. Sinemamızda Kâzım’lı filmler …

… furyasının mucidi Aydemir Akbaş’tır. “Kâzım’a Ne Lâzım” adlı film ilgi görünce peşpeşe “Kâzım’a Bak Kâzım’a”, “Erkek Kâzım” gibi …

… filmler çevirdi. Bu arada Kâzım Kartal’ın da seks filmleri furyasında “Yırt Kâzım” adında bir film çevirdiğini belirtelim.

Bilindiği gibi filmlerin box office rakamları 1989 yılından bu yana kayıt altına alınıyor. O gün bugündür ilk defa geçen sezon bir filmin…

… ilk üç gününün ve ilk haftalarının box office rakamları açıklanmamıştı. Bu özellik Ezel Akay’ın “7 Kocalı Hürmüz”üne nasip oldu …

… ve kayıtlara geçti. Bu hafta tarih tekerrür edecek ve bir filmin daha ilk üç gün rakamları açıklanmayacak. Tarih düşüyorum, bir kaç …

… gün sonra hangi film olduğunu cümbür cemaat anlayacağız. Doğrusu ben öğrendiğimde üzüldüm. Neden derseniz adı geçmeyen film neredeyse …

… katıldığı her festivalden ödüle döndü. Festival ve basın desteği o kadar güçlü olduğu halde sevgili halkımızın umurunda olmadı. Yazık.

Kimi arkadaşlar ne hikmetse zaman zaman yazılarının arasına “Antalya Festivali’nin jürisindeyken …”, (jüri o yıl 70 kişiden oluşmuştur)…

… veya “bu yıl Yeşilçam Ödülleri jürisindeydim…” (bu yıl Yeşilçam Ödülleri jürisi 2.500 kişiden oluşmuştur) gibi cümleler sokuşturur.

Bu kendine paye biçme meselesine bendeniz de bulaşayım. Hürriyet Gazetesi Cumartesi ekinde yayınlanmak üzere “İstanbul Film Festivali’nde tavsiye …

… edeceğiniz En İyi 10 Film Hangısıdır? deye bir soru sordu. Bendenize göre hangılarıdır sizdenize şimdiden sunayım, şunlardır:

Arabulucu (The Go-Between, Yön: Joseph Losey), Bal (Yön: Semih Kaplanoğlu), Gurbet Kuşları (Yön: Halit Refiğ), Kansız (Blood Simple, Yön:…

… Joel Coen & Ethan Coen), Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Yön: Ahmet Uluçay), Kosmos (Yön: Reha Erdem), Kutsal Direniş (Divine …

… Intervention, Yön: Elia Suleiman), Rezervuar Köpekleri (Reservoir Dogs, Yön: Quentin Tarantino), Sevmek Zamanı (Yön: Metin Erksan),

Yüreğine Sor (Yusuf Kurçenli). Festival hepimize hayırlı olsun.

Genellikle film festivallerinde konuklara verilen ve boyuna asılan kimlik kartları tanımadığınız bir kişiyle konuşurken çok faydalı oluyor.

Fakat bu kartlar ne hikmetse hep ters döner, resimsiz ve isimsiz kısmı ile dolaştığınızdan işlevini tam olarak yerine getiremez. Her …

… festivalde ilgililere çift taraflı yapmalarını öneriyorum. Sanırım daha faydalı olur. Diğer bir önerim de bundan böyle film …

… festivallerindeki internet iletişimini çözmek için şu yeni çıkan tınnn, zınnn vs. gibi seyyar bağlantı aletleri ile hizmet sağlayan …

… şirketleri de sponsorlar arasına sokmak gerekiyor. Alırsınız 15 – 20 tane alet dağıtırsınız basına, bizde yolmayız saçımızı başımızı.

Yeni Ferzan Özpetek filmi “Serseri Mayınlar”ı izledik. Özpetek yine kendi bildiği yolda ve üslûpta devam ediyor. Konusu bir tarafa …

… film -sondaki jeneriği dahil- ilgi ve zevkle seyrediliyor. Müzikleri her zamanki gibi nefis. Basın gösteriminin çağrısında …

“Public’te Yemek” diye bir not vardı. Biz sinema yazarlarının kafası hep filmlerle meşgûl olduğundan bu ibareyi bir sinema yazarı …

… arkadaşımız ikinci bir film gibi algılamış. Gerçekten yemek daveti olduğunu açıkladığımızda itiraf etti, gülüştük. Kim olduğunu merak…

… eden olursa onu ben bilemem. Her duyduğumuzu ifşa edersek olmaz. Ancak kimliğinin bu tweet’de saklı olduğunu da belirtmekte fayda var.

(23 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sinema Sektörü Ayaklandı

Sinema sektörü, sorunlarının masaya yatırıldığı bir hafta yaşadı. Türk Sinema Konseyi’nin basın bildirgesi, Sine-Sen’in açıklamaları ve Başbakan’ın sinema açılımı haftaya damgasını vurdu.

Özetlemek gerekirse; Türk sineması her sene gitgide büyüyor. Ancak bu büyüme sıkıntılarını da beraberinde getiriyor.

Oyuncu ve set çalışanları için sorun, dizi saatlerinin çok uzun olması, köle çalışma düzeni, sendikasızlık ve düşük ücretler …

Yapımcı ve meslek örgütleri için sorun TV’lerden paralarını geç almaları, Kültür Bakanlığı destekleme fonunun istedikleri gibi çalışmaması, Türk Sinema Yasası taslağının çıkmaması…

Bu sorunlar elbette ki çok ama çok önemli ama keşke bazı konularda da sinema örgütleri dayanışma içine girse. Mesela Tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen hakkında Kadıköy’deki tiyatrosunun çatısını ruhsata aykırı olarak yaptırdığı gerekçesiyle ‘imar kirliliğine neden olmak’ suçundan 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması gibi. Zor duruma düşmüş eski Yeşilçam müdavimlerinin sorunlarının gündeme gelmesi gibi…

Sus Artık Sevgili Şahan

Sevgili Şahan, bugüne kadar en çok izlenen 3 filmi çekmiş olabilirsin. Ama bu her çıktığın yerde, rakiplerini yaylım ateşine tutma hakkını vermemeli. Daha mütevazi bir tepki verip yapacağın eleştirileri filmlerine veya parodilerine saklamalısın. Sana mütevazilikle ilgili bir örnek vermek istiyorum. Yönetmen Memduh Ün’ün Gece Gündüz’e verdiği özel röportajda söylediği “Cüneyt Arkın ve Ayhan Işık iyi oyuncu değil” sözlerine Cüneyt Arkın “Memduh ne derse kutsaldır, hattâ iltifattır” diyerek cevap verir. Büyük yönetmen ve büyük oyuncu budur işte.

Bravo Behzat Uygur

Recep İvedik fenomenine beklide en iyi çözümleme Behzat Uygur’dan geldi. Bakın ne söylüyor “Şahan Gökbakar’ın TV’de yaptığı işleri çok beğeniyorum. Bazen internetten bakıyoruz, çok gülüyorum. Zaten eleştirilmesini de anlamıyorum, ‘Ben acayip bir sanat filmi yaptım’ diye çıkmıyor adam. Bir komedi filmi yaptı. İçinde argo da, küfür de var. Nasıl ki daha önceki dönemlerde ‘Turist Ömer’, Cilalı İbo’, ‘Cafer Bey’ gibi tiplemeler varsa, ‘Recep İvedik’ de öyle bir karakter ya da karikatür… Yani Şahan, ‘Antalya’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü alayım’ demiyor ki, güldürmek için yapıyor. Eleştirilecek bir şey görmüyorum ben.”

Doğru söze ne denir.

Kısa Kısa …

Yılmaz Erdoğan’ın komedi mutfağı bakalım televizyonda yakaladığı başarıyı beyaz perdede de yakalayabilecek mi? Bu Cuma vizyona girecek filmi merakla bekliyoruz.

Ata Demirer hızlı çıkışını sürdürdü ve tahminlerin ötesine çıkarak 1,5 milyon seyirciye ulaştı ve bu gidişle çok rahat 2 milyona ulaşacak gibi. Bu arada ilk filmin başarısı yapımcıyı heyecanlandırmış olacak ki Eyyvah Eyvah 2’nin çıkmasına kesin gözle bakılıyor.

Cem Yılmaz yeni filmini Çin’de mi çekecek yoksa İstanbul’da bir Çin platosu mu kuracak bilinmez ama bu sıralar uzun bir Çin seyahatine çıkacak.

(21 Mart 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

İmdaaat, Kafayı Yiyeceğim Bu Kadar Çok Filmden

2010 yılının ilk gününden, sizlerin bu yazıyı okuduğunuz 21 Mart tarihine kadar toplam 80 gün geçti.

Ve aynı süre zarfında da ülkemizin sinema salonlarında –19’u Türk sinemasına ait olmak üzere- toplam 57 film gösterime girdi.

Yani, neredeyse her 1,5 günde bir yeni bir filmle karşılaşmışız sinemaların giriş bölümlerindeki afiş standlarında…

Diğer sinema yazarlarının ve sinemaseverlerin hâlet-i ruhiyesini derinlemesine bilemem; fakat bütün samimiyetimle itiraf edeyim ki ben artık bu film enflasyonundan dolayı “Bööööööggghh!” deme noktasına gelmiş durumdayım.

Aslına bakarsanız, çevremdeki onca sinemasever ve özelikle yakın irtibat halinde olduğum iki düzine dolayındaki sinema yazarı dostumun da bu manzara karşısında neler hissettiklerini üç aşağı – beş yukarı bilmekteyim. Onlar da aynı şekilde böğürme noktasındalar; fakat kibarlık olsun diye şimdilik yazılarında bu durumu dile getirmemeyi tercih ediyorlar.

Bir ülkede, küresel krizin doğurduğu ekonomik sorunlar böylesine ayyuka çıkmış ve insanlar sinemayı, tiyatroyu, sergiyi, konseri falan bir kenara bırakıp büyük ölçüde temel ihtiyaçlarının teminine odaklanmışken, film ithalâtçısı ve dağıtıcısı şirketlerin sanki burası bir İsviçre ya da Danimarka’ymış gibi piyasaya bu denli bol keseden yerli – yabancı film sürmelerinin pratik sonucunu hemencecik söyleyeyim sizlere:

Sinema sanatı, gerek yerli, gerekse yabancı örnekleriyle gitgide ucuzlayıp sıradanlaşıyor… Yeni filmler, gelişleriyle kamuoyunda heyecan yaratan, entelektüel çevrelerde haftalarca tartışılan kıymetli kültürel ürünler olmaktan çıkıp, takip edilmeleri en sıkı sinefillere bile yorgunluk veren birer “külfet nesneleri”ne dönüşüyor…

Yapımcısı, ithalâtçısı, işletmecisi, salon sahibi ve hattâ “alaska dondurma – patlamış mısır” satıcısıyla sinema sektörü!

Sizlere sesleniyorum değerli dostlarım…

Hepiniz farkındasınız ki bu iş uzunca bir süre böyle gitmez. Sektör, talebin çok üzerindeki bir arzla resmen bunalmış durumda. Ne izleyici dikkatini bazı kalburüstü filmlere yoğunlaştırabiliyor, ne de sinema yazarı olarak bizler bu çılgın koşuşturmacayı lâyıkıyla, hakkını vererek takip edebiliyoruz. Yazık değil mi eskimeye bile fırsat bulamadan raflara kaldırılan o kadar 35 mm kopyaya, onca afişe, lobi karta, internet sitesine…

O yüzden, ben en iyisi bir kez daha bu renkli mahallenin “doğrucu Davud”u rolünü üstlenerek, sizlere sinema yazarları cephesindeki gerçek durumu dürüstçe özetleyeyim: Pek çoğumuz filmlerin değerlendirme yazılarında artık “sallamaya” başladık. Var elbette câmiâmızda hiç sektirmeden bütün filmleri tek tek, inatla takip eden bir kaç gözükara meslektaşımız; ki onların bu iş disiplinine de büyük saygı duyuyorum.

Fakat, zaten -pek çoğunun bu işten hiç bir gelirleri olmadığını üzülerek gözlemlediğim- genç internet editörleri ve gazetelerin komik teliflerle çalışan hafta sonu eki sinema yazarları başta olmak üzere, güncel sinema üzerine yazıp çizen yüzlerce kişinin bu kadar çok sayıda gösteriyi takip etmeye ne parası var, ne zamanı, ne de morali ve enerjisi…

O yüzden, ne yapılıyor? Filmlerin internet sitelerine, basın bültenlerine ve lobi fotoğraflarına şöyle bir göz atılıyor, youtube’a düşen fragmanlar izleniyor, IMDb ve Ekşi Sözlük gibi platformlarda bu yapımlar hakkında daha önceden söylenmiş sözler taranıyor; ondan sonra da bütün bu “bilgiler”in ışığında filmlerle ilgili ayrıntılı analizler (!) kaleme alınıyor.

Kendi adıma bunu yapmamaya ve -en azından- manşete çektiğim bütün filmleri kâh basın gösterimi, kah gala, kâh işportaya düşmüş korsan bir DVD’den (*) ne yapıp edip izlemeye çalışıyorum. Fakat, tam olarak baş etmek gerçekten de mümkün değil böyle bir film kasırgasıyla…

Bu özensiz çalışma tarzının sonucunda ise hem Türk sinemasının binbir zorluk içinde çekilmiş “genç yönetmen” filmleri, hem de farklı farklı ülkelerden gelen bir çok gizli kalmış başyapıt, en fazla ikişer haftalık sönük gösterimler eşliğinde ziyan zebil olup gidiyor.

Geride bıraktığımız şu 80 günde, film bolluğundan dolayı, üzerine aslında özel dergi – gazete eki çıkartılabilecek kalitede nice filmi pas geçmek zorunda kaldık; ya da üstünkörü cümlelerle tanıttık onları okurlarımıza… Çünkü, ne yazık ki yetişemiyoruz her basın gösterimine, her galaya…

Sözün burasında, filmlerin basın gösterimleri ve galalarına katılmanın “sıfır masraflı” bir ayrıcalık olduğunu düşünen kimi hayâlperestlere de sabahın köründe bu tür etkinliklere gecikmeden ulaşabilmek ya da gecenin bir yarısında bunlardan çıkıp evimize sağ salim dönebilmek için, çoğu kez aynı filmi sinemada izlerken ödeyeceğimizden kat be kat daha fazla ulaşım bedelini taksilere bayılmak durumunda kaldığımızı da hatırlatayım.

Hadi, bizler İstanbul merkezli bir sinema yazarları grubuyuz; kendimizi çok sıkarsak, ana – babalarımız da yeterince zenginse belki takip etmeyi başarırız bütün filmleri… Pekiyi ya, bu mesleği Anadolu kentlerinde yürütmeye çalışan meslektaşlarımıza ne demeli?

Onların tek şansları var: Filmler gösterime girdikten (ki yaşadıkları kentte sinema salonu varsa ve yazmaları gereken film de o salona lütfedip gelirse) en erken bir hafta sonra bilet parasını ödeyerek izlemek ve bize göre nispeten daha bayatlamış yazılar kaleme almak…

Bu mesleğin, hiç bir kişi ve kuruma zerrece yaranmaya çalışmayan, tam bağımsız ve yeterince kıdemli bir mensubu olarak sektörün sorumlularına altını çize çize tekrar hatırlatıyorum:

Uyguladığınız hovardaca dağıtım politikası yüzünden sinemayı da, sinemaseverliği de, sinema yazarlığı mesleğini de büyük bir süratle ucuzlatmaya doğru gidiyorsunuz. Hepiniz kabûl etmek zorundasınız ki bu yoksul ülkenin koşulları 80 günde 57 film gibi bir müsrifliği kesinlikle kaldırmıyor. Daha ağır ağır, daha sindire sindire gelmeli salonlara yeni filmler… Her Cuma 2 – 3 adetten daha fazla yerli ve yabancı film gösterime girmemeli… Gerekiyorsa filmler sonraki aylara, hattâ sonraki yıllara ertelenmeli; fakat “Nerede çokluk, orada bokluk” misâli, izleyicinin de sinema yazarlarının da kafası bu kadar karıştırılmamalı…

Hayatını sinemaya endekslemiş benim gibi bir adam için bile bu kadar filmi takip etmek artık bir zevk falan olmaktan çıktı, resmen işkenceye dönüştü. O yüzden, sektörde söz sahibi olan kişi ve kurumların tez elden bir araya gelip, Türkiye’deki aşırı şişkin yapım – dağıtım düzenini mutlaka gözden geçirmeleri gerekiyor.

Benden söylemesi… Yoksa, akıbetinizi de hemencecik şu şekilde tasvir edebiliriz:

Bir Şahan Gökbakar filmi: 3 milyon bilet… Bir Cem Yılmaz filmi: 2 milyon bilet… Bir Çağan Irmak filmi: 1, 5 milyon bilet… Bir Nuri Bilge Ceylan – Semih Kaplanoğlu filmi: 50 bin bilet… İslâmcı temalı bir film (Finansal olarak yaslandığı cemaat – tarikatın etki gücüne bağlı olarak): 50 bin – 300 bin arası bilet… Kültür Bakanlığı desteğiyle ilk filmini çekmiş bir genç yönetmen filmi: 10 bin bilet… Belgesel bir film: 5 bin bilet… Kürtlerle ilgili etnik bir film (Finansal açıdan yaslandığı örgüt ya da aşiretin etki gücüne bağlı olarak): 50-100 bin arası bilet…

Birileri yaşanan akıl almaz müsrifliğe dur demezse, Türkiye’de en az 2020 yılına kadar sinema bilet satışlarının genel görünümü de hemen hemen bu şekilde olacaktır.

* * *

(*) Evet, aynen öyle! Emin olun, pek çokları da aynı şeyi yapıyorlar, fakat benim gibi dürüstçe itiraf edemezler bunu… Aksini iddia eden çıkarsa, iddia sahiplerine, Oscar ödül töreninin yapıldığı tarihte yüzde 90’ı Türkiye’de henüz gösterime girmemiş ve yasal DVD’si de çıkmamış olan Oscar adayı filmleri nasıl olup da bu denli ayrıntılı bildiklerini, medya organlarının “Oscar tahmini” değerlendirmelerine hangi ölçütler eşliğinde katıldıklarını sorun.

Bu tür tahminlere hemen hiç katılmıyorum, nitekim bu yıl da aynı türden 4 ayrı talebi reddettim. Çünkü, mümkün olduğunca izlememeye çalışıyorum korsan DVD’leri…

(21 Mart 2010)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

Sözün Bittiği Yer

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 11

“Herkes mi Aldatır?” adlı filmin basına servis edilen teaser afişinde yönetmen Kamil Aydın’ın adı yok. Bu bir tarafa, filmin 02 Nisan’da …

… vizyona gireceği ilân edildi, basına sadece filmin künyesi servis edildi. Klâsik bilgiler, konu, film hakkında, yönetmen görüşü vs. …

… ortada yok. Keza web sitesinde afiş ve küçük fotoğraflardan başka birşey yok. Niyedir, anlayan beri gelsin.

En sinirlendiğim sözlerden birisi de, benim gibi emekli milletinin zaman zaman “Biz bu devlete 25 yıl hizmet ettik” diye övünmesidir.

Tamam da kardeşim -veya Sadi Bey-, hizmet ettin de bedava mı ettin? Devlet de sana takır takır maaş verdi. İşine gelmiyorduysa etmeyeydin.

Bir başka sinirlendiğim söz de “Biz bu saçları deeer-mende aaart-madık” sözüdür. İşini doğru yaptıktan sonra saçını ha değirmende …

… ağartmışsın, ha Topkapı Sarayında, ne farkeder?

Noam Murro’nun yönettiği “Smart People” adlı yabancı film “Aşkın Yaşı Yok” adıyla 25 Temmuz 2008’de vizyona girmişti.

O filmin gösteriminin üzerinden 2 yıl bile geçmeden 09 Nisan 2010’da bu sefer Bart Freundlich’in yönettiği “The Rebound” adlı yabancı …

… film yine “Aşkın Yaşı Yok” adıyla gösterime giriyor. Yabancı filmlere Türkçe isim konulurken birebir çeviri yapılmaz. Ticari cazibe …

… açısından filmin konusuna yakın çekici bir isim konulmaya çalışılır. Bunu biliyoruz, fakat birbirine yakın tarihlerde vizyona …

… giren filmlerin aynı Türkçe isimle gösterilmesi de tuhaf. Benzer isimli ve birbirine yakın tarihlerde gösterilen birkaç örnek daha …

… vermek gerekirse: “Dönüş – Vozvrashcheniye” (Yön: Andrey Zvyagintsev, 04 Şubat 2005); “Dönüş – Volver” (Yön: Pedro Almodovar, 03 …

… Kasım 2006); “İlk Aşk – Dandelion” (Yön: Mark Milgard, 27 Ocak 2006); “İlk Aşk” (Yön: Nihat Durak, 17 Kasım 2006); “Kapan – Fermat’s …

… Room” (Yön: Luis Piedrahita, 11 Nisan 2008); “Kapan – Hush” (Yön: Mark Tonderai, 10 Temmuz 2009). Geçen hafta Ankara Film …

… Festivali’ndeyken bir ara Murat Erşahin, en uzun yerli filmin hangi olduğunu araştırıyordu. Düşündük, düşündük, sonunda bulduk.

Murat yazısında belirteceği için onun buluşuna sahip çıkmamak adına buraya yazmayayım. Ben bir başka en uzun yerli filmi yazayım. Benim …

… bildiğim en uzun yerli film adı, Mehmet Aslan’ın yönettiği “Akbulut, Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı”ya aittir. Biraz daha zorlasam …

… diğer en uzun isimli yerli film olarak, Yavuz Figenli’nin “Yüzme Bilmiyorsan İşin Ne Ağaçta” filmini belirtebilirim. Çok bilmişlik …

… yapıyorum ya, şimdi siz, “En uzun Türkçe isimli yabancı film hangisi?” diye sorarsınız. Ben cevabı yetiştireyim derken, oradan birisi …

“Borat: Şanlı Kazakistan Milletinin Çıkarlarını Arttırmak İçin Amerikan Kültürünün İncelenmesi” der haklı olarak. Doğrudur …

O halde bende ikincisini yazayım. Woody Allen’in meşhur filmi 1994 Nisan’ında ülkemizde aynen “Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Ama …

… Sormaya Asla Cesaret Edemediğiniz Her Şey” adıyla gösterilmişti. Utana, sıkıla Beyoğlu Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum.

Lâf lâfı açıyor, yukarıda Karaoğlan’dan bahsedince aklıma avdet eden küçük bir bilgiyi de kayda geçmekte yarar var. Suat Yalaz, serinin …

… ilk filmi “Karaoğlan, Altaydan Gelen Yiğit” filmi ile ortalığı kasıp kavurduktan sonra birkaç tane Karaoğlan filmi daha yazdı ve yönetti.

Serinin ilk filminde ilk defa kamera önüne geçen Kartal Tibet herhalde fazla para istedi ki serinin son filminde Camoka rolündeki Danyal …

… Topatan’ı (fotoğrafta sağda) başrolde oynattı. Filmin adı “Camoka’nın İntikamı”ydı ve bazı yerlerine eski Karaoğlan filmlerinden görüntüler serpiştirilmiş …

… ve seyirciye Karaoğlan filmi olarak servis edilmişti. Bu da yetmedi bir iki sezon sonra sinemamız Suat Yusuf adında yeni bir yönetmen …

… kazandı ve o da sinemamıza “Karaoğlan’ın Kardeşi Sargan” adında bir film hediye etti. Günahı vebali hatırlayanların -ki bendeniz …

… oluyorum- boynuna Suat Yusuf’un Suat Yalaz’ın takma adı olduğu sanılır. Araştırdım, baktım filmin senaryosu da Suat Yalaz tarafından …

… yazılmış, başrolünde de Tarık Tibet adında bir oyuncu oynuyor. Ne tesadüf, Kartal Tibet’in kardeşi midir, nedir?

Sinemamızda daha ne ilginçlikler vardır kimbilir?

“Kara Köpekler Havlarken” ve “Köprüdekiler”in Ankara’dan ödüllerle dönmesi iyi oldu. Her iki filmde 19 Mart Cuma günü gösterime girmişti.

Ödüllerin filmlere ilâve seyirci getirmesini dileyelim. Bu iki film ve Aydın Bulut’un “Başka Semtin Çocukları” filmleri bana birbirini …

… tamamlayan filmler gibi geliyor. Üç ayrı yönetmen tarafından yapılan bir üçleme. İsmail Güneş de “Gülün Bittiği Yer”den sonra “Sözün …

… Bittiği Yer”i çekmişti. Son projesi “Ateşin Düştüğü Yer”i tamamladığında sinemamız yeni bir üçlemeye daha kavuşmuş olacak.

(20 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kuyu

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 10

Azınlıkta da kalsa film gösterimlerinde bazı seyirciler filmin sonundaki jeneriği izlerler. Bu seyirciler 2 çeşittir. Birincileri …

… jeneriğin bir kısmını izler, sonra çıkar. İkincileri ise sonuna kadar izler. Birincilerin yaptığını saygısızlık olarak görüyorum.

Ya filmin bittiğini hissettiğinde çık git veya jeneriği izlemek istiyorsan sonuna kadar izle birader.

Bendeniz yeni vakıf oldum. Ankara’da şehirlerarası otobüslerin şehir içi servislerini kaldırmışlar. Şehir içinde taksiye bindiğimizde …

… şoförün birisine sordum. Otogarda taksi durağı varmış, durakta çalışan her taksiden 25 TL alıyormuş. Gelgelelim otogardaki …

… taksi durağının işletmecisi Melih Gökçek’in oğlu imiş. Vallahi elçiye zeval olmaz, ben söylemiş olayım, durumdan memnun olmayan …

… vatandaş Sayın Başkana -hani tabiri caizse- saydırıyor. Belkide başkan “sayın” vasfına haiz olduğundandır, ben bilemem.

Bir ara basına yansımıştı, birkaç yıl önce ülkemizde film ithalâtçısı rezervasyonu, devalüasyonu -neydi o- enflasyonu mu ne olmuştu.

İşte o sıra Avrupalı filmciler bayram etmiş idi. Çünkü bizim yeni yetme ithalâtçılarımızın birisinin 10.000 dolar verdiği filme …

… diğer ithalâtçı 20.000, bir diğeri 30.000 dolar teklif ediyormuş. Bizim insanımızın bu gereksiz birbirini yeme merakı yüzünden …

… elin Avrupalısının 10.000 dolarlık filmi ülkemize 30 – 40.000 dolara -pardon yani- giriyormuş. Şimdilerde de kulağıma başka benzer …

… bir uygalama geldi. Film festivalleri de birbirinin kuyusunu kazmakla meşgûl oluyormuş. Festivalinde göstermek üzere yurt dışından …

… bir filme talip olan Z festivali, filmi “Türkiye’de başka bir festivale verilmemesi şartıyla” talep ediyormuş. Maşallah, maşallah, …

… ülkemizdeki film festivallerinin bazılarının şahıs ve kurumların babasının malı gibi anıldığını bilirdik de bu mevzuyu yeni duyduk.

Atalarımız boşuna dememiş “Türk’e Türk’ten başkasından fayda yoktur” diye. Doğru demişler. Biz birbirimize yeteriz, yeri geldiğinde …

… birbirimizi de yeriz, birbirimizin kuyusunu da kazarız. Aferim, devam edin arkadaşlar. Coşkun Bey’in dediğine göre twitter da makale …

… gibi uzun yazılar yazılmazmış. Vallahi ben bilemem, vatandaşın birisi bilmem kaç bin sayfalık romanını twitter’dan okurlarına …

… sunacağını yazmıştı. Bendenize de ilham oradan geldi. Ben ne yapayım ilham bu, gelir gelir.

“Dersimiz Atatürk” filmi çekilmeye başlandığında Turgut Özakman ve kitabı “Çılgın Türkler”in sık sık gündeme gelmesi üzerine -hadi …

… Atatürk demeyelim- Özakman ve kitabının istismar edilmekte olduğu şeklinde bir kanaat edinmekteydim. Nitekim afiş ve diğer tanıtım …

… materyallerinde en üstte “Turgut Özakman’ın Kaleminden” diye bir oyuncu adı yazıyor. Bu filmde de Atatürk, Halit Ergenç tarafından …

… yine çatık kaşlı, sert ve ketum birisi gibi canlandırılıyor. “Veda”da da Sinan Tuzcu, Atatürk’ü hep çatık kaşlı canlandırmıştı. Halbuki…

… Atamızın yüzüne her baktığımda huzur duyarım. Neredeyse hiç bir fotoğrafında filmlerdeki gibi çatık kaşlı değildir. “Veda” ile …

“Dersimiz Atatürk”ün peşpeşe vizyona girmesi kesinleştiğinde hemen birbiriyle rekabet edecekmiş gibi bir intiba yaratıldı. Nitekim bu …

… rüzgâra filmin yönetmeni Hamdi Alkan da kapılmış ki basın gösteriminde “Filmin çekimine geçen yıl 10 Kasım’da Anıtkabir törenlerinde …

… başlamıştık. O zaman ‘Veda’ filmi ortalarda yoktu” mealinde birşeyler söyledi. Bendeniz söylemin sonlarına yetiştiysem de, tuhaf …

… karşıladığımı belirteyim. “Veda”yı beğenmeyen vatandaşların bu film için ne diyeceklerini doğrusu çok merak ediyorum. Bana sormazsanız …

… “‘Dersimiz Atatürk’ün yanında ‘Veda’ başyapıt gibi duruyor” demem. Ama sorarsanız, derim. Filmin yapımcısı Mint Prodüksiyon’un …

… açılımı da bir tuhaf: “Made in Turkey”.

Yaşlılığın bir ölçüsünün de yolda karşınıza çıkan anketörlerin davranışı olduğunu yeni keşfettim. Daha düne kadar anketörler önümü kesip …

… birşeyler sorardı. Artık bendeniz gönüllü olarak cevaplandırayım şeklinde yönlensemde hep soldan soldan teğet geçiyorlar. Yaşlandık mı ne, alt tarafı 60 olduk, üst tarafım meçhûl.

(18 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

19 Mart 2010 Haftası

“Köprüdekiler”deki karakterler: Beyinleri, sadece, dürüst-namuslu bir şekilde çalışmaya programlı olduğu için geçim sıkıntısı çeken, genç karı – koca… Meslektaşıyla bekâr evini paylaşan, yakında Doğu’daki hizmetine gitmek üzere burayı terk etmeden önce, karşı cinsten biriyle güzel gidecek bir ilişkiye başlamak isteyen trafik polisi… Buralı oldukları halde, eğitim görememiş ve doğru dürüst bir iş bulamamış ‘en diptekiler’den genç insanlar!

Tümü, İstanbul’un iki kıtayı ve en koyu yoksullukla, tahmin bile edilemeyecek büyüklükte zenginliği birleştiren ‘köprü’lerinden birinde, her gün birbirlerinin sıkıntılarından habersiz, birbirlerini teğet geçiyor… Fakat bu topraklarda ‘her anlamda adaletsizlik’, ‘tuzu kurular’ dışında kimseyi teğet geçmiyor… Aslı Özge, gerçeklikle kurguyu birleştirdiği, hemen hemen tümü ‘kendini oynayan’ kent kahramanlarını istikrarla yönettiği için başarılı (bazı acemilikleri görmesek de olur). İtirazım, öykülerin akışı içinde zaten epey ‘yüklü’ olan filminde, siyasi vurgu da yapmaya çalışırken, seçtiği görüntülerde adil davranmamış olması. Yükselen milliyetçiliğin ne denli önü alınamaz bir tehlike olduğunun bilincinde herkes tabii, zaten yönetmen de köklerinin nasıl beslendiğine dair epey veri sunuyor. Sunmadığı, bunu tetikleyen acılar. Anımsatalım Aslı Hanım’a: Televizyonlar, “ateşin düştüğü yerler”den, annelerin ağıtlarından da görüntüler sunuyor. Sizin o görüntüleri seçmeme hakkınız fakat bizim de sizin seçmemenize itiraz hakkımız var.

“Özel Kuvvetler”, savaşların, ruhi güçlere sahip askerlerce, düşmana ‘zararsız zararlar’ verilerek yapılabileceği fikrinden ve bu konuda Amerikan Ordusu tarafından yürütülen ‘inanamayacağımız kadar gerçek’ olaylardan yola çıkarak, gerçekten komik, o denli de farklı olaylar dizisini ‘geriye dönüş’lere sıkça başvurarak anlatmakta. Irak işgâlinde geçen hikâye, hâlâ devam eden bu trajik işgâldeki insan hakları ihlâllerine de kocaman bir ‘s.ktir’ çekerek, tavizsiz bir savaş karşıtı filme dönüşüyor. George Clooney, Ewan McGregor, Jeff Bridges, Kevin Spacey gibi, bir araya geldiklerinde dağları devirebilen kadro da, keyif kattıkları rolleriyle, saldırgan militarizmle güzelce dalga geçiyorlar. En ciddi olayları keskince eleştirmenin yolunun zeki mizahtan geçtiğine dair ‘haşarı’ bir örnek.

“Sevgili John”da, askerden izinli gelmiş erkek kızla tanışır, severler birbirlerini, türlerinin bu iki güzel örneği iki hafta birlikte olur ve sonra ayrılık gelir, genç adam yurt dışı görevine geri döner; mektuplarla süren ilişki 11 / 9 günü ilk darbeyi alır… Vatanperverlik baskın çıkar, askerliğini gönüllü olarak uzatan erkeğe olan hasreti, kız için dayanılmazdır artık… Ve devreye başka insanların girmesiyle hikâye evrilir, hüzünlere gark olur, yalnızlık, acımak, fedakârlık mutlu sonu engeller… Vicdan aşkın önüne geçer. Yıllar sonraki karşılaşmalarında muhasebe yaparlarken gözyaşları yanaklarından süzülür: Onların ve siz seyircilerin! Yetişkinlerin izleyip unutacağı, yeni yetmelerin ise oğlan ve kızla empati kurup biraz daha ‘takılacakları’, formülü belli -fakat hakkını yemeyelim- tastamam bir seyirlik olan bu 25 milyon dolar maliyetli aşk öyküsünü sevmeniz ihtimal dahilinde.

(19 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Bilinçaltındaki Son Durak: Zindan Adası

Agatha Christie tarzı katil kim klostrofobisini, sıkı bir Stephen King ürperticiliğiyle birleştiren esrar dolu roman nihayet beyazperdede…

Psikolojik dünyayı ele alan her türlü gelişmeler, insanın iç dünyasını yansıtan hayaller ve bu hayallerin içinde bocalayarak gerçek hayatındaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünen kişilerin önemli bir kaçış noktası vardır. Bu kaçış noktasında benimsenen ideoloji şu şekilde ele alınabilir: “Gerçek öyle değil, böyledir.” Bilinen o ki, çoğunlukla bilinçaltı bazı duyguları arka plâna gizleyerek kilitler. Her ne kadar o kilitlerin açılması kolay olmasa da, bilinçaltı bazı istisnai durumlarda kilidi açar. Kilit açıldığı zaman o kişi artık olmak istediği kişiliğin bir parçası haline gelir. İnsanlar bunu kabûllenmenin zorluklarını bildikleri için kolay yollardan beyinlerine hükmederler.

Zaten yüzeydeki olayların altına karmaşık oyunlar saklandığı zaman onları uç noktalara götürerek derinleştiren tuhaf duyguların en derindeki gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği aşikârdır. Yanılsamalar, halüsinasyonlar ve akıl oyunları… Tüm bunların bir filme aktarıldığını hayal ettiğimizde, şöyle bir yargıya varabiliriz: “Gerçekle hayal arasında salınacağız ama asla ikisinden birine kurulmayacağız, arada asılı kalacağız”. Bu noktada devreye giren ve Dennis Lehane’in romanından adapte edilen Zindan Adası (Shutter Island) aslında travmaların kalıcı etkisini vurguluyor. Yeterince vurguluyor mu?… diye soracak olursanız bunun cevabını şu şekilde aktarmak doğru olur.

Roman Uyarlamasının Altyapısı

Bilindiği gibi roman adaptasyonları yeteri kadar başarılı olamıyor. Bunun altında yatan neden herkesin kafasında kurduğu farklı mizansenlerdir. O mizansenleri yakalamak zordur. Ama onları ortak bir paydada birleştirmek için bazı detayları da es geçmemek gerekir. Çünkü filmlerde detaylara yeterince önem verilmiyor. Filmin ana akışını sağlamak, kabataslak olarak nelerin beyazperdeye yansıtılacağını göstermek bir yana dursun, olayların hızlıca aktarılıyor oluşu durumun vahametini artıran etkenlerin başında geliyor ne yazık ki… Ve üzülerek belirtiyorum ki, Zindan Adası’nda (Shutter Island) söz konusu olan hikâye romanın birebir adaptasyonu değil… Zindan Adası (Shutter Island) orijinal hikâyeyle tam anlamıyla organik bir bağ kuramayıp yer yer yapay bir postiş malzemesi olarak duran, oldu da bittiye getirilmiş sahnelerin yer aldığı bir Martin Scorsese filmi. Filmin özünde aktarması gerekenleri neden aktaramadığını gayet iyi anlıyorum, lâkin asıl mesele bu değil! Mesele; beyazperdedeki travmatik görüntülerle kitabı okuyan birisinin kafasındakiler örtüşmeyecek olması. Hele ki romanı pür dikkat okuyanlar (benim gibi…), gediklerin üstünü kapayamaz.

Tüm bu yazılanların kafanızı karıştırdığını hayal ederek hikâyenin derinine inmek istiyorum. Baskıcı sistemin ve buhranlı günlerin etkisi altında kalan Birleşik Devletler Polisi Teddy Daniels ve ortağı Chuck dört duvarı elektrikli tellerle çevrili olan Ashcliffe Deliler Hastanesine görev icabı giderler. Buradaki hastalar tam anlamıyla suçlu ve delidirler ve muadilleri yoktur. Teddy ve Chuck’ın amacı hastaneden kaçan azılı suçluyu bulmaktır. Özünde basit görünen filmin çerçevesini çizen olaylar zincirinde adeta bir labirentin içinde kaybolan Teddy kabuğuna çekilir. Ne zaman ki Teddy gerçeklerin sadece yanılgıdan ibaret olduğunun farkına varır işte o zaman kendi yolculuğuna çıkar. Çok tehlikeli delilerin arasında görevini sürdürmeye çalışan Teddy, sıradan olmayan iki doktorun yardımıyla kaybolan hastanın izini sürer. Hastanın izini sürerken, ortaya çıkan sorunlar Teddy’nin kafasını karıştırır. Kimlik çatışması yaşayan Teddy böylece “oyun içinde oyun” sloganını benimseyip ucu bucağı olmayan hastanede aklını yitirdiğini düşünür. Teddy gerçekten aklını yitirmiş midir? İşte orası muamma…

Romanın Alamet-i Farikası

Tıpkı bir örümceğin ağlarını ördüğü gibi bilinçaltına konuşlanarak silinemeyen bazı anılar bilinçaltına hapsolduğunda hep şu soruyu sorarız: “Gerçekler yaşadığımız dünyanın bir yansıması mıdır?” Bilimsel açıklamalara dayanarak gerçeği tanımlamak mümkündür ama kendi gerçeğimizi tanımlamak pek mümkün değildir. Çünkü sadece algımızın bir yansımasıdır. Sanal dünya da böyle bir şey değil midir? Peki, ya algımız bize oyun oynuyorsa o zaman ne yapacağız?… Aslında tüm bu soruların cevabı romanda saklı… Yazar Dennis Lehane acılar ve zorluklar içinde var olmaya çalışan Teddy’nin dünyasına ve koca gezegenin neresinde, nasıl yaşıyorsak yaşayalım, yanı başımızdan akıp giden hayata değiniyor aslında.

Karanlığın tanımını başarılı bir şekilde yapan yazarın kafamızdaki karakteri ete kemiğe dönüştürmesi de cabası… İnsanın içindeki gizli ikinci kişiliğin ortaya çıkartılması ve vicdanın ürkütücü gücünün ve etkisinin fiziksel bir meseleye çevrilerek aklatılması ve üstü örtülemeyen gerçekler Teddy’nin durumuna kafa yormamız için tam biçilmiş bir kaftandır. Romanı bu denli sevmemin nedeni bütün sahneleri kare kare yaşamamdır. Zaten romanın hakkını sinemayla vermek çok zor… Mantıklı düşünüldüğünde bazı filmler zamanın çok önünde, bazıları da gerisindedir. Ama Zindan Adası (Shutter Island) bundan pek nasibini alamıyor.

Gizemli Hikâyenin Hazin Sonu

Asıl sıkıntım da filmin gerçekten iyi olabilecekken teğet geçmesi… Tüm bu olumsuz eleştiriler yazılıp çizildikten sonra filme dair olumlu olarak bir şey söylemek istiyorum. Filmin ve romanın sonu seyircilerin dudaklarına bir parça bal çalıyor. Bunu geniş kapsamıyla çözümlemek için ilk olarak yapılması gerekenlerden biri romanın okunmasıdır. Romanı okumuş kişiler film sona erdiğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Sonuç olarak, film sona erdiğinde hafızanın içinde bir soru ve itiraz bombardımanı patlak verebilir. “Neden?”, “Peki sonra?…” ve tabi ki düpedüz “Nasıl yani!?” En nihayetinde seyircinin merakını celbeden gizemin akıl oyunlarına bulayarak aktarılmış olması ve bu gizemin esrarı!

(16 Mart 2010)

Arzu Çevikalp

Uyanık Kardeşler

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 9

Ünlü bir oyuncunun kardeşide oyunculuğa başladığında bana nedense hep aslını taklit ediyor gibi gelir. O nedenle Nazan Şoray, Necip …

… Tekçe, Faruk Savun, vd. gibi oyunculara bir türlü ısınamamışımdır. Elimde değil onları izlerken aklıma devamlı Türkan Şoray, Ahmet …

… Tarık Tekçe, Kadir Savun geliyor, filme konsantre olamıyorum. Yeğen Levent İnanır’ın oyunculuğunu sevsem de, keza seyir sırasında …

… aklıma hep Kadir İnanır gelir. İnanır gelincede maçoluk, kabadayılık, Kadirizm, Tatar Ramazan, vs, derken, Levent İnanır silinir gider.

Ülkemizde düzenlenen film festivalleri neden hep aynı isimle yapılmaz anlayamıyorum. Festival aynı kentte olduğu halde neredeyse her sene…

… festivallerin adı değişir. Misal verirsek, 13. Altın Koza Film Kültür ve Sanat Festivali, 14. Adana Altın Koza Film Festivali, …

… 16. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, 18. Limak Ankara Uluslararası Film Festivali, 19. Ankara Uluslararası Film Festivali, …

… 42. Antalya Altın Portakal Film Festivali, 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 7. If AFM Uluslararası Bağımsız …

… Filmler Festivali, 8. If İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali… Daha yazayım mı? Yazmayayım. Şu festivalleri hep aynı…

… isimlerle yad etsek diyorum. Hani bendeniz, 60 yıllık Sadi Bey’e bazen Sudi Bey, bazen Şadi Bey derler, onun gibi. Fakat bendeniz işin…

… kolayını buldum. Pinema Film’e girdiğim ilk yıllarda Mustafa adlı arkadaşımız bana hep Şadi Bey, Şadi Bey diye hitapta bulunuyor. …

… “Mustafacığım” dedim, “Benim adım Şadi değil Sadi”. Gelgelelim Mustafacığımın -tabiri caizse- bu kulağından -af buyrun- giriyor …

… öbür kulağından çıkıyor. Bende başladım Mustafacığıma “Muştafa… Muştafa…” diye söylenmeye, adımı aniden ezberledi. O gün bugündür …

… Çok şükür anlı şanlı Sadi Bey adıma kavuştum. Malûmunuz “Sadi” Arapçada “Uğur” manasına gelir. İstermisiniz bu yazıdan sonra …

… Mustafacığım bedenize “Uğur Bey, Uğur Bey” diye seslenmeye başlasın; kaş yapayım derken, göz çıkarmış olmayayım. O zaman yandık netekim.

Eski sinemalar kapandığında hep ah, vah ederiz. İşletmecileri suçlarız, “Direnseydiniz, çok para kazanırken iyiydi de…” vs. deriz…

… Sinemaların kapanmasında mülk sahiplerinin de payı var. Adamın yıllardır izbe halde duran salonuna bir işletmeci talip olur, kiralar, …

… milyarlarca lira sarf ederek salonu yeniler. Salonun güzelliği ortaya çıkınca ve insanlar akın akın gelmeye başlayınca salon sahibi …

… Hemen kiraya astronomik zam yapmaya kalkar. Onu bırak, bir işletmecinin kendisinden duydum. İşletmeci, “Salonu kendi paramızla …

… böldüğümüzde, gelirimizin de arttığı gerekçesiyle sözleşmenin ortasında kiraya zam istediler, bizde kapattık” diye belirtiyor.

(14 Mart 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Umarız’lar Üzerine Bir Yazı, Yeşilçam Müdavimleri Unutulmasın

30 sinema örgütünün oluşturduğu Türkiye Sinema Konseyi, yarın Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bir basın açıklaması yapacak. Başkanlığını Erden Kıral’ın yaptığı konsey Türk sinemasının sorunları ile ilgili bir bildirge yayınlayacak. Umarız makro isteklerin yanında (Türk sinema yasası taslağı) mikro istekler de bildirgede yer alır. Yeşilçam müdavimlerinin huzurevi ve hastane köşelerine atılmaları, kendilerine dizilerde yer verilmemesi gibi… Sonucu yarın sizler için izleyeceğim Türkiye Sinema Konseyi toplantısında göreceğiz.

Ata Demirer Milyon Dedi

Ata Demirer’in filmi Eyyvah Eyvah henüz ikinci haftasında 1 milyon barajını geçti. İzleyen hemen herkesin hayran kaldığı, hatta tekrar gittiği filmin başarısı Umarız film üreticilerine iyi bir örnek olur ve tastamam yerli hikâye ve konularla film çekerler.

“I Love You Seti” Çok Komik

Henüz izlemedim ama Sermiyan Midyat’ın yönettiği ve Hollywood’un starlarından Steve Guttenberg’in oynadığı “I Love You” konusu kadar set arkası hikâyeleri de meşhur oldu şimdiden. İşte bazıları:

– Amerikalı oyuncuların çekim süresince en zorlandığı şey alaturka tuvalete alışamamaları oldu.
– Rol alan köylüler Rugby topuyla normal maç yapmaya çalışırken topun her vuruşta taca gitmesine çok bozuldu. (Top Yamuk)
– Bütün yemeklerin etten yapıldığı Mardin’de Mariel Hemingway, her mekânda wireless sorup, internetten cesar salata siparişi vermeye kalkıştı.
– Baş örtülü ve basma elbiseli bir Kürt ana üzerinde ‘Love Me’ yazılı t-shirt’i ile komik bir görüntü oluşturdu.
– Genç oyuncu Josh Folan, atletik vücudunu korumak için, tüm köylülerin şaşkın bakışlarına aldırmadan her sabah sporunu yaptı.
– Amerikalılar hamamböceklerini görene kadar Mardin’i film platoları sanmış.

Umarız bu tip yabancı oyunculu prodüksiyonlar artar.

Festivaller Çakışınca

Önce Berlin Film Festivali, Sonra Oscar’lar, daha sonra Ankara Film Festivali derken sırada İstanbul Film Festivali ve Yeşilçam Ödülleri var. Şu sıralar sinema, medyanın gözdesi oldu adeta. Umarız medya sadece işin jan jan kısmı ile değil de, biraz da sinemanın gerçek sorunları ile ilgilenir bir gün.

Bravo Türk Seyircisine

Geçtiğimiz yıl vizyona giren 70 Türk filmi 13,5 milyon seyirciyi salonlara çekmişti. Oysa bu sene 2010’da vizyona giren 13 Türk filmi 10 milyon barajını geçti bile…. Bu hızla gidersek sene sonunu 20 milyon yerli seyirci ile kapatabiliriz. Bu da bir önceki yıla oranla % 70 daha fazla seyirci demek. Umarız Türk sineması bu şekilde yoluna devam eder.

(14 Mart 2010)

Erhan Işık

[email protected]
www.yesilcam.gen.tr

Kıymetli’nin Trajik Hayatından

Acı Bir Hayat Hikayesi (Precious)
Yönetmen: Lee Daniels
Eser: Sapphire
Senaryo: Geoffrey Fletcher
Müzik: Mario Grigorov
Görüntü: Andrew Dunn
Oyuncular: Gabourey Sidibe (Precious), Mo’nique (Mary), Paula Patton (Bayan Rain), Mariah Carrey (Bayan Weiss)
Yapım: LDE-SEG (2009)

Bu filmle anneyi oynayan Mo’nique “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”, Geoffrey Fletcher, Sapphire’ın “Push” romanından yazdığı senaryoyla “En İyi Uyarlama Senaryo” ödüllerini kazandı.

Bu film, Amerika’dan sahici bir hikâye anlatıyor, 16 yaşındaki obez genç kız Claireece “Precious” Jones’un hikâyesini. Babası tarafından tecavüze uğrayan “Precious”, annesi Mary’yle aynı evi paylaşıyor. Annesi evden dışarı çıkmayan, loto oynayan, sürekli televizyon izleyen, tüm geliri Sosyal Hizmetler’den gelen birkaç yüz dolarla hayatını sürdüren hayatın sinirli yaptığı yapayalnız bir kadın. Kızı da yapayalnız. “Down sendromlu”, yani “mongol” bir çocuk doğuran “Precious” (Kıymetli), ikinci çocuğuna hamile ve okuldan uzaklaştırılıyor. Okulun müdüresi onu sosyal hizmet destekli bir başka okula gönderiyor ve orada Bayan Rain’in desteğiyle hem okuma yazma öğreniyor hem de hayatına yeni bir yön çiziyor. Filmin hikâyesi 1987’de New York – Harlem’de başlıyor. Ortalarda pek görünmeyen kendisine tecavüz eden babası bir zaman sonra AİDS’ten ölüyor. “Precious” da AİDS. Belki de onu hayata bağlayacak iki çocuğu.

Yürek burkucu…

Sapphire’in 1996’da yazdığı “Push” (İtin) romanından uyarlanan bu film, belki de son dönemlerde Amerika’nın öbür yüzünü, yoksul kıyılarını gösteren önemli yapıtlardan. Akademi, geçmişte olduğu gibi bu yıl da hakkı yenmiş filmlerle anılacak. Annede inanılmaz bir dramı tüm ruhuyla perdeye yansıtan yapayalnız ve hep kaybetmiş Mary rolüyle Akademi’den “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü kazanan Mo’nique performansıyla gerçekten insanı etkiliyor. “Precious”a hayat veren Gabourey Sidibe, dalgın gözleriyle dışarıdaki sert hayatın içerisinde yapayalnız biri. Bu trajik hayatta sığınacağı tek varlıklar çocukları. O çocuklar, hem kardeşleri hem de evlâtları. Amerikan toplumunun arka sokaklarına bakan bu film gerçekçi ve trajik. Bu gerçekçiliğiyle insanı tam anlamıyla sarsıyor bu film. “Acı Bir Hayat Hikayesi” filmi, ayrıca Akademi’den “En İyi Uyarlama Senaryo” ödülünü de aldı. Bu film, sinemasal belleğe alınmalı. Bu filmde Ken Loach ruhunun da olduğunu belirtmeliyiz.

(12 Mart 2010)

Ali Erden

[email protected]

Evine Dön Lone Scherfig

“An Education” Üzerine…

Lone Scherfig ne yapmış bu sefer diye düşünerek !f İstanbul 9. AFM Bağımsız Filmler Festivali’nde An Education’u (Aşk Dersi) izlemeye gittim. Ve ardı ardına izlemiş olduğum başkaca filmlere selâm gönderen bir yapımla karşılaştım. Yer yer Ölü Ozanlar Derneği, yer yer Mona Lisa Smile’ı (Mona Lisa Gülüşü) anımsatan havası ile kendi kısır döngüsüne kapılmış olan ve bağımsız bir duruşa bürünememiş Scherfig bu sefer. Ama bu onun hoşuna gitmiş olacak ki Altın Küre, Oscar derken bütün dünyada tanınır hale gelmeyi başardı.

An Education bize izlediğimiz filmi hangi perspektiften okumamız konusunda yardımcı olamıyor. Bakış açıları önümüze seriliyor ama bir duruş kazanamıyor ne yazık ki. Ne yazık ki demek zorundayım çünkü “Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” ve “Wilbur Ölmek İstiyor” filmleriyle daha kendi halinde ve söylemek istediklerini abartıdan uzak ve daha mütevazı bir dille aktaran bir yönetmen için kayda değer bir bocalama yaşanmış. Bunu bağlayabileceğim en sağlam nokta da bu hikâyeyi anlatırken kendi coğrafyasının uzağına düşmüş olması. An Education bir dönem filmi ancak 1960’ların Londrası’na hapsolunarak anlatılması zorunlu bir öykü de değil. Lone Scherfig, Danimarka sınırları içerisinde kendi dilinde, eleştirmek istediği sistemi ya da bağlanılması kaçınılmaz olan kurumsal yapıları içine de bir tutam aşk kırıntıları ekleyerek anlatsaymış, hikâye daha da bir karakteristik yapıya bürünebilirmiş. Görsel anlamda ve oyunculuklarda belki bir problem yok ama bir filmin belkemiği olan senaryo sallanmış da sallanmış. Sallanan senaryoyu da çoğu zaman başarıyla kotarılmış sanat yönetmenliği ve fonda bize dinletilen müzikler toparlamaya çalışmış. Filmi izlerken Carrey Mulligan’ı saçlarını topladığında hep birine benzetip durdum zira bir türlü çıkaramadım ama sonradan farkettim ki apaçık ortada olan bir Audrey Hepburn tasviriydi bu. Dönemsel olarak çakışmış mı bilemem -ki buna da gerek yok- hoş bir selâm duruş görüntüsünde perdeye yansıdı. Hepburn’ün masumiyeti Mulligan’ın zerafetiyle bütünleşmiş ve 1960’lara yakışan bir tablo oluşturmuş.

Filmde aile çekirdeğinin önemine ya da önemsizliğine de değiniliyor elbette. Ama işte tam da bu noktada beli bükülmüş olan senaryo bir türlü doğrultulamıyor. Alfred Molina’yı kızları için en iyisini -neye göre-, en doğrusunu -kime göre- isteyen baba rolünde izliyoruz. Carrey Mulligan’ın canlandırdığı karakter özgürlüğüne düşkün haliyle ve yaşının ötesinde sergilediği olgunlaşma görüntüsüyle ilgi çekici ve sevilesi bir hale bürünmüş filmin içinde. Ama biraz sıyrılalım duygularımızdan ve tam da orta yerinden bir dalış yapalım anlatılan hikâyenin içine dersek tam da bu noktada tatmin olamıyoruz. Babanın tam olarak ne istediğini de anlayamıyoruz kızlarının bu kadar özgür olup da yine de kendini aile baskısı altında hissetmesini de. Garip bir çelişki var derken anne karakteri olup bitenleri dengelemeye çalışıyor. Kuzey Avrupa sinemasının kendine has üslûbu olmasa da her şeye rağmen sıcak bir havası var An Education’un. Oscar rakipleriyle de yanyana geldiği zaman en ayrıcalıklı olanı diyebiliriz.

Ama hiçbir şey Lone Scherfig’e duyduğum özlemin daha da pekişmesine engel olamadı. Dogma manifestosundan nerelere gelindiğinin güzel bir kanıtı oldu An Education. Belki Lars Von Trier de ihanet etti altına imza attığı manifestoya ya da ihanetten öte bir yenilenme süreci geçirdi -ki bence böyle- ama yine de uzak düşmemişti kendine. Hiçbir Trier filmi izledikten sonra özlemimi daha da filizlendirmemişti.

(09 Mart 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/