Kategori arşivi: Yazılar

30 Nisan 2010 Haftası

“Yeşil Bölge”, insan ahlâksızlığının ayyuka çıktığı pis ve karmaşık felâketler olan savaşlardan bir savaşa, hâlâ sonuçlanamamış ABD’nin Irak’ı işgâline dair, o kadar da karışık olmayan bir gerçeği net biçimde söylediği için, dürüst: Irak’ta kitle imha silâhları olmadığına dair kesin bilgiler, işgâle kılıf hazırlamak isteyen ‘birileri’ tarafından gizlenmiş; sonra yapılan tüm aramalarda da bir ‘oyun’ sergilenmiştir! Paul Greengrass – Matt Damon’ın yeni işbirliğinde, bu gerçeğin vurgulanması, bir defa daha, canlı ve dramatik hallerin kalp atışlarını hareketli kamerasıyla kaydeden yönetmen ile canlandırdığı Amerikan ordusu astsubayında sıcak saatlerin içinde koştururken vücudundaki / duygularındaki tüm değişimleri hissettiğiniz oyuncunun müthiş sinerjisiyle etki alanı oluşturuyor. Tabii 100 milyon dolarlık bütçenin sağladığı olanakları ve kadroları da unutmayalım.

“Parlak Yıldız”, şiir ile sinemanın birleşiminden damıtılmış, iki yılı kaplayan bir aşkın ‘ruhsal anatomisi’: Duyularınız ve duygularınız için! Biliyorsunuz aşk marazadır; yoksa sanata konu olmazdı. Bu aşkın tarafları ise, zamanının ilerisinde bir giysi tasarımcısı / yaratıcısı olan Frances “Fanny” Brawne ile yaşamı boyunca üç kitap yayımlayan ve 25 yaşında kendini kötü bir şair sanarak ölen John Keats (1795 – 1821). Jane Campion, pek az sevinç, pek az neşe içeren ama hep yoksunluğa, değer bilmezliğe, sefil durumlara, çevredekilere çarpan ve gururla beslenen bu aşkı anlatırken, fiziksel, psikolojik, sosyal acılarla kıvranarak güçlenen, aşkın kimyası içinde de olgunlaşan kadınlarından birini daha unutulmaz kılıyor. 19. yüzyıl başlarında Londra kırsalında geçen filmin, kostüm ve yapım tasarımı açısından da hayranlık uyandıran bir çalışma olduğunu vurgulamak gerek!

“Kıyamet Melekleri”nde, Tanrı’nın insanlardan umudu kesip ‘final’ için görevlendirdiği ‘mahşer günü’ meleklerinden, ‘patron’un isteklerini sorgulamadan yerine getiren Gabriel ile insanoğlundan umudunu kesmediği ve yaratıcının ‘ihtiyacı olan’ı vermek için son çocuğu doğuracak olan genç kadını -hem de ıssız bir otoyolun üzerindeki lokantada- bulan Michael çatışacaktır! Yani, geniş ve açık arazideki bu küçük yerde, bir tür zombi gibi saldıran insanlarla kuşatılmış bir avuç karakterin öyküleriyle aksiyonu iç içe sunarken, ‘epey uçmuş bir film’. Seyirlik tabii; fakat “Gün Batımından Şafağa”dan “Terminator”e kadar uzanan esin kaynakları denli sürükleyici olamıyor. Çünkü ‘kendi mantığı içindeki inandırıcılık’, büyük lâflar edip küçük bir serüven özelliği taşımasından ötürü bir türlü sağlanamıyor. Gidecek film bulamadığınızda başvurunuz!

“Beyaz Bant”ta, Michael Haneke, 1. Dünya Savaşı arifesinde, Almanya’nın Protestan köylerinden birine -öğretmenin anlatımıyla- odaklanarak, bireysel ve kitlesel şiddetin oluşmasındaki köklere uzanıyor; sinemanın laboratuvar koşullarında kanıtladığı bir tez sunuyor. Çocuklarını ruhsal / fiziksel cezalandırma yöntemiyle ve sınıfsal farklılıkların altını çizerek eğiten (!) püriten ikiyüzlülüğün ‘ürünleri’, failleri meçhûl bazı şiddet olayları olarak geri döndüğünde, bizleri, sonuçları bugün de tüm insanlığı etkileyen iki büyük savaşın nedenlerini ama asıl önemlisi, günümüzün tekinsiz insanlığını anlamaya yaklaştırıyor. Kuşkusuz, sinema sanatının ne olduğuna dair en değerli örneklerden: Biçimi, hikâyenin lâfzına uygun ve oyuncular, siyah – beyaz görüntülerdeki doğal ışıklar denli o döneme, o yere aitler. Bu filmin her sahnesine dair ilgili disiplinlerce (sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji…) okumalar, değerlendirmeler, analizler de önem kazanacaktır.

“Beni Unutma”da, bağımsız – ‘dağınık’ genç erkekle cazibesi doğallığında genç kadın tanışır; ikisi de geçmişte en yakınlarından birini trajik biçimde kaybetmiş ve ikisi de bu ölümlerin silinemez ruhsal etkisiyle hayata zaman zaman isyan etmektedir… Aşk gelişir aralarında; sorun yaşadıkları aileleri yüzünden kopacak gibi olsa da, evet, bu ilişki sağlamdır. Ve devam ederken… Gelen felâket, ‘bu aşk için’ pek de sürpriz değildir! İnsan için mutluluk anları, uzun ve acı bir yaşamda ne kadardır ki zaten? Peki ya kısa bir hayatta? Bazen tüm mutluluk bu kısa süreye sığar, değil mi? Yumuşak sayılabilecek ve doğru yerlerde çetrefilleşen öykülemede, seyirci tamamen kendisiyle yüzleşecek. Filmden geriye de, binlerce filmde aktarıldığı gibi, yaşama önceliğinizde sevdiklerinizle geçireceğiniz zamanlardan daha önemli hiçbir şeyin olmadığı gerçeği kalacak. Çünkü ölüm de, en az sevmek kadar gerçek!

“Aşk Çeşmesi”, ‘gönül ilişkileri başarısız genç kadın, Roma, büyü, onu aniden kuşatan dört erkek, New York, yakışıklı gazeteci’ sözcüklerinin bir güldürü içinde yer almasının ve yönetmenin de, ‘Marvel Comics’ karakterlerini (“Daredevil”; “Ghost Rider”) sinemaya uyarlayan Mark Steven Johnson olmasının ilginç geleceği seyirciye yönelik… A sınıfı bir yapım! İzlemesi denli unutması da kolay: Kafasını rahatlıkla boşaltmak isteyenler için tercih nedeni olabilir.

(28 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Emek Sineması’na, Sinema Tarihçileri de Sahip Çıktı

Sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo ve Nijat Özön, Emek Sineması’na sahip çıkarak, sinema dokusunun bozulmasına, yıkılmasına karşı olduklarını söylediler.

Türk sinema arşivcisi, tarihçi, levanten, edebiyatçı… Ne ararsanız O’nda var. 82 senedir Beyoğlu’nda ikâmet ediyor. Belki de her santimetrekaresinde O’nun izlerini görebilirsiniz. Giovanni Hoca, Emek Sineması’nın yıkılması ve yeniden yapılmasına üzülerek bakıyor ve şunları söylüyor:

“Emek Sineması’nın yıkılması Taksim anıtının sökülüp Beşiktaş’a konması gibi. Bu mümkün değil. Saray ve Lüks Sinemaları da gitti, kimsenin sesi çıkmadı. Ama Emek Sineması, yeşilçam sinemasının belkemiğidir. Bu yıkımlar aslında İstiklâl Caddesi’ndeki sinemalar problemidir. Yeniden yapılandırma adı ile yıkıyorlar. Restore edilmesi gerekir. Tarihi dokuya ellemeden tabi. Eskiden buralarda Münir Nurettin Selçuk’lar Safiye Ayla’lar konserler verirdi. Çok renkli ve sanat dolu bir geçmişi var buraların.

Sinema sorunlarını halletmenin yolu sinema yasası çıkarmaktır. Konuları halletmek için sinema yasasına her şeyi dahil etmek gerekir. Sinemanın ticari sorunlarını halletmeye yönelik değil, sinemanın aynı zamanda sanat ve kültür olduğunu düşünerek de gerekli önlemlerin alınması lâzım.

Türkiye’de sinema konusunda maalesef gelmiş hiçbir hükümet ciddi bir çalışma yapmamıştır. Geldiğimiz noktada budur zaten.”

Emek Sineması konusunda Nijat Özön ustaya göre ise, “Emek Sineması’nın söylenildiği gibi taşınması mümkün değil. Mutlaka bambaşka bir şeyler yapacaklar ve adına Emek diyecekler. O figürlerin deforme olmaması ve birebir taşınması mümkün değil. Her ne yapılacaksa yerinde yapılmalı.” dedi.

Giovanni Scognamillo Kimdir?

25 Nisan 1929 tarihinde İstanbul’da doğdu. İstanbullu Rum bir anne ile yine İstanbul doğumlu İtalyan bir babanın tek çocuğu. Elhamra Sineması’nın müdürü olan babası Leone Scognamillo sayesinde sinemayla tanıştı. İtalyan Lisesi’ni bitirdi. 1948 yılında, sinema yazıları yazmaya başladı. 1948 – 61 yıllarında başta İtalyan, Fransız, ABD, Norveç basını olmak üzere yabancı dergi ve gazetelerde birçok yazısı çıktı. Daha sonra 1961′de Akşam Gazetesi’nde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Sinema yazarlığını Yön, Sinema 65, Ulusal Sinema, Yedinci Sanat, Yeni Sinema, Ses, Hayat, Bravo, Video Sinema, Beyazperde, TV’de Yedi Gün gibi gazete ve dergilerde sürdürdü.

Bir süre Erler Film ve Ulusal Televizyon’da danışmanlık ve çevirmenlik yaptı. İlk iki kitabını 1965′te Agâh Özgüç’le birlikte yazdı. Bu kitapların adları 1965 Sinema Yıllığı ve Türk Sinemasında Kadın ve Seks’ti.

60 yılı aşkın bir süredir sinema, fantastik edebiyat, bilimkurgu, korku edebiyatı ve okkültizm üzerine yazıyor. 1997 – 1999 yılları arasında, sadece dört sayısı çıkan Nostromo Bilimkurgu Dergisi’nin editörlüğünü yaptı.

2006 yılında “Beyoğlu’nda Bir Levanten: Giovanni Scognamillo” adında belgeseli de yapıldı. Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Türk Sineması” dersleri verdi.

(27 Nisan 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Yılmaz Atadeniz ile Emek Sineması Üzerine

Herkes Konuştu Sıra Onda

Türk sinemasının en çok film çeken yönetmenlerinden ve aynı zamanda Se-Sam Başkanı olan Yılmaz Atadeniz, Emek Sineması’nın yıkılması ile ilgili çok çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Se-Sam merkez binası, Circle d’Orient pasajında, İstiklâl Caddesi tarafında yer almaktadır. Bu sebeple en çok konuşmaya haklı olanlardan birisi de Yılmaz Atadeniz idi. Kendisi ile yaptığımız telefon röportajında Emek Sineması ile ilgili konulara açıklık getirdi.

“Pasajın temelleri çökmek üzere. 28 senedir kullanılmayan bina her an çökebilir. Zaten bu yüzden bizde buradan ayrılıyoruz. Bütün pasaj boşaltılıyor. Bizde başka bir binaya taşınıyoruz. Kültür Bakanlığı, 8 meslek birliğinin oluşturduğu birliğin elektrik, su vs. gibi temel giderlerini karşılayacak. 3 – 4 katlı bir binaya taşınmayı düşünüyoruz.

Bulunduğumuz pasaj uzun yıllardır boş. Eskiden İpek Sineması olan yer yangın, yağmur gibi tahribatlar nedeniyle çok kötü durumda. Hemen yan tarafta İnci Pastahanesi’nin tavanı çöktü. Çoğu zaman yağmur yağdığında leğenlerle su topladığımızı bilirim.

Dünyada bu tip restorasyonları her yerde görebiliriz. Burasını yapacak adamlarla konuştum. Bu sokağı yeniden yapılandıracaklar ve Türk sinemasına kazandıracaklar. Girişe Lütfü Akad, Metin Erksan gibi yönetmenlerin heykellerini dikecekler. Sinema müzesi olacak. Bunun bilinci içinde olaya bakmak lâzım. Belediye, Kültür Bakanlığı ve ilgili sinema meslek kuruluşlarının ortak hareket etmesi lâzım. Sadece Mimarlar Odası’nın sözlerine körü körüne güvenmek yanlış olur.

Bu arada Emek Sineması ile ilgili, toplumun ve medyanın gösterdiği reaksiyon çok doğru. En azından Emek Sineması’nın olduğu gibi korunması ve yeniden sinemaya kazandırılması doğru bir şey. Bu binayı yapacak olan kişilerden Emek Sineması’nın aynen korunacağına dair garanti almak lâzım.

Keşke aynı kararlığı Saray, Alkazar ve kapanan diğer sinemalar için de gösterebilseydik.”

(26 Nisan 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Engin Günaydın Röportajı

Vavien ismi merak hissini uyandırıyor insanda, artık çok klâsik olacak belki ama “Vavien” ne demek ve neden film için bu isim seçildi?

Gitti geldi demek. Fransızca. Elektriğin bütün kelimeleri Fransızca. Koridorlarda, merdivenlerde ve yatak odalarında çok sık kullanılır. Fakat ismini bilmeyiz. Işığı yakarsınız, başka bir anahtardan kapatabilirsiniz. Sanki hayat gibi bir yerden açarsınız, başka bir yerden kapatırsınız.

Altın Lâle Ulusal Yarışma Ödülleri’nde “Vavien” En İyi Film dalında ödül aldı, bunun için sizi ve ekibinizi tebrik ederim. Biz ödül törenini ailece televizyondan izledik ve sahneye çıktığınızda ilk eleştiriyi babamdan aldınız, “Törene kotla katılınır mı hiç, ne güzel ödül almışsın?” dedi hemen. Daha sonrasında ise bu konu başkaları tarafından eleştirildi. Törene katılanların ne giydiğinin bu kadar eleştirilmesi ne kadar doğru sizce?

Tören kıyafetlerinden hiç hoşlanmıyorum aslına bakarsanız. Çok rahatsızdırlar. Oturamazsın, kalkamazsın. Tören kıyafetim daha iyi olabilirdi.

“İnsanlar Burhan Altıntop’un filmine gittiler, Engin Günaydın’ın yarattığı başka bir karakterle tanışıp çıktılar; benim filmde gördüğüm budur.’’ demişti bir arkadaşım. Siz bu tesbit hakkında ne düşünüyorsunuz?

Rollerin dünyaları ayrıdır. Senaryo içindeki düşünceleri de ayrıdır. Önemli olan seyirciye rolün hissini aktarabilmek. İki rolün de dünyaları çok ayrıydı.

Ekşi Sözlük’te filminizle ilgili şöyle bir tanımlama var. “Film gibi filmdi aslında, İstanbul’a uğramadan da film çekilebiliyormuş, hem de bir Anadolu kasabasında. Kendi dilini usulca oluşturmuş bir karanlık…” Bu cümle filmin izleyicilerinin ortak kanısını çok iyi yansıtıyor bence. Evet, biz Türkler de özgün işler yapabiliyoruz” şeklinde bir mutluluk seyri hakim sanki tüm izleyenlerde. Sizden dinleyecek olursak “Vavien”i farklı kılan şey ne?

Bir yazıda da Vavien “Türklerin kendi arabası” gibi bir şey yazılmıştı. O da hoşuma gitmişti. Türkiye’de çok fazla hikâye var ve çoğu da evrensel. Karakterleri de öyle, hepsi evrensel. Zaten aksi mümkün değildi. Kendimize ait hikâye olduğunda film kendine özgü oluyor. Bence filmin sırrı kendine özgü olmasıydı.

Bence “Vavien” izledikten sonra bile insanın kafasında devam eden bir film. Çok alâkasız bir iş yaparken insanın aklına filmden sahneler gelip, “Evet orada aslında şu anlatılıyordu” diyebiliyor insan. Hatta belki sizin yazarken bile düşünmediğiniz bağlantılara açık bir duruşu var filmin. Bu anlamda filmin psikanalitik bir yönünün olduğunu söyleyebilir miyiz?

Film karakterlerin ruh dünyasına inerken seyirciyi de kendine çekiyor. Karakterlerin özel dünyalarına giren seyirci kendi yaşadığı bazı zamanları hatırlıyor. Binnur’un bardak yıkaması sahnesi gibi. Bunu yapan pek çok insan kendi yaşadığı zamanları hissediyor. Kadın dünyasına ve erkek dünyasına sert dalışlar yapan bir film. İlk başta seyirci bundan rahatsız oluyor, sonra rahatlıyor.

Filmde kullanılan yöresel dil hiç abartılmamış, hatta yöresel dillerin sinemada kullanımı konusunda örnek bile olabilir belki. Sizin zaten Tokat – Erbaa’lı olduğunuzu biliyoruz, kendiniz için olmasa bile oyuncu arkadaşlarınızla dil konusunda özel bir çalışmanız oldu mu?

Zaten yatkındılar. Birkaç günde dili çözdüler. Çok zor olmadı.

Anadolu insanı olmak, kasaba hayatı… Filmde anlattıklarınız hiçbirimize uzak değil. Böyle bir hikâyeyi neden bir tiyatro sahnesinde değil de, sinema perdesinde anlatmak istediniz? Daha büyük bir kitleye ulaşmak için mi?

Sinemadan teklif vardı aslında. İyi bir dönemdi istediğim. Hikâyeye onay veriyorlardı, bende sinemayı tercih ettim. Tiyatro benim ihtiyacım, oyuncu olarak eksikliğini çok hissediyorum. “Hücreler” adında yazılmış oyunum var, fırsat verilirse onu yapacağım.

Röportajımız burada sona eriyor, son olarak sadibey.com okuyucularına ne söylemek istersiniz?

Başka bir filmde görüşmek üzere… Teşekkürler.

(26 Nisan 2010)

İlayda Vurdum

Yıkılan ya da Kapanan Sadece Sinemalar Değildi…

Geçtiğimiz günlerde İstiklal Caddesi’nde yürümeye başladığımda, Alkazar Sineması kapanıyor haberlerini anımsayıp irkilmiştim. Ardından kapanacak, ‘yıkılacak’ sinemalarla ilgili diğer kötü haberler de geldi. Sinemalarımızı yıkmak istiyorlardı. Yıllarımın geçtiği “Beyoğlu Cumhuriyeti”nin simgeleri birer birer yok oluyordu. Yok olan kapanan, yıkılan yalnızca sinema salonları değildi, simgelerdi de aynı zamanda. Yok olan yalnızca binalar değildi, geçmişimiz, çocukluğumuz, gençliğimiz, anılarımızdı da aynı zamanda. Her geçen gün anılarımızdan, geçmişimizden daha da koparılarak, daha da yalnızlaşarak; geleceğe güzel anılar biriktiremeden, dahası yeni yeni kötü anılar ekleyerek yürüyorduk tenhalaşan hayatlarımızla.

İlerleyen yaşımıza karşın hayata yenik düşmemek için direnmiş ‘eyvallah’ dememiş yitik bir kuşaktan olsak da son yıllarda yeni yeni hastalıklar edinmeye başlamıştık. Çalan her telefonla hastalanan ya da ölen arkadaşlarımızın acı haberlerini alıyorduk artık. Hayat acımasızdı ve geri dönüşü yoktu. Yıllarca kafa tutan, baş kaldıran bizlerden intikamını almaya başlamış gibiydi tüm acımasızlığıyla.

Hayatımızda iz bırakan simgeler direnememiş, birer birer yok olmuştu. “Ancak, ne yazık ki artık maddi ve manevi olarak direnecek gücümüz kalmadı. Alkazar Sineması, çok uzun bir zamandan beri sınırlı sayıdaki izleyicisinin film izlemek için ödediği bilet satış geliri ile yetinmek zorundaydı. kendileri de birer Alkazar sevdalısı olan Alkazar Sineması’nın işletmecileri, son yıllarda bu işletmeyi yaşatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, maddi ve manevi her türlü özveride bulundular, ama işte buraya kadar” diyordu veda mektubunda sinema yönetimi adına açıklama yapan Adalet Dinamit.

Henüz ilkokul yıllarımda, lokum kutularının altını sinema perdesi biçiminde kesip, kutunun iki ucuna geçirdiğim çubuklara gazeteden kestiğim “Bizimkiler” çizgi romanını arka arkaya ekleyip sararak yaşıtlarıma sinema gösterileri yapardım. Ortaokula geldiğimde sinema makinesiyle, film afişleriyle tanışmıştım. Ortaokul arkadaşım Orhan Karagöz’ün babası okullarda hafta sonları film oynatırdı. Yaşlanan ve yorulan babasından görevi Orhan devralmıştı. Kartal’ın, Cevizli’nin, Maltepe’nin çeşitli okullarında hafta sonları birlikte film gösterirdik. Sinema makinesini, afişleri ve büyük siyah perdeleri birlikte taşır, filmleri birlikte sarardık. Okulun salonunda filmi izleyen çocuklarla birlikte, biz de izlerdik kaçıncı kez izlediğimizi düşünmeden ve sıkılmadan.

Uzunkaya Sineması, Uzunkaya Çarşısı’na dönüşmeden önce çocukluğumun birçok filmini izlemiştim, kışlık salonunda da, yazlık bahçesinde de. Birçok kadın gibi annemin de, komşumuz Dilek ablanın da Belgin Doruk ‘kılığına büründüğü’ yıllardı. Sinemaya, alışverişe ya da misafirliğe giderken yanaklarındaki benlerini daha da belirginleştiriyor, iri puantiyeli elbiseler, şapkalar giyiyor, kocaman gözlükler takıyorlardı. Uzunkaya tarihinin aynı zamanda Yeşilçam tarihi olduğunu bilmiyorduk henüz. Sinema yıkılıp çarşıya dönüşürken, Yeşilçam’ın da ‘yıkıldığını’, bir dönemin kapandığını ve duvar yazılarından sabıkalı, ütopyasının izini süren hülyalı düş gezgini “biz”leri acı günlerin beklediğini fark edememiştik.

Dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler büyütüyorduk. Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar gibi devrilmiyordu üzerimize. Yaratacağımız aşklar için kök salacak çınarlar büyütüyorduk. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı.

Dönüp bakıyorum da anılarımın geçtiği sokakların simgesi Alkazar Sineması, Emek Sineması hayata yenik düşüp perdelerini kapatmak zorunda kalabiliyor; sistemin gücü karşısında “güçsüz” düşerek. Dönüp bakıyorum da çocukluk anılarımı biriktirdiğim Uzunkaya Sineması, işlevsiz bir çarşı yalnızca.

Dönüp bakıyorum da yaşanmış onca yılın yükü, onca yara omzumda. Sevdiğim herkesin mutlu olmasını isterim.

(26 Nisan 2010)

Mesut Kara

Bir Üçleme’nin İlki: “Bal” ve Sinemamızda Farklı Bir Anlatım: “Kosmos”

Bal, Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nin sonuncu / ilk filmi. Çekiliş sırasına göre, Yumurta ve Süt’ten sonra üçüncü film ama kronolojik olarak her ikisinin de önünde yer alıyor: Yusuf’un çocukluğunu izliyoruz. Yumurta’da Yusuf annesinin ölüm haberini alarak kasabasına döner, Süt’de ise kasabanın dar çerçevesinde gençliğinin hem çalışan (‘süt’ işinde) hem avarelik günlerini yaşar. Bal ise Yusuf’un babası ile ilişkilerini ve okul (ilkokul) günlerini gösterir. Gösterir diyorum, konuşmayı en aza indiren Kaplanoğlu, kamera hareketini de, görüntü içindeki hareketi de en aza indirmiş durumda. Sabit kamera ile -ender hareketler dışında- uzun çekimlerle, yalnız bir çocuğun babası ile fısıltı ile konuşmaları, amaçsız dolaşmaları, evde orayı burayı karıştırması ile büyümesini (!), hedeflediği ‘kırmızı kurdele’ye ulaşmasını… Aslında takvim yapraklarını (iki kez) rahatça okuyan Yusuf, -sınıfta başlayan- final sahnesinde sadece bir takım ses’ler çıkararak, ‘okuma kurdele’sini takınır, hem de ‘başaramadığı halde’ ve -belki de yaşamında ilk ve son kez- alkışlanır… Sonrası, bal toplayan baba ağaçtan düşerek ölür, Yusuf’un sığınacağı yer ise ormanın kuytulukları olacaktır.

Babası ile Yusuf, normal konuşurken, daha doğrusu babası konuşur, Yusuf susarken, baba ‘fısıltı ile konuşabileceğini’ söyler ve ondan sonra öyle yaparlar. Yusuf ise annesi ile konuşmaz, annesinin sorularına cevap vermez? Annesi yemek hazırlığında iken ışığı söndürmesi, yakıp tekrar söndürmesi, nedeni sorulunca cevap vermemesi, sonra da karanlık yerine oturmuş iken oyunu annesinin sürdürmesi, filmin hareketli, ender sahnelerinden.

Yapmadığı ödev için (niçin yapmaz?) defterini sıra arkadaşınınki ile değiştirip kendini yapmış, arkadaşını yapmamış gibi gösterip, arkadaşının kulağının öğretmence çekilmesine neden olmaktan başka, annesi (velisi?!) okula çağrılan arkadaşının ertesi gün okula gelmemesi, filmin -Yusuf’un dışındaki- kahramanlarının da (burada arkadaşı) niçin sustuklarını boşlukta bırakan sorular.

Yusuf, tenefüslerde, sınıfın penceresinden, bahçede oynayan arkadaşlarını seyrediyor, sadece seyrediyor, tekrarlanmış bir sahne olduğu nedenle, devamlı seyrediyor, (Yusuf yalnızca bir seyirci mi?). Yusuf’un evi karıştırırken bulduğu, sonra kaybedince babasına sorduğu ve sonradan tekrar bulduğu tahtadan oyulmuş gemi -‘uzaklara giden gemi’ mi idi?- ne kadar Yusuf’un kişisel dünyasına yönelik yolculuklarsa, haber alamadığı için annenin kocasını (Yusuf’un babasını) sorarak araştırması, jandarmadan medet umması, annesinin o kadar toplumsal yaşam içinde bulunması…

Yusuf Üçlemesi’nin Bal – Süt – Yumurta sırası ile seyredilmesi Yusuf’un kişisel çözümlenmesi bakımından daha denk düşecektir. Finalde, kurdeleyi takan Yusuf’un aslında, okuyabilmesi gereken sayfada yazılı olanları, sadece bir takım sesler çıkararak seslendirmesi (okuması değil), Yumurta da ise karşımıza bir kitapçı olarak çıkması herhalde raslantısal değil, zaten o evde önce babasının, sonra annesinin yanında iken takvim yapraklarını kafasını gözünü yara yara okuyan Yusuf değil mi?

Bir çok şeyin olduğu, Kaplanoğlu’nun anlatım dili nedeni ile hiç bir şey olmuyormuş gibi görülen, yaşamı bire bir izlermiş gibi olup ta, aslında Yusuf’un gözünden -ama bakış açısından değil- Yusuf ile birlikte izleyen bir film Bal. “Hiçbir şey olmuyor” dedik, görüntüye giren, hiçbir zaman açılmayacak olan televizyonun suskunluğu da bunlara katılıyor. Bal, üçlemenin ilk halkası ve sonuncu filmi; Yumurta’nın günümüzde geçtiği varsayımından hareket edersek 25 – 30 yıl kadar öncesinde geçiyor olaylar, o yılların Türkiye’sinde. O yıllarda Yusuf gibi davrabilecek çocukların varlığını daha kolay kabûl etmemiz gerekir. Çünkü insan davranışları, temel devamlılığın yanında zamana da bağlılık göstererek değişir. Yusuf’un davranışları -hele final sahnesi- çekimi: Ağaç kovuğunda uyumak yeterince açıklık kazanmıyorsa da, doğurabileceği sorunlar (olaylar) bakımından da açıkta bırakıyor filmi, ama bu açıkta kalmak, yani olayların devamı Kaplanoğlu’nun anlatımının dışında kalıyor. Olay bir yerde bırakılıyor, iki önemli olay sonrasında, kurdele takılmış (hem de hangi koşullarda – ve de sonuncu kurdele) hem de babası ölmüştür… Bu durumda… insan ne yapar?…

Bu özelliklerine rağmen Berlin’de Altın Ayı ödülü alan Bal, giderek daha yalınlaşan dili (ve olayları) ile sinemada esas olan iç hareketliliği de iyice yavaşlatarak durağan bir sinemaya doğru yol alıyor.

Kosmos, öncelikle “kosmos” kelimesi… Filmin adını ilk duyduğumda, dikkatimi çekmişti, sonradan film ödüller topladı ve seyirci ile buluştu… “Kosmos” kelimesine ansiklopediden baktım, “kozmos” olarak geçiyor, “evren” karşılığı olarak… Erdem, niçin “kosmos” olarak kullandı bilemiyorum, bu bilinçli bir değiştirme mi? Yoksa eskilerin astronomi karşılığı olarak kullandıkları “kozmofrafya” kelimesinin kökü olan “kozmos”, söyleyiş değişikliğine mi uğradı?!

“Kelime” ile bu kadar takıldıktan sonra Erdem’in asıl yaptığı şeye gelirsek, film, sinemamızda köşe taşı olacak, bir dönüm noktası olacak bir film. Bir sinemanın üretimi olan filmler içinde dönem başı olan filmler zaman zaman ortaya çıkar. Son yıllarda Eşkiya filmi için bu yakıştırma kullanılır oldu. Eşkıya, klâsik Yeşilçam anlatımının daha eli yüzü düzgün şeklinden başka bir şey değildi. Gişede yaptığı başarı başka bir yapı içinde önem kazanan, “sinema” için o kadar önemli olmayan bir konu bence.

Kosmos’a dönersek, ilk görünüşte anlatılan olay dışında, anlatışta bir değişiklik yok gibi ama öyle değil. Hemen hemen ilk defa, bu filmde kullanılan “mekân”ın (Kars) dekor olmadan, mekâna dönüştünü gördüm (ben). İzlenimim böyle (ve benim için önemli). Birbirini izleyen, ama paralel anlatılmayan olayların bir kısmı sonuçlanırken bir kısmı sonuçlanmıyor, dolayısı ile hep çemberin kapandığı -çoğunluk- filmlerimizdeki gibi çember kapanmıyor… Gerçi “geliş” ile başlayan film “gidiş / kaçış” ile bitiyor ama Kosmos’a, askerlerin gelmesi üzerine kapıyı açıp yol veren Neptün, içeri dalan askerlere karşı, Kosmos ile karşılıklı alıp verdikleri çığlıklarından birini atıyor -eskiden böyle bir davranışı var mı idi?- ve saçları uçuşuyor, hiç neden yok iken ama “çığlık” atmıştır… Kosmos nereden geldi, niçin geldi, nereye gitti bilinmiyor ama niçin gitti? Filmde anlatılan zaten bu… Yaptıkları, yapamadıkları, uğradığı yerde herhalde uzun süre konuşulacaktır.

Bazı filmler vardır, anlattığı olay üzerine konuşur, hatta tartışabiliriz, bu Kosmos için de geçerli ama, öncelikle Kosmos’u seyretmemiz gerekir. Anlatılan olaylar önemli ama önemli olan anlatış tarzından daha çok anlatıştaki tutum: İnsanların “dert” edindikleri şeyler nedir, o dertler” yalnız “onun” başına gelmez, herkesin başına gelebilir. İyilikte, kötülükte hepimiz içindir. Hiç bir olay çözümsüz değildir ama olacak şeyler olacağı yere varır. Gün olur akıntıya kapılmış, kurtuluşundan ümit kesilmiş bir çocuk bir yabancı “el” tarafından sudan çıkarılabilir, ya da dili çözülen çocuğun hastalığı “acil”e taşınsa da çözüme ulaşılamıyabilir.

Yeşilçam modeli konuların, daha arıtılmış biçimleri ile yapılan son zaman filmlerine nazaran, çok farklı olaylar zincirini, amaçlanan fantazisine uygun bir biçimde anlatan Kosmos son yılların en dikkat çekici filmlerinden biri olma özelliğini uzun süre taşıyacağa benzemektedir.

(25 Nisan 2010)

Orhan Ünser

Spagetti Western’in Ruhu: Sergio Leone

Sergio Leone’nin “spagetti western”leri, klasik westernlerin dışında bu türü yenileyen ve yeni bakış açıları sunan filmlerdi. Özellikle anlatım dili, mekânlar ve karakterlerin yansıyışıyla bu farklılıklar hemen göze çarpıyordu. Bu büyük sinemacıyı hatırlatmak istedik.

Sessiz sinema yönetmeni bir babayla oyuncu bir annenin oğlu olarak 3 Ocak 1929’da Roma’da doğan Sergio Leone, 30 Nisan 1989’da Roma’da öldü. “Spagetti westernin babası” olan Leone, filmlerini bir Amerikalı yönetmenden daha çok Amerika’ya adamıştır. Ama, onun westernleri, Hollywood’un bir iyi – kötü çatışması gibi değildir. Daha çok kötülüğün tonlarındadır her şey. Hollywood’daki gibi romantik değildir Leone’nin westernleri. Sert ve bir araba dolusu ceset vardır hep. Senaryo çalışmalarıyla girdiği sinemada yönetmen yardımcısı olarak devam eden Leone’ye saygı sunuyoruz. Leone, bazen Bob Robertson adını da kullanmıştı filmlerde.

Spagetti devri…

Leone, 1961 yılında ilk uzun filmi “Il Colosso di Rodi – Rodos Canavarı”nı çekti. Renkli ve sinemaskop bu tarihi kılıçlı macera filmi M. Ö. 280’de Yunanlı askeri kahraman Darios’un maceralarını anlattı. Bu büyük sinemacı, 1964 yılında kendine ve western sinemasına yeni yollar bulmak için yeni yollara düştü. Leone, 1964 yılında Akira Kurosawa’nın 1961 yapımı siyah – beyaz ve sinemaskop çekilmiş “Yojimbo – Koruyucu” filmini görünce bunu “vahşi batı”ya uyarlamaya karar verdi önce. Başta Charles Bronson, James Coburn ve Henry Fonda’ya rolü götürdü, ama bu aktörler rolü reddettiler. Bu oyuncular, adı duyulmamış bir İtalyan yönetmenin filminde görünüp kariyerlerini zora sokmak istemediler belki. Sonunda, adı pek duyulmamış Clint Eastwood’u keşfeden Leone, rolü bu genç Amerikalı aktöre verdi. Böylece “Per Un Pugno di Dollari / A Fistful of Dollars – Bir Avuç Dolar” ortaya çıkmış oldu. Bu film ilgi görünce, 1965 yılında “Per Qualche Dollaro in Più / For a Few Dollars More – Birkaç Dolar İçin”, daha sonra üçlemenin en iyi filmlerinden 1966 yapımı “Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo / The Good, the Bad and the Ugly – İyi, Kötü ve Çirkin” çekildi. Hepsinin başrolünde Clint Eastwood vardı. “Bir Avuç Dolar”da, isimsiz bir kahraman, sınır kasabası San Miguel’e gelir ve iki acımasız rakip çeteyle mücadeleye girişir. Akira Kurosawa ve Ryuzo Kikushima’nın ortak yazdığı senaryosu “Yojimbo – Koruyucu”dan esinlenen “Bir Avuç Dolar”, western filmlerinin eskisi gibi olmayacağını da gösteriyordu. “Bir Avuç Dolar”da Eastwood’un yanı sıra Gian Maria Volonté de Ramón karakteriyle muhteşem bir performans ortaya koymuştu. Bu filmde sonradan ünlenecek Amerikalı oyuncu Harry Dean Stanton da vardı ama onu genç haliyle tanımak gerekiyor. Bu filmin senaryosunu Leone’yle beraber Víctor Andrés Catena ve Víctor Andrés Catena yazmışlardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filmde “Titoli” tınısını hemen hatırlıyorsunuz. Leone, bu film ilgi görünce, hemen “Birkaç Dolar İçin”i çekti. Filmde, Indio adındaki bir kanun kaçağını yakalamak için, iki kelle avcısının işbirliği yapışları anlatılıyordu. Eastwood’un yanında Lee Van Cleef vardı. Üçlemenin en iyi filmi dedikleri “İyi, Kötü ve Çirkin”in konusu Amerikan iç savaşında geçiyor. Bu üçlemenin en unutulmaz iki şeyi, müzikleri ve görüntüleri, o zamana kadar westernlerde hiç olmayan stildeydi. Filmin orijinal adıyla aynı adı taşıyan tınılar sinemaseverlerin en unutamadığı müzikti belki de. Filmin görüntüleri gerçekten unutulmazdı. Bu görüntüleri sinema perdesinde görmek gerekiyor. Öncelikle final bölümündeki “bale – düello” sahnesini. Yönetmen filmde stilize kamera açıları kullanmıştı. Kocaman sinema perdesinde silâha giden bir el, yakın plân çekimle görülen gözler, alabildiğine cehennemi bir güneşin altında kavrulan sarıyla turuncu arasında gidip gelen mekânlar. Her şey büyüleyiciydi. Amerikalılar bu “spagetti western” üçlemesiyle ancak 1967 yılından itibaren United Artists’in dağıtımıyla tanışabilmişlerdi.

Son kovboylar…

Leone’nin batıyı anlatan sonraki üçlemesinde, önce trenin ve teknolojinin gelişimiyle kadınlar da filmlerde yerini alıyordu. Kasım 1972’de ülkemizde gösterime giren “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da anılan 1968 yapımı “C’era una Volta in West / Once Upon a Time in the West – Batıda Kan Var”a ünlü yönetmen Bernardo Bertolucci de katkıda bulunmuştu. Bu filmin açılış ve bitiş sahnesi gerçekten sinema tarihine geçti. Bu anları seyretmeye doyamıyorsunuz. Film tren istasyonunda açılıyor. Can sıkıcı bir bekleyiş yansıyor perdeye. Yarı kızılderili Armonika (Charles Bronson), ağzındaki mızıkayla geldiğini duyuruyor. Aradığı, “vahşi batı”nın en kötülerineden Frank (Henry Fonda)… Sergio Leone usta, bu filmde bir miti yerle bir ediyordu. Henry Fonda gibi “melek yüz” bir oyuncudan muhteşem bir kötü adam yaratmıştı. Bu film, Leone’nin “Amerika üçlemesi”nin ilk filmiydi. Filmin finalinde tren kasabaya gelir ve yeni bir çağ başlar. Bu filmde ailenin katliam sahnesi gerçekten insanı sarsıyordu. Elbette Claudia Cardinale. Bir kadın bu kadar büyüleyici yansıyabilir perdeye. Leone ustanın en iyi filmlerindendi bu “Batıda Kan Var” filmi. Elbette Ennio Morricone ustanın müzikleri de unutulmazdı. Armonika’nın mızıkasından düşen tınılar insanın ruhunda dolaşıyordu. Hâlâ dolaşıyor. Ama bu filmde etkileyici birçok tını vardı. Belki de “Farewell to Cheyenne”, belki de “Man with the Harmonica”, belki de “Death Rattle” birçok sinemaseveri ve müzikseveri büyüleyecek.

Ülkemizde Şubat 1973’te gösterim şansı bulan 1971 yapımı “Giù La Testa / Once Upon a Time… the Revolution / Duck, You Sucker – Yabandan Gelen Adam”ı yaptı. Artık “spagetti western” filmlerindeki az olan mizah da 1970’lerde daha bir öne çıkmaya başladı. Artık kovboyların sonu yaklaşmış ve gelecekte başka kovboylar olacaktır “vahşi batı”da. İtalyanca adı “Başaşağı” anlamına gelen “Yabandan Gelen Adam”, Mao’nun devrim üzerine sözleriyle açılıyor. Bu filmin hikâyesi, Meksika’daki devrim sıralarında geçiyor. İrlandalı John, elinde dinamitleriyle bu iç savaşın içine düşer. İRA militanı John’un Meksika’da ne işi vardı? İngiliz ordusuna yakalanmamak için Meksika’ya kaçmış John’un yolu haydut Juan ve ailesiyle kesişiyor. İster istemez John, Meksika’nın devrimine katılıyor ve Viva Zapata’ya destek olmuş oluyor. Bu filmin görüntüleri gerçekten çarpıcı. “Technicolor” tadı veren o sarı güneşin altındaki mekânların renk tonları gerçekten estetik olarak insanı büyülüyordu. Ennio Morricone’nin bu film için yazdığı müzikler zamanında biraz beğenilmese de buradan bakınca insanı yine de etkiliyor. Öncelikle John’un geçmişini ve aşkını hatırladığı anlarda fonda duyulan “Giù La Testa” tınıları insanı alıp götürüyordu. Yine götürüyor.

Gangsterler, yirminci yüzyılın son kovboylarıydı. Leone’nin son çalışması, 1984 yapımı bir mafya filmi olan “Once Upon a Time in America / C’era Una Volta in America – Bir Zamanlar Amerika”ydı. Bu film, Leone’nin, tüm diğer yapıtlarının tersine düz bir anlatımla değil, zamanlarla oynayarak koşut kurguyla yansıttı hikâyeyi. Zamanlar arasındaki geçişler, Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II – Baba II” filmi gibi etkileyiciydi. Bu filmde romantik Noodles’un (Robert de Niro) keder yüklü hayatıyla Amerika’nın on yıllarına tanıklık ediyorsunuz.. Noodles öyle bir romantik ki, hayatı boyunca aşkını acısını çektiği Deborah’a (Elizabeth McGovern) bir türlü ulaşamıyordu. Yıllar sonra onu bulduğunda lokantayı kapatıyor ve başbaşa kalıyorlardı. Ardından bu romantik Noodles, Deborah’a tecavüz ediyordu. Noodles, kadınlara kolay yaklaşamayan biriydi. Filmin derinliğinde Carol’a da (Tuesday Weld) tecavüz ediyordu Noodles. Bu filmdeki “Cockeye’s Song” tınıları hiç unutulmadı ve bu tınıları duyduğunuzda “Bir Zamanlar Amerika” filmi aklınıza geliyor hemen. Bu filmin en unutulmaz şeyiyse zamanlar arasındaki geçişleriydi. Havada bir frizbi uçuyor ve hikâye de geçmişte bir yerlere konuyordu. Leone sinemasında en belirgin şeylerden biri de, tüm filmlerindeki giriş ve final bölümleriydi. İnsanı hemen etkiliyordu. Bu iki bölüm arasında kalansa vaadedilmiş vaha gibiydi.

Çarpıcı estetik…

Asıl olarak, Leone’nin westernleriyle Hollywood’un westernleri arasındaki estetik farklılıkları belirlemek gerekiyor. Tipik bir Hollywood westerninde mekânlar, dekorlar, giysiler alabildiğine stilize ve gözalıcıdır. Karakterler de Aristo formel bakışıyla “iyi” ve “kötü” diye ayrılmıştır. Genelde kötüler, koyu tonda giyinirken, iyiler de biraz daha açık tonda giyiniyorlardı. Aşk, kadınlar ve kötü Kızılderililer vardı Hollywood westernlerinde. Mizah duygusu da çokça değildi. Müziklerse “country and western” ve senfonik tarzdaydı. Leone, bu ve buna benzer birçok şeyi tersyüz ederek mekânları, dekorları ve giysileri “çirkin” gösterirken, çerçevelemeleri ve kurgu dilini estetize etti. Genel plân – çekimlerin hemen ardından çok yakın plân – çekimler seyircileri romantizmin dışında bir dünyanın içinde bırakıveriyordu. Devasa sinemaskop perdenin hepsini kaplayan bir tabanca, çok yakından görülen gözler vb. çok etkileyici yansıttı Leone. Elbette mekânlar döküntüydü. Kasaba ve “saloon”lar tipik Hollywood westernlerindeki gibi de değildi. Kahramanlar da iyi ve giyinmiyordu. Yüzleri kirli ve sakallıydı. Ama gülünce bembeyaz dişleri görülüyordu. Dış mekânlarsa, kavurucu bir güneşin altındaydı. Leone’nin tüm bu filmlerine gerçekten hayat veren, bir kez daha belirtmek gerekiyorsa Ennio Morricone’nin müzikleriydi.

(24 Nisan 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Ödül Peşinde

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 17

1985’lerde Beyoğlu Emek Sineması ile Ankara Akün Sineması, mekânı cennet olası rahmetli İsmet Kurtuluş ağabeyimiz tarafından …

… işletilmekteydi. Kadıköy Reks Sineması da (Şimdiki adı Rexx’i hiç sevmedim ve sevmeyeceğim) o zamanlar aynı anlayışla yönetilirdi.

O yıllarda sinemacılık iyice dibe vurduğundan neredeyse tüm sinemaları seks filmleri ve sokaktaki adama hitap eden 3. sınıf avantür …

… filmleri kaplamıştı. Neredeyse eli yüzü düzgün filmler sadece bu üç sinemada gösterilirdi. Şimdilerde ağaların ve beylerin rant …

… uğruna yıkmaya çalıştığı Emek Sineması ve ömrü uzun olsun Reks Sineması, o yıllarda göstereceği filmleri 2 güzel sloganla sunardı:

“Sinemanın Tadı Başkadır” ve “Film Sinemada İzlenir.” Siz de öyle yapın, farkı fark edeceksiniz.

Emek Sineması’nda izlediğim filmleri yazmaya yine devam edemeyeceğim. Çünkü birazdan Ödül Peşinde (The Bounty Hunter) adlı Amarikan …

… filmini izlemek üzere basın gösterimine gideceğim.

TV 8′de Oktay Kaynarca ile Zara’nın sunduğu “Salı Sefası” programında Nebil Özgentürk salladı: “‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’nın ilgi …

… görmemesi sinema dağıtımcılarının başarısızlığıdır.” Bende sallayayım: “‘Yengeç Oyunu’nun ilgi görmemesi kimin başarısızlığıdır?”

Emek Sineması’na “leş” diyen “ismi lâzım değil” üstadımız yoğun bir şekilde kınanınca 813.546. kez “bilmeden fikir sahibi olmak” diye …

… girişmiş, “fırsat bu fırsat, iki satır reklâmım olsun, adım, resmim, gazete ve TV.lerde geçsin” diye çıkışmış. Reklâm için “ismi …

… lâzım değil” üstadın adını anmaya veya Emek Sineması’nın yıkımına karşı çıkmaya gerek yok, salla siyasinin birine okkalı bir lâf …

… akşamı bulmadan itile kakıla bütün TV.lerde görüntüdesin. Gazetenin baskısını falan beklemeye gerek yok. Altında da Ankara Opera …

… binasının eskimiş elektrik kablolarından bahsediyor, sistemin değişmesi vs. diyerek. Ne gerek var sayın üstad, yerine AVM yapsınlar …

… Opera binasını da aslına uygun bir şekilde üstüne yeniden inşa etsinler. “813.546 kez” ifadesi zat-ı alilerinin tarihi, antika ve …

… sit alanı vasıflarına saygı babında yazıldı. Bu arada müneccimlik vasfını da öğrenmiş olduk. Öyle ya “TV. -lerde, gazete -lerde görünmek, vs.” dediğine …

… göre, insanların ne niyetle yazdıklarını, çizdiklerini de önceden biliyor. Emek Sineması’nda 1973 – 1974 yıllarında seyrettiğim filmlere devam …

… edeyim. Bu filmleri yazma sebebim, yarın öbür gün sinemanın tarihini yazacak olanlara küçük bir hatırlatmadır. 1973 – …

… 1974’lerde gördüklerim arasında şu filmler var: Altın Kalpli Serseri, Büyük Ayı’nın Sevgilisi (Giuliano Gemma), Dakameron’un Aşk …

… Hikayeleri, Eğlenceli Günler, Havaalanı, Mavi Askerler, Vahşi Motosikletliler, Arabulucu (Joseph Losey), Cephede Eğlence (M.A.S.H), …

… Dünyanın Ucundaki Fener (Kırk Douglas), Kirli Adam (Dirty Harry / Clint Eastwood), Kanlı Saltanat (Macbeth / Peter Finch), Altın …

… Sesli Öksüz, Zorla Kahraman: Aşk, Aşk, Aşk, Beyaz Dünya, Paris’te Son Tango (Marlon Brando), Siyah Ayakkabılı Sarışın. 1974’ü sonra…

… yazayım, twitter’da “Kırmızı ışıkta geçtim”, “Birazdan yağmur yağacak”, “Ayakkabılarım sıkıyor” şeklinde yazan arkadaşlara benzemeyeyim.

Bazen aptalca olduğunu sandığım filmlere gidiyorum ve kahkahalarla gülüyorum. Ben mi aptalım, film mi çok zeki?

60’ını yürüyüp geçmiş, 70’ine merdiven dayamış vatandaş TV.de anlatıyor: “Gördüğünüz gibi Beyazıt’taki bu tarihi çeşmenin kitabesi …

… kazmayla sökülmüş, arkasında hazine aranmış. Atalarımız hiçbir zaman tarihi eserlerin duvarlarına ve içine hazine gömmemişlerdir.

… Bu söylentileri yabancılar çıkartıyorlar ve tarihi eserlerimizi kendi ellerimizle harap etmemize sebep oluyorlar.” Maşallah, …

… maşallah. Bendeniz de aldığım ilham üzerine Paris, Londra ve Prag’a yolum düştüğünde benzer bir söylenti çıkaracağım ki oralar da …

harap olsun. Bir diğer vatandaş da “Zulüm etmeye gücü olduğu halde zulüm yapmayanlar da sevap işlemiş olurlar.” Güldüm, güldüm, güldüm.

TV.lerde bazen bu tür programları ve futbol yorumlarını gülmek için izliyorum.

01 Mayıs’ta başlayacak olan Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali bu yıl bir ilke imza atıyor ve bendenize ilk ödülüm olan Sinemaya …

… Emek Ödülü veriyor. Öğrendiğimde çok mutlu oldum ve sevindim. Demek ki günü gelince insanın emeği takdir ediliyor ve ödüllendiriyor. Emek ödülümü..

Emek Sineması’na ithaf etmek güzel olur diye düşünüyorum. Anadolu Üniversitesi bendenize verdiği ödülü çok hoş bir ön tanıtımla, …

… “sinema camiasının yardımsever kişiliği ile tanıdığı” şeklinde basına duyurdu. Tekrar teşekkür ederim. Sinema için yaptığım …

… çalışmalarda bir önceki memnuniyetim, Sinema Yazarları Derneği’nin web sitesi siyad.org’un sadibey.com adlı web siteme link vermesiydi.

Bu link verme işlemini, sinema sektörünün en ciddi kuruluşları arasında başta gelen SİYAD’ın internette sinema konusundaki bilgi …

… kirliliğini önleyecek bir uygulaması olarak görüyorum. Bir çeşit TSE garantisi gibi telâkki ettiğim bu uygulamaya dahil olmak isteyen …

… web sitelerinin süratle kendilerine çeki düzen vereceklerine inanıyorum. Gönül diğer sektörlerde de benzer uygulamaları bekliyor. (Gönül?)

Yerli filmlerimizin bir çoğunda Türkan Şoray, Filiz Akın ve Hülya Koçyiğit’i seslendiren Jeyan Mahfi Ayral Tözüm minibüste yolculuk ettiği …

… bir gün şoföre para uzatmış, o sırada sesini duyan arkadaki bir kadın “Aaa Hülya Koçyiğit’in sesi” demiş. Jeyan Mahfi de o gün asabi …

… bir günündeymiş, dönmüş geriye: “Hanım, hanım, ne Hülya Koçyiğit’i, benim sesim, benim” demiş. Sinema sektörümüzün diğer 4 isimli hanımı..

… da Sinema Yazarları Derneği üyesi Profesör Zeynep Tül Akbal Sualp’tir.

(24 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

23 Nisan 2010 Haftası

“Ödül Peşinde”, flört + evlilik toplam 15 aylık bir geçmişleri olan boşanmış çiftten, kumar tutkunu eski polis / yine kumar tutkunu yeni ödül avcısı bir dağınık tip olan adamın, hırslı gazeteci karısını bir küçük suçtan dolayı yakalayıp yargıya teslim etme ‘savaşı’nı, komedinin – hareketin merkezine alıyor. Zaten, erkek olanı kadınların seyretmekten müthiş zevk aldığı Gerard Butler, kadın da heykel gibi vücuduyla erkeklerin düşlerine yerleşmiş Jennifer Aniston. Bu tür bir film için hayli uzun süresinde (110 dakika), bizler gibi, beklentisi keyifli sinema anları olanlar için de, çok sayıda renkli mekân ve küçük rollere yazılmış, mizahın gerçekten parladığı diyaloglar / durumlar mevcut. Meselâ, bileğinden kelepçeyle karyolaya bağlı Jennifer Aniston’ın odasına giren kat hizmetleri görevlisinin esprisini unutamam (ne olduğunu gidip öğrenin bir zahmet) … Evet, mısır patlaklarını öğütürken hayli eğleneceğiniz bir film.

“Kapımdaki Casus”, 6 yaşından başlayarak, savaşmayı sanat kılan Uzakdoğu sporları, müzik / dans gibi dallarda komple bir eğitimden geçen, bugün 56 yaşında olmasına karşın genç bir oyuncu denli dinamik performanslar sergileyen, duraksamaksızın çalışan ve oyuncu olarak yüz filmi devirmiş Jackie Chan’in, bu çok sempatik akrobatın yepyeni filmi. Neden bu cümle? Bu filmi izleme nedeni çok açık olduğu için: Jackie Chan’in aksiyonu! Ancak, başka bazı filmlerinde olduğu gibi ifrata kaçılmamış. Üç afacan çocuk sahibi komşusu kadınla evlenmek isteyen casus rolünde, küçüklerin komik yaramazlıklarıyla cambazlıkları dengelenmiş. İşin içine bir de ‘kötü ve beceriksiz Rus mafyası tipleri’ eklenince, formül tamamlanmış. Kafanızı -ailece de- boşaltmak için uygun: Çıktıktan sonra sıkı bir filme gitmek şartıyla tabii.

“Gözlerindeki Sır”da, bir emekli sorgu müfettişinin yazmaya başladığı roman aracılığıyla, uzun yıllar önce bizzat soruşturduğu bir tecavüz – cinayet vakası odağında, romantikliğin, sağlam arkadaşlığın, faşizm ruhunun, şüphelerin ve saf sevginin iç içe geçtiği, yoğun bir insan gerçekliğine savrulmaktayız. Kuşkusuz zor bir uyarlama ve altından büyük oranda kalkılmış. Sinema sanatının kazanç hanesine armağan edilmiş bazı sahneleri de yok değil (Stadyumda geçen çok uzun plân – sekans gibi; istasyondaki veda gibi). Fakat Güney Amerika Sineması’nın benzersiz büyüsü, seyredeni bu kez komple kavrayamıyor, film yer yer hantal ve uzun hissedilebiliyor. İzledikten sonra, “tamam, gayet iyi” diye geçirseniz de içinizden, eksik kalıyor bir şeyler. Ne bileyim; başka bir Arjantin filmi olan, yine Yabancı Dilde Oscar ödülü kazanmış ve 25 yıl sonra bile belleğinizden zerre silinmemiş “La Historia Oficial – Resmi Tarih” gibi iz bırakmıyor… Ama önemli tabii; görülmesi gerekli… Finalde, zavallı yüreği ıstırap dolu bir faşist eskisine üzülebilir, bundan dolayı kendinize şaşabilirsiniz üstelik.

“Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?”, kuzeyin buzul diyarında, sisli ormanlara, kıyıya şiddetle çarpan dalgalara sahip, doğal ışıkların her dokuyu capcanlı kıldığı Vikinglerin ülkesinde, ırkının savaşçı ve heybetli görüntüsünü zerre yansıtmayan cılız ergen Hiccup (Hıçkıdık) ile öldürmeye programlandığı düşmanı bir ejderhanın, sevmeye evrilen ilişkisi … Aslında, Viking köyüne saldıran farklı türlerdeki tüm ejderhalarla iletişim kurmak ve onları sevmek olası. Yeter ki, size düşman olarak öğretilenle savaşmadan önce anlamaya çalışın, anlamaya çalışmadan önce de tanımaya – temas kurmaya çalışın. Öyle bir animasyon ki, hem fantastik, hem gerçekçi ve hem mizahi, hem de dramatik … Yaşattığı serüven duygusu da, her anlamda baş döndürücü: Hıçkıdık’ın, enfes siyah renkli ve bir aerodinamik harikası olan ejderhasıyla uçuşları -hele 3 Boyutlu izlenirse- başınızı döndürecek nitelikte. Ergenlik çağındakiler için ideal bir film.

(21 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kaderin Seslenişi

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 16

Emek Sineması’nda seyrettiğim filmler: Robin Hood (Kevin Costner), Annem Kim Olacak (Glenn Ford), Bir Masal Gibi (Far From The Madding …

Crowd / Sophia Loren), Kiev’deki Adam (Alan Bates), Cezanı Çekeceksin (Kirk Douglas), İrlandalı Kız (Robert Mitchum), Cinayeti Gördüm …

… (Blow-Up / David Hemmings), Aşk Mevsimi (Dustin Hoffman), Vahşi Kahraman (A Man Called Horse / Richard Harris), Büyücü (Anthony Quinn), Bir Aşk Yetmez, …

… Kralın Rüyası (Anthony Quinn), Dedektif Marlow (James Garner), Geceyarısı Kovboyu (Midnight Cowboy / Jon Voight, Dustin Hoffman), Suspiria (Korku) …

Cesur Paraşütçüler, Daldaki Otomobil, Nefret (Brigitte Bardot), Mavi Deniz Beyaz Ölüm, Savaş Günleri (Gian Maria Valonte), Ben Bir …

… Erkeğim, Siyah Ayakkabılı Sarışın, Ben İstersem Yaşarsın (John Wayne), Damdaki Kemancı (Topol), Kapının Arkasında Biri Var, 007 …

… James Bond: Rusyadan Sevgilerle, Barbarella (Jane Fonda), Küçük Dev Adam (Little Big Man), Kırmızı Güneş (Alain Delon) … Bunlar …

… sadece 1971 – 1972 yıllarından Sadi Bey’in hatırladıkları. Araya birkaç tane yılları meçhûller de karıştı. Görüyor musunuz, ne anılar…

… yok olup gidecek, Emek Sineması yıkılırsa? El ele tutuşmalar, bakışmalar, vs. gibi işlemleri saymıyorum. Yıllar sonra bir İstanbul …

… Film Festivali sırasında, Atlas Sineması’nın rahmetli müdürü Suphi Oktay’la Emek Sineması’nda bir kovboy filmi izlerken, perdedeki zenci oyuncuyu birden…

… hatırladım, “Suphi abi” dedim, “bu Woody Strode değil mi?”, rahmetlinin gözleri parladı: “Evet, o” dedi. Sanki 40 yıllık ahbabımızla …

… birden İstiklal Caddesinde karşılaşmış gibi olduk. Geçip gitti diye mi o günler daha güzeldi gibi geliyor anlayamıyorum. Emek Sineması’nda …

… gördüğüm filmlere daha sonra yine devam edeceğim. Günün modası ya, tarihe not düşmek gibi twitter’a da not düşelim, belki rastlayan …

… imana gelir. Uğur Vardan ne güzel yazmış, muhafazakârlık sadece inançlar düzeyinde mi akla geliyor. Binaları, yolları, ağaçları, dağları …

… taşları bile insan zaman zaman özlüyor, muhafaza etsenize. Gaziantep Birecik Barajı hafriyatından çıkan ve çevreye yapay …

… tepecikler halinde yığılan toprakları görünce insanoğlundan nefret ettiğimi beyan ederim. Doğanın tepeleri bile kendi halinde daha güzel.

Bir yandan devlete ait Tekel fabrikaları özel şirketlere satılıyor. Öte yandan Belediyeler ekmek fabrikaları kuruyor. İHE (İstanbul …

… Halk Ekmek) gibi İHS (İstanbul Halk Sigara) ve İHR (İstanbul Halk Rakı) fabrikaları da kurulsun.

TNT kargo firmasının, bağışlanan kitapları ilköğretim okullarına dağıtma kampanyasını çok takdir ediyorum. Açtım telefonu sordum: “Kitapları …

… siz mi paketliyorsunuz?” Hayır. “Kaç kitap teslim aldığınıza dair makbuz veriyor musunuz?” Hayır. “Biz bu işi ‘hayır’ için Çağdaş …

… Yaşamı Destekleme Derneği ile birlikte yapıyoruz” dediler. Tamamdır, firma da, eleman da güvenilirdir, güvenirimdir ama kitapları 2 …

… sokak ötedeki sahafa okutmayacağını nereden bileyim birader? “Okutmak” deyince, sahaflar çok kitap okuduklarından, kültürlüdürler …

… manâsına. Lâf aramızda sahaf ve antikacılardan birşey almaya kalksam, hep kandırılacağımı düşünürüm nedense. Hani tutturduklarına …

… satıyorlar zannımca. Sen istisnasın E.

Yeşilçam Sokağı ile Atıf Yılmaz (Eski: Sakızağacı) Caddesi arasındaki Lüks ve Saray Sinemaları’nın bulunduğu yere büyük bir AVM’nin …

… yapıldığını biliyoruz. Sinepop Sineması’nın da Mayıs veya Haziran ayında el değiştirerek yıkılacağı ve yerinin bu inşaata ekleneceği …

… söyleniyor. Her halde üç sinemayı birden yok eden böyle güzide bir AVM dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Bu yerdeki inşaat, …

… Beyoğlu’ndaki kat yüksekliği sınırlaması nedeniyle arş-ı âlâya kadar fazla yükselemeyince arazi yerin 7 kat dibine kadar oyularak …

… yükselmiştir. Bu derin hafriyatın civardaki binaları çatırdattığı, hemen yanıbaşındaki Ağa Camii’ni de tehlikeye soktuğu söyleniyor.

Malûm, sinemalar zaman zaman “sinemaseverlerin mabedi” olarak anılır. Bugünlerde, ülkemizdeki en büyük sinema mabedi sayılan Emek …

… Sineması’nın yıkılıp, yerine yapılacak AVM’nin en üst katına aslına uygun bir şekilde yeniden yapılacağı konuşuluyor. Bu aşamada bir …

… öneride bulunmanın tam sırasıdır, Ağa Camii de yerine yapılacak bir AVM’nin en üstüne taşınsın. Hatta hazır bu moda başlamışken, …

… sinemasever mabedi, müslüman mabedi derken, eşitlik ilkesinden hareketle Sıraselviler Caddesi başındaki hristiyan mabedi Avia Triada …

… Rum Ortadoks Kilisesi’nin fevkalâde büyük ve geniş arazisine de büyük bir AVM yapılıp kilise de aynı şekilde üstüne taşınsın. Ne …

… bileyim, Dolmabahçe Sarayı’nın olduğu yere bile görkemli bir AVM yapılıp saray üstüne taşınabilir. “Saçlamama Sadi Bey” demeyin …

… bendenizin yaklaşımının daha sevecen olduğunu söyleyeyim, en azından “yıkılsın, aslına uygun yeniden yapılsın” demeyorum, “taşınsın” …

… deyorum. Hem memleketimizde altı pasaj, dükkân, ticarethane olan yüzlerce cami var. İlk akla gelenler E5’in kenarındaki Avcılar Camii…

… ile Esentepe’deki Nimet Abla Camii. Lâf camilerden açılmışken Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki Camiiyi tamir ve restore ettiren Çanakkale…

… Seramik şirketine minnetlerimi arz ederim. Her ne kadar giriş kapısı önüne konulan tente üzerindeki iri reklâm yazısından Çanakkale …

… Seramik Camii gibi algılanıyorsa da kapıya yaklaştığınızda Zincirlikuyu Camii olduğunu anlıyorsunuz. Bu arada unutmadan bir öneride …

… daha bulunayım. Emek Sineması’ndan “leş” olarak bahseden Hıncal Uluç üstadımızın da yıkılarak bir AVM’nin üstüne aslına uygun bir …

… şekilde yeniden yapılmasını öneriyorum. Hatta o AVM eskidiğinde yerine yapılacak AVM’nin de üstüne yeniden yapılsın. Böylece, gelecek, …

… gelecek, gelecek kuşaklar da değerli üstadın görüşlerinden mahrum edilmemiş olur. Hıncal, hınç mı alıyor Emek Sineması’ndan?

Üstadın sinema yazarlarına giydirmesine alışmıştık. Şimdi de sinemalara mı giydirmeye başladı nedir? Dedikten sonra Emek Sineması’nda …

… seyrettiğim filmleri yazmaya devam edeyim: Aslında devam edemeyeyim, çünkü birazdan basın gösterimine gideceğim, sonra devam edeyim.

(20 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kopyala Yapıştır Emek Sineması Filmi Devam Ediyor

Emek Sineması’nın yıkılıp üst katlara kopyala – yapıştır yapılmasına en son yorum değerli üstad Hıncal Uluç’dan geldi. Değerli üstad bakın ne diyor:

Yahu neyi yıktırmıyorsunuz?. Emek zaten çökmüş. Bir leş. Bir fare yuvası. Sinema olarak on paralık değeri olsa yaşardı. Kimseler gitmediği için kapandı. Devir değişti. Kimse farkında değil. Sinema devri değişti. Artık Emek, Atlas, Yeni Melek’ler dünyanın hiçbir yerinde yok. Sinemalar site halinde. Millet oralara koşuyor, etrafında hızlı, ağır yemek yerleri, kafeleri ile, sinema sitelerine.

Oysa, her gün yüzbin kişinin seller gibi aktığı İstiklâl Caddesi’nde Emek’e giren yok. Emek bitmiş, tükenmiş, kapanmış zaten.

Dahası. Binayı tutan kolonları da kesmiş birileri bir zaman. Şimdi zelzele değil, “Zel” dese biri çökecek.

Bir plân yapılmış Emek’i kurtaracak.

Dinleyen yok. Yahu hele dinleyin. Dinleyin ki tartışalım.

Anlatılanlar makûl. O blok, sağlam kolonlar üzerine yeniden yapılacak. Alt taraf alışveriş merkezi. Üst tarafta sinemalar, kafeler, restoranlar. Yani günümüz koşullarına uygun modern bir yapılanma. En rahat, en ileri film izleme teknikleriyle cazip bir sinema alanı.

Peki Emek.

Emek’i yıkmıyor, aynen üst kata, “Büyük Salon” olarak taşıyorlar.

Başkasından duysam kimse bu sözlerin Hıncal Uluç’a ait olduğuna inandıramazdı beni. Hocam ne oldu sana böyle de birden galeyana geldin. Hem bugüne kadar neden sustun. Aylardır o kadar konuşuldu da neden şimdi yazmaya başladın. Karşı fikir olsun diye mi konuşuyorsun, yoksa inandığın değerleri mi savunuyorsun bilmiyorum. Hıncal Uluç bildim bileli ya siyah ya beyazdır. Onda gri bulamazsınız. Ya tam sever, ya da tam döver. Bu defa tercihini yanlış yapmış olabilir mi acaba?

Hocam ben her İstanbul’a gittiğimde ilk ziyaret ettiğim yer Yeşilçam Sokağı’dır. Sokağa her girdiğimde içimi hüzün kaplar. Evet orası gerçekten berbat bir halde, gerçekten o sokağa girince pis kokudan ve çöpten geçilmiyor. O zaman ‘yıkalım yok edelim’ öyle mi. Peki neden restore edilmesi fikrine karşısın. Olduğu gibi yerinde korunmasına karşısın.

Restorasyon nedir, “Eski, tarihi, otantik ve özgünlük değeri olan, önemli bir olaya ev sahipliği yapmış eserin, aslına uygun olarak, asli malzemeden, asli yapım tekniğinden ve özgünlüğünden faydalanarak, mümkün olduğu kadar az müdahale ile koruyarak onarılmasıdır.”

Hasankeyf yok edilmesin diye az çabalamadın. O zaman tarihi eserleri oldukları yerden taşıyalım duralım. Meselâ Bergama Zeus Tapınağı’nın Berlin Pergamon Müzesi’nde akvaryumun içinde sergilenmesine ses çıkarmayalım. Nasıl olsa bizden daha iyi bakıyorlar. Orda kalsın ne güzel olur değil mi.

Aswan Baraj Örneği

Aswan barajı bize gösterebileceğin kötü bir örnek. Biliyor musun ki hocam Unesco önderliğindeki kurtarma çalışmaları sayesinde en önemlileri kurtarılsa da, sayısız tarihi eser sular altında kaldı. Dikkatinizi çekerim ki burada taşınma olayı var, Emek Sineması örneğinde ise yıkılıp aynısının yapılma olayı var. Yani kopyası. Mısır piramitlerinin de kopyasını yapsak nasıl olur hocam, ya da Ayasofya’yı baştan yaratsak. O zaman devam edelim, Hasankeyf’i yok edip yenisini yapalım.

Ne dersin Hocam…

(19 Nisan 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

İhanet Çemberi

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni de bitirdik. Festival de günümüzdeki açılım modasına uydu ve Türkiye’de gösterime giren ilk Kürtçe film olan Min Dit’e verdiği ödüllerle açılımcıları sevindirdi. Öte yandan Semih Kaplanoğlu’nun Berlin Film Festivali’nde ödül kazandığı Bal ile birkaç kez sahneye çıkması da Türk Sinemasının iyi yolda olduğunu gösterdi. Her ne kadar birisinin 6 yaşında Diyarbakır’dan ayrılan ve yaşamını Almanya’da sürdüren, Kürtçe bilmeyen bir yönetmen tarafından Kürtçe çekildiği, diğerinin de cemaatçe esintiler taşıdığı konusunda yorumlar yapılsa da iki filmin başrollerindeki çocuk oyuncuların gösterdiği büyük başarı sinemamızın geleceği açısından önem taşıyor. Dikkat çekmekte fayda var, sinema sektörünce, daha bir ay kadar önce açıklanan Yeşilçam Ödülleri’nde, 3 filmde rol almış olan 16 yaşındaki Elit İşcan’a En İyi Genç Yetenek ödülü verilirken, nasıl oluyorda film festivali sektörünce, henüz tek filmde rol almış olan daha küçük yaştaki Şenay Orak’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü veriliyor, anlayan beri gelsin.

Reha Erdem’in Yarışma Dışı bölümde gösterilen başyapıtı Kosmos’un Şamanizm’den de esintiler taşıması ile 6 yönetmenli Kars Öyküleri’nde ezanın Türkçe okunması gibi bölümlere, birde üstüne, ticari sinemalarda gösterilen İvedik ve Damacana gibi filmlere bakarsak sinemamızın her yönde başarıyla ilerlediğini görüyoruz.

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali, ülkemizde son yıllarda düzenlenen film festivalleri içinde her açıdan en doyurucu olanıydı. 15 film seyrettiğim festivalde gösterilen filmler içinde -vizyonda ve daha önceki yıllarda gördüklerim hariç- beğendiklerimi şöyle sıralayabilirim: Aşkın Son Mevsimi, Babil’in Oğlu, Bay Hiçkimse, Kansız, Kars Öyküleri, Kontrol Limitleri, Mao’nun Son Dansçısı, Matmazel Chambon, Paris’te Son Konser.

Bu yıl festivalin en dikkat çeken olayı kuşkusuz Emek Sineması’nın yıkılacağı söylentileri üzerine yapılan protesto gösterileri oldu. Her sinemasever Emek Sineması’nın restore edilerek aslına uygun şekilde muhafaza edilmesini istiyor, bundan şüphe yok. Ancak tarihsel sinemaların bölünme aşamalarında kimseden ses çıkmamasını da hatırlamak gerekiyor.

Yaşlanmış sinemaseverler Sinepop Sineması’nın Yeni Ar Sineması adıyla faaliyet gösterdiği yıllarda girişinin sokak ile aynı düzeyde olduğunu, eski fuayenin salona katıldığını, şimdiki fuayenin sonradan oluşturulduğunu ve sinemanın balkonunun 2. salon haline getirildiğini bilir. Keza Alkazar Sineması’nın da balkonunun ayrılarak 3. salon haline getirildiğini hatırlarız. O kadar ki en üstteki salonun makine dairesi aylarca çatının üstüne kondurulmuş baraka halinde durmuştu. Bu seneki festivalin birinci klâsik sineması haline gelen Atlas Sineması’nın girişindeki pasajın, sinemanın parter denilen ana salonu olduğunu, salonun arkasında güzelim localarda film izlemenin keyfine doyulmadığını gençler bilmez. Keşke o zamanlar da şimdiki gibi sinemaseverlerin sesi çıksaydı ve bu güzelim sinemaları orijinal halleriyle geleceğe taşıyabilseydik.

Film gösterimleri sırasında verilen bir anket formunda sinemaseverlere: “Hangi sinemalarda film izlersiniz?” ve “Seneye festivalin hangi sinemalarda yapılmasını istersiniz?” gibi sorular soruldu. Bendeniz istemeye istemeye, gönülsüz mönülsüz de olsa Levent Cinebonus Kanyon, Esentepe Cinebonus Astoria, Nişantaşı City’s AVM ve Maçka Cinebonus G-Mall Sinemaları’nın adlarını yazdım. Aslında gönülsüz mönülsüz değil de gönüllü mönüllü yazdığımı da parantez içinde belirteyim. Neden? Şundan: Sağolsun Beyoğlu sinemaları ve çalışanları -istisnaları var tabi ki- sinemaların altın çağından gelen alışkanlıklarını sürdürdüklerinden olsa gerek festival sırasında yer gösterme faaliyetleri sırasında olsun, tuvalet ziyaretleri sırasında olsun seyircilere karşı azarlar gibi davrandılar. O nedenle festival seneye de Beyoğlu’nda yapılırsa 3,5 TL olan bilet fiyatlarının 7 TL.na çıkarılmasını ve 3,5 TL.nın personele dağıtılmasını, bilet ücreti haricinde seyirciden herhangi bir ücret alınmamasını öneriyorum. Ayrıca bayan tuvaletlerinde oluşan yoğunluk nedeniyle zaman zaman erkek tuvaletlerinin bir kısmı da bayanlara tahsis edilmeli. Malûm erkek milleti ifrazatının bir kısmını ayakta da def edebiliyor.

(18 Nisan 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

16 Nisan 2010 Haftası

“Tek Başına Bir Adam”, moda tasarımcısı Tom Ford’un ilk filmi: Şaşırtıcı derecede estetik ve duyarlı. Ford, “Kabare”nin yazarı Christopher Isherwood’un kitabının yapısını ve niteliğini, sinemasal değerlerle zenginleştirerek korumuş, yükseltmiş. Film, İngilizce profesörü George’un, 16 yıldır birlikte olduğu genç erkek sevgilisinin trafik kazasında ölmesinin ardından ‘bir karar’ (kendi yaşamından da istifa edip etmeme kararı) verme aşamasında, mütereddit bir gününü öykülerken, izleyenlerin kalplerine de ‘sevginin cinsiyetinin olmadığını’ işlemektedir. Sanıldığının aksine, bir insanı sevip anısına sahip çıkmanın, seks dürtüsünün önüne geçebildiğini de incelikle anlatmaktadır… George rolüyle Oscar adayı olan Colin Firth’ün karakterin ruhuna nasıl sızdığını görmek önemli.

“Salgın”a bilet alırken, biyolojik silâh sızıntısının kaza sonucu kasaba sakinlerini zehirlemeye başlamasıyla, insanların çıldırıp birer cani haline gelmeleri ve terör estirmeleriyle sınırlı kalacağınızı sanmayın. Çünkü en büyük terör olan devlet terörü devreye girip, karantinayla birlikte yok etme operasyonunu, hem de en vahşi yöntemlerle uygulamaya başlıyor: Vatandaşlarına! İzlediğiniz, çok katmanlı ve çarpıcı sert aksiyonla başa baş giden bir gerilim. Tüm karmaşanın ortasında kaçıp kurtulmaya çalışan genç şerif ve hamile karısı için en büyük engel ise, kilometrekarelerce geniş alan! Filmin altı çizilmesi gereken önemli özelliği, gerçekçiliği! Ve kısaca da, “bomba gibi”!

“[Rec] 2”de, kan ve tükürükle bulaşıp, ısırılan insanları hızla saldırganlaştıran bir tür kuduz vakası nedeniyle karantina altına alınıp tüm giriş – çıkışların yasaklandığı apartmana giren dördü güvenlik görevlisi beş adam, salgının yayıldığı korkunç çatı katının sırrını çözmeye çalışırlarken… Müthiş klostrofobik ortamda ve salt kameramanın çektikleriyle sınırlı bilinmezlikte, şahsen çok şaşırdığım bir yön değişikliği oldu. Maharetli ve kabiliyetli iki İspanyol yönetmen, sinema tarihinin belki de en fazla başvurulan prototipi “The Exorcist”ten yardım aldılar. Tahmin edersiniz ki, teknik numaralara rağmen, ilk filmdeki hakiki olma duygusu gevşedi, etki azaldı. Zaten yaş sınırı da, “15+”; korkuya su katılmış yani.

“Genç Victoria”, adı üzerinde, bir sürecin merhalelerini, gösterişli bir sinemayla naklediyor. 1819 – 1901 yılları arasında yaşayıp, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun en uzun tahtta kalmış hükümdarı olan I. Victoria’nın, 9 çocuk verdiği ve yirmi yıl en önemli danışmanı olarak yanından hiç ayırmadığı kocası, aynı zamanda kuzeni olan Prens Albert’la (1819 – 61) tanışmasından sonraki ilk yıllarda ilişkileri… Ve koşutunda, deneyimsiz bir genç kadın olarak türlü entrikaların içinden geçip, kralın ölmeden hemen önceki açık desteğinin rüzgârıyla taç giyip Kraliçe olmasıyla noktalanan süreç! 2005 yılında “C. R. A. Z. Y.” adlı bol ödüllü filmini izlediğimiz Jean – Marc Vallee’nin, konuya, oyunculara, biçime egemen yönetimi, sağlam bir tarihsel dram sunuyor. Kusur bulamayız fakat özel bir etkisi de yok. Anlatı tastamam; seyredenin kafasına çengel atacak bir tartışma yok! Türkiye’de sadece 1 kopya olarak gösterimde: Yani, Kostüm Tasarımı Oscar’ı kazanan bu film, meraklılarına sadece.

“9”, ‘Kısa Metraj Animasyon’ dalında Oscar adayı, 2005 yapımı aynı adlı filmin (11 dakika) uzun versiyonu… İlgilenip yapımcı olarak imza atmış Tim Burton ve Timur Bekmambemov gibi isimlere rağmen, yönetmen Shane Acker öyküyü genişletmenin sıkıntılarını yaşamış belli ki ve komplike aksiyon bölümleriyle bunu büyük oranda aşmış… 9, bilim insanlarının yaratıp bir diktatörün silâh olarak kullanmak istediği makinelerin, insan ırkına savaş açıp tümünü ortadan kaldırmasına çok az kala, bir bilim adamının, parçalarını bir araya getirerek dikip birleştiği küçük boyuttaki son bez bebeğe canla birlikte verdiği numaradır. 9’un görevi ise, diğer 8 ile birlikte, insan ruhunun karanlık tarafını ele geçiren ana makineyi yok edip, ruhu ‘yeni bir yaşam’ için programlamaktır… Geleceğe ilişkin oldukça karamsar, karakter kreasyonu ilginç, izlemesi de oldukça dikkat gerektiren, zor sayılabilecek bir film olmuş. İzleme yaşı, sanırım 13’ten başlamalı. Zaten –“Genç Victoria” gibi- bu film de tek kopya ile sinefilleri bekliyor. Orijinal, alt yazılı ve seslendirme kadrosu hayranlık uyandırıcı. Bir de orkestra için bestelenmiş müziği var ki, kulaklarınız paslanmışsa eğer, dinledikten sonra pırıl pırıl olacak!

(14 Nisan 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

İstanbul Film Festivali Hızla Devam Ediyor

Bu yıl 29.su gerçekleşen İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Andrea Arnold’un yönettiği İngiliz yapımı “Fish Tank – Akvaryum”u Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı buldum. Parçalanmış bir aileyi, iletişimsizliği ve aralarında sevgi bağının olmadığı insanları ele alan bu film izleyiciyi derinden etkilemese de izlenilebilir ve düşündürücü bir yapım. İlgisiz bir anne ve kendi başına var olmaya çalışan kızı izlediğiniz zaman kendinizi sanki gerçek bir hayatla karşı karşıyaymış gibi hissediyor ve onların duygularını paylaşıyorsunuz.

“Akvaryum”un en beğendiğim yanlarından biri de inanılmaz güzel bir görüntüye sahip olması, gökyüzünde sürü halinde uçan kuşların görüntüsü çok iyi yakalanmış ama genelde bu dönemde çekilen bütün dünya filmlerinde mutsuz aileleri görüyoruz, ne yazık ki dünyada sevgiden yoksun o kadar çok aile var ki, bu da ister istemez beyazperdeye yansıyor.

Filmin yönetmeni Andrea Arnold, daha önce “Red Road” ve “Ex Drummer – Eski Davulcu” gibi filmlerin yönetmenliğini üstlenmiş. 15 yaşında bir genç kız olan Mia’yı oynayan genç yıldız Katie Jarvis, rolünün hakkını vermiş, gelecekte iyi filmler yapacak gibi gözüküyor.

Bir diğer film ise ilk röportajını sadibey.com’da benim yaptığım ve 02 Nisan 2010’da vizyona giren “Herkes mi Aldatır”, haftasonunda şekerleme tarzında izlenip unutulacak tarzda bir film olmuş. Daha önce tiyatrosu yapılan sonradan sinema filmine dönüştürülen yapımın en büyük sorunu mekân. Başından sonuna kadar tek bir mekânda geçmesi filmi sıkıcı kılmış ama az da olsa gülümsetecek sahneler var. En azından oyuncular iyi performanslar sergilemişler, özellikle Metin Zakoğlu ve Asuman Dabak rollerini başarıyla oynamışlar. Ben size tiyatrosunu izlemenizi tavsiye ediyorum, çünkü oyunun Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nda seyredilmesi daha gerçekçi ve interaktif. Başrol oyuncusu Metin Zakoğlu, zaman zaman rolünden çıkıp sizinle sohbet ediyor ve oyunu yaptığı esprileriyle daha da keyifli hale getirebiliyor. Arzu edenler oyunu Caddebostan Zakoğlu Oda Tiyatrosu’nda izleyebilirler.

(09 Nisan 2010)

Emir Batuş

Kederli Bir Hüzünle Yansıyanlar

Şark Oyunları (Iztochni Pies – Eastern Plays)
Yönetmen-Senaryo: Kamen Kalev
Müzik: Jean-Paul Wall
Görüntü: Julian Atassanov
Oyuncular: Christo Christov (Itso), Saadet Işıl Aksoy (Işıl), Ovanes Torosian (Georgi), Nikolina Iancheva (Niki), Hatice Aslan (Işıl’ın annesi), Kerem Atabeyoğlu (Işıl’ın babası)
Yapım: Waterfront (2009)

Itso’yu oynayan Bulgar oyuncu Christo Christov, bu filmin çekimlerinden sonra vefat etti. Film, birdenbire bitiyor ve insanı hüzünlü bir boşluğun içerisinde bırakıyor.

Evet, tutumanamış ressam Itso’ya hayat veren Christo Christov (1969-2008), bu filmin çekimlerinde vefat etti. Yönetmen de bu filmini Christo Christov’a adamış. Bir de Sofya’ya. Bu şehir, bir belgesel gibi yansıyor perdeye. Sofya’nın sokaklarında peşine kameranın takılıp dolaştığı yenik ressam Itso’nun gerçek hayatta da hayata yenilmesi belki hüzün çöktürecek üzerinize. Gerçekten insanın üzerine bir hüzün çöküyor. Itso, kısacık da olsa bir aşk yaşadığı Işıl’ın peşinden İstanbul’a geliyor ve hikâye birdenbire bitiyor. İnsan hüzünlü bir boşluğun içindeymiş gibi hissediyor birden kendini. Başkarakterin gerçekten öldüğünü öğrenince hüzün daha da çoğalıyor.

Modern Bulgaristan’dan…

Film, Avrupa Birliği’ne üye olmuş modern Bulgaristan’dan hikâyeler anlatıyor. Babası başka bir kadınla yaşayan lise öğrencisi Georgi, evde mutsuz. Arkadaşı onu önce bir dövmeciye götürüyor, sonra da dazlakların içine. Irkçı Neo-Naziler, öncelikle Türklere ve çingenelere karşı nefret dolular. Televizyondan yansıyan aşırı sağcı bir politikacının çingeneler üzerine konuşması insanı gerçekten sarsıyor ve utandırıyor. Irkçılık, en büyük insanlık suçu değil miydi? Hikâyelerin birbirine bağlandığı filmin önünde kaybetmiş ressam Itso var. Resimden bir yere varamamış Itso zorunlu olarak bir mobilya atölyesinde marangoz olarak çalışıyor. Belki de kaybetmiş bir insanın kederiyle sürekli içiyor Itso. Bir de sevgilisi var Niki adında. Niki de oyunculuk dersleri alıyor. Almanya’ya giderken Sofya’da bir gece geçiren bir Türk aile de hikâyeye dahil oluyor. Aile, gecenin içinde dazlakların saldırısına uğruyor ve rastlantıyla oradan geçen Itso’yla Işıl’ın yolları kesişiyor ve küçük bir aşk hikâyesi başlıyor. Aileyi hastaneye götüren Itso, kardeşi Georgi’nin dazlakların içinde olduğunu fark ediyor. Filmin hikâyesi derinleştikçe önyargıların her şeyi kuşattığı fark ediliyor. Filmi seyrederken Bulgaristan’da neo-nazi ırkçılığın neden bu kadar yoğun olduğunu ve öncelikle Türklere yöneldiğini anlayamıyorsunuz. Sofya’nın içerisinde dolaşırken sanki Türkiye’den bir şehir gibi Sofya. Hatta Bulgaristan’ın köyleri bile Anadolu’nun köylerine benziyor. Hatta Bulgarlar bile bize ne kadar benziyor. Yunanlılar gibi. Yönetmen, şehirleri ve mekânları seviyor. Bu filminde asıl başrolde olan Sofya şehriydi. Bu şehrin sokakları ve her şeyi filme ruh katıyor. Itso’nun, Sofya’ya sabah inerken yaşlı adama yardım ettiği sahne gerçekten büyüleyiciydi. Mekânlar da çarpıcı yansıyor filmde. Öncelikle Itso’nun yaşadığı ev. Bu filmde Saadet Işıl Aksoy’a da övgü göndermek gerek. Bu muhteşem oyuncu göründüğü an bir hale sarıveriyor perdeyi. Bu büyücü oyuncu Avrupalı yönetmenleri de büyüleyecek belki. Kieslowski usta yaşasaydı onu hemen keşfederdi.

(08 Nisan 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com