Kategori arşivi: Yazılar

15 Ocak 2010 Haftası

“Aklı Havada”, yılın yaklaşık on buçuk ayını, içi büyük dışı küçük bir seyahat çantası, havalimanları, oteller, kentler arası transferler arasında geçirirken, şirketlerden insanları -canlarını az acıtıp hayallerini hareketlendirerek- kovmak gibi bir iş yapan adamla, onun dişisi gibi olan kadın arasındaki ilişkiler… Öyküdeki üçüncü kişi ise adam için bir tehdit unsuru olabilecektir: Gaddar kapitalizmin içine yeni dâhil olan genç, hırslı kadın! Güldürünün bir dram içinde nasıl doğal haliyle saklı olduğunu zekice yazılmış senaryosuyla ortaya koyan, klâs bir çalışma. Havadan-yukarıdan bakıldığında iyi işliyormuş gibi görünen bir sistemin içinde yer alan insanların nasıl kurban ve işte bu kurbanların da güçlü görüntülerine karşın aslında nasıl da kırılgan yüreklere sahip olduklarına dair. Yani… Yanisi şu, filmin başkarakteri gibi kalabalıklardan dışarıya çıkmış olsanız da biliniz ki, bir gün (örneğin işsiz kaldığınızda) içeriye girmek ve birine yaslanmak isteyeceksiniz. Bu yılın en güçlü filmlerinden bence. Ve bu George Clooney var ya, bu George Clooney… Tüm yürek dalgalanmalarını seyirciye kusursuzca geçiriyor. Ne kadar iyi oyuncu yahu!

“Kaptan Feza”, batıdan doğuya birçok ülke sinemasının, “Leon”dan “Acı Tatlı Hayat”a birçok filmde kullandığı gangsterlik / mafya öykü kalıplarını kullanmayı beceremeyen, bırakın karakterler ve olay örgüsüyle etki yaratmayı, hareket trafiğini bile ayarlayamayan, sıkıcı bir film. Üstelik araya ‘cezaevlerindeki ölüm oruçları’ gibi ‘kelalâka’ bir siyasi meseleyi sıkıştırmaya çalışarak, iyice acemileşiyor. Oyuncuların da, Mine Tugay hariç hepsi kötü oynuyor. Yani Türkiye’nin bir Jean Reno duruş ve figürüne mi ihtiyacı var Allah aşkına? Ya da bizlerle dalga mı geçiyorsunuz?

“Kim Kiminle Nerede?”, nevropat Woody’nin dört yıl – dört filmlik Avrupa seyrüseferinden sonra vatanı Manhattan’a döndüğü, insan denilen türden nefret eden sabık fizik profesörü ile onunla taban tabana zıt Güneyli körpe kızın ‘birleşen kimyaları’ çerçevesinde de varoluşu sorgulayıp şans denilen kavrama akıl sır erdirememesi üzerine bir komik film. Öyle akıcı diyaloglara ve olay silsilesine sahip ki… Bu ustalık karşısında yerlere kadar saygıyla eğiliyorsunuz. Kendi adıma çok güldüğümü söyleyebilirim. Özellikle kızın tutucu anne ve babasının büyük kente geldikten sonra gerçek ‘ben’lerini keşfedip ahlâksal ikiyüzlülüklerini silip attıkları sahnelerde. Woody Allen bu, zekâ küpü! ‘En yeni filmini sanki en iyi filmi’ gibi hissettiriyor.

“Paranormal Activity”, yaratıcı olmanın parayla pulla ilgisi olmadığının kanıtı. İki katlı bir ev, biri kadın ve biri erkek iki oyuncu (ayrıca iki de küçük rol). Ev tipi kamera bu iki oyuncu (özellikle adam) tarafından kullanılıyor; bazen de tripod üzerinde sabit. Üç yıldır birlikte yaşayan sevgililerin son üç haftalık dönemlerini yaklaşık 86 dakika röntgenliyoruz. Bu kadar! Ha, yapım ekibi de üç kişi… Ne mi var bunda? Gittiğinizde, ne olduğunu göreceksiniz. Bendeniz, deneyimli eleştirmen bile, korkudan iki kez tepeden tırnağa titrediğime göre… Uyaralım, tırsacaksınız. Çünkü filmde kadına musallat olan parapsikolojik varlık, zaten hepimizin karanlığa odaklandığımızda, duyduğumuz, görür gibi olduğumuz ve hissettiğimiz gibi. Dolayısıyla bilinçaltınız epey hareketlenecek. İşiniz zor! İsterseniz gelin vazgeçin.

“Sherlock Holmes”, 1890’ların hızla gelişen / enerji yüklü Londra’sında, üstün zekâsıyla karmaşık gibi gözüken olayları kolayca çözebilen dedektif Holmes ve en yakın dostu-yardımcısı Watson’ın serüveni, bilimin labirentlerinde dolaştığı denli sokakların nefes alıp veren dokusu içinde oldukça sert, alabildiğine ‘kirli’… Güncellikle kırıştıran bir serbest bakış. Dağınık mı dağınık Holmes’un arkasını topladığı denli onun kadar dövüşçü ve ondan farklı olarak disiplin sahibi Watson’ın da ağırlık kazandığı, mizahla aksiyonun zekâ oyunlarıyla yarıştığı film, kusursuz işleyen bir yapıda. Senaryo ve kurgu, kronometrik; setler ve sanat yönetimi zaman içinde yolculuk duygusu verecek denli ayrıntılı ve etkili; görüntü yönetimi capcanlı duyguları perdeden taşırıyor; oyuncular ise karakterlerini deri gibi üzerlerine geçirmişler… Benden tam puan!

(13 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Maurice Scherer Vefat Etti…

Maurice Scherer… Tabii biz onu Eric Rohmer olarak biliyoruz.

Bankalar, hesap sahiplerine her yıl (sayfaları haftalık olan) küçük defterler verirlerdi. İki-üç kez -yıl başında- bu defterlere gördüğüm filmleri yazmaya başlamıştım… devam edemedim. Sonradan Ece Ajans’ın hazırladığı cep ajandasından edindim ve bu defa ciddi ciddi filmleri yazmaya başladım. Ama, ne ciddiyet, filmlerin sırf isimlerini yazıyorum, numara vererek. Ne -o zaman daha önemli idi- oyuncular var, ne yönetmen, ne de filmin ülkesi… Bu defter de sonra yitiklere karıştı, ama hatırladığım 700’den fazla filmin yazılmış olduğu… Uzun zamandır böyle notlar tutmuyorum (bir eksiklik). Bugün o 700 filmin en az üçte birini görmemiş olmayı dileyebilirim, görme imkânını bulamadığım bazı filmleri görmüş olmak koşulu ile… Bu filmlerden bazıları Rohmer filmleri kuşkusuz; Bresson’un, Tati’nin, Ivens’in, Fassbinder’in filmleri olduğu gibi… Bu isimler ilk akla gelenler, en önemlileri de değil, başka adlar da (kişi ve film olarak) var doğal olarak… Zaman içinde önem sıralaması değişerek.

Rohmer, 89 yaşında yaşamını yitirdi, filmlerini (uzun metraj) 1959 ile 2007 arasında çekti. Özgün senaryolardan ve edebiyat uyarlamalarından yaptığı uyarlamalarda, hep kişisel dilini, -uzun konuşmalara dayanan, ama ne konuşmalar- kullanarak, ticari sinemanın belirlediği -neyse?- kurallara uymayarak, kendi bildiğince üretti filmlerini, az yaptı ama sinemanın tarihine sırf film yönetmiş biri olarak geçmedi, farklılıkları olan bir yönetmen, “beyne de seslenen, ‘kültürlü’ ve incelikli bir sinema” (Dorsay – 100 Yılın 100 Yönetmeni S: 335) üreten (!) bir yönetmen olarak anılıyor, anılacak.

Filmlerinden başka, eleştiri yazılarından başka Renoir, Hawks, Mizoguchi, Rossellini üzerine yazıları da kaldı, bir de Claude Chabrol ile birlikte yazdıkları Hitchcock üzerine olan kitap. (Bilgisizliğimi hoşgörün lütfen, bu kitap Türkçe’ye çevrildi mi? Yoksa ben mi bir süredir (?), sinema yayınlarını izleyemiyorum.)

Bir yönetmen üzerine ne yazılabilir, eğitimi, sinema çalışmaları, filmleri… Yönetmenden sonra yazılacak yazı bir yerlerde yarınlara kalabilir ama asıl yönetmenin bıraktığı filmler kalabiliyorsa, yönetmen sırf film yönetmemiştir.

(13 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Giderayak Sanatçı…

Yeni bir yıla başladık… Sanat dünyasının ilk kaybı ilk hafta sonu geldi. İhsan Devrim’i yitirdik ama sanatçılarımız hakkındaki eksik bilgilerimizi bize hatırlatarak bu dünyadan ayrıldı. Bilmemiz gerekirdi ki Devrim sadece bir tiyatro oyuncusu ve bugünlerde Şehir Tiyatroları’nın (yaşayan) en yaşlı oyuncusu ve geçen yıl yitirdiğimiz Ayşegül Devrim’in babası olmanın yanında ve de aynı zamanda bir öykü yazarıdır. Öyküleri kitaplaşarak (“Evimiz”, “Hatıralar”, “Yemen Türküsü”) yayınlanmıştır. Aslında tiyatro oyuncusu olan Devrim sinemada oynadıktan sonra televizyondaki rolleri ile (“Süper Baba”da Süper Dede) genel seyirci tarafından tanınır oldu.

İki gün sonra yine bir tiyatro asıllı, sinema oyuncusunu yitirdik: Saltuk Kaplangı (1932). Kaplangı da tiyatroya başlayıp, bir süre sinemaya geçip sonradan tiyatroya dönenlerden (zaten ayrılmamıştır.) Sinemada oyunculuğunun yanı sıra reji asistanlığı da yapmıştır. Bu nedenle (Gösteri) Sinema Ansiklopedisi’nde, bu özelliği belirtildikten sonra “bir de film yönetmiştir…” ibaresi kullanılmıştır ki, bu bilgi yanlıştır. Yıllar önce kendisi ile yaptığımız görüşmede bu husus sorulmuş ve “yönetmenlik değil, yönetmene yardımcılık yaptığı” yanıtı alınmıştır. Ölümü ile bu bilgi yanlışının -hiç değilse bu site ziyaretçileri açısından- giderilmesi olanağı doğmuştur. (Sanatçılar giderayak bu gibi azizlikler yaparlar…) Kaplangı, sinemaya girdiği yıllarda, Şafak Sökecek (İhsan Tomaç-1951), Yedi Köyün Zeynebi (Muharrem Gürses-1956), Ana Hasreti (Memduh Ün-1956), Yetim Ömer (Memduh Ün-1957), Zeynebin Aşkı / Güllü Fatma / Kanlı Duvak (Memduh Ün-1957), Bağrıyanık (A. Baki Çallıoğlu-1959), Yabancı Adam (Abdurrahman Palay-1961), Yanık Ömer (Muharrem Gürses-1962), Gönül Avcısı (Nejat Saydam-1962) gibi filmlerde oynamıştır.

Sanatçılar giderayak …

(12 Ocak 2010)

Orhan Ünser

İstanbul’da Bir Facia-i Aşk / Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez / Şişli Güzeli Mediha Hanım

Muhsin Ertuğrul, ilk özel yapımevimiz olan Kemal Film adına 1922 yılında ülkemizdeki ilk filmini, gerçek bir olaydan hareketle, senaryosunu da yazarak çeker: İstanbul’da Bir Facia-i Aşk (Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli).

Kemal, Sultanahmet’te rastladığı eski bir arkadaşı olan Ali’ye, bir zevk düşkünü kadın yolunda uğradığı yıkımı anlatırken, bu kadın yeni bir aşığı ile arabaya binmiş yanlarından geçer. Kemal kadını unutamamıştır. Mediha’nın yeni aşığı Sadi’dir. Taşrada bıraktığı eşi, annesi ve çocuklarını bu kadın unutmuşa benzemektedir.

Annesi İstanbul’a gelir ve onu uyarmaya çalışır. Ama Sadi, bundan etkilenmez. Üzgün annenin çıktığı kapıya düşkün bir adam yaklaşır: Bu Kemal’dir. Bilmeden eski sevgilisinin metres olarak yaşadığı eve gelmiştir.

Evin aşçıbaşısı ona acır, mutfağa alır, bir şeyler yedirir. Mediha, Kemal’i görür, perişan ettiği erkeğe kahkahalarla güler. Fakat Kemal açtır ve açlığı gururunu yener. Evin sahibi merhametli bir adamdır. Kemal’i eve uşak olarak alır. Mediha da buna sesini çıkarmaz. Ancak Kemal, Mediha ile birlikte yaşadığı Ziynet’in Sadi’ye bir komplo hazırladıklarını anlayınca, artık eski sevgilisini falan unutup bu nankör kadınları ele vererek, hem Sadi’yi kurtarmak, hem de intikamını almak ister; ama ondan evvel bu ihtimali düşünen kadınlar, onu, Sadi’ye kendilerine göz dikmiş biri olarak tanıtmayı ve evden kovulmasını sağlamayı başarırlar.

O akşam Boğaz’ın bir bahçesinde yiyip içtikten sonra bir otomobille eve dönmekte olan Sadi ve kadınlar belli bir noktada durdukları sırada saldırıya uğrayıp öldürülürler, Sadi ise yalnız yaralanmıştır. Başına vurularak yaralanan Sadi’nin zihninde bir boşluk vardır, olayı hatırlayamaz. Soruşturması yapıldığı sırada, yalnız kıskançlık günlerini hatırlayan Sadi, metresini öldürdüğünü sanır ve olayın faili olduğunu kabûl eder.

Bu haberin duyulması Sadi’nin kendi ailesi içinde bomba etkisi yapar. İstanbul’a gelip hapishane kapılarında oğullarını görmek derdine düşerler.

Bu durumu gören Kemal’de acı bir pişmanlığa düşer. Mediha ile Ziynet’i kendisi öldürmüştür. Hapishaneye giderek bu durumu Sadi’ye açıklar. Ama Sadi, bunu bir çeşit fedakârlık olarak değerlendirir ve kabûl etmez. Yargıç önündeki soruşturması sırasında da suçu üstlenmek istemesine karşılık, Kemal’i kapı dışarı ederler. Kemal bunun üzerine kendini öldürür.

Bıraktığı mektupta durumu yeniden açıklar. Bu kez ona inanılmış ve Sadi hapisten çıkarak ailesine kavuşmuştur. (Onaran, Prof. Dr. Âlim Şerif – Muhsin Ertuğrul’un Sineması, S. 157 – 158 / 1981 – Ankara)

Onaran, İstanbul’da Bir Facia-i Aşk’ın konusu bu şekilde veriyor. O günlerin basınına yansımış bir olaydan yapılan filmde anlatılanların, olan gerçek olayla ilişkisi, benzerliği ne kadardır, bilemiyorum. Ama senaryoyu da yazan Ertuğrul’un olayı dramatikleştirdiğini (ve sinematografikleştirdiğini kabûl etmek) hata olmaz sanırım. Bu filmi görmüş olanlardan bugün hayatta olanlar var mıdır, bilemiyorum, varsa bile ne kadarını hatırlayabilirler! Filmin mevcut kopyasının olduğu şeklinde de en küçük bir ümidim yok. Öyle ise durup dururken bu eski, güncel bir olaydan yola çıkan bu filme neden dönüyorum?

Ona gelmeden önce Özgüç’e göz attığımızda, filmin konusunun “Şişli güzeli olarak ün yapan Mediha adlı bir fahişeyle, onu öldüren dostu Hamdi Beyin dramatik öyküsü” (Özgüç, Agâh – Türk Filmleri Sözlüğü 1914-1973 C. 1, S.26 ) şeklinde olduğunu görüyoruz. Filmin gösterim tarihi 20 Kasım 1922’dir. O günlerde, basında yankı bulmuş bir cinayetin güncelliği sırasında, hemen sinemaya uyarlanması, sonradan giderek gelişecek sinemamızın pek yapmadığı bir şeydi. Sinemamız güncelliği elbise modellerinde, moda şarkılarda bir güzel izlemesine rağmen, benzeri olaylara pek dikkat etmez, hele toplumsal olayları çoğunlukla görmezden gelir. Bunu sansüre bağlayanlar çıkacaktır, yanlış da değildir, ama güncelliğe (olay açısından) bu kadar uzak durmakda yansınamaz ama her şeyin istisnası vardır…

1923’de sıcağı sıcağına yazılmış bir roman (H. E. Adıvar), sıcağı sıcağına Kurtuluş Savaşını ele almış, Ateşten Gömlek (Muhsin Erturul) yapılmıştır. Sonraki yıllarda, 60’lı yılların ortasına kadar her yıl üç-dört Kurtuluş Savaşı filmi yapılmıştır. Daha sonra (1951’den başlayarak) Kore Savaşına girmemiz üzerine bu savaş ile ilgili kısa süreli çalışmalar olmuş, uzun sürmemiştir. (Yıllar sonra Amerikalıların yaptığı bir filmin finalinde “kısa bir özel jenerikte”, filmde anlatılan olayların ardından olay yerine Türk askerlerinin sevkedildiği belirtiliyordu. Amerikalılar, hemen her ülkede geçen, o ülke tarihi ile ilgili filmler yapmalarına rağmen Türk tarihine / toplumuna fazla ilgi duymamışlardır.)

1961’de “evinin önünde oynarken kaçırılan bir kızın” öyküsü, manşetlere çıkar ve günlerce halkın ilgi ile izlediği bir haber akınını sağlar. Olaya Yeşilçam bile ilgisiz kalamaz, Kayıp Kız Ayla (Hüseyin Kaşif) filmi yapılır. Kızın babası mahkemeden film için gösterim yasağı kararı alır ve yasak uygulanır. Yıllar sonra filmin yurt dışına çıkarıldığını ve özellikle ortadoğu ülkelerinde uzun süre gösterimde kaldığını okudum, ne derece doğrudur bilemiyorum ama, yapımcıların filmi değerlendirmesine hiç şaşırmadım.

1965 yılına gelindiğinde Şişli’de bir cinayet işlenir, basına İlyas Şoris Cinayeti diye geçer (yine Şişli!). Yaşanan bu gerçek cinayet olayı da, sinemaya hızlı bir giriş yapmış olan yapımcı/yönetmen Hasan Kazankaya tarafından Tehlikeli Adam adı ile filme çekilir, tabii Yeşilçamın belirlenmemiş kuralları ile zenginleştirilerek. Çok daha enteresanı tüm bunlardan önce, 1960’da silâhlı kuvvetlerin yönetime el koyması öncesi, 28 Nisan’da başlayan ve 26 Mayıs’a kadar devam eden gençlik olayları sinemanın ilgisini çeker ve 27 Mayıs sonrası Kanlı Perşembe diye bir film tasarlanır ve tasarım halinde kalır. Basında flaş gibi yanıp sönen bu haberlerden, adı geçen projenin sahiplerini bulup çıkarmak gerek ama olayın da üzerine pek gidilmediği, bir saman alevi olmasından belli. Sonradan geçmişe yönelik yapılan, kişisel veya toplumsal bir takım güncel olaylar, geçmişe yönelik, bir anma olarak yapıldığında (şu anda televizyonda gösterilmekte olan Güz Sancısı “Tomris Giritlioğlu” gibi ) o filmler güncel değil tarihsel olur.

İmdi, Aziz Nesin Böyle Gelmiş Böyle Gitmez isimli “özyaşam”ına ilişkin kitabının 1 / Yol’un 4. basımında (1975) 85. sayfadan itibaren şunları anlatıyor:

(Nesin’in babası Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinin Gölve köyündendir.) …babamın köyü Gölve’de hemen herkes.. .erkekler… birbirine “emice” (amca) der. Babamın emice dediği, babama da emice diyen bir köylüsü vardı… Gölve’liler içinde en zengini. Bu emice neden çok paralıydı? Çünki Perşembepazarı’nda büyük eski bir hanın odacıbaşıydı.

O zamanlar adını, Kasımpaşa’daki o bizim evdekilere kadar duyurmuş, çoook ünlü, sık sık gazetelerin kendisinden söz ettiği bir güzel kadın vardı: Şişli Güzeli Mediha… Bir dönemin aşk dünyasına renk vermiş bir kadın. Uğruna erkeklerin hastalandığı, vuruşup dövüştüğü, zenginlerin paralarını savurup tiril kaldığı, evler yıkan, ocaklar söndüren bir kadın… En büyük ünü, zenginleri soyup yolması, pek çok erkeği aynı zamanda parmağında oynatması idi.

İşte bizim emice, bu dillere düşmüş Şişli güzeli Mediha’nın tutkunlarından biriydi. Gözü dönmüştü, çoluğunu çocuğunu gözü görmüyordu. Yaşını başını düşünmeden bütün parasını yedirdiği Şişli Güzeli Mediha ona yüz vermiyordu.

Babam, bu emice için, “zavallı delirmiş!” diyordu. Delirdiği doğruydu: Şişli Güzeli Mediha ile ilişkisini anlatırken,… .koskoca adam bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı.

Babam parasını yemek için emiceye Şişli Güzeli Mediha’nın büyü yapıp, aklını başından aldığını söylerdi. Babam, yardım edip emiceyi bu kadından kurtarmak istiyordu. Bunun için bir düzen kurmuşlardı… Bildiğim, o ünlü Şişli Güzeli Mediha, bizim o yoksul odamıza gelecek, bakıcılık da eden babama kendisiyle ilgili birşeyler sorup öğrenecekti.

O günlerde bakıcılık çok yaygındı. Bakıcılar, olmuş ya da olacakları bilirlerdi. Bir çocuğun baş parmağının tırnağı üzerine mürekkep damlatılır. Çocuk, gözünü bile kırpmadan bu mürekkep damlasına bakarken bakıcıda tespih çekip dualar okuduktan sonra çocuğa sorar:

– Falancayı görüyor musun?

Çocuk, tırnağı üzerindeki mürekkep damlasında, kayıp ya da çalınmış eşyayı, o eşyanın nerede olduğunu, nerede saklandığını, kimin çaldığını görür… Hep bir yere dikkatle bakıp kendini yoğunlaştıran çocuk… bakıcının soruları etkisinde kalarak, sorulan şeyi tırnağındaki mürekkep damlasında gördüğünü sanır.

[Umut (Yılmaz Güney) filminde, hoca hazinenin yerini bulabilmek için Cabbar’ın (Yılmaz Güney) çocuğunu tas içindeki suya baktırır ve görmesi gereken kuru ağacı sorar ama çocuktan cevap alamaz. Çocuk evde gördüğü bir takım şeyleri söyler, bunun üzerine Hasan (Tuncel Kurtiz) Cabbar’ın kafasına hazinenin evde olabileceği kuşkusunu sokar ve evinin avlusunu kazarlar.]

Şişli Güzeli Mediha bizim eve gelecek. Ben suya ya da mürekkebe bakma deneyiminden geçmiştim… hiç bir şey görememiştim… ama bu kez, emiceyi Şişli Güzeli Mediha’nın elinden kurtarmak için, suya bakıp, bana önceden ne öğretilmişse onu söyleyeceğim.

Gerçekten Şişli Güzeli Mediha denilen kadın bizim eve geldi. Ben suya baktım… bana öğretilenlerin hep tersini söylermişim…. böylece emicenin işlerini büsbütün kötületmişim. Şişli Güzeli Mediha’nın memnunluğu bundanmış. Kadın giderken babama para verdi. Babam… parayı almadı. İşte o zaman Şişli Güzeli Mediha hiç umulmadık birşey yaptı. Parlak, kara deriden, belkide rugan, çantası vardı, İçindekileri boşaltıp aldıktan sonra,

– Çocuk oynar, diye çantasını bana verdi.

Şaşırdım.

*****

Bu olaydan bir süre sonra Şişli Güzeli Mediha ya bıçaklanarak yada tabancayla vurularak öldürüldü. Sonraları Şişli Güzeli Mediha için gazetelerde, dergilerde pek çok yazılar, tefrikalar yazıldı, roman bile yazıldığını anımsıyorum.

Bana verdiği çantası çok güzel bir koku kokuyordu, esansın kokusu çantaya sinmişti.

…bir gazete kesiği buldum. Bu gazete yazısından öğrendiğime göre kadının adı Mediha değil Meliha imiş.

“Bir zamanlar Şişli Güzeli Meliha vardı. Güzelliği, cazibesi ve zengin aşk maceralarıyla, muhitinde, eski model ‘sosyetik’leri imrendiriyor, dedikoduları bitip tükenmiyordu. Derken günün birinde Maslak yolunda, fayton arabasının içinde hem kendisi, hem yanındaki işgüzar hizmetçisi Zeynep kadın, kıskanç bir kabadayı hovardanın kurşunları ile delik deşik oldular.”

…Şişli Güzeli için destanlar düzüldü, galiba bir tuluat kumpanyasında acıklı bir oyun da oynandı. Bir taraftan aşklarının hikâye kitapları da elden ele dolaştı durdu. Bunlardan biri… iki formalık bir cep kitabı, kabında da Şişli dilberinin resmi… İstanbul Şişli ve Nişantaşı konaklarından en uzak kenar mahallelerine kadar, her yerde yıllar yılı, Şişli dilberinin hayat dramı hep konuşuldu ve kadın adeta efsaneleşti. Fakat yavaş yavaş, bir Aphrodite tapınağındaki son dumanları savrulan buhurdan gibi son kıvılcımı da sönerek hatıralarda küllendi gitti. (Nesin, Aziz / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez – 1. Yol, Sayfa 85 – 89, Tekin Yayınları 4. Basım – 1975)

Aziz Nesin, Şişli Güzeli Mediha Hanımı böyle anlatıyor ve o günlerden bir gazete küpürüne dayanarak adını Meliha diye belirtildiğini söylüyor. Bu isim farklılığı doğru olabilir; ya isim gerçekten Meliha’dır, Muhsin Ertuğrul’un filminde Mediha diye değiştirilmiştir (olabilir bir olasılık) yada gazetede isim yanlış olarak yazılmıştır. Ama, tüm bunlar, filmin serüvenini etkilemez, güncel bir olay kısa sürede, basının da geniş yer vermesi üzerine, sinemalaştırılarak bir ilk-ler toplamı olarak (ortalıkta bulunmasa da) sinema tarihinde yerini almıştır. Muhsin Ertuğrul gibi -ne olursa olsun sinemamızda etkili olmuş olan- bir yönetmenin ülkede çektiği ilk filmidir. (İlk filmi değildir, çünkü daha önce yurt dışında yönetmenlik yapmıştır.) İlk film olarak, yankısı yaygın bir güncel olaydan hareketle yapılmış bir filmdir. Filmin senaryosu da Ertuğrul tarafından yazılmıştır, doğal olarak gazeteye yansıyan olayların kimileri filmde de kullanılmıştır, fakat yukarıda da Onaran’a dayanarak verdiğimiz film hikâyesinden de anlaşılacağı üzere dramatize edilmiştir (bunu tüm sinemalar – sinemacılar yapmıştır ve yapar.) Film hakkındaki bilgilerimizin çok dışında hiç ilgisiz gibi bir kaynaktan bu gerçek kadın hakkında anılar yolu ile olaya tekrar yaklaşınca, filmde yer almış bir kaç Mediha tutkunundan biri olan, Nesin’in babası ile birbirine “emice” dedikleri bu hemşerisinin ve onun serüveninin, hele “parmak tırnağındaki mürekkebe bakma” olayının filmde yer almasını beklememiz, hiç bir olasılık kabûl etmez. Anılar yazarı Nesin olay olduğu zaman 6 yaşındadır ve anıları nerede ise 35 yıl sonra yazmıştır. Olay 1921 / 1922 yıllarında olmuştur, film 1922 yapımıdır. Ne kadar filmler çevrilmekte ise de o yıllarda sinema salonları ne kadar yaygındır ve filmlerin gösterim olanakları ne kadardır; bunların hepsinin olumlu olabileceğini kabûl etsek bile, o yıllarda Nesin’in bu filmi görmüş olabilmesi mümkün değildir, zaten anılarının ilerleyen sayfalarında ilk film seyretme olayına da değinecektir, fakat bu yıllar sonra 12 yaşlarına geldiği günlerde olacaktır.

Yukarıda sinemamızın güncelliği fazla izlemediğine değindik, sıra dışı bir iki filme değindik. 2009 yılının en ilginç olaylarından biri “Münevver Karabulut” cinayeti. Yeşilçam günlerinde olsa idi veya Yeşilçam bu gün devam ediyor olsa idi, büyük bir olasılıkla değil, -% 100 diyorum, bu olay filme alınırdı. (Ama nasıl alınırdı?!) Bugün için belki Kayıp Kız Ayla gibi yasaklanmayabilirdi, ama film nasıl olurdu? Çünkü çok iyi bir materyal! Bugünkü sinemamızda, olaydan bir kaç ay sonra filminin çekilmek istendiği duyumları basına yansıdı, ama kısa sürede yitip gitti… iyi de oldu, sinemamızın bugünkü ortamında, yapım anlayışı içinde böyle bir projeye yatırım yapılması -bana- biraz zor görünüyor, öyle bir çalışma olduğuna dair haber uçlarıda görülmemekte.

1922’de olan bir olayın çok farklı iki yansımasını bir arada ele almaya çalıştım, (bilmiyorum) bana ilginç geldi.

(10 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Sinema ve Aşk İçin

Kırık Kucaklaşmalar (Los Abrazos Rotos)
Yönetmen-Senaryo: Pedro Almodóvar
Müzik: Alberto Iglesias
Kurgu: José Salcedo
Görüntü: Rodrigo Prieto
Oyuncular: Penélope Cruz (Lena), Lluís Homar (Mateo / Caine), Blanca Portillo (Judit), José Luis Gómez (Ernesto Martel), Rubén Ochandiano (Ray X / Ernesto Jr.), Tamar Novas (Diego)
Yapım: El Deseo-Universal (2009)

İspanyol sinemasının büyük yönetmenlerinden Pedro Almodóvar’ın “Kırık Kucaklaşmalar” filmi, aşka, sinemaya, tutkuya ve birçok şeye adanmış gibi. Almodóvar’ın bu filmi 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için de yarışmıştı.

Pedro Almodovar, 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan “Los Abrazos Rotos-Kırık Kucaklaşmalar” filminde, neredeyse her şey var. Almodovar bu filminde ihtirasa, melodrama, aşka, sinemaya, intikama ve trajediye başrolü vermiş. Geçmişin ünlü yönetmeni Mateo Blanco, kör olduktan sonra senaryolara ağırlık vermiş. Kendine de Harry Caine adını takmış. Sinema tarihinde Harry Caine adında bir İngiliz oyuncu bulduk. Yalnızca bir tek Michael Powell’ın 1934’te yönettiği “The Fire Raisers” (Kundakçılar) suç-gerilim filminde yardımcı bir rolde Bates karakteriyle görünmüş Harry Caine. Almodovar, bu oyuncuya mı selâm göndermek istemiş? Kim bilebilir ki? Her şey sakince giderken, filmin gizemlerle ve sırlarla kuşatıldığını fark ediyorsunuz birden. Yer yer kara film tadı da veren “Kırık Kucaklaşmalar”, bir aşk üçgeninin trajik hikâyesi. Film, günümüz, yani 2008’le 1994 yılları arasında gidip geliyor. Filmin açılışı da çok etkiyeyici. Kameranın vizöründen film setindeki Lena görünüyor bu anda. Bu giriş sahnesi filmin derinliğinde anlamlaşıyor seyirci için. Geçmiş, şimdi kör olmuş ünlü yönetmen Matteo Blanco’nun hatıralarıyla perdeye düşüyor. Kör olduğu için film yönetemeyen Mateo, Harry Caine adıyla senaryolar yazıyor şimdilerde. Mateo’yu geçmişe sürükleyen, kendine Ray X diyen biri. Mateo’nun sinemada ve hayatındaki her şey olan Judit, onu hiç bırakmamış. Geçmişten gelen suçluluk duygusuyla belki. Bu fedakâr kadın Judit’in oğlu Diego da Mateo’nun en büyük yardımcısı kederli bu hayatta. Diego, çekmecede Lena’nın fotoğraflarını bulduktan sonra hikâye 1994 yılına gidiyor. İşadamı Ernesto Martel’in 1992 yılında sekreteri, şimdi metresi olan Lena, içindeki sinema tutkusuyla yolları Mateo’yla kesişmiş ve derin bir aşk doğmuş aralarında. Melodramın o ağır atmosferi ve ihtiras, bu aşkı trajediye sürüklemiş sonra.

Ustalara selâm…

Hikâye, her Almodóvar filmindeki gibi karışık, ama film bittikten sonra her şey yerli yerine oturuyor. Almodóvar’ın “Kırık Kucaklaşmalar”ı, 1997 yapımı “Carne Trémula-Çıplak Ten”, 1999 yapımı “Todo Sobre mi Madre-Annem Hakkında Her Şey” ve 2002 yapımı “Hable con Ella-Konuş Onunla” filmleriyle beraber unutulmayacak yapıtı olacak belki de. “Kırık Kucaklaşmalar”, sinemaya ve aşka adanmış tutku dolu bir film. Bu filmde Jean-Luc Godard ve unutulmaz filmi 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret”e de bir selâm var. Almodóvar, Godard’ın “Nefret”inden dolaylı bile olsa biraz etkilenmiş ve saygı sunmuş. Almodóvar’ın bu sinemaskop filmi, Godard’ın ilk sinemaskop filmi “Nefret”in estetik tadını yaşatıyor seyirciye yer yer. Almodóvar, Godard’ın “Nefret” filmindeki gibi açı-karşı açı tekniğini kullanmamış ve iki karakter konuşken kamera ikisi arasında gidip geliyor. Almodóvar bir de kamerayı karakterlerinin göz hizasında tutmuş. Onları ne aşağılıyor ne de yüceltiyor böylece. Godard da öyle yapardı. Almodóvar ayrıca, Louis Malle’in 1958 yapımı kara filmi “Ascenseur pour L’Echafaud-İdam Sehpası” filmine ve Jeanne Moreau’ya da kelimelerle selâm göndermeyi unutmamış. Biraz da Luis Bunuel ustanın 1967 yapımı “Belle de Jour-Gündüz Güzeli”ne bile saygı göndermeyi unutmamış Almodóvar. Çünkü bu filmlerde, Almodóvar’ın “Kırık Kucaklaşmaları”ndaki gibi ihtiraslar ve aşklar var. Kendisine Lena diyen Magdalena’nın görüntüsü de unutulmalı. Filmin final bölümünde Penelope Cruz, Audrey Hepburn gibiydi sanki. Film içinde film olan “Kırık Kucaklaşmalar”da yönetmen Mateo, kurgu masasında mahvedilmiş “Kızlar ve Bavullar” filmini yıllar sonra yeniden kurgularken filminin finaliyle sinema yoluna düşmüş herkese bir ders sunuyordu. Bir yönetmen her şeyi göstermek zorunda değil. Seyircinin zihnine ve hayal gücüne inanmalı.

(08 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Dünyayı Anlamak Yetmez, Hadi Onu Değiştirmeye Çalışalım

Soul Kitchen, Fatih Akın filmografisinde çok farklı bir yerde duruyor. Ama bir o kadar da gerçek Fatih Akın’a en yakın yerde duruyor. Filmin her köşesinde Akın’ın dünya görüşünden, yaşam tarzından bir iz var. Kimbilir belki de Akın, bir daha bu denli bohem bir film çekmeyecek. Kendisinin de söylediği gibi belki zamanla egoları ve başarı sorumluluğu onu daha başka dertlere sürükleyecek. O yüzden bu film ile ilgili söyleyeceğim en net ve kestirme yorum; Fatih Akın bu filmi “iyiki yapmış” olur.

Bir komedi yapmak, kimi zaman bir dramdan çok daha fazla emek ve mesai ister. Bayağılaşmadan ve çok fazla bel altı vurmadan mizah yapmak da oldukça zordur. Ufak tefek handikaplarına rağmen Soul Kitchen’in iyi bir komedi olma başarısını gösterdiğini düşünüyorum. Filmdeki oyuncuların çoğu yine Akın’ın filmlerinde görmeye alıştığımız hem de çok sevdiğimiz oyuncular, özellikle Birol Ünel’i izlemek çok büyük bir keyif benim için. O yüzden Soul Kitchen’in hem Fatih Akın için hem de Fatih Akın sinemasını sevenler için yıllar sonra bile çok ayrı bir yerde duracak bir film olacaktır diye düşünüyorum.

İnsanın kendisini en iyi hissettiği yer evi, en iyi ifade ettiği dil de anadilidir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dizelerindeki gibi; “Birisi ana dilin, elin ayağın kadar senin, ana sütü gibi tatlı, ana sütü gibi bedava. Nenniler, masallar, küfürler de caba. Ötekiler yedi kat yabancı.” Akın’da bunu yapıyor, memleketi ve evi Hamburg’ta ağırlıyor izleyicilerini… Soul Kitchen, her şeye rağmen “ev”de olmanın güzelliğini anlatıyor. Akın, aynı zamanda “ev”ini kaybetmemek için ne kadar ileri gidersin sorusunu soruyor? Kapitalizm ve kentsel dönüşüm meselelerine de el atan Soul Kitchen, dünya meselelerine de kayıtsız kalmadan iyi bir komedi yapılabileceğini dosta düşmana ilân ediyor.

Sonuç olarak Soul Kitchen gerçekten eğlenip kafanızı dağıtabileceğiniz bir film. Öyle şahane senaryolar, büyük oyunculuklar yok belki ama iyi hissettiriyor. Dünyanın bir köşesinden çok renkli bir fotoğraf var elimizde ve biz bu fotoğrafı bir yerlerden tanıyoruz. Nihayetinde Hamburg ya da Sulukule, ne fark eder; dünyanın her yerinde “evlerimiz” leş kargalarının tehditleri altında. Gogol Bordello’nun Sulukule için yazdığı dizelerle, Soul Kitchen şerefine bir kadeh de biz kaldıralım. “Kentsel dönüşüm tuzağına, yeni bir otopark adına, kültürün üstüne dökülen asfalta… Üstümüzden geçiriyorlar buldozerleri, satın alabilirlermiş gibi binlerce yıllık tarihi…

İnanıyor musun, emir kesebilir mi demiri? Mahalleli taştan çıkarırken ekmeğini… Uyandır komşunu! Uyandır dostum komşunu! Uyandır katliama! Benim nabzım Barrios atar! Benim nabzım Soweto atar! Benim nabzım Sulukule atar! Benim nabzım getto atar!”

(07 Ocak 2009)

Gizem Ertürk

08 Ocak 2010 Haftası

“Amelia”, uçsuz bucaksız gökyüzü ile engin denizin bütünsel sınırsız özgürlüğünde en büyük tutkusunu gerçekleştiren ve Atlantik’i tek başına geçen ilk kadın pilot olan Amelia Earhart’ın, 1937 yılında sadece bir seyir görevlisiyle çıktığı dünya turunda, Pasifik’te uçağıyla birlikte kaybolmasından önceki son dokuz yılını, klâsik, hatta akademik bir dille anlatıyor. Kadın pilotların ve tabii bağımsızlıklarını işleriyle geliştiren tüm kadınların idolü Amelia’nın, ismini en iyi şekilde paraya dönüştürüp uçuşları için finansmanı bulan, sonradan koşul sürerek evleneceği yayıncı G. P. Putnam ile olan ilişkisi, filmin cazibe merkezi. Yani iki Oscar ödüllü Hilary Swank ve her daim çekici Richard Gere ile kırk milyon dolar bütçe, Bayan Mira Nair’e teslim edilmişse, bu bizlerin zevkle izleyeceği ‘eli yüzü düzgün’ bir film için… Senaryo ortağı da, “Rain Man” ile Oscar almış Ronald Bass zaten. Dolayısıyla gelişimi ve sonu belli bu otobiyografik dramda heyecan aramayın. Ruhu kanatlanan her cesur kadına ithaf edilmiş gibi. İzleyin ve rafa kaldırın. Peki, ben neden siyah beyaz TRT’de izlediğim, 1976 TV filmi “Amelia Earhart”ı ve canlandıran Susan Clark’ı hâlâ unutmadım?

“Gir Kanıma”, ıssız, gri, yalnız ülkede, 80 başlarında, Soğuk Savaş bitmemişken, anne ve babası ayrılmış Oskar ile ‘uzun süredir 12 yaşında olan’ vampir kız Eli’nin ‘şans’ eseri tanışması üzerine kurulu. Sevgiden dışlanmış ergenlik çağı insanı ile vampirin arkadaşlığının, bu ‘yaşamayan’ dünyadan kaçış için tünelin sonundaki ışık gibi görünmesi, ilgi çekici; politik aynı zamanda. Sert bir korku gibi fakat sert bir korku gibi olmayan, klâsik vampir filmleri özelliklerini kullanan ama hem de gözünüzün içine sokmayan filmde ‘buz gibi’ etkili görüntüler ve yer yer devreye giren müzik, uykunun rem döneminde rüya görüyormuşçasına huzursuzluk verebilir.

“Kırık Kucaklaşmalar”, kara filmlerden esinle, saplantıların kozasında gelişen tutkuların, tesadüflerin kışkırtıcılığında yuvalanan aşkların, kıskançlığın kör ettiği duyguların mantıksızca buyurganlığında sergilenen gücün, çılgınlığın cesaretle seviştiği bağlılıkların ve gizemli kadınların, estetiğin tanımı kadınların, şüphe duyulan kadınların hikâyelerini anlatan Almodovar’dan bir kolaj. Yönetmenin tek bir filmini bile izlememiş olanlar için ideal bir deneyim. İhaneti, riyakârlığı, sırları akıtan farklı damarlarla beslenen öykünün kalbinde klâsik bir trajedi var: Zengin / güçlü adam, ‘sahibi olduğu’ genç kadının delicesine âşık olduğu yazar-yönetmenle birlikteliğine ölümle müdahale edecektir! Bir “puzzle’ın parçalarını birleştiren öykülemeden ve asıl, oyuncuların canlılığından zevk alacaksınız: Keskin ve net bir stil tabii. Mizah da olmazsa olmaz: Film içinde filmde, bir kısa güldürü başyapıtı olan sahneye dair farklı kurgular, sinema denilen ‘hin sanat’a dair bir Almodovar dersi.

“Ninja’nın İntikamı” için mazrufa değil zarfa bakıyorum ve sadece şunu söylüyorum: Stilize şiddetin, ‘kendine özgü’leştirilmiş dövüş ve aksiyonun keyfini çıkarın; dijital kanların da tadını almaya çalışın… “V for Vendetta”nın (yönetmenin bir önceki işi) hatırı ve artık bir kadın olan Larry (Lana) Wachowski’nin (yapımcılardan biri) mutluluğu için.

(07 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Göklerin Avaresi Amelia

Amelia
Yönetmen: Mira Nair
Eserler: Susan Butler-Mary S. Lovell
Senaryo: Ronald Bass-Anna Hamilton Phelan
Müzik: Gabriel Yared
Kurgu: Allyson C. Johnson-Lee Percy
Görüntü: Stuart Dryburgh
Oyuncular: Hilary Swank (Amelia), Richard Gere (George), Ewan McGregor (Gene), Christopher Eccleston (Fred)
Yapım: Fox Searchlight (2009)

Amerikalı büyük kadın pilotlardan Amelia Earhart’ın hayatının bir bölümünü perdeye yansıtan “Amelia” filmi, tipik bir biyografi filmi değil. Film, yaratıcı kurgusuyla Amelia Earhart’ın ruhunu ve dönemin atmosferini perdededen yansıtabiliyor.

Hintli kadın yönetmen, tarihin önemli kadın pilotlarından Amelia Earhart’ın hayatının bir bölümünü anlattığı “Amelia”, karakterleri ve atmosferleri iyi yansıtan bir film. Nair, düz anlatım yerine geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelerek dinamik bir anlatıma ulaşabiliyor. Bu sinemaskop filmin dayandığı iki kitap var. İlki Susan Butler’ın “East to the Dawn” (Şafağın Doğusu). Diğeriyse Mary S. Lovell’ın “The Sound of Wings” (Kanatların Sesi). Kendisine “göklerin avaresi” diyen Kansaslı Amelia Earhart’ın göklere adanmış hayatı yine göklerde son buluyor 1937 yılında. 1897’de Kansas’ta doğan Amelia Earhart, Atlantik Okyanusu’nu, yani Atlas Okyanusu’nu 1932 yılında geçen ilk kadın pilottu. Alkolik olan meslektaşı Fred Noonan’la uçakla dünya turuna çıkan Amelia Earhart, büyük bir ihmalkârlığın kurbanı oldu ve Pasifik Okyanusu’na, yani Büyük Okyanus’a çakıldı. Tüm aramalara rağmen Amelia ve Fred’in cesetleri bulunamadı. 1939 yılında da öldükleri resmen ilân edildi. Amelia Earhart’a bu filmde hayat veren önemli oyunculardan Hilary Swank, tıpkı Amelia Earhart gibi. Hilary Swank, gerçekten hem bu filmin hem de yönetmenin büyük bir şansı olmuş. Hilary Swank, bu büyük kadın pilota benzemekle kalmamış onun ruhunu da yaşatmış perdede.

Etkileyici Amelia…

Film, 1937 yılında açılıyor. Amelia ve Fred, uçakla büyük dünya turu için yola çıkıyorlar. Film, 1928 yılına, Amelia’yla George Putnam’ın tanışmasına dönüyor. Atlantik’i geçmek için uçakta gözlemci olacak Amelia izlenimlerini de kitap haline getiriyor. George, bu türden işleri organize eden bir insan. Amelia ve başka pilotlara sponsor bulurken, onları da pazarlamış oluyor. İşte bu işbirliğinden bir aşk da doğuyor gecikmeden. Hatta bu aşk evliliğe kadar da uzanıyor. Ama, Amelia özgür ve evliliğin pilotluğunu engellememesi için de George’la neredeyse bir anlaşma yapıyor. Hikâyeye bir de uçuş öğretmeni Gene Vidal giriyor. Gene’in varlığı aşk üçgenini de yaratıyor bu hikâyede. Ama, kazanan aşk oluyor sonunda. Küçük sapmalar, Amelia ve George gibi büyük aşıkların aşklarına gölge düşüremiyor. Amelia Earhart, güçlü bir kadın. Göklerin tutkusu komplekslerini de almış. Bu kadar etkileyici ve güçlü bir kadını aşık yapabilen erkeklere de övgü göndermeli. Onlar da komplekslerini yenmişler bir anlamda. Atlantik’i tek başına geçen Amelia’nın en büyük rüyası uçakla dünya turuna çıkabilmek. Yavaş yavaş da bu rüyasına doğru ilerliyor. Aslında bu rüya onun trajedisi. Uzun final bölümünde Amelia ve Fred’in küçücük bir ihmâl yüzünden ölüme uçtuklarını anlıyorsunuz.

Filmin müzikleri de insanı etkiliyor. Ama en etkileyici şey de tabii ki görüntüler. Kamera sanki gökyüzünde uçaklarla beraber akrobasi yapıyor bu filmde. Gökyüzündeki uçaklı çekimlerin Blake Edwards ustanın 1970 yapımı “Darling Lili-Sevgili Lili” filmindeki kadar heyecan verici olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmen Nair’in bu filminde bir heyecan verici şey de filmin kurgusuydu. Yönetmen, hiçbir şeyi düz bir çizgide anlatmıyor bu filminde. Zamanlar arasında gidip gelirken seyirci zihinsel anlamda da yorgunluk yaşamıyor. Hikâye olarak da her şey birbirini tamamlıyor filmde. Yönetmen bazı bölümlerde siyah-beyaz belgesel görünterler de kullanmış. Hilary Swank, bütün büyük oyuncularda olan o şeyi bu filmde de yapıyor ve Amelia Earhart’ın ruhunu bir eldiven gibi üzerine geçiriyor. Richard Gere’nin George karakteri güçlü bir kadının karşısında ne yapacağını şaşırmış gibi. Sonra da bu güçlü kadının arkasında kalmayı kabûlleniyor ve fark ettirmeden de onu koruyor George. Hint sinemasının armağan ettiği Mira Nair etkileyiciliğini bu filminde de sürdürüyor ve Hollywood’un saygısını kazanıyor.

(06 Ocak 2009)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hep Ustaları Olan Sinema: Japon Sineması

Uzakdoğu sineması deyince akla gelen Bruce Lee ve Jimmy Wang Yu’nun oynadığı karate filmleriydi. 1980’lerin ortasından sonra Japonya’dan gelen iki film, en azından bize Uzakdoğu’nun sinemasını tanıttı. İlki Shohei İmamura’nın 1983 yapımı “Narayama Türküsü”, diğeriyse yine 1983 yapımı “Furyo” filmiydi. Japonya, 2010 yılını “Türkiye’de Japon Yılı” olarak ilân etti. Çağdaş Japon sinemasının yönetmenleri aracılığıyla biz de bu saygın çabaya katkıda bulunmak istedik.

Shohei Imamura (1926-2006), bir bilim insanı gözlemciliği ve araştırmacılığıyla filmlerini yaratan bir yönetmendi. 1983 yapımı “Narayama Bushikô-Narayama Türküsü”, dünya sineması içerisinde de önemli bir yere sahip. Bu filmin ilk çevrimi 1958’de Keisuke Kinoshita (1912-1998) tarafından renkli ve sinemaskop çekildi. İlk filme, 2. Dünya Savaşı sonrası Japon halkınının ideolojik duygu karmaşası deniliyordu. İkinci çevrimde (remake) yönetmen Imamura, insana dair her şeyi bilimsel bir gözle yansıtıyordu. Bu iki film de Shichirô Fukazawa’nın “Tohoku’nun Erkekleri” romanından uyarlandı. Yönetmen, doğa, insan ve tüm canlıları keşfettirici biçimde perdeye aktarırken, insanın içini burkan birkaç hikâyeyi de iç içe anlatıyordu. Narayama Dağı’nın eteklerinde oturan köylülerin geleneği anlatılıyordu filmde. 19. yüzyıldı dönem. Köylüler yoksuldu. Mahsülleri azdı. Kışlar sertti. İhtiyarların biraz daha uzun yaşaması aileler için bir kâbustu. Çünkü, ihtiyarlar çalışamıyorlar ve sadece tüketiyorlardı. Filmde anlatılan bir yaşlı ninenin dişleri gençler kadar sağlamdı. Elbette sofrada gençler kadar yemek yiyordu. Köyün geleneklerine göre ecelleriyle ölmeyen ihtiyarlar, Narayama’nın karlı tepelerinde tek başına bırakılıyor ve ölüme terk ediliyordu. Filmde, birkaç kişinin hikâyesi de öne çıkıyordu. Köyün gençlerinden birinin nefesi kokuyor ve hiçbir kadın onunla evlenmek istemiyordu. Diğer taraftaysa, ölmek üzere olan bir ihtiyar adam, genç karısına kendisi öldükten sonra köyün tüm erkekleriyle yatmasını vasiyet ediyordu. Elbette bu filmde geleneklerle beraber doğa da başroldeydi.

Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Senjou no Merii Kurisumasu/Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda Java Adası’ndaki bir Japon esir kampında geçiyordu. Esirler İngilizdi. Kampın komutanı Yonoi, İngiliz binbaşı Jack’e aşık oluyor, ama bunu kendine bile itiraf edemiyordu. Etkili bir sinema dili olan filmde, hem savaş hem de erkekler dünyası gözlemci bir bakışla yansıtılıyordu. Filmde iki ünlü müzisyen vardı. Japonların büyük müzisyeni Ryuichi Sakamoto, Yonoi komposizyonuyla belleklerde yer edinirken, David Bowie de Jack karakterine derinlik katıyordu. Filmde, çavuş Gengo Hara rolüyle görünen Takashi Kitano da vardı. 1932’de Kyoto’da doğan Oshima, Japon sinemasının yaşayan önemli yönetmenlerinden. Oshima’nın 1999 yapımı “Gohatto/Taboo-Tabu” filminde eşcinsellik olgusu daha açık yansıtılıyordu.

2004 yapımı “Sekai no Chushin de, ai o Sakebu-Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum” filmi, aşkın en melodramatik anlatımlarından biriydi. 1968 doğumlu yönetmen Isao Yukisada, iki gencin aşkını batılıların da anlayabilmesi için alabildiğine melodramatik bir biçimde anlattı. Yıllar önce terk ettiği şehre geri dönen genç adam Saku, geçmişteki en büyük aşkı güzel Aki’nin mezarına gidiyordu. Sonra da onunla yaşadığı anları anımsıyordu. Kız lösemiden ölmüştür. Saku, Aki’nin küllerini “dünyanın orta yeri” dedikleri Oberjinlerin ülkesinde rüzgâra savurmuştur. Çünkü bu Aki’nin vasiyetidir ona. Japon yönetmenin filminin görselliği ve kurgusu gerçekten sağlamdı.

Takashi Kitano ruhu…

Japon sinemasında Takashi Kitano’ya “Bito”, yani “Beat” diyorlar. 1947’de Tokyo’da doğan Kitano aktörlük, senaryo yazarlığı ve yönetmenlik yapıyor. Kitano, sinemasında, içerik ve biçim olarak farklı alıştırmalar da yapan bir yönetmen. Kitano’nun 2002’de “Dolls-Bebekler”iyle 2003’te “Zatôichi”si, sinema dili olarak birbirine çok uzak filmlerdi. “Bebekler”de, tema olarak aşkı anlattı yönetmen. Ama, öyle heyecan verici anlattı ki, seyirci zaman zaman aşkın şiddetinden ürktü. Aşkın gözle görülmeyen ruhani bir şiddeti olduğu fark ettiriliyordu. Bir melânkoli, bir zihinsel sapma ve belki de en yakıcı duyguydu aşk. Kitano, filminde ayrıntılar dışında üç hikâyeyi iç içe geçirerek anlatmıştı bu filminde. Hikâyenin ilki, tedavi edilemez bir sevdaydı. Sevgilisinin bir başka kızla evleneceğini öğrenen genç kız aşkın ince hastalığına yakalanıyordu. Sevdiği kızın akıl hastanesinde olduğunu öğrenen genç adam, sevdiği kızı alır ve beraber yollara düşerler. Yazlar, kışlar, baharlar geçer. Karlar, bir çöldür sevdaları üzerinde. Bu bölümde sanki “Leyla ile Mecnun” hikâyesini anlatıyordu Kitano. İkinci hikâyede bir Yakuza’yı anlattı yönetmen. Yakuza, yoksul gençliğinde bir kıza aşık olmuş. Bu genç kız, aşık olduğu gence her öğlen yemek getirmiş. Genç adam ortadan kaybolsa da kadın yıllarca ona her öğlen yemek getirmeyi sürdürmüş. Yakuza, geçmişinde bıraktığı kızı anımsıyor birden. O yere gidiyor. Artık ikisi de yaşlanmıştır. Üçüncü hikâyede de tutkulu ve umutsuz bir aşk vardı. Bir genç, hayranı olduğu bir pop şarkıcısı genç kadına tutku ötesi bağlanır. Üç hikâyede de farklı trajedi yansıyordu perdeye.

Kitano’nun Kan Shimosawa’nın romanından uyarladığı “Zatôichi” filminde şiddet kelimesi belki masum kalıyordu. Neredeyse bu film, bir şiddet ayini, bir şiddet kutsaması, stilize edilmiş bir şiddet tapınmasıydı. 19. yüzyıl Japonyası… Derebeylik ve samurayların son dönemleri. Plâtin saçlı kör masajcı usta Zatôichi (Kitano), kasaba kasaba dolaşırken, yolda tanıştığı Oume’nin (Michiyo Ookusu) iyiliğiyle karşılaşır. Evinde kalır, yemek yer, çay içer. Bastonunu kılıcına kın yapmış Zatôichi’nin hayattaki tek eğlencesi kumar. O, iyi biri, ama yine de her şeye mesafeli duruyor ve bu da ona karizma katar bir bakıma. Gözleri görmeyen Zatôichi, dokunma ve koku duyularıyla hayatta kalmayı başarabiliyor. Birçok şeyin sonunun yaklaştığı bu devirde (bir yerde tabanca görülüyor), kasaba tam anlamıyla bir kan gölüne dönüşüyor. Çünkü yükselen değer çeteciliktir. Oume’nin yeğeni Shinkichi de (Gadarukanaru Taka), Zatôichi ve teyzesi Oume gibi iyiler tarafında. Başkaları da var. On yıl önce zengin Naruta ailesi, sonradan Ginzo çetesi tarafından yok edilir, ama iki çocuk kurtulur bu katliamdan: Osei (Daigorô Tachibana) ve abla Okino (Yûko Daike)… Kız gibi görünen, kız gibi giyinen Osei, erkekleri kendine çekiyor hep. On yıl sonra abla-kardeş, birer geyşa olarak çeteden intikam almaya çalışırken Zatôichi’yle yolları buluşuyor. İki büyük çete, kasaba esnafını haraca bağlamış. Ginzo ve Ozi çetelerinin kılıçlarının şiddeti kasabayı sindirmiş. Elbette çetelerarası iktidar savaşları da var. Bunlarla beraber hikâyeye son samuraylardan Hattori de giriyor. İşsiz samuray olan Hattori, artık bir “ronin”dir. Hattori (Tadanobu Asano), hasta karısını (Yui Natsukawa) iyileştirebilmek için Ginzo’nun (Ittoku Kishibe) çetesine koruma olarak girer ve şiddet giderek çoğalır kasabada. “Zatôichi”, sinemanın “kanlı tarihi”nde sağlam yerini aldı belki de. Kitano yavaş çekimleriyle sanki kan hücrelerini göstermeye çalışmıştı. Kitano’nun gördüğümüz filmleri içinde herhalde biçim dilini en öne çıkaran stilizasyon gösterisiydi bu. Kamera açı ve ölçekleriyle beraber, kameranın kendisi de stil alıştırmaları yapıyordu filmde. Bazı anlarda seyirci gibi mekândaki durumlara, insanlara belli bir mesafede duran kamera, öznenin dışına çıkıp sağa-sola özgürce çevrinerek uzaktan, şimdi yaşadığımız dönemden o döneme bakıldığını hissettiriyordu. Bu kameranın ruhu var gibiydi. Dipte duyulan müzikler de canlıydı. Yönetmen, sıkça “geriye dönüş”lere başvuruyordu. Bu da filme eski usül modernliğin tadını veriyordu. Bir de yağmurlu “an”lar vardı ve sanki Akira Kurosawa’nın ruhu dolaşıyordu o anlarda. Finaldeki step dansı belki de filmin en rahatlatıcı anıydı.

Unutulmaz Tony Takitani…

Bu film tek kelimeyle özetlenseydi şu denilebilirdi belki: Yapayalnızlık… Jun Ichikawa’nın (1948-2008) 2004 yapımı “Tony Takitani”si, içine girip dolaşılması kolay olmayan filmlerdendi. II. Dünya Savaşı sonrası Japon edebiyatının önemli adlarından olduğu söylenen Haruki Murakami’nin, bırakın sinemaya uyarlamayı, imgelerin zihinde zor oluştuğu hikâyesinden çekilmiş bir filmdi bu. Filmde, savaş sonrası Japonya’da, Amerika’nın varlığı her anlamda hissediliyordu. Bu toplumda hem geleneksellik, hem de modernlik var. İkisinin arasında kalan toplumda batıya özgü yalnızlıklar ve iletişimsizler de yıllar içerisinde kendini göstermiş. Japonlara savaş sonrasından günümüze bir bakış yapan filmde, yalnızlık ve boşluk duygusu kendini hissettiriyordu. Belki de yabancılaşmanın derin boyutlarıydı bunlar. İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin filmlerinde fark edilebilen iletişimsizliğe karışmış yapayalnızlığı anlatıyordu Japon yönetmen. Sinemasever için gerçek anlamda zorlu bir yolculuktu bu. Modern Japon toplumunun varoluşçuluğuydu sanki bu. Her şeyden geriye kalansa sadece boşluk ve yalnızlıktı. Ön jenerik sürerken görüntü kumların üzerine açılıyor ve dipte de Ryuchi Sakamoto’nun piyano tınıları duyuluyordu. Kamera, sağa doğru yavaşça çevriniyordu. İlkokuldaki Tony, resim dersinde çiçeği çizmek yerine kendi gördüğü ayrıtıyı vurgulayarak öğretmenini şaşırtıyordu. Sonra da seyirciyi şaşırtıyordu Tony Takitani. Sonra yönetmen, Tony’nin babasının kısa tarihini gösteriyordu. Baba Shozaburo, bir cazcı. Grupta trombon çalıyor. Grubuyla birçok Asya ülkesini dolaşıyor. Baba yabancı bir ülkede tutuklanıyor. Birkaç yıl hücrede kalıyor. Tesadüfen ölmüyor ve savaş sonrası Japonya’ya dönebiliyor. Evleniyor. Bir oğlu oluyor. Karısı ölüyor. Dostu olan bir Amerikalı albayın ricasını kırmayarak oğluna Tony adını veriyor Shozaburo. Adı Amerikalı, soyadı Japon Tony Takitani, büyüyor ve ressam oluyor. Yönetmenin, ilkokuldaki resim dersinde fark ettirdiği bir şey Tony’nin hayatta ilerlemesine ve iyi yaşamasını sağlıyor. Makineler üzerinde kendisini geliştiren Tony, çoğu kimsenin farkına varmadığı ayrıntıları görerek bambaşka bir perspektif oluşturuyor. Elbette, bu durağan ve sıradan hayatın içine başkaları da giriyor. Konsuma Oiko gibi. Güzel Konsuma, Tony’yle birkaç defa çıkıyor ve sonra da onunla evleniyor. Aralarında da on beş yaş fark var. İkisinin bir hayatı paylaşmaları, hayatlarındaki yalnızlıkları ve boşlukları dolduramıyor. Konsuma, elbise ve ayakkabı alma takıntılı. Bu bir tüketimden çok, hayatındaki boşluk duygusunu doldurmak için. Tony’yse ilelebet yalnız biri. Hayatına, evliliğin ilk dönemlerinde coşku gelse bile yine de yalnızın biri o. Elbiselerini satın aldığı bazı yerlere geri iade eden Kosuma, eğer fikrini değiştirip dönmeseydi ikisinin kaderi nasıl olurdu? Kazadaki ölüm, Tony’ye yalnızlığının yanında boşluğu da ekliyor. Karısının ikizi gibi olan Hisako’ya elbiselerini giymesini söyleyen Tony, karısının bıraktığı boşluğu doldurmak istiyordu. Sonra karısının tüm elbiselerini ikinci el mal alanlara satan Tony’nin cazcı babası da ölüyordu. Ondan da geriye kalan caz plâkları. Onları da elinden çıkaran Tony, birkaç yıl şehri terk ediyor ve sonra şehre geri dönüyordu. Hemen Hisako’yu arasa da kader yollarını birleştirecek miydi? Sinemaseverler bu filmde bambaşka bir estetikle karşılaşıyordu. Yer yer deneysel bir estetikti bu. Kameranın sağa doğru yavaşça kayışı ve hep duvarlarla buluşması, sonra da başka mekânlara ve zamanlara geçmesi yaratıcılığın üst noktasıydı sanki. Yönetmen, sadece bir sahnede farklı davranıyordu. Bunun böyle olmasının cevabını finalde gösteriyordu yönetmen. Bir de, iki defa da kararma tekniği kullanmıştı yönetmen Ichikawa. Bazı şeylerin imkânsız olduğunu göstermek için belki de. Bu, bir iç dünya-iç mekân filminde diyaloglar da çok azdı. Sürekli bir anlatıcı (yazar / yönetmen), her şeyi ayrıntılı bir dille anlatıyordu seyirciye.

Akira Kurosawa bambaşka…

Japon sinemasının imparatoru olarak anılan Akira Kurosawa 1910 yılında Tokyo’da doğdu, 1998 yılında öldü. Ağabeyinin önerileriyle birçok sinema klâsiğini izleme fırsatı bulan Kurosawa, bu sırada resim de çiziyordu. Ağabeyinin erken yaşta intiharıyla büyük bir sarsıntıya uğrayan Kurosawa bir süre sonra yardımcı yönetmen olarak sinemaya başladı. Hidesuke Takizawa, Kajiro Yamamoto, Mikio Naruse gibi dönemin tanınmış yönetmenlerinin asistanlığını yapan Kurosawa, ilk filmi “Sugata Sanjiro-Büyük Judo Efsanesi”ni 1943 yılında yönetti. Onu Batı dünyasına tanıtacak yapıtı, Venedik Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alan 1950’de çevirdiği “Rashomon-Raşomon”du. Ardından da, Dostoyevski uyarlaması “Hakuchi-Budala” (1951), “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray” (1954), Shakespeare uyarlaması “Kumonosu Jo-Kanlı Taht” (1957), Gorki uyarlaması “Donzoko-Ayaktakımı Arasında” (1957), “Yojimbo-Koruyucu” (1961) adlı filmleri yönetti. Yönetmenin son dönem çalışmaları olarak “Kagemusha-Gölge Samuray” (1980), yine bir Shakespeare uyarlaması olan ve bir dalda Oscar kazanan “Ran-Güneş İmaparatorluğu” (1985), “Yume-Düşler” (1990), “Hachi-Gatsu no Kyoshikyoku-Ağustosta Rapsodi” (1991) sayılabilir.

“Ran…”

Lord Hidetora Ichimonji, topraklarını oğulları Taro Takatora Ichimonji, Jiro Masatora Ichimonji ve Saburo Naotora Ichimonji arasında paylaştırdıktan sonra huzur içinde köşesine çekilmeyi istiyor. Film, 16. yüzyıldan gelen bir Japon efsanesinden yola çıkılarak çekilse de yönetmen Kurosawa, Shakespeare’in “Kral Lear” oyunundan da esinlenmişti. Shakespeare’le Kurosawa arasındaki en temel fark üç kızın erkek çocuklarına dönüşmesiydi. 1985 yapımı “Ran-Güneş İmparatorluğu”nda, geleneksel No Tiyatrosu’nun makyajlarından da yararlanılmıştı. Bu epik film, aynı zamanda insanlık durumlarını ve trajedilerini de çok iyi yansıtıyordu. Lord, kanlı savaşlarla elde ettiği toprakları üç oğlu arasında paylaştırmaya başlıyordu. Oğullarından kendisine sadakat yemini etmesini istiyordu Lord. İlk ikisi hemen yemini kabûl ediyorlardı. Üçüncü oğlan Saburo Naotora yemini kabûl etmiyordu. Baba, tüm öfkesini bu küçük oğlundan çıkarıyordu sonra. Ama, hatasını anlamakta da gecikmiyordu Lord. Kardeşler arasında savaşlar çıkıyordu çünkü. Senaryoyu yönetmen Kurosawa’yla beraber Masato Ide ve Hideo Ogini yazmışlardı. Yönetmen üç kameraman kullanmıştı: Asakazu Nakai, Takao Saito ve Masaharu Ueda. Müziklerse Toru Takemitsu’nundu. 1985 yapımı filmin süresi 160 dakikaydı.

“Raşomon…”

Hikâye, dokuzuncu yüzyılın Japonyası’nda geçiyordu. İç savaş ve kıtlık zamanlarıydı. Bir oduncu, bir hizmetkâr ve bir budist rahip, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan korunmak için bir harabeye sığınırlar. Oduncu, ormanda bulduğu bir cesetle ilgili bir hikâye anlatır. Daha sonra, olaya bir şekilde karışmış dört kahramanın, mahkemedeki ifadeleri aracılığıyla, oduncunun anlattığı hikâyenin dört farklı yorumuyla karşılaşıyordu seyirci. Herkes bilerek veya bilmeyerek, olayı kendine göre yorumluyor ve aynı olay her anlatanın ağzında bambaşka bir görünüm alıyordu. Basit bir hikâyeden yola çıkan, bunu anlatırken dünyada insan olma halinin çeşitli yönlerine değinen, bir karabasan içinde yaşandığını gösteren, yine de yeni doğan bebekte bir umut arayarak noktalanan sinema tarihinin önemli filmlerinden biriydi 1950 yapımıydı siyah-beyaz “Rashomon-Raşomon…” Filmdeki en önemli şeylerden biri, gerçeğin bakış açılarına ve yorumlarına göre değiştiğini fark ettirmesiydi. Ryunosuke Akutagawa’nın hikâyesinden Kurosawa ve Shinobu Hashimoto’nun senaryosunu yazdıkları bu önemli filmin görüntüleri Kazuo Miyagawa’ya aitti. Müziklerse Fumio Hayasaka’nındı.

“Yedi Samuray…”

1954 yapımı ve tam 208 dakika süren “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray”, Kurosawa’“Raşomon”un ardından adını batıda ölümsüzleştirdi. Filmde hikâye usul usul gelişiyordu ve seyirci kendini birdenbire o muhteşem atmosferin içerisinde buluveriyordu. Bu siyah-beyaz film, Kurosawa’nın Japonya tarihinde en hoşlandığı dönem 16. yüzyılda geçiyordu. Karakterlerin işlenişi, mekânların yansıyışı ve estetik yoğunluğuyla bu film, sinema sanatına bir armağandı. Bu klâsikte, fakir bir köy, hasat zamanı eşkiyaların saldırısı uğruyordu hep. Köylüler, boğaz tokluğuna dövüşecek yedi samuray bulmaya karar veriyorlardı. Efendisi olmayan yedi samuray, 16. yüzyılın kaos ortamında bu fakir insanların köyünü koruyorlar, onları eğitiyorlar ve eşkiyâlara karşı savaşıyorlardı. Bu filmle, hem Japon kültürünü, hem de samuray ruhunu çok iyi anlatıyordu Kurosawa usta. Senaryoyu Kurosawa’yla beraber Shinobu Hashimoto ve Hideo Oguni yazmışlardı. Müziklerse Fumio Hayasaka’ya aitti. Kameraman da Asakazu Nakai’ydi.

(05 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

İki Film / Yeşilçam ve Sonrası

2009’un iki filmi… Kesin bir tarih vermek zor ama, Yeşilçam’ın başlangıcını 50’lerin başına kadar götürebiliriz, giderek yapım evleri, sinema salonları çoğalır, film sayısı artar, belirlenmemiş kuralları kendiliğinden oluşur. 80’lerin toplumsal olayları nedeni ile kendini dönüştüremeyen yeni teknolojilerin baskınlığı nedeni ile tarz değiştirme yolunu seçerek kendiliğinden (ve sessizce) tasfiyesine girişir Yeşilçam ama tarzı günümüzde de hâlâ devam etmektedir. Henüz belirlenemeyen yeni bir biçimlenme dönemine giren sinemamızda, hiç denenmemiş tarzda filmler yapılırken, eski tarzda varlığını sürdürmektedir.

“İki film” dedik, bunlardan biri, sinemada küçük rollerde oynamış, asıl ününü televizyonda yapmış Engin Günaydın, yazdığı sıra dışı senaryo ile sinemaya bir başka kapıdan tekrar girerken filmin baş rolünü de oynuyor, Vavien de; yönetmenler ise Yağmur / Durul Taylan. Hiç bir şey olmuyormuş gibi gelişiyor öykü. Biri evli, biri dul taşra kasabasında (Erbaa) elektrikçilik yapan iki kardeş… Evli olan Samsun’a yapılan kaçamaklar, bu kaçamaklara için uydurulan yalanlar, hayal dünyasında uydurulan bu hali ile bile romantikliği aşamayan ilişkiler ve tasarlanmış, denenmiş bir cinayet girişimi. Görünüşte başarıya ulaştı gibi görünen cinayetin sonunun gelmemesi nedeni ile kırılan umutlar… Burada film dönüyor ve taşıdığı yaşamın günlük karamsarlığından sıyrılarak ve filme göre (bir bitişten sonra yeniden başlayarak mı?) mutlu son ile bitiyor. Vavien tek örnek değil, tarzı bakımından benzer fakat öyküsü farklı olanlar olduğu gibi, tamamen değişik kanallarda dolaşanları da deneniyor, sinemamızda -adı henüz konmamış- bir yapılanma oluşuyor, tamamen bağımsız kişilerin oluşturduğu. Bu önemli.

Dedik ki, Yeşilçam dönemi bitti ama tarzı devam edebilir, doğal olarak teknik ve biçimsel gelişmeleri uygulayarak. Gecenin Kanatları Mahsun Kırmızıgül ve Ahmet Küçükkayalı’nın senaryosundan Sedar Akar’ın çektiği bir film: bir canlı bomba, öyküsü. Ben yaşım gereği 80 öncesi olayları, tamamen içinde olmasam da yaşadım, 80 darbesi ve sonrasını da… Bence filmin en büyük zaafiyeti senaryodan kaynaklanıyor. Ne başlangıçtaki 80 yılındaki baskın öncesindeki konuşmalar, ne de yıllar sonra “dinci örgütlerin bir yöntemi” olduğu ileri sürülen canlı bomba eyleminin bir devrimin basamağı şeklinde kullanılması için alınan kararın uygulanması hazırlıkları sırasındaki konuşmalar yerine oturuyor. Bu, konuşmaları yapan karakterlerin kişiliğinde de var. Otopark çalışanlarının devamlı ağızlarındaki banka, postane, kuyumcu soygunları da. Sanki hırsız – polis oyunu oynayacak çocukların oyun hazırlığı gibi, küfürlerde cabası. (Akar’ın Gemide’sindeki küfürler gibi yaşamın parçası olamıyorlar ) Soygun sahnesi neyse de, yaralı soyguncunun Yusuf’a itirafı klâsik -yine söylemek durumundayım- Yeşilçam sahnesi ve eylem yerinde gözetleyicisinin Gece’yi azat etmesi. İyi de eylem yapacak Gece, niçin hedefin (hedeflerin) o kadar uzağında, bir elinde bombanın fitili, bir elinde -katliam gecesinden kalma- minik ayısı ile bekler!?. Çatıdaki güvercinler ise -sahne nedeni olarak da benzerliği yok ama- bana Elia Kazan’ın On the Waterfront filmindeki Brando ile Saint’li sahneleri hatırlattı. Film güncel olaylara değinirmiş gibi olmasına rağmen yerine oturmayan olaylarla, Yeşilçam dönemi mantığı ile ilerliyor. (Yeşilçam mantığı, sinemamızın Hollywood’tan da izler taşıyan fakat kendince de geliştirilmiş, incelenmesi gereken bir mantıktır.) Sırf Gece’yi gözetlemek için (mi?) kullanıldığı pek anlaşılmayan, duvarlarında yağlı boya resimlerin bulunduğu evin konforu nedir? Birde bu gözetlenen ve gözetlenilen dairelerin irtifaları nasıldır, gözetlenilen evden hem Gece’nin evi (dairesi) hem de güvercinlerin terası gözetlenebiliyor mu? Gece’nin gözetimcisi istediği zaman karşı binaya girip çıkabiliyor!? Filmde, çok filmik olmakla beraber en yerine oturan, 400 metre koşucusu olan Yusuf’un, Gece’nin ilk geldiği gece çantasını götüren taksi’nin peşinden koşması. (İyi de) finalde eylem alanına koşması (keşke maratoncu olsaydı deyesi geliyor insanın) “çok” filmik olmuş. Film senaryodan da kaynaklanan zaman ve mekân problemleri ile yüklü, finaldeki koşu ise üretilmiş bir mekân içine yerleştirilirse anlam kazanabilir ama, böyle bir mekân yok. Final “fotoğrafı / çekimi” ise, filmin en (tek) sevdiğim yeri. Akar gerek Gemide gerek Maruf ile beni heyecanlandırmış idi, bu ise “en” Yeşilçam filmi olmuş. Bir çok aksaklığına ve eksik / yanlış yanlarına rağmen Barda’yı bile yağlerim… Gece…lerine.

(04 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Türk Sineması 2009

Aşağıdaki rakamlar sadece Yerli filmler içindir
Toplam film sayısı:
70
Yılın en çok gişe yapan filmi: Recep İvedik 2 – 4.331.000 kişi
Toplam kesilen bilet sayısı: 17.250.000 (yuvarlanmıştır)
En çok film çıkan ay: Ekim – 11 adet
En az film çıkan ay: Mart – 5 adet
En çok film çıkan hafta: 18 Eylül , 6 Kasım, 18 Aralık 4’er film..
En çok bilet kesilen hangi hafta: 13 – 19 Şubat 2009 – 2.575.383 bilet kesilmiş
En yüksek hafta sonu açılışı: 1.209.403 kişi ile Recep İvedik 2 – 13 Şubat haftası
En kötü haftasonu açılışı: Mazi Yarası – 8 sinemada 3 gün 227 kişi
En fazla kopya sayısı: 390 kopya – Recep İvedik 2
En az kopya sayısı: 4’er kopya Hayatın Tuzu ve Havar
Dağıtım şirketleri: Cinegroup 5, Medyaevi 1, Cine Film 5, Umut Sanat 1, Medyavizyon 15, Özen Film, 16, Tiglon 16, Pinema 3, U.I.P. Filmcilik 6, Warner Bros. 2 adet Türk filminin dağıtımını yapmıştır.
2009 Yılında 70 Film için Basılan Kopya Sayısı: 6.501 oldu
2000 – 2009 yılları arasında (toplam 10 yılda) gösterime çıkan Türk filmi sayısı: 285
Haziran-Temmuz-Ağustos aylarında yine yerli film gösterime girmedi.

Nizam Eren Notları:

Neşeli Hayat – Yılmaz Erdoğan’ın en az gişe yapan filmi oldu. Gerek Vizontele, Vizontele Tuuba ve gerekse Organize İşler, 2 milyon barajını geçen filmlerdi…

Çağan Irmak 2.750.000 kişi yapan Issız Adam filminden sonra yine çizgiyi bozmadı ve Karanlıktakiler ile gişe ötesi bir projeye imza attı. 120.000 kişide kalan film sonrası herkes gözünü geniş kitlelere sesleneceği yeni projesini bekliyor.

Filmlere getirilen yaş barajındaki standartsızlık dikkat çekti. Abimm filmi zekâ engelli bir kardeş hikâyesini anlatmasına karşın bu kategoride en büyük zararı görürken bazı filmler şiddeti, erotizmi yada küfrü barındırsa da bırakın 13 yaş sınırını Kültür Bakanlığı desteği ile vizyona çıktılar.

Son 2 yıldır en çok izlenen film Recep İvedik ve Recep İvedik 2 oldu. 2 filmin toplam izleyici sayısı 8.600.000 kişiyi geçti.

Bu yıl basılan kopya sayısı ile sadece kopya pazarı 6,5 milyon dolara fırladı. 1 kopya maliyeti ortalama 1.000 dolardır. Buna göre 44 film 100 bin kişi barajını aşamayarak büyük zarar ederken, 12 film bu barajı aşmasına rağmen yüksek kopya sayısı ve reklâm harcamalarını da hesaba katarsak zarar etmiş görünüyor. Geri kalan 14 film ise yani gösterime çıkanların sadece % 20 si kâr etmiş yada en azından zarar etmemiş durumda.

Son 10 yıldır (daha öteye gitmeye gerek yok) sadece 1 film için rakam açıklanmadı: 7 Kocalı Hürmüz. 149 kopya ile görücüye çıkan filmin rakamları şu ana kadar açıklanmış değil.

Yabancı filmler içindeki Titanic rekoru 2009 yılında da kırılamadı. ( 2.501.000 kişi).

Kurtlar Vadisi – Gladio yılın hayal kırıklığı oldu. Mahsun Kırmızıgül, Güneşi Gördüm ve Gecenin Kanatları filmlerinin senaryolarını yazarken aynı zamanda Güneşi Gördüm filmini yöneterek, Şafak Sezer hem Kadri’nin Götürdüğü Yere Git hem de Kolpaçino filmlerinde oynayarak, Murat Aslan ise hem Umut hemde Türkler Çıldırmış Olmalı filmlerini yazıp yöneterek, Cemal Şan, Dilber’in Sekiz Günü, Ali’nin Sekiz Günü filmleriyle 2009’un en üretkeni oldular.

Sektörde film sayısı artarken kesilen bilet sayısı azaldı. 2009 yılında gençturkcell kampanyasının yapılmaması (1 bilete 1 bilet bedava), domuz gribi söylentileri, ekonomik durum, film kalitesi gibi etkenler izleyiciyi salonlardan uzaklaştırdı. Bir diğer faktör Hollywoodun 3D (3 Boyut) filmler ile sürekli kendini geliştirmesi ve bir çok ülkede Ulusal sinemanın belini kırma atağıdır. Bu nedenle Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı (Ice Age 3: Dawn Of The Dinasaurs) şimdiye kadarki çizgi film rekorunu kırarak 1.400.000 kişiye ulaşma başarısını gösterdi. Normal bilet fiyatının neredeyse 2 katı olmasına karşın 3D filmler 2010’a damgasını vuracak gibi görünüyor ve ilk yerli filmin hazırlıklarına başlandığı müjdesini hemen verebilirim.

Sadece 3 adet korku filmine karşın, 7 romantik komedi filmi gösterime girdi. Son 10 yılda gösterime çıkmayan tür yine western oldu ve 2010’a kaldı.

Son Not: Açıklanan bilet rakamlarının resmi olmadığını ve “gerçek” rakamların sadece dağıtımcı ile yapımcı arasında paylaşıldığını, tam biletlerin öğrenci biletine çevrilerek KİŞİ SAYISI’nın fazla gösterildiğini, GARANTİ adı altında bazı sinemalardan PEŞİN alınan bedelin ortalama BİLET FİYATINA bölünerek 55 kişi yapmış olan bir sinemanın rakamının 1 500 KİŞİYE FIRLAYABİLECEĞİNİ ve bunun gibi 20 sinemanın olması halinde sadece 1 filmin açılış hafta sonu kişi sayısının 30.000 kişi gibi inanılmaz artabileceğini lütfen unutmayınız. Resmi rakamın aslında çok kolay bulunabileceğini çünkü kesilen her biletten bakanlığın % 10 rüsum altında vergi kestiğini ve dolayısı ile Kültür Bakanlığı tarafından açıklanana kadar rakamların gerçekçi olmayacağını bildirmek isterim.

Kısacası Türk Sinema Sektörü kendini kandırmaya bu yılda devam etti.

Kaynak: Deniz Yavuz – Sinema Gazetesi

(04 Ocak 2010)

Nizam Eren

01 Ocak 2010 Haftası

“Adalet Peşinde”, somut kanıtlar ve yüzde yüz emin tanıklar olmadan suçluları mahkûm ettiremeyen hukuk sisteminde, karısını ve kızını öldüren katille ‘anlaşma yaparak’ suç ortağını idama gönderen fakat onun birkaç yılla çıkmasını sağlayan ‘yıldız’ savcı ile tüm bir sistem uygulayıcılarına, on yıl sonra savaş açan adamın hikâyesi zaaflarla dolu. Sürprizleri açıklamak istemesem de, şunu söyleyebilirim ki, adaleti gerçekleştiremeyen devlet yapılanmasına karşı kendi bireysel yargısını oluşturan ‘canı yanmış’ insanlara dair filmlerin bu son halkasında, seyircinin iki önerme arasında ‘sıkışması’, filmin gerçekçilik çizgisinin sürekli kesintiye uğraması nedeniyle, pek sağlanamıyor. Çünkü film, bir yerden sonra, müthiş plânlarını uygulamaya koyarak yetkililerle uğraşan adamın olağanüstü yetenekleriyle bir heyecanlı kedi-fare oyununa dönüşüyor. Peki, ama nerede bizleri yeniden ciddi tartışmaların içine yollayacak şu hukuk denilen tuhaf oyuna dair tartışma? Filmin yanıtı: Canım soruları attık ya ortaya, yeter işte; şimdi arkanıza yaslanın ve eğlencenin tadını çıkarın; hem aksayan yanlarını tartıştığımız hukuk sitemimiz mevcutların içindeki en iyisi, idare edin! İyi çekilmiş bir gerilim – polisiye olduğu yadsınamaz, fakat bir yanıyla düş kırıklığı yazık ki.

“Aşkım”, 1. Dünya Savaşı öncesi, yirminci yüzyıl başında, “güzellik çağı”nın son gülüşlerinde, zengin erkeklere sundukları ‘dostluk’larla onlar üzerinden servet sahibi olan kadınların arasına konuk ediyor; ‘uslanması’ için annesinin yakın arkadaşının himayesine verilen 19 yaşındaki güzel çocuğun, görmüş geçirmiş kadınla yaşadığı aşkın ışıklarını sıçratıyor perdeden… Çok hoş, ince, şık, zarif olsa da kadın yaşlanmakta… Ve şimdi de, altı yıldır birlikte yaşadığı ‘Cheri’sini bırakmak zorunda olmasının acısını çekmektedir. “The Queen – Kraliçe” ile son soyluların duvarlarından içeriye sızan Stephen Frears, yüzündeki çizgiler derinleşmekte olan Michelle Pfeiffer’le, seyirciye, yaşlanmanın onulmaz hüznünün ve aşkın annelik şefkatine doğru değişiminin duygusal basamaklarını çıkarıyor. “Cheri”, her sahnesi, her mânâda güzelliğe adanmış, ateşlerle bozulup çirkinleşmeden önceki bir dünyanın son masum hali. Enfes bence.

“Soul Kitchen”, Hamburg şehrinin capcanlı hücrelerinin sıcaklığı içinde, aşkı, tuhaf ilişkileri, şansı / şanssızlıkları, tesadüfleri ve müziği, dansı, yemek kültürünü ve de bir arada bulunup paylaşmayı ‘yaşayan’ ortalama insanları, doğal görüntülerle, abartısız bir aksiyonla, aksamayan bir ritimle anlatıyor. Fatih Akın, filminin ruhunu giderek plâstikleşen kentin eski / kirli köşelerinde dolaştırmayı bilmiş. Hoş, sürükleyici, eğlenceli ama o kadar; izledikten sonra yüreğinizde kalan bir şey yok! Yani, abartmak doğru değil bu filmi. Çünkü eşdeğer, bazen de daha iyi öyküler ve performanslarla önümüze her yıl epey Hollywood filmi geliyor. Örneğin ben Digiturk’ün film kanallarında öyle benzerlerini izledim ki… Basın gösterimindeki aşırı ilgi, Fatih Akın isminden kaynaklanıyor. Yoksa aynı filme tanınmayan bir yönetmenin adını yazın, kimse gelmez bile. Tiraja odaklanmış, acayip bir basın işte!

“Yahşi Batı”, Türkiye’nin en önemli komedyenlerinden biri olarak, sinemada da değerli işler yapacağının ve giderek olgunlaşacağının sinyallerini verdiği “Hokkabaz”dan sonra, nedendir bilinmez, yeni kuşaktan biriyle yani Şahan Gökbakar’la yarışmaya soyunması, Cem Yılmaz için parasal değil ama sanatçı olarak tam bir geriye gidiş! Yapım olarak Türk Sineması ortalamasının üzerinde, fakat argoya sığınmış güldürme yöntemleri iyice diplerde ve zekâ barındırmayan, ucuz şovenizm numaralarını bile beceremeyen bu filme imza atması üzücü! Seyirci gitsin gülsün tabii, böylece örneğin at y…rağına konan kelebeğin nasıl nazikçe alındığını da görür… Her şeyi gişelere endeksleyen hırs ne fena!

(30 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

“7 Kocalı Hürmüz” ve “Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay”

Az sonra karalamalarını yapacağım filmleri görmüşsünüzdür… Ben, yeni sezondaki film bombardımanından yorgun düştüm, bir süredir sessiz sedasız takipteyim. Şimdilik vizyona girmesinin üzerinden oldukça zaman geçen ve bende neredeyse eşit derecede hayal kırıklığı yaşatan iki filmle başlayalım…

7 KOCALI HÜRMÜZ

Ezel Akay, nam-ı diğer “Ezop” Türk Sineması’nın yenilikçi yönetmenlerinden… Lâkabından da anlaşacağı üzere masal anlatmayı seviyor. Ben de onun masallarını izlemekten hoşnuttum. Hatta “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” isimli şahane filminin tadı hâlâ damağımda… “7 Kocalı Hürmüz”ün “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?”nün bir adım önüne geçeceğini sanmıştım ama ne yazık ki öyle olmadı.

Filme geçmeden önce Ezel Akay’ın filminin galasında yaptığı konuşmayı takdir ettiğimi de belirtmeliyim. Önce filmin en büyük emekçilerini, marangoz ustalarını davet etti sahneye… Takdirin, alkışın en büyüğü onlara hak ediyordu; çünkü bence filmin en başarılı tarafı gerçekten göz dolduran dekoruydu. Dekor, masalın bir parçası, hatta en önemli parçası… Seyirciyi o masalsı dünyaya çekmenin en güzel yolu. Tabii sadece dekorla olmuyor, bu da açık… İlk 15 dakika -dekorun hatırına belki de- güzel gidiyor gibiydi. Sonrası hayal kırıklığı…

Oyunculuklar da vasattı… Hayranlıkla izlediğim bir oyuncu olamadı. Tabii Nurgül Yeşilçay bir adım öne çıkıyor oyunculuğuyla ama o da filmi kurtarmak için yeterli değil… Gülse Birsel, çok iyi yazar ama bence sinemada pek tat vermedi.

“7 Kocalı Hürmüz” her ne kadar musikili, rakslı bir güldürü gibi görünse de onun içindeki dram seyirciye mutlaka verilmeliydi diye düşünüyorum. Küçücük, kısacık da olsa bu olmalıydı. Çünkü Hürmüz ve diğer kadınlar sadece adam düşkünü, aptal ve cahil değil. Onlar gerçek aşkı arıyorlar. Tabii film bu tarafı oldukça es geçmiş. Belaltı vurdukça vuruyor. Kendini tekrar eden, sığ esprilerden bolca var. Bunlar beni filmden oldukça soğuttu. Ezel Akay sevdiğim ve filmlerine güvendiğim bir yönetmen de olduğu için hayal kırıklığı büyük oldu ne yazık ki…

ALACAKARANLIK EFSANESİ: YENİ AY

Bazı şeyler vardır, ne kadar saçma olduğunu bilseniz de yapmaya devam edersiniz. Alacakaranlık serisi de benim için böyle bir şey… Alışılageldik bütün vampir geleneklerini alaşağı ederek yeni nesil bir vampir anlayışı getiren bu filmin bazı keskin sınırlarından hiç mi hiç haz etmiyorum. Lüks arabalara binen, zengin beyaz çocuklar, marka giysiler giyen diğer gençler ve ikinci sınıf insan siyah kurt adamlar başı çekiyor.

Film henüz 18’ine adım atmış kızımızın yaşlanma tripleriyle başlıyor. Siyah ve beyaz iki adam arasındaki mücadeleye uzanıyor. Kimin kazandığını tahmin etmek zor değil. Esas adamın yokluğunda kızımızın gönlünü hoş eden müzmin aşık kurt adam elbetteki hüsrana uğruyor.

Alacakaranlık’ın serisinin ilk filminin yine izlenesi bir hali vardı da yeni film tamamen ergen kitleye hitap etmekte. Hani benim gibi merakınıza yenik düşüp izlemediyseniz çok şey kaçırmış sayılmazsınız. Tüm bunlara rağmen üçüncü filmi de izleyeceğime şüpheniz olmasın ama yine de merak güzel şey yahu…

(27 Aralık 2009)

Gizem Ertürk

Çağın Toplum Mühendisliği ve Sinema

İnsan beyninin algı aşamasının ilk basamağında bile önce göz organının işlevselliğini konuşturması gözün insan bedeni açısından önemini ortaya koymakta. Gözün görmediği bir olguyu belki ses dalgalarıyla beyin tasavvur edecektir, ancak şekil ve anlam bütünlüğünün beyinde oluşabilmesinin ön koşulu da yine görselliktir, ki bu da gözün marifetidir yine. Öyleyse göz aynı zamanda bedenin geleceğidir. Soyut anlamda ‘ileri’ ya da öngörü dürtüsünü ete kemiğe büründürmek beyinde bitse de, soyut ‘ileri’nin fiziki varlığını da yine göz garantileyecektir. Gözü bir kayıt cihazının vizörü gibi algılamak mümkün. Bu cihazın belleği ise şeridin makaraya sarıldığı bölüm, yani beyin olsa gerek.

Birey bazına indirgenmiş bu basit ön kabulü toplumsal bir evreye taşıdığımızda ise sanatın bu göz işlevini gördüğünü söylemek pek de yanlış olmasa gerek. Mutlaka ki sanatsal üretimlerin tümü toplumun en kritik duyu organları görevini icra eder, çağın ilerleyişi ile birlikte insan-makine ilişkisiyle ortaya çıkan görselizasyon temelli sanat ise yepyeni bir aşama çıkardı ortaya. Bu buluş hem insan-toplum gözünün mekanik tanımı oldu, hem de yine insan-toplum belleği açısından sınırsız ve ölümsüz bir birikim fırsatı yarattı. Görüş algısı meselesinin kurduğu denge ve söz konusu görselizasyonun yaygınlığıyla birlikte bu sanat ile toplum arasında da grifit bir bağlantı ortaya çıkmış bulunuyor. Birinin gelişmesi diğerinin büyümesine etki ederken, günümüz koşullarında ise bu alan neredeyse toplum mühendisliğinin başat tercihleri arasında yer aldı.

“Görüş algısının sürmesi” ya da “ağtabakası izlenimi” denen olgu ilk olarak 1824’te, İngiliz hekim P. M. Roget tarafından açıklandı. Roget bir nesnenin birbirine yakın ardışık konumlarını gösteren resimlerin hızla gözün önünden geçirilmesi sırasında, gözün bunları hareket eden tek bir nesne gibi gördüğünü belirledi. Bu yanılsamadan yararlanılarak bir dizi durgun görüntüyle hareketli bir görüntünün yaratılabileceğinin anlaşılması çok zaman almadı ve sonraki 10 yıl içinde, dünyanın her yanında bilim adamları, bunu sağlayacak çeşitli aygıtlar geliştirmeye koyuldular. Söz konusu makinelerin çoğu, garip yeniliklerin ya da oyuncakların ötesine geçemediyse de, slayt projektörlerinde kullanılan aydınlatma sistemlerinin kusursuzlaştırılmasıyla ve fotoğrafçılığın gelişmesiyle birlikte, sinema teknolojisinin ilerlemesine önemli katkıda bulundu.

Rogat bu icadının bu gün geldiği devasa noktayı tahmin edebildi mi bilinmez ama bu sektörün uzun süredir özellikle de NASA benzeri kuruluşların toplumu bir takım gelişmelere hazırlamakta kullanması, sektörün gelecek açısından önemi hakkında da ipuçları veriyor. Hollywood sinemasının üstlendiği bu toplum mühendisliği rolü iktidar erklerinin uzun vadeli yatırımları için kolaylaştırıcı bir rol oynarken, bunun karşısında öteki kavramının vesayetiyle bastırılan toplumların kendine has bir sinema alanı yaratması da eş zamanlı olarak start aldı. Ancak hem orantısız imkânlar hem de pazarlama noktasındaki sıkıntılar öteki ya da alternatif veya devrimci sinemanın başat misyonunu yeterince oynayamamasına neden oldu hep. Buna rağmen teknolojik gelişimin yazınsal karşısında insanın ilgisini görselizasyona kaydırması ise sinemanın etkisini daha da büyüleyici kılıyor. İlk etapta toplumsal değişimin sanatsal ayağını oluşturan tiyatro iken şimdi ise artık bu misyon tamamen sinemaya geçmiş durumda. Dolayısıyla bütün sanat dallarını aynı zamanda kapsaması bakımından yedinci sanat olarak tanımlanan bu 24 kare gizemi hem korkunç bir silâha dönüşebiliyor hem de toplumsal dönüşüm açısından kritik bir önem arz ediyor.

Bugün artık sinemanın, başka bir dünyanın mümkünatı konusunda en etkin silâh olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Zira televizyon sayesinde kişi, ideoloji, fikir, sınıf farkı gözetmeden her düşünceden kimsenin evine girebilen tek olgu sinemadır. Kurulan ulus devletlerin silâhlı mücadelelerden sonra ve hatta silâhlı mücadele evresinde önemli bir mevzi olarak yatırım yaptığı sanat cephesi bugün büyük oranda misyonunu sinemaya devretmiş bulunuyor. Dünyanın ezilen uluslarının bu saptaması bugün de canlılığını koruyor. Ezilen ulusların devrimci karakterli sinemalarının etkisi kimi zaman silâhtan daha etkili olabilmektedir. Hele de günümüz insanının ağır teorik tartışmalar ve kuramsal birikimlerine pek yüz vermemesi, bunun yanında görselliğin güncel yaşamın vazgeçilmez parçası haline gelmesi de sinemanın diğer sanat dalları arasındaki sıyrılışını hızlandırmakta.

Beyaz perdenin karşı konulmaz gizemi sayesinde kimi zaman ‘asla’ dediğimiz ve kırmızı çizgi olarak belirlediğimiz meseleler kısa bir süre içinde kafamızda işgâl ettiği yeri değiştirirken, kimi zaman da ön kabûllerimiz sonucu kemikleştirdiğimiz yargılarımız şekil değiştirebilmektedir. Örneğin artık özdeşlik kurduğumuz ölüm ve öldürme mevzusuna bizzat şahit olan kişi, bu durumu perdeden okuduğunda daha farklı dönüşümler yaşayabilmektedir. Kişiden başlayıp toplumu kapsayan bu döngü, sinemanın toplumsal değişim üzerindeki doğrudan etkisini gözler önüne sermektedir.

Dijital teknoloji ve bu sanatı icra etme koşullarının artık herkes için olanak dahiline büründüğü bir ortamda alternatif sinemanın gelişip etki etmesi de orantılı şekilde söz konusu olmakta. Toplumsalı kendisi için mesele eden sinemanın doğru üretimi bu değişim ve dönüşüm için en kestirme araç olmakta ve etkinliği en uzun süren yöntem olmakta. Bilgi kirliliğinin bir bombardıman şeklinde yaşam alanlarını kuşattığı bir ortamda grileşen düş dünyamız ve önyargı hastalığımızın tedavisi için de yine tutarlı ve gerçek bir hat üzerinde yürüyen bir sinema filminin tesiri antibiyotik etkisine sahiptir. Öyle ki beyin istediği kadar kurgu ve kuruntularla kendini yorsun, ancak gözün görme fonksiyonunu layıkıyla yerine getirdiği bir anda doğru ve gerçek olanı berraklaştırmak önü alınamaz bir olgu haline geliyor.

Toplumsal kanavalar üzerine inşa ettiği sinemasıyla en katı ve en sert yerden bir balyoz gibi güç bindirmesi yaratan Yılmaz Güney sinemasının toplumumuzun hemen tüm bireyleri üzerine yarattığı etki yadsınamaz bir gerçek olmuştur. İşte bu örnek bile sinemanın gizil gücünün ispatlamaya yetiyor. Çünkü bir kişinin değişmeye başladığı nokta kendisiyle yüzleşmeye başladığı anla paralel bir gelişim gösterir. Ne kadar sancılı olursa olsun yüzleşi ve değişim kaçınılmaz şekilde yol arkadaşlığı etmek durumundadır. Aynı durum toplumsal yüzleşi-değişim için de ortak bir damara sahiptir. Son yıllarda örneğin 12 Eylül darbesi konusunda çekilen filmler, halkın darbelere karşı direnç göstermesi noktasında bütün siyasi muhalefetlerden de bütün bireysel tepkimelerden de daha büyük bir etki yaratmıştır. Zira “göz var nizam var” söyleminin çarpıcılığı burada kendisini hatırlatmaktadır. Gözün gördüğünü beyin muhalefet etse de eninde sonunda boyun eğmek zorundadır.

Yine gerek dünyadaki diğer ülkeler için gerekse de Türkiye açısından yakın tarih siyasi tarihte yaşanan bir takım devlet kaynaklı adaletsizlik ve şiddet meseleleri konusunda yıllarca bir dikkat çekme ve karşı çıkma durumu söz konusu olduğunda bu bir süre sonra beraberinde özdeşleşmeyi getirebiliyor. Bir Madımak olayı için onca yıl yüz binlerce insan meydanları doldurduğunda etkisi belli bir yere kadar ulaşabiliyorken, bu olay bir sinema perdesinden yansıtılıp göze hitabı sağlandığında bir tehlike olarak adlandırılabilmektedir. Bu da işte toplumsal dönüşüm üzerindeki sinema etkisini ortaya koyuyor.

Dil ve asimilasyon meselesi hiç olmadığı kadar, “İki Dil Bir Bavul” filminin gösterimiyle birlikte gündemleşebiliyorsa, veya JİTEM faaliyetlerine karşı yıllarca muhalefet edilip, onca teşhir ortaya çıkarılmasına rağmen sonuç değişmezken, “Min Dît” filminin tek gösterimi sarsıcı bir etki yaratabilmiştir. Benzer örnekler çoğaltılabileceği gibi, karşıt filmlerin etkisinin orantısından da bahsetmek mümkündür. ABD’nin yüz yıl sonra devreye koyacağı politikalarını ya da on yıl sonra toplumun hayatına yerleştireceği bir icadın muştusunu sinema üzerinden yıllar önce vermesi de bu etkiye işaret etmektedir.

Sokakta ya da günlük yaşamda düşmanca tavırlarla birbirinin yok edilişi konusunda kurgulamalar yapan iki insanın aynı filmi izledikten sonra ortak duygular yaşaması durumunu örnekleyecek bir başka teknik ya da etkilem mekanizması söz konusu değildir. Dolayısıyla alternatif sinemanın aynı zamanda özellikle ülkemiz bazında tarihsel ve geleneksel onca ayrılık ve adaletsizliği ortadan kaldırmak gibi bir görevi de etkisi de bulunmaktadır. Yılmaz Güney anlayışı sinemanın günümüz olanakları ve birikimleriyle sürdürülüyor olduğunu hayal ettiğimizde, toplumumuzun ne kadar değişim göstermiş olabileceğini de görebiliriz. Yinelemek gerekirse, her evin en baş köşesine kadar girip, gözlerin içine baka baka, “sen yanlış biliyorsun” diyebilen ve değiştirmeyi anında başlatabilen yegâne güç sinema değil midir? O halde günümüz koşullarında sinema, toplumsal değişim ve dönüşüm konusunda en önemli panzehirdir demek de yanlış olmayacaktır.

(27 Aralık 2009)

İSMAİL YILDIZ

ismailsterk@gmail.com

Zeki Ökten

Televizyon haberlerinde, kaybettiğimizi öğrendiğim anda, düşündüm, hakkında ne yazabilirim diye ve bir şey gelmedi, yazamadım. Tekrar düşündüm sonra, filmlerinden hareketle bir şeyler, o da olmadı… Sonra sinema serüveni geldi aklıma. 1961’de Nişan Hançer’in çektiği Acı Zeytin ile başlamış asistanlıklardan sonra 1963’de Ölüm Pazarı’nı yönetmiş. Ben bu filmin çekildiğini, o günlerin popüler dergisi Ses’in arka kapağında okumuştum, o kadar, filme hiç bir yerde rastlamadım, hakkında hiç bir şey duymadım.

Zeki’nin adını Atıf Yılmaz’ın filmlerinde görmeye başladım. Üç kişi idi onlar, yıllarca beraber çalıştılar. Yönetmen Atıf Yılmaz, asistan rejisör Zeki Ökten ve sanat yönetmeni Secat Kırmacı. Senaryo yazarları, görüntü yönetmenleri, oyuncular değişti ama bu üçlü değişmedi.

1971’de çekilen Türkan Şoray’lı Güllü’de senaryo gereği Şoray’ın dama çıkıp “miyavlaması” gerekmektedir. Şoray dama çıkmayacağını söyler. sete gelinir, Atıf Yılmaz yoktur, çekimi Zeki Ökten yapacaktır. Şoray aldığı kararı uygulayamaz, “ciddi” Ökten, Şoray’ı dama çıkartıp miyavlatır. Bir yıl sonra Kadın Yapar isimli filmle yönetmenliğe 9 yıl ara verdikten sonra tekrar başlar. Bu filmin senaryo yazarı olarak Agâh Özgüç, sözlüğü’nde filmin yapımcısı olarak Mahmut Dedehayır’ı gösterir. Pazar günkü programında -eğer yanlış anlamadı isem- Selim İleri senaryoda katkılarının (belki tamamı) olduğunu söyledi. Kocasının suçsuzluğunu savunan ve kurulan düzeni ortaya çıkaran bir kadını ele alan film, yıllar sonra gördüğüm John Cassavetes’in Gloria filmi nedeni ile bana kendini hatırlatmıştı.

Zeki Ökten bu ikinci başlangıcının ertesi yılı Selim İleri’nin senaryosundan çektiği Bir Demet Menekşe (1973) ile izlenmesi gereken bir yönetmen olduğunu duyurdu. Kemal Sunal ile yapılan Kapıcılar Kralı, Çöpçüler Kralı, Yoksul, Davacı ve Düttürü Dünya filmleri Sunal filmleri içinde -hele Düttürü Dünya– farklı konumları olan filmlerdi.

Yılmaz Güney’in “ilk gerçek senaryom” dediği Sürü (1978) ile yurt dışına da çıkan Ökten, sanatçıların başarı kazanmaları halinde sonradan yapacakları şeylerin daha riskli olduğu bir noktaya gelmiş oldu. Sansürün büyük hışmına uğrayan ve budanan, yine bir Yılmaz Güney projesi Düşman (1979) bu hali ile bile belli değerlere ulaşıyordu.

Sinemamızın en zayıf alanların biri olan “spor” alanında, güreş (yağlı güreş) ile ilgili filmi Pehlivan (1984) sırf sporu değil, sporcuyu da -insanı da- konu ediniyordu. Düttürü Dünya’da eski bir pehlivan olan, şimdi gazino çalışanının (Ayberk Çölok) sahnede sandalye ile yaptığı güreş gösterisi ile sanki Pehlivan filminin haberini verir gibi idi.

Ses (1986) ’80 harekâtının sonuçlarına bakarak, topluma unutmaya yönelik olduğumuz dönemleri hatırlatıyordu. Daha da devam etti. Aslına bakılırsa kendisine -film ve yönetmen olarak- bir çok ödül kazandıran Sürü filminin afişlerinde senaryoyu yazan Yılmaz Güney’in adının Zeki Ökten’den daha büyük yazılmasını hiç bir zaman içime sindiremediğimi buraya yazmak isterim ama, filmleri ile -ve uzaktan- tanıdığım Ökten’in bunu kendisine dert edindiğini de zannetmiyorum. 2009 bitmeden Zeki Ökten’i de kaybettiklerimiz listesine almak, az hüzün verici bir şey değil. Çinliler Geliyor’dan sonra belki film yapmayacaktı, ama yaşam (?) bu, belki ikna eden birileri olabilirdi, ama artık kimse tarafından ikna edilemeyecek.

Yönetmen, elindeki senaryoyu çeker, aslolan senaryodur, ama yönetmenler senaryoları farklı farklı çekerler, öyle ise aslolan yönetmendir.

(26 Aralık 2009)

Orhan Ünser