Kategori arşivi: Yazılar

Atilla Dorsay’la 29 Yıl Önceki Söyleşim

Atilla Dorsay, Türk basınının ve sinema yazının marka ismi… Aralık 1966’da Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya başlamış. Halen Sabah Gazetesi’nde yazıyor. Kitapları şu sıralar genelde Remzi Yayınevi tarafından basılıyor. Kendisiyle Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarken 1982’de (tam 29 yıl önce) bir söyleşi yapmıştım. İşte virgülüne dokunmadan 29 yıl önceki söyleşi…

Hakan Sonok: Sinema yazarlığına ve film eleştirmenliğine nasıl başladınız? Ondan önce neler yapıyordunuz?

Atilla Dorsay: İzmir’liyim. Ailem beni Galatasaray Lisesi’nde okutmak istiyordu. Onlar için bir tür idealdi. O yüzden birtakım fedakârlıkları göze alıp, İstanbul’a gelip yerleştiler. Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okudum. Birkaç yıl mimar olarak çalıştım. Ama sonra sinema yazarlığı ağır bastı. Sanıyorum mimarlık bana çok önemli bazı şeyler verdi: Düzenli bir biçimde düşünmek, muhakeme etmek, yargılamak ve belli bir estetik oluşumu. Bunun sinema yazarlığına katkısı elbette sözkonusu edilebilir. Kırkbir yaşındayım.

Hakan Sonok: Televizyonun ve şimdi de video salgınının sinemaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Aslında televizyon da, video da sinemanın bir uzantısı, yani teknik olarak sinemanın getirdiği teknolojinin ortaya koyduğu birtakım buluşlar. Çok yönlü bir karşılıklı etkileşim sözkonusu. Gelişen TV ve video teknikleri sinemayı etkiledi. Sinema da onları etkiledi. Bir kere gerek TV, gerek video geniş biçimde sinemanın birikimine dayandılar.

Çok geniş kitleleri, mümkün olduğu kadar kısa biçimde ve mümkün olduğu kadar olaylardan haberdar etmesi olayının dışında TV’nin sanatsal olarak pek önemli bir işlevi olduğu söylenemez. TV dizileri olsun, TV filmleri olsun genelde kendine özgü bir anlatım tekniği geliştirdiler. Çağımıza uygun kısa, hızlı ve vurucu bir anlatım tekniği. Ama TV filmlerinin, hiçbir zaman sinemada oluşturulan bazı yapıtlar kadar kalıcı olduğu, yarına kalacağı ve sanatsal bir içerik taşıdığı söylenemez sanıyorum.

Video başka bir olay tabii. Video aslında audiovisual olayını insanın içine getiren (TV gibi), fakat TV’den çok daha büyük bir seçme olanağı veren ve herkese beğendiği filmleri elinin altında bulundurma imkânını, dolayısıyla istediği zaman yeniden izleme imkânını veren bir olay. Yani aslında video kesinlikle çağımızın audiovisual’a dönüşmesinin artık son ve kesin aşaması. Bu iki olayın da sinemayı öldüreceği kanısında değilim. Çünkü sinema bunların anası olmayı sürdürüyor. Yani sinema ana üretici alandır. TV de, video da bunu kullanıyorlar. Ama bu tekniklerin çok daha gelişmesi insanların genel eğilimine uygun olarak daha kolay, daha ucuz, daha basit, daha gösterişli şeyleri seyretmek suretiyle gerçek sanat eserlerini ikinci plâna itmeleri sonucunu mu getirecek? Yoksa tam tersine, gerçek sanat eserleri, sözgelimi klâsikler herkesin elinin altında bulunmak suretiyle kitlelere, yığınlara daha kolay mı ulaşacak? Bunu şu an için söylemek çok zor. Yani video sinemayı öldürecek mi? Yoksa tam tersine ona yardımcı olacak mı? Bunu zaman gösterecek.

Hakan Sonok: Sinema sanatı üzerinde toplumumuz yeterince bilgilenemiyor. Sizce bunu neler engelliyor?

Atilla Dorsay: Bizim toplumumuz aslında sinemaya giden bir toplum. Yani tüm Akdeniz ülkeleri gibi, biz sinemaya giden bir toplumuz. Nitekim TV olayı bizde de sinemaya bir sekte vurdu. Fakat bu darbe çabuk atlatıldı. Hatta birçok batı ülkesine kıyasla daha çabuk atlatıldı. İnsanımız sinemaya gitmeyi seviyor. Okumaya çok meraklı bir toplum değiliz. Fakat görsel, işitsel olayın etkisine dahi açığız. Birçok insan sinemaya gidip veya TV’nin başına oturup (aşağı yukarı aynı şey), görüntülerin etkisini duyumsamayı seviyor. Bundan hoşlanan bir toplumuz. Yalnız sinemayı seyrettiğimiz ölçüde sinema üstüne okumayı, bilgilenmeyi önemsemiyoruz. Bizce sinema üzerinde bilgi toplanılması gereken bir alan değil. Onu sadece seyretmeyi seviyoruz. Bu konuda bir bilgi, bir bilinç sahibi olmayı düşünmüyoruz bile. Bu açıdan sinemaya gitmemize karşın, sinema yayınları o ölçüde ilgi görmüyor. Toplumun genel yapısıyla ilgili bir olay tabii…

Hakan Sonok: Devletin sinema politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Valla çok şikâyetçiyim. Cumhuriyet döneminde Türk devletinin kültür alanında yapmış olduğu çok önemli bazı yatırımlar ve katkılara karşın, sözgelimi çok sesli müziği desteklemek, bir devlet operası, balesi, tiyatrosu kurmak, yayıncılıkta çeşitli dönemlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı klâsikler vs. aracılığıyla tüm diğer sanat alanlarında etkin olmasına karşın sinemada hiçbir zaman olumlu katkısı olmamış, tam tersine köstekleyici bir katkısı, sansür aracılığıyla müdahalesi olmuştur. Dolayısıyla Türk devletinin sinemanın önemini hiçbir zaman anlamadığı kanısındayım. Bugün de bu olay devam ediyor ve bunu büyük üzüntüyle karşılıyorum.

Hakan Sonok: Sinematek’in kapanmış olması için neler diyeceksiniz?

Atilla Dorsay: Sinematek, Türkiye’de tarihsel bir işlev gördü. O işlev aslında sona ermedi tabii. Çünkü Sinematek gibi bir kurumun her zaman var olması sözkonusudur. Ben aslında Türkiye’de bir devlet sinemateği olmasını, devlet sinema arşivi oluşmasını ve sinemateğin bununla bağlantılı olarak gösteri yapmasını yeğlerim. Çünkü özel Sinematek, bu işe yatırım yapacak çok büyük zenginlerimiz olmadığı için çok başarılı olamadı. Yani, hiçbir zaman kendi arşivini sağlıklı bir biçimde kuramadı. Düzenli gösteriler gerçekleştiremedi. Söz verdi, bu sözleri tutamadı.

Türkiye’de elbette çok geniş bir sinema sevgisinin ve bilgisinin olmaması sebebiyle, Sinematek elbette birçok filmi tanıttı; ama bir anlamda itici etki yarattı. Yani insanlar birtakım filmlerin, söz verildiği halde gösterilemediğini, kötü kopyaların gösterildiğini, altyazısız filmler gösterildiğini, zor filmlerin gerekli basın yayın araçlarıyla, yani broşürler, kitapçıklar aracılığıyla açıklanmadan gösterildiğini görüp, bir ölçüde ciddi ve klâsik sinemadan da soğudular. Onun için Sinematek olayı bence, geniş bir bütçeyle devlet desteğiyle gerçekleştirilmesi gereken bir olay. Tek başına birkaç kişinin girişimi, bu alanda yeterli başarı düzeyini bence getirmezdi.

Hakan Sonok: Film ithâl edenler bir zamanlar eleştirmenlerin beğenilerini kazanan filmlerden uzak durmaya çalışırlardı. Son birkaç yıldır bu anlayış yıkılmış görünüyor. Ne dersiniz?

Atilla Dorsay: Türkiye’de bu olay çeşitli birbirini izleyen döngüler biçiminde yaşandı. Bir dönemde eleştirme hiç yoktu. 50’lerde Tuncan Okan’ın Milliyet Gazetesi’ndeki eleştirmelerinin uyandırdığı etkinin başını çektiği bir karşılıklı etkileşme olayı meydana geldi. Bir tür sinema yazarı – sinemacı balayı doğdu. 60’ların başından itibaren, daha doğrusu ortalarına doğru bu balayı sona erdi. Karşılıklı takışma, çakışma, çekişme dönemi başladı. 70’lerde seyircinin TV, ekonomik ve politik bunalımlar dolayısıyla sinemadan uzaklaşması ve hemen hemen yalnızca kötü filmlerin, meselâ seks ve karate filmlerinin ortalığı kaplaması olayı bu ilişkiyi en olumsuz düzeyine getirdi. Çünkü seyirci sinemaya gitmiyordu. İyi filmin seyircisi yoktu. Aile sinemadan çekilmişti, klâsik deyimle. Dolayısıyla filmciler yalnız kötü filmleri getiriyorlardı. Eleştirmenlerin bu durumda sinemacılara ateş püskürmekten başka birşeyleri zaten yoktu.

Fakat şimdilerde başka bir olgu gözleniyor. Seyirci genelde yeniden sinemaya döndü. İyi filmler beklenmedik bir biçimde ve eleştirmenlerin desteği olursa iyi iş yapıyorlar. Sinemacılar da anladılar ki, eleştirmenin olumsuz yargısı kötü filmin işini etkilemiyor. Sözgelimi “Geceyarısının Ötesi” herkesten olumsuz eleştiriler aldığı halde çok büyük iş yaptı. Buna karşılık iyi filmin olumlu eleştiriler alması, o filmin şansını etkiliyor. Dolayısıyla bazı tür filmler için eleştirmenin yardımının olumlu, yararlı olduğu sonucuna vardılar sanıyorum. Bu yüzden yeniden bir balayı sözkonusu. Sanıyorum bu önümüzdeki yıllarda da sürecek. Bazı şirketler bize danışıyorlar, şunu mu getirsek, bunu mu getirsek diye. Tabii bu çok olumlu, bizi çok mutlu eden bir olay.

Hakan Sonok: Dünyadaki film eleştirisi ile ülkemizdeki durumu karşılaştırır mısınız?

Atilla Dorsay: Şüphesiz dünyada daha etkin. Dünyada sinema eleştirmesi en sağdan en sola gündelik basının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizde eleştirmenin etkisi ancak gündelik basında daha geniş bir yer bulduğu ölçüde artabilecektir. Bu yerin birtakım basın orgunlarında yavaş yavaş yerleştiği manzarası ortaya çıkıyor. Bu tabii yeterli değil. Çünkü kapsamlı bir yaklaşım sözkonusu olamıyor, ama bu başlangıçtır. Bu geliştiği ölçüde ancak Türkiye’deki eleştirmen dışarıdaki etkinliğine ulaşabilecektir.

Hakan Sonok: Ülkemizdeki sinema yayınları konusunda bir çeşitlilik yok. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim?

Atilla Dorsay: Yok, yetersiz… Çok düşük, çok zavallı bir düzeydeyiz bu konuda. Tabii bunun biraz gelişmesi dilenir. Çünkü bilmeden sadece sevmek yoluyla yaklaşılan bir sanat dalında, yani sinemada gerçek bir seyirci düzeyine, seyirci potansiyeline ve dolayısıyla olumlu bir yapım düzeyine ulaşabileceğimiz kanısında değilim. Yani yayınla, araştırmakla, incelenmekle, bilgilenmekle ve bilgi vermeyle desteklenmeyen bir alanda çok kısır kalmaya mahkûmuz.

Hakan Sonok: Arı sinema mı, mesajlı sinema mı? Sizin kişisel tercihiniz nedir?

Atilla Dorsay: Yalnız bir tür sinemayı tutmaktan ve savunmaktan kaçındım. Bir olayın tek yönüne saplanmaktansa, bir olayın çok yönünü ele almayı, çok genel biçimde bakmayı seviyorum. Ben sinemaya da bu kapsam içinde bakıyorum. Sinemanın kendisini çok seviyorum. İyi bir Western bana çok keyif veriyor, ama angaje bir film, politik bir film, irdeleyen ve çözüm getiren bir film de elbette çok saygın bir olay.

Bu yüzden “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları” filmini tamamen bir teknik cambazlık filmi olmasına, bir anlatım üslûp filmi olmasına, hiçbir ciddi şey söylememesine ve tamamen bir sabun köpüğü olmasına rağmen çok sevdim. Ama Costa Gavras örneği veya daha başka sinemacıların örneği, bir angaje filmi, bir mesaj ileten filmi de çok severim. Bir anlamda birisinin öbürüne karşı olduğu kanısında değilim. Tabii genelde Amerikan sinemasının son dönemde tamamen göz boyayıcı bir sinemaya kaydığı, serüven ve bilimkurgu yapıtlarının allanıp pullanıp en etkileyici şekilde seyirci karşısına çıkarıldığı olgusu var. Bu tehlikeli bir gidiş. İçerikli sinemayı tamamen yok etmeye veya ikinci plâna atmaya yönelik bir gidiş. Sorumlu bir eleştirmen olarak bunun farkına varmak ve bu olayı eleştirmek durumundayız. Ama yani ben bir korku filmi, bir bilimkurgu filmi görmeden bir mevsim geçirmeyi düşünmüyorum doğrusu…

Hakan Sonok: Şu anda dünya sinemasından çok kısıtlı örnekler izleyebiliyoruz. Bu da yurt dışında film izleme olanağı olmayan sinemaseverler, sinema tutkunları için çok zor bir durum. Ne dersiniz?

Atilla Dorsay: Amerikan sinemasının dışında kalan ve çok önemli filmleri izleyemiyoruz. Benim en çok yakındığım şey, Japon sinemasını izleyemiyoruz. Meselâa şu kanıda değilim: İlericilik gereği kapitalist bloktan film geldiği kadar sosyalist bloktan da film gelsin görüşünde değilim. Benim görüşüme göre sosyalist blok son yıllarda ilgi çekici filmler üretmiyor. Japonya’dan çok önemli filmler çıkıyor, bunları göremiyoruz. Hint sinemasını, orta Avrupa sosyalist blok sinemasını, İtalyan sinemasını, Alman sinemasını göremiyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de yaşanan sinema olayı çok sınırlı. Aslında her ne kadar köşeden bucaktan bazı örnekler sızıyorsa da, meselâ Polonya sineması gelmedi ama Wajda’nın “Mermer Adam”ı geçtiğimiz yıllarda o kadar gösterildi ki, sinemaya giden herkes aşağı yukarı görebildi. Keza Fassbinder’in “Lili Marleene”i araya sıkıştı. Kenarından bucağından da olsa bir ölçüde geliyor, eskisi gibi değil. Fakat genelde bu tür sinemaları tanıyamıyoruz, bu bir gerçek. Sinema üzerine edindiğimiz genel izlenim çok eksik, Türkiye’de…

Hakan Sonok: Her mevsim başında ithalâtçı firmalar tarafından sinemaseverlere sunulacağı duyurulan, vaad edilen pek çok filmin sonradan Türkiye sinemalarına gelememesinin nedenlerini anlatır mısınız?

Atilla Dorsay: Aslında temel etken bence Türkiye’de pazarın sınırlı olması. Yani Türkiye’de bazı filmlere sınırlı talep var. Bu talep Ankara ve İstanbul’da biraz daha artıyor. Ama meselâ birçok filmi getirip de yalnız bu büyük kentlerimizde göstermekle, parasını çıkaramayacaklarına göre şirketler bu filmleri meselâ Adana, İzmir, Karadeniz bölgelerine satamadıkları için fazla film getirmiyorlar.

O bölgelerde Türk filmlerinin, üstelik onların en kötülerinin yani arabesklerin filân hakim olduğu bir piyasa düzeni var. Yabancı sinemaya kalan yer zaten çok az. O yer içinde de yine birtakım filmler ön plâna geçiyor. Dolayısıyla kalabalık (30 – 40 filmlik) bir liste getirip de, filmleri yalnız büyük kentlerimizde oynatmak durumunda kalacağına, şirketler getirmiyor. Böylece çok az film geliyor Türkiye’ye. Oysa mevsim başında biraz daha geniş liste ilân ediyorlar. Anlaşma yaptıkları filmlerin yarısına yakını ertesi mevsime kalıyor. Bu kaçınılmaz bir olay.

Birtakım filmler var, aslında o tür filmlerin Samsun’da da, Eskişehir’de de, İzmir’de de seyircisi var. Bu filmler seyircisine ulaşamıyor. Daha küçük sinemalar, yeni dağıtım, gösterim olanakları yaratılırsa ve daha çeşitli bir film listesi sunma imkânı sağlanırsa, özellikle büyük kentlerin dışındaki (bölgelerdeki) gösterim zinciri içinde sinemacılar da bu kanalları zorlayarak, daha çok film getirecektir. Açıklanan listeler o yıl içinde gösterilecektir. Şimdi böyle olmuyor, tabii…

Hakan Sonok: Türk sineması yurt dışındaki festivallerde kendine yer ve ödül bulmaya başladı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Atilla Dorsay: Çok olumlu tabii… Benim de bir katkıda bulunduğum (16 yıldır yazan bir yazar olarak) kendi ölçülerim içinde desteklediğim bir olay, bir hareket. Genç Türk sineması diye nitelendirdiğimiz hareket (doğru veya yanlış) nihayet uluslararası plânda kendini gösterdi. Bundan çok mutluluk duyduğum aşikâr. Çünkü bir anlamda kendimi adadığım bir davanın yavaş yavaş sonucuna ulaşmakta olduğunu gösteriyor. Bundan Türk sanatı adına mutluluk duymayacak olan kişiler ancak kendileri bu düzeye ulaşamamış olan ve yıllardır film yapmalarına karşın ortaya dişe dokunur bir şey koyamamış olan bir eskimiş sinemacı kuşağı olabilir. Bir de bu filmlerin politik olduğuna inanan (ki bir kısmı öyledir, ama hepsine bu nitelik yakıştırılamaz) ve bu filmlerin içerdiği politik özü kendi gerici politik kanılarına, görüşlerine aykırı bulan bir gerici kesimin memnun olmaması sözkonusu edilebilir. Bunun dışında düşünen her çağdaş Türk vatandaşının bu sonuçtan ancak memnunluk duyması gerekir.

SİYAD ONURSAL BAŞKANI: Atilla Dorsay

1939 İzmir doğumlu. Galatasaray Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdiki M. S. Ü.) Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu (1964). 1966 yılından itibaren Cumhuriyet Gazetesi’nde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra ayrıldı, Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da yazdı. Şimdi Sabah’ta yazıyor. Atilla Dorsay çoğu sinema üzerine olmak üzere bugüne dek 35 kitap yayımladı. Bunların arasında “Mitos ve Kuşku”, “Sinema ve Çağımız – 2 cilt”, “Sinemayı Sanat Yapanlar”, “Yönetmenler, Filmler, Ülkeler – 2 cilt”, “O İsimler, O Yüzler”, “Yılmaz Güney Kitabı”, “Yüzyüze”, “Beyazperdede Kırmızı Filmler”, “Yüreğimin Orta Yeri Sinema” gibileri var. Türk sineması üzerine eleştirilerini “Sinemamızın Umut Yılları”, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız” ve “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” adlı üç kitapta, yemek kültürü üzerine yazılarını “Ağız Tadıyla”da, şehircilik üzerine yazılarını “Benim Beyoğlum” ve “İstanbul’da Devr-i Sözen”de, kültür ve yaşam üzerine yazılarını “Ajda Pekkan’ın Yüzü” gibi kitaplarda topladı. Sinemanın 100. yılı dolayısıyla hazırladığı üç ciltlik çalışması “100 Yılın 100 Yönetmeni”, “100 Yılın 100 Filmi” ve “100 Yılın 150 Oyuncusu” yayınlandı. Son yıllarda film eleştirilerini “Hayatımızı Değiştiren Filmler- iki cilt”, “Sinema ve Çağımız”, “Sinema ve Kadın” kitaplarında topladı. Türkân Şoray üzerine yazdığı “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” ise en çok baskı yapan kitabı oldu. Çeşitli dergilerde sinema üzerine yazdığı deneme tadındaki yazılarını “Düşen Yapraklar, Geçen Yıllar” ve “İşte Büyü Zamanı”, gezi izlenimlerini “Yaşam ve Ölüm Kentleri”, hafif müzikle ilişkili anılarını ise “Ne Şurup – Şeker Şarkılardı Onlar” ve “Kişisel Bir 20. Yüzyıl Pop-müzik Tarihi” adlı kitaplarda topladı. En son söyleşilerini topladığı “Sinema… Ve Unutulmayanlar” kitabı çıktı. Dorsay, TRT 2. kanalında açıldığı 1985 yılından beri film programları yaptı. Özellikle “Sinema 100 Yaşında” kuşağında önemli klâsikler sundu. 1986 – 1994 arası TRT Radyo 3′de müzik programları yaptı. Sayısız yerli – yabancı dergide yazıları yayımlandı, birçok festivalde jüri üyeliği yaptı. Başlangıcından (1982’den) bugüne dek İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Uluslarası İstanbul Film Festivali’nin yürütme kurulunda bulunuyor. Ayrıca TÜRSAK’ın da danışman kadrosunda… SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin kurucusu olan Dorsay yıllarca dernek başkanlığını yürüttü, şimdi onursal başkan. Dorsay’ın Legion d’Honneur – Palmes Academiques, Türk Dil Kurumu Basın Ödülü, İstanbul, İzmir ve Antalya Festivalleri Emek Ödülü, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Onur Ödülü gibi birçok ödülü bulunuyor. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilen Atilla Dorsay, Leman Dorsay’la evli, Gökhan ve Ece adında iki çocuk babası…

(12 Ocak 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Tarih, Sinema ve Kılıçları Çekmek

“Tarih” bir bilimdir, “Sinema” da bir sanat… Bilimler sonuçlarını “dir/dır” diye ispatlamak, sanat/sanatçı ise, “bence, şöyle bir şey” yorumuyla yetinmek durumundadır.

Kimse bir tarih kitabını rastgele eline almamalı. Önce onu yazan hakkında bir şeyler bilmeli. Bu tarihçi kimdir, nesnel dünya, bilgi ve tarih bilgisi hakkında (epistemolojik) ne tür bir fikri vardır, diye sormalı. “Bir sarayda farklı bir köylünün kulübesinde farklı düşünülür” diye bir söz var. Bu tarihçiler için de sinemacılar için de geçerli…

Louis Althusser, “Birey tarihi sürecin taşıyıcı öznesidir” diyor. Popüler tarih tartışmalarımız da zaten bu cümlenin iki ucu arasında bir sarkaç gibi gidip gelir. Bir uçta tarihi “birey”in yaptığını sananlar vardır, diğer uçta bireyi “süreç”in taşıyıcı öznesi olarak yerine koymaya çalışanlar. Babil Kulesi neden vardı ve kim yapmıştı? Kuleyi kral mı düşünüp yaptırdı? Yoksa kule bir toplumsallığın ihtiyacı olarak mı yapıldı? Hollywood’un ilk Vietnam filmlerinden “Platoon”a kadar aldığı yol nedir? Önce Vietnam’a kahramanca çıkartma yapan Hollywood, süreç içinde bilerek veya bilmeyerek neyi öğrenmiştir? İlle de öğrenmesi mi gerekir, yoksa ABD halkının artan “Vietnam Sendromu”nun yansıması o filme yetmez mi? Veya dünyanın bütün zamanlarında ve bütün coğrafyalarında cirit atmış Hollywood’un hâlâ kendi toprağında 1492’den bir yıl aşağı neden inemez?

Sonra bir soyutlama düzeyi aşağı inip, tarihçinin genel dünya görüşünü, düşünce sistemini de bilmek gerekir. Dünyayı nasıl kavrıyor, nasıl değerlendiriyor acaba, diye… Bunu bilmesi gerek, çünkü ileri süreceği savlar onun dünya görüşünden etkilenecektir. Dindar veya ateist bir bilimcinin aynı cümleleri kurması o kadar kolay mı? Yoksa Galileo nasıl kopardı zamanın ideolojisinden ve nasıl kurardı o bilimsel cümlesini?

Sonra bir dizey daha aşağı inmek gerek. Çünkü tarihe bakışın da birçok yöntemi var. Tarihçinin tarih biliminin nasıl yol aldığıyla ilgili fikirlerini ve kullandığı teorik yöntemini de bilmek gerek. Çünkü tarihi olguları açıklayacak birçok hipotezler ileri sürecektir. 1930’larda birçok insana doğru gelen bir “Güneş-Dil Teori”miz vardı. Ama çoktan tarihin çöplüğüne atıldı. Ya da hâlâ hakim bir “Gaza Teorisi” var, Altaylardan gelip çala-kılıç Viyana kapılarına dayanan… Zaman içinde herkes o kadar kendini bu sorunsala kaptırmıştır ki, Alpaslan Malazgirt’i kazandıktan sonra, üstelik tüm Anadolu bomboş iken, neden Selçuklu’nun ovadan bir adım ileri gitmediğini sormayı unutur. Ama o teori, kişilerin üstünden atlayıp sıçrayıp Viyana kapılarına dayanıverir. Okul kitaplarımızdaki tarih bu yüzden hâlâ Viyana kapılarında kalmaktan umutsuz!

Sanat için, buraya kadarı Tarih bilimin işidir. Biz üçüncü dünyalılar (!) bilim ile sanatın yöntemini / söylemini birbirine karıştırmayı pek severiz. O yüzden filmlerden tarihi gerçekleri ortaya çıkarmasını bekler, filmlerimize bol bol tarih ve sosyolojinin görevlerini veririz. Oysa hiç gerek yoktur pahalı bir filmle bunu yapmaya… O sorun aslında tarihçinin bir kitap veya makalesi ile kolayca çözülebilir. Ama inatla öyle yazmak, hem öyle okumak veya
seyretmek isteriz. İsteriz ki hem film olsun, hem de karakterler bize güzel güzel tarih nutukları atsınlar…

Sanatın amacı, daha aşağıdaki bir düzeyi, bir toplumsal formasyonu yani yaşantıyı anlatmaktır. O zamanlar orada nasıl bir yaşantı vardı? Fakat bu soru belgesel ile ilgilidir. Dramatik bir film ise daha ileri gider. Dramatik filmler yaşantıyı (maalesef ve maalesef!) bir öykü içinde anlatmak zorundadır. Yani o zaman o sırada insanlar nasıl yaşarlardı?

Dolayısıyla, dramatik bir tarih film yapmak için, hem iyi tarih bilmek ama tarih bilimini de unutup bir öykü anlatmak gerekir. Nasıl konuşurken dilbilgisini düşünmeden konuşuruz, bu da öyle… Senarist ve onun tarih danışmanının birlikte çözmesi gereken şey tam burada başlar. Senarist tarihçinin görevini asla üstüne almamalı, danışman da anlatılacak yaşantı / öyküye tarihçinin söylemini karıştırmamalıdır.

Yaşantının belli bir soyutlama ile kavranması da gerekir. Kapitalist veya feodal çağda da sömürü vardı diye feodal beyi / ağayı kabaca fabrikatörün yerine koyamayız. Üstelik yüzyılı aynı olsa da, bunun Avrupa’da veya Osmanlı’da farklı bir şey olduğunu da bilmek gerekiyor. Belki o zaman feodal çağı yaşamamış ABD’ye Oscar için “Eşkıya”yı göndermenin (o tür bir anlatı yapısıyla) abesle iştigâl olduğunu kavrarız. Çünkü seyircinin bir filmi anlaması için o toplumsallığı anlayacak kadar bir ortak paydası, bilgisi olması gerekir.

Sonra sıra yaşantının olgu düzeylerine inmeye gelir. Soru şudur; Acaba bu öyküde anlatılan bir olay veya olgu o gün orada nasıl olmuştur? Bu aşamada arkeoloji, antropoloji, etnografya, seyahatnameler, resimler, fotoğraflar, mekânlar, vb. her tür bilimsel, kültürel ve toplumsal ürünlerin bir fikir edinmek için mutlaka araştırılması gerekir.

İç içe geçmiş yaşantı ve olgu düzeylerinin için bir örnek vermekte yarar var. Birkaç yıl önce gösterilen ve sinema seyircisinin büyük çoğunluktaki çok sevdiği “Cesur Yürek” diye bir film vardı. O filmin giriş bölümünde bir sahne vardır. Babasının arkadaşları, William Wallace’a gelip İngiliz kralına karşı ayaklanma teklif ederler. O günlerde güzel nişanlısı ile bir aile kurma derdindeki Wallace ise onlara katılmaz. Fakat daha sonra İngiliz kralının adamları gelip kadını öldürünce, Wallace da kılıcını çekip bir ayaklanma başlatır. Wallace tarihi bir “özne” ise mesele yoktur ve devam edilebilir.

Fakat ortaçağ Avrupa’sında tarihi “süreç” böyle mi işliyordu acaba? Yani, Ortaçağ Avrupa’sında karısı kralın adamları tarafından öldürülen bir adam, sevilen bir kabile reisinin oğlu bile olsa, bir ayaklanma başlatabilir miydi? Hele hele, tarih bize Ortaçağ Avrupa’sında “İlk gece hakkı”nın bile feodal beyin olduğunu söylerken! Herkes şüphesiz bugünkü kadın haklarından baktığı için, filmi izledi ve Wallace’ın ayaklanmasını akla yatkın buldu. Ama yanlış!

Doğrusu ne? Ortaçağda Avrupa’daki toplumsal formasyonun en temel çelişkisi ne? Marx bunu; “Feodal çağda artı-değer ekonomi dışında bir zorla alınır” diye cevaplamıştı. Madem öyle, yapılması gereken neydi?

Pekâlâ da, kralın adamları o yıl harman yerine bir kat daha fazla vergi almak için gelebilirdi. Tarih danışmanı bunu söylemek, senarist de sahneyi harman yerine koymak durumundaydı. Böyle olsaydı kötü mü olurdu? Tam tersine, hem doğru hem de daha güçlü bir sahne olurdu. Wallace başı belâya girmesin diye geride durmak isteyip, kız da pekâlâ vergiye itiraz edebilir ve ölebilirdi. Wallace da hem toplumsal gerçeğin ihlâline hem de sevdiği kızın ölümüne kılıcını çekebilirdi.

Pek yakıştıramasak da dramatik bir TV dizisi de sinemanın bütün araçlarını kullanan sinematografik bir dramatik anlatıdır. Son günlerde bir TV kanalında “Muhteşem Yüzyıl” adıyla bir TV dizisi oynamaya başladı. Biraz tarih bilen herkes bilir ki, bu ülkede hatta dünyada “Muhteşem” sıfatı ile anılan tek kişi, 10. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dır. Dizi de zaten onu anlatıyor. Üstünde bu kadar gürültü kopmamış olsa da, son günlerde benzer bir tartışma da “Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi” üstüne yapılan bir sinema filmi üstüne yürütülüyor. Ama o tartışma da benzer şekilde ve akla-kara mantığı içinde sürüyor. Bu arada, 2010 İstanbul Kültür Başkenti bağlamında yapılan ve gözden kaçan “Mahpeyker: Kösem Sultan” filmi, vb. de var. Mustafa Kemal Atatürk veya benzer tarihi kişilerle ilgili filmler bağlamında bu tür tartışmalar çok yapılır ülkemizde. Bu yüzden de sinemacılarımız tarihi öykülere sakınarak yaklaşır. Hatta bu yüzden tarihi filmlerimizi yabancılara bile ısmarlamaya kalkarız!

“Muhteşem Yüzyıl” yayına başlayınca, her zaman olduğu gibi, herkes tarih konusunda döktürmeye başladı. Tarihimize karşı muhafazakâr (!) olanlar, dizideki olguları sayıp dökerek, tarihi gerçekleri saptırdığı için (!) dizinin yasaklanması gerektiğini, onlara karşı duranlar ise bunun “sansür” olacağını, sanatçının istediği yorumu yapabileceği iddiasındalar. Daha temkinli olanlar, “Durun bakalım, dizi biraz daha ilerlesin” diye cevaplarını şimdilik erteliyorlar. Sade vatandaş ise RTÜK’e yasaklama başvurusu yağdırmak konusunda reyting rekorları kırıyor. Medya ilkokul çocuğuna dahi kamerayı doğrultup fikrini soruyor. O da anası ve babası gibi, ilkokuldan beri kendisine öğretilen klişeleri “İstiklâl Marşı” okur edasıyla tekrarlıyor.

Oysa bu bir fırsattır. Tarihçiler bir ülkede tarih biliminin eğitiminden, sanatçılar da sanatın tarihe bakışını halka anlatmaktan sorumludurlar. Siyasetçiler ve kurumlar ise şu çarpık gürültü karşısında kitlelerin baskısına boyun eğmesin yeter. Medya ne güne duruyor?

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(11 Ocak 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Celal Şengör’ü Büyüleyen Film: Krakatoa: Büyük Macera

Atatürk sevgisinde herkesi geride bırakan, Jeolog Profesör Doktor Celal Şengör’ün şu anda Hürriyet Gazetesi kadrosunda yer alan değerli gazeteci yazar Sefa Kaplan ile yaptığı nehir söyleşi Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Bir Bilim Adamının Serüveni” adıyla yayınlandı. Profesör Doktor Celal Şengör bu kitabın 38. sayfasında “Krakatoa: East of Java” adlı sinema filminden bahsediyor. Bu sıralar bu kitabı okumakta olduğumdan ve bu kitabı herkese tavsiye ettiğimden Profesör Doktor Celal Şengör’e ulaşarak kendisine bir soru sordum. Sorduğum soru ve Profesör Doktor Celal Şengör’den aldığım yanıtı aşağıda okuyabilirsiniz.

Hakan Sonok: “This Changing Earth” başlıklı makaleyi okuyunca jeoloji konusundaki bildiklerinizin yanlış ya da eksik olduğunu anladığınızda uğradığınız moral çöküntüsünü Türkiye sinemalarında “Krakatoa: Büyük Macera” adıyla gösterilen orijinal adı “Krakatoa: East of Java” adlı sinema filmini seyrederek, bu filmin yardımıyla aştığınızı söylüyorsunuz… Dünya (Kuzey Amerika) sinemalarında 1969’da, Türkiye’de 1971’de gösterilmeye başlanan ve özel görüntü efektleri dalında Oscar ödülüne aday gösterilen bu film çok iyi bildiğiniz gibi 26 Ağustos 1883’te 36.000’den fazla insanın öldüğü yanardağ patlamasının yol açtıklarını konu alıyordu… Bu film hakkındaki kişisel izlenimlerinizi, düşüncelerinizi, yorumlarınızı, sizde bıraktığı derin izi ayrıntılı olarak anlatabilir misiniz?

Profesör Doktor Celal Şengör: Sumatra ile Java arasındaki boğazda bulunan meşhur volkanın 1883’teki büyük indifaını ve bu indifa sonucu oluşan tsunaminin çevreyi tahribini anlatan filmi Harbiye Konak Sineması’nda seyrettiğimi hatırlıyorum. Filmi izleyince orada anlatılan volkanik olayların güzelliği beni büyüledi ve ben jeolojiye devam dedim. O filmdeki yanardağ patlamasının tarihini ben filmi seyrederken çok az biliyordum. Ama filmde tabiatın muazzam gücü karşısında biz insanların gündelik sorunlarımızın ne kadar anlamsız şeyler olduğunu idrak ettim. Bu büyük doğa gücü ayrıca çok güzel manzaralar yaratıyor: Filmde yanardağın indifaı, lâv akıntıları ve volkan bombaları, muazzam tsunaminin karaya varışı gibi sahneleri seyrederken, biz insanların (hatta tüm canlıların) bu doğa gücü karşısında fiziksel olarak ne kadar aciz olduğumuzu ama aklımızla onları anlayabildiğimiz ve Kaptan Henderson gibi, bilgili olursak onlardan nasıl kurtulabileceğimizi düşündüm. Bilgi bir doğa olayını yaratmakla eşit değerdedir. Bilgili insan o doğa olayının gücünün bile ezemediği yüce bir varlıktır. Bu hisler beni tekrar jeolojiye dönmeğe ikna etti. Güzellik, yani estetik tatmin ve bilgi ve o bilginin kamçıladığı yaratıcı düşünce. Bunlar bir hayatı doldurmaya çok çok yeter diye düşündüm. Bugün de aynı düşünce içindeyim ve o filmin yapımcılarına şükran duyuyorum. Bir de Krakatoa East of Java demeselerdi film kusursuz olacaktı. Gerçi, eskiden Sumatra’ya Java Major denirdi. Acaba filmin yapımcıları bunu düşündüler mi, sanmam. Ben East of Java’nın talihsiz bir yanlışlık olduğunu düşünenlerin ne yazık ki haklı oldukları kanaatindeyim… İlginize çok teşekkür eder, saygılar sunarım.

(10 Ocak 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

07 Ocak 2011 Haftası

“Güzel Bir Hayat Düşlerken”, 1991’de, ‘parçalanmaya başlamış’ Yugoslavya’nın Hersek’teki köyünde, yıllar önce ‘parçalanmış bir aile’nin diplere itilmiş saflık ve sevgiyi yeniden canlandırmasını, insan olduğumuzu ‘fena, hem de çok fena hissettirerek’ öykülüyor. Sapasağlam bir hikâye… Duygusal dalgalanmalar ve tonların yüreğinizi ele geçirdiği bir anlatım stili… Doğal oyunculuğun en iyi örnekleri… Yeni yılın ilk mükemmel filmi.

“Eyyvah Eyvah 2”, İstanbul’da bulduğu kayıp babası ve bu arayışında ona yardımcı olan ’harbi şarkıcı abla’, frapan Firuzan ile Çanakkale – Geyikli’ye dönen açıkgöz -fakat hemşire Müjgan’a ilanıaşkta mahcup- klarnetçi Hüseyin’in yeni sakarlıkları / serüvenleri… Yine ‘içimizden’ ve yine insanımıza özgü mizahtan üretilmiş bir eğlence. İddiasız, güldürmeye dönük, seyirciye vaat ettiklerini yerine getiren, aksaksız sayılabilecek bir çalışma. Zaten tekdüze bir hikâye olduğundan, öyle unutulmaz komedi anları yaratabilecek iniş – çıkışlar, iç içe geçmiş hareketler falan beklemeyiniz. Gidiniz, neşeleniniz, mutlu olunuz.

(05 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Bir Erhan Kozan Filmi: Çakal

Kenar mahallelerde yitirilmiş bir öyküyü anlatıyor Çakal. İlk film olma zorluğunu da kendinden emin tavrıyla ustalıkla aşmış, hatta boyundan da büyük bir işe imza atmış haliyle dikkat çekiyor. Alt metin, şırıngayla enjekte edilircesine işliyor damarlarımıza. Akılda kalan birçok replik var ve bu replikler de görsel olarak destekleniyor. Akın’ın bulunduğu ortamlara yabancılaşması ama her şeye rağmen de bu durumdan sıyrılamaması da filmi izleyen ve hayata dair derdi olan bütün insanlara ayna tutuyor. Eleştirdiği insanların konumuna düşerken bu durumu farklı bir anlama sokuyor. Anlaşıldığı üzere derdini dibe vurarak anlatmaya çalışan bir yönetmen var karşımızda. Akın karakterinin söylediği lâflar yönetmenin bundan sonraki filmografisini de şekillendireceği çok net olan söylemler aslında. Hırsızlık yapmaktan ziyade hakkını almak olarak nitelendiriyor ya da ölümün zaten sahip olmadığımız bir şeyi iade etmek olduğunu söylüyor net bir ifadeyle. Türban takan kızın daracık pantolon giymesini eleştiriyor ama daha sonra bunun da anlamsız olduğunu Akın’ın ifadeleriyle dile getiriyor. Aslında yoğun söylemler filmde peşi sıra geliyor. “Ben Nerdeyim? Kim bu insanlar?” şeklinde varoluşsal sorunlar, annenin ölümüne karşı duyarsızlığıyla Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sına ve haliyle Albert Camus’un Yabancı’sına göndermeler, modern sinema başyapıtı Fight Club’ın stilize tepkisine eşlik edercesine sinsi gerilimiyle Çakal iyi bir örnek olduğunu kanıtlıyor. Tüm bu referansların yanı sıra ciddi şeyler söyleniyor ama film kendini ciddiye alıyor mu? İşte bu noktada birtakım eksiklikler var. Fazlasıyla sade ve direkt söylemlere dayalı anlatım biçimi, aksiyonun hipnotize edercesine içe kıvrılmasıyla etkisini yitirmeye başlıyor. Akın, kendisine yüklenen anlamın sıradanlığına kapılıyor. Bir noktadan sonra her şeye kendi içinde karşı çıkan ama karşı çıktığı her şeye de birebir ayak uyduran bir adam olduğunu kanıtlıyor. Hayat da bunun gibi birçok örneğe gebe zaten. Ancak bu durum sinemasal anlatım içinde durağanlığa hapsolmaktan kurtulamıyor. Durağanlığın içindeki şiddet etkisi nötrleşen bir uyuşturucuya dönüşüyor.

Normalde izlediğim filmlerin en çok final sahneleriyle ilgili yorum yapmayı sevmem. Çünkü filmler yönetmenin tercihiyle ya kesin olarak netlik bulur ya havada kalır, ya mutlu son olur ya kötü tabir edilen bir şekilde biter. Filmin karakteri gibidir. Biz bittikten sonra böyle olsaydı, şöyle olsaydı deriz ama gördüğümüz şekilde bitmesi gerekiyordur demek ki. Bunu bize anlatan kişinin beyninde bulduğu anlamdır tamamen. Ama Çakal’da birşey eksik kaldı. Final için yazılmış senaryoya itirazım yok ama bir şey daha eklenmeliydi ya da sanki bir şey daha çıkarılmalıydı. Bütün içerisinde ne inişe geçen ne de yukarı çıkabilen bir finalle karşılaşabildik.

En azından heyecanlı ve cesur bir yönetmen var karşımızda. İsmail Hacıoğlu olabilecek en iyi performanslarından biriyle karşımızda. Erkan Can ve Uğur Polat’a da diyecek lâf yok zaten. Üstün oyunculukların yönetmenin de işini kolaylaştırdığını itiraf etmemiz gerekir. Oyuncular bedenlerini ve seslerini enstrüman şeklinde kullanıp, filmde varlığını pek hissetmediğim müzik olgusunun da yerini doldurmuşlar. İsmini yazımın başından beri hiç zikretmediğim yönetmen Erhan Kozan’dır. Erhan Kozan, Mahsun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek filminin set fotoğraflarını çekmiş ardından da Çıngıraklı Top filminde yardımcı yönetmen koltuğunda oturmuştur. Dileğim kendine dert edindiği hikâyeleri bu şekilde anlatmaya devam etmesi yönünde.

(05 Ocak 2011)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor

Büyükşehir alışkanlığı nedeniyle olsa gerek, görmediğim taşra şehirlerimizi küçük kasabalar şeklinde hayal ederdim. İlk Altın Koza Film Festivali ziyaretimde Adana’yı gördüğümde ilk şoku yaşadım. Adana’nın İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerimizden hiçbir farkı yoktu. Keza ikinci şoku 1. Malatya Uluslararası Film Festivali nedeniyle geçtiğimiz günlerde gittiğim Malatya’da yaşadım. Malatya’nın da büyükşehirlerimizden eksiği yok, aksine fazlası var. Artık dünya şehirleri haline geldiklerinden Büyükşehirlerin yerel tadları kalmadı. Taşra şehirlerimizde ise o kendilerine has özellikler sürüyor. Yemekleri olsun, kendilerine özgü hal, hareketler ve konuşmalar olsun çok güzel farklılıklar içeriyor. Malatya’da festival sırasında hanımla birlikte araya sıkıştırdığımız Elazığ ve Harput gezisine minibüsle giderken bir yolcunun yolun yarısında şoföre söylediği “Kocalar’da bir durak yapasın.” lâfını tebessümle hatırlıyorum. Malatya Yeşil Sinema işletmecilerine, İstanbul Duka Film işletme müdürü Sabahattin Bey’in selâmını götürdüğümde, gördüğüm ilgiye şahit olanlar, sinema ilgilileriyle mutlaka 40 yıllık dost olduğumu sanmışlardır. Sinema sektörü, sanatçısı, yapımcısı, işletmecisi, sinemacısıyla büyük bir aile aslında. Her an birbirleriyle iletişim halinde olduklarından Türkiye’nin neresine gidilirse gidilsin, herhangi bir sinemaya uğrayıp hal hatır sorulduğunda aynı ilgiyle karşılaşılıyor.

Malatya’da şu anda sinema olarak Malatya Park AVM.de yaklaşık bir yıl önce açılan Avşar Sinemaları ile Yeşil Sinema faaliyet gösteriyor. Yeşil Sinema, Malatya’nın birkaç kuşaktır sinemacı olan Yeşil ailesi tarafından işletiliyor. Hatta yanlış hatırlamıyorsam civar il ve ilçelerde de Yeşil Sinema adıyla sinemalar işletmişlerdi. Şehrin merkezindeki Büyük Sinema da aynı işletmeciler tarafından yönetilerek yıllarca Malatya’lılara hizmet vermiş. Tek salon olduğundan krize dayanamayıp kapanmak zorunda kalınca yerine baharatçı ve market açılmış. Sinemanın gişelerinin ve girişinin olduğu yerde marketin yazar kasaları bulunuyor. Salona hiç dokunmamışlar, tavan ve yan duvar dekorları olduğu gibi duruyor. Sadece perdenin bulunduğu yer ve locaların bulunduğu balkona özel bir dekorasyon yapılmış. Salonun orta kısmına marketin çeşitli reyonları yerleştirilmiş. Kapanan bir çok sinemada olduğu gibi, son demlerinde Büyük Sinema’da da seks filmleri gösterildiği söyleniyor. Öyle olduğu halde, market işletmecisi bu durumdan rahatsız olmamış ve sinema görünümünü muhafaza ediyor. Bu durumu, benzeri düşünülemeyecek bir hoşgörü olarak, takdirle belirtiyorum. Koskoca İstanbul’da, yılların tarihi Emek Sineması göz göre göre, gümbür gümbür yıkılmaya doğru giderken Malatya Büyük Sinema’nın market olarak dahi olsa hâlâ yerinde duruyor olması beni çok mutlu etti.

Malatya’da mutlu olduğum başka bir sinemasal olay daha var. Belki şaşıracaksınız ama Malatya’da Sinema Caddesi var. Festival ilgililerinin yerel yemeklerini tavsiye ettikleri Beşkonaklar Restaurant’ın yerini yöre esnafına sorduğumuzda “Sinema Caddesi’nde” diye tarif ettiler. İfadeyi duyduğumda yiyeceğim yemeklerden daha çok heyecanlandığımı itiraf ederim. Malatya’nın en eski caddelerinden olan Sinema Caddesi’nde çok sayıda eski yapı var, çoğunun restorasyonu tamamlanmış. Beşkonaklar Restaurant’ın adını aldığı binalar zamanında Malatya ekabirlerinin konaklarıymış, şimdi turizme kazandırılmış. Yemek sonrası, görevlilere cadde adının neden Sinema Caddesi olduğunu sorduğumda, cadde başında eskiden İstanbul Sineması adında, tamamen kesme taştan yapılmış bir sinema olduğunu, caddenin o sinemadan isim aldığını söylediler. Ve yakın zamanda cadde adının Beşkonaklar Caddesi olarak değiştirilmesinin düşünüldüğünü söylediler.

İşte şimdi şuraya yazıp, tarih düşürüyorum, ilgililer eğer Sinema Caddesi’nin adını değiştirirlerse Türkiye’nin tüm sinemaseverlerinin sitemlerini şu anda yola çıkardım, haberleri olsun. Adında “sinema” geçen cadde adını sadece Edirne ve İstanbul Gaziosmanpaşa’da duymuştum. Ve yıllar önceki yazılarımın birinde de bahsetmiştim, bir kez daha hatırlamanın zamanıdır. Edirne’de şimdi kapanmış olan Ayvazoğlu Sineması’nın civarındaki birkaç cadde ve sokağın, Sinema Arkası Sokak, Sinema Caddesi, Sinema Çıkmazı gibi adları vardı. Eğer değiştirilmişlerse -kendimde Edirne’li olduğum halde- her iki cihanda, iki elim ilgililerin yakalarındadır. Duysunlar bu sitemimi.

Koskoca İstanbul’da Şaşkınbakkal diye bir semt vardır; bilirsiniz, benzer konularda sık sık gündeme gelir. Malatya’da bir Sinema Caddesi, Edirne’de birkaç tane Sinema Sokağı olsa ne çıkar? Beyoğlu’nda sinemaların yoğun olduğu İstiklal Caddesi’nin bulunduğu mahallenin adı Kuloğlu Mahallesi’dir. Kuloğlu kimdir, tanımam bilmem, gücenmesin ama bu mahallenin adı bile Sinema Mahallesi olarak değiştirilebilir. İstanbul Taksim Meydanı civarında Yoğurtçu Faik Sokak var; Malatya Fuzuli Meydanı civarında da bir Sinema Caddesi oluversin.

İstanbul Sineması’nın olduğu yerde şu anda çay bahçesi var, hemen yanında bulunan ve okul olarak kullanılan taş bina ise 1950’lerde sinemanın fuayesiymiş. İstanbul Sineması’nı da Yeşil ailesi işletmiş, bu bilgileri de onlardan aldım. Malatya Uluslararası Film Festivali ilgililerine de şimdiden teklif edeyim: Festivale start veren, büyük ilgi ve yakınlık gösteren Malatya Valisi ve Festival Onursal Başkanı Doç. Dr. Ulvi Saran nezdinde Sinema Caddesi’nin adının değiştirilmemesi konusunda girişimde bulunsunlar ve söz alsınlar. Hatta seneye düzenlenecek 2. festivalde birkaç gösterimin İstanbul Sineması’nın yerindeki çay bahçesinde Yazlık Bahçe Sineması konseptinde yapılarak sinemanın yad edilmesini sağlasınlar. Ne güzel olur.

Lâf caddeden, sokaktan açılmışken, 8 – 10 yıl kadar önce tesbit edebildiğim kadarıyla, sinemayla ilgili ve sinema sanatçılarının adlarının verildiği cadde ve sokak isimlerini yazayım, eğer değiştirilmişlerse yukarıdaki sitem ve lânetlerim aşağıdaki mahalli idare yöneticileri için de geçerlidir: Adile Naşit Sokağı, Kadıköy; Altan Erbulak Sokağı, Mecidiyeköy; Avni Dilligil Sokak, Mecidiyeköy; Ayhan Işık Sokağı, Galatasaray; Behzat Butak Sokak, Kağıthane; Hazım Körmükçü Sokak, Bakırköy; Mahmut Moralı Sokak, Bakırköy; İ. Galip Arcan Sokak, Bağlarbaşı; İsmail Dümbüllü Sokak, Beyoğlu; Sadık Şendil Sokağı, Feriköy; Salih Tozan Sokağı, Mecidiyeköy; Sadri Alışık Sokağı, Galatasaray; Selahattin Pınar Sokak, Mecidiyeköy; Sinema Arkası Sokak, Edirne; Sinema Arkası Sokak, Yenidoğan, Gaziosmanpaşa; Sinema Caddesi, Edirne; Sinema Caddesi, Yenidoğan, Gaziosmanpaşa; Sinema Çıkmazı, Edirne; Sinemacılar Sokak, Küçükbakkalköy, Kadıköy; Sinema Sokak, Cennet Mah, Küçükçekmece; Sinema Sokak, Muratpaşa, Bayrampaşa; Türkan Şoray İlkokulu, Rumelihisarı, Sarıyer; Türkan Şoray Okulaltı Sokak, Rumelihisarı, Sarıyer; Yaşar Nezihi Özsoy Sokak, Üsküdar.

Her gün yolumun geçtiği İstanbul Harbiye Cumhuriyet Caddesi’nde, Radyoevi civarında, Dolapdere istikametine ayrılan Üftade Sokak adlı bir sokak var. Tabelâya gözümün takıldığı her seferinde sinema sanatçımız Üftade Kimi’yi hatırlıyorum, acaba adını ondan mı alıyor?

(04 Ocak 2011)

Sadi Çilingir

17 Sözcükle, Sinema Evreninden Tütünü Sildiler!

4207 numaralı TÜTÜN ÜRÜNLERİNİN ZARARLARININ ÖNLENMESİ VE KONTROLÜ HAKKINDA KANUN’un Madde – 3, 6. fıkrası: “Televizyonda yayınlanan programlarda, filmlerde, dizilerde, müzik kliplerinde, reklâm ve tanıtım filmlerinde tütün ürünleri kullanılamaz, görüntülerine yer verilemez.”

Tam 17 sözcük! Belli ki, bu fıkrayı yazanların, “sinema sanatı”ndan; “televizyonlarda gösterilmesinde sakınca olmayan sinema eserlerini sansürlemenin özgürlüklere müdahale olduğu”ndan ve hele hele “insanların para ödeyerek satın aldıkları şifreli kanallara da aynı sansürü uygulamanın dünyada eşi görülmemiş bir kısıtlama olduğu”ndan haberleri yokmuş. Peki, bu yasayı onaylayanlardan da kimse itiraz etmemiş mi yahu!

Kapalı mekânlarda sigara içme yasağı gerçek hayatta delik deşik olmuş! Fakat RTÜK İmparatorluğu’nun yazdığı “Sansürün 21. yüzyıldaki Altın Yılları” adlı kitabın sayfalarına, “insanlık tarihinde ve gezegende hiçbir zaman tütün olmamıştır, bundan böyle de olmayacaktır” emri işlenerek, “TV’de Sinema”da aynen uygulatılıyor… 4 yıl doldu; bu yıl, 5. yıldönümü kutlanacak!

Bu maddenin kanundan kaldırılacağına ya da sinema sanatına özel bir düzenleme yapılacağına ya da şifreli kanallar için bir ek madde getirileceğine dair bir umut var mı? İlgili kesimlere bakalım:

Hükümet kanadı: Umut yok! Sayın “sinefil” Başbakan’ın sinema sanatçılarıyla yaptığı toplantıda andığı filmleri televizyonlarda sansürlü izlemeye devam!

Sansürün direkt muhatabı yerli sinema sanatçıları: Onlar üretimden gelen güçlerini kullanmaya karar verip, etkili bir grevle, uzunluklarını nedense daha yeni fark ettikleri (“günaydın”!) dizi sürelerini -çıkmaz ayın son çarşambası- indirtebilirlerse, buna da sıra gelebilir. Yani, bu kesimde de umut yok!

Paralı kanalların yöneticileri: Sıkıntılarını ilgililere anlatma konusunda kulaklarının üstüne yatmışlar; umurlarında bile değil. Maazallah, devletten ihale alan patronlarından fırça yerler. Dijital plâtformlardan telefon açıp, bu sansürle, bir de utanıp sıkılmadan paket yükseltme teklifleri sunmuyorlar mı? İnsanın çıldırası geliyor.

Basın: Basının “büyük” yazarları, bunun da bir özgürlük sorunu olduğunu göremeyecek kadar dev meselelere boğulmuşken rahatsız etmeyiniz lütfen!

Sinema yazarları: Kafalarını sinemaya ve -doğal olarak- sanatın özgürce iletimine, yayılmasına takmış sinema yazarlarının her mecrada yazan mensupları, bıktılar usandılar, artık ara sıra değiniyorlar. Şu herkesin kocaman işlerle uğraşıp her şeyin iyice karmaşıklaştığı ülkede, yasaklara karşı bu bir avuç yazar -umutsuzca- bazen yazıyor işte.

Yani: Umut yok! Yine de, sanatla falan ilgilenen milletvekillerine duyurmuş olalım.

Oyuncu performanslarının, genelde de filmin içine eden bu uygulama, atınca mangalda kül bırakmayan sanat camiası içindeki bazılarını ve devlet büyükleriyle hasbihal ederlerken sansür gibi teferruatları gündeme getirmeyen ‘devlet fonları aboneleri’ni az da olsa utandırıyor mu acaba?

(03 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Sinemanın “Zorunlu” ve “Gönüllü” “Yakın-İzler-Çevre”si

Batı’da eleştiri, bir kültür / sanat ürününün yakın çevresini saran seçkin okuyucu / seyirci / tüketici için “yakın-izler-çevre” (YİÇ) kavramını kullanır. Bu genel kavramı, ürünün çevresini saran ve iç içe geçen “zorunlu-yakın-çevre” (ZYİÇ) ve “gönüllü-yakın-çevre” (GYİÇ) diye ayırmak mümkün.

İlk çemberdeki ZYİÇ çoğunluk, kültür ürününü işi gereği profesyonel olarak yakından takip eden bir çevredir. Bu çevre izler, yazar, çizer, program yapar, dergi çıkarır, festival düzenler, vb. İkinci çemberdeki GYİÇ ise o kültür ürününü sadece kültürel (haz) amaçlı satın alır. Onun için dergiler, haftalık ek’ler çıkarılır, yazılar ve dosyalar hazırlanır, eleştiri yazıları, paneller ve seminerler, halkla ilişkileri üstlenilmiş çeşitli festivaller, v.b. etkinlikler düzenlenir. GYİÇ, bir anlamda kültür ürününü kendisi adına da takip eden ZYİÇ’nin organik (alıcı) izleyicisi ve onun en yakın eleştirmenidir.

Her iki çevre bulunduğu coğrafyanın kültür ürünlerine damgasını vuran, eleştirel duruşlarıyla hem birbirlerinin hem de içinde yaşadıkları toplumun zihinsel / kültürel yeniden üretimine çeşitli düzeylerde katkıda bulunurlar. Her ikisi de çevresinde yer aldıkları kültürel ortam ve ürün üzerinden birbirlerine karşı konum alırlar. Bu iki çevre, (bazı aristokrat azınlıklar dışında) neredeyse aynı yaşam standardı içinde yaşar. (Cihangir çevresi bunun en tipik göstergesidir!) Hatta GYİÇ bireyleri gerekli iletişim uzmanlık ve tekniklerini edindikleri takdirde birinci çembere de geçebilirler. İkisi arasındaki en temel fark ZYİÇ bireyinin “işi gereği”, konumunu kolayca terk edemeyecek bir yerde (statüde) olmasıdır. Oysa GYİÇ bireyleri, geçmişte hoşlanarak izlediği bir sanatçının (süregiden çizgisinin) ürünlerinden (hatta sürekli onu öven eleştirmenden) artık hoşnut olmadığı zaman onu terk edebilir. Dolayısıyla ZYİÇ ile GYİÇ arasındaki organik bağ da kopar. Eleştirileri okunan veya göz atılan ama tavsiyelerine kulak asılmayan eleştirmenleri hatırlayalım!

Şüphesiz, popüler kültür ürünleri için, bu yazının kapsamı içine girmeyen çeşitli “uzak-izler çevre”lerden de bahsedilebilir. Ama bu yazının amacı, zorunlu-yakın-izler-sinema-çevresi (ZYİSÇ) ve gönlü-yakın-izler-sinema seyircisi (GYİSS) kavramlarını bir büyüteç gibi kullanıp, sinemamızda ortaya çıkan bazı yeni olguları sorgulamak olacak.

GYİÇ bireyleri duyarlı ve iz sürücüdür. Bu yüzden kültür ürünlerinin üretim ve tüketim süreçlerinin bütün aşamalarında kendisine verilen her tür (akademik veya magazin) bilgi veya habere açıktırlar. ZYİSÇ’nin GYİSS ile bir film projesi üzerinden başlayan ilişkisi ise sanatçının zihninde doğmuş bir fikirden başlayıp, filmin / ürünün arşive kaldırılmasına kadar sürebilir. Bunlar filmin öyküsü, senaryonun biraz da “ilginçleştirilerek” sunulan bazı ayrıntıları, yönetmenin mekân bakması, oyuncu seçimi, çekim ve stüdyo çalışmalarından bazı küçük haberler, filmin tüketime nasıl sunulacağı veya hangi festivallere gönderileceği, vb. şeyler olabilir.

Ülkemizde elitleşerek biriken GYİSS kültürü için 12 Eylül 1980 sonrasına kısaca göz atmakta yarar var. Çünkü 12 Eylül 1980 darbesi sonrası iki neden buna ivme kazandırdı.

– Hareketli görüntünün değişen üretim tarzı (yani film / pelikül üretim tarzının (PÜT) yerini elektronik / dijital üretim tazına (EÜT) bırakması),

– Darbe sonrası daralan kültürel / kamusal alan.

1980’li yıllarda EÜT, korsan video furyasıyla sinemada üretim tarzına ağırlığını koymaya başlayınca, tüm dünya ülkelerindeki sinema salonları birkaç yıl içinde kapanmaya başlayarak, ağırlıkla üst – metropol (İstanbul!) veya metropol (Ankara, İzmir!) gibi kentlerde tutunabildi. Alt metropol kentler bile bu erozyona dayanamadı. Bu kapanma, gelişmiş ülkelerde % 50 – 75, bizim gibi azgelişmiş (!) ülkelerde ise % 75 – 90 oranlarında oldu. Kesin rakam vermek pek mümkün olmasa bile, ülkemizdeki 3000 – 3500 salon sayısı 350’ye kadar indi. Kaldı ki, kalan salonların 100 kadarı da porno film oynatıyordu. Geriye kalan 250 salonun yarısından çoğu ise sadece üç büyük kentimizde kalmıştı.

Video çağı öncesi “Sanat Sinemaları” deyimi sadece gelişmiş birkaç ülke metropollerinin (Newyork, Paris, Londra, vb) kültürel / kamusal alanlarında vardı. Bu deyim bizim gibi ülkelerde işte bu dönemde ayakta kalan sinemalar için söylenmeye başladı. İstanbul / Beyoğlu’nda Fitaş, Dünya, Alkazar, Emek, Beyoğlu; Kadıköy’de Moda, Reks; Ankara’da Kavaklıdere, İzmir’de Konak, vb. salon örnekleri ortaya çıktı. Popüler filmleri video piyasasına kaptırmış bu salonlar, o yıllarda kendi çevrelerinde bir seyirci kitlesi ve kültürü de oluşturmaya başladılar.

Bu oluşuma zemin hazırlayan diğer neden ise, 12 Eylül askeri darbesinin kamusal / kültürel alana vurduğu darbeyi de eklemek gerekir. Daha çok sözel bilgilenmenin öne çıktığı (Bilsak, Bilar, vb.) bu dönemde YİÇ de bu salonların çevresinde kendisine özgü bir yaşam tarzı ve ideolojisi (ekonomi politiği!) yarattı. O yıllarda bu çevrenin imdadına bir de “İstanbul Sinema Günleri” yetişti. Bu etkinlik daha sonra çok gelişip uluslararası bir film festivali bile oldu ama o zamanlardan kalan seyirci için her zaman “sinema günleri” veya bir “buluşma günleri” olarak varoldu.

PÜT’dan EÜT’na, TRT’nin de siyah / beyazdan renkli yayına geçtiği yıllarda, ülkemizde de Batılı örnekleri gibi yeni bir kuşak yönetmen /yapımcı kuşağı (Ömer Kavur, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan, vd.) ortaya çıktı. Fakat çekecekleri filmin sermayesini video piyasasından alan bu yönetmen / yapımcılar filmlerinde geniş kitlelerin ilgileneceği konu, temalardan çok, daha çok bu YİÇ’nin yaşam tarzı ile ilgili konu ve temaları anlatmayı seçtiler. Bu bir çelişkiydi. Çünkü bu filmler önce sinemada vizyon görmek daha sonra video piyasası ve özel kanallara satılmak durumundaydılar. Bu çelişkiyi en güzel, “Anayurt Oteli” filmi televizyonda oynarken yaşlı kadının ağzından dökülen, “Neden böyle filmler oynatıyorlar da ‘Türk Filmi’ göstermiyorlar?” yargısı çok iyi ifade eder! Sinema yazarları ve akademisyenler bu dönem filmlerine “12 Eylül filmleri” veya “Bunalım Sineması” adını verdi. Yaratıcıların geniş seyirci ilgisinden giderek ayrılan konu ve temaları (ayrıca bir yazıda ele alacağım) 1990’lı yılların ortalarına kadar sürdü.

Aradan geçen yıllarda kapanan salonlar için kantarın kaçan topuzu da dengelenmeye başladı. Dünyaya paralel olarak, özellikle metropol kentlerimizde açılmaya başlanan yeni sinema kompleksleri, yeni işletme anlayışları ile popüler filmlerin zeminini hazırladı. 1990’lı yılların ortalarında 500 – 550 olan salon / perde sayısı bugün 1700’e (geçen yıl 1678) tırmanıyor.

PÜT zamanında ZYİSÇ ve GYİSS birbirleriyle eşzamanlı bir seyir ilişkisi içindeydi. Zamanında günlük gazetelerde yazan film eleştirmenleri ve onların seyirci / okuyucuları arasındaki ilişki buna örnektir. O zamanlar bir seyirci / okuyucu fikirlerine katılmasa bile bir sinema yazarının bir film hakkında ne yazdıklarını okumak ihtiyacını hissederdi. Bu gereksinimi de seyir öncesi ve sonrası kamusal alanda başkalarıyla paylaşılırdı. Her iki çevre bu etkileşimden geçen ürünlere damgasını vurur, hatta güncel ve olgusal sinema tarihi kitapları bu metinlerin bir araya getirilerek çıkardı. (Atilla Dorsay bu geleneği hâlâ sürdürür!) Fakat EÜT ortama ağırlığını koyduktan sonra bu etkileşim ortamı dağıldı. Ortaya çıkan çok kanallı üretim ve tüketim biçimleri, sinema yazarı ve seyirci arasındaki eşzamanlı organik bağı kopardı. Sinema yazarı / eleştirmeni ortaya çıkan çok seçeneklilik karşısında eski etkili konumunu yitirdi. Sinema yazıları giderek uzunluğu ve derinliğini kaybederken, bilgi birikimi olan deneyimli yazar ve eleştirmenler günlük gazetelerdeki köşelerini kaybettiler. Ortaya çıkan ve sinemanın temel kavramlarını birbirine karıştıran yeni nesil eleştirmenler ise ilgilerini salonlar, televizyon, video ve internet ortamındaki çok seçenekli ve çeşitlenen isteklere yönelttiler. Bu yazıların çoğu eleştiriden çok işletmeler tarafından kendilerine gönderilen basın bültenlerinden kolajlanan fason ve ansiklopedik bilgi yığınına dönüştü.

Gösterim seçeneklerinin çoğalması ve zamana yayılması hasılat gelirleri açısından şirketleri zora soksa da GYİSS durumdan gayet memnun gözüküyor. O artık film seyrindeki çok seçenekliliğin keyfini sürüyor. İnternette birçok yerden bilgileniyor ve tartışıyor. Filmler vizyona girince, ya gidiyor veya gitmiyor ama izini sürebiliyor. Beğendiyse DVD’sini alıp kendisine bir kütüphane bile kurabiliyor.

Gösterim seçeneklerinin çoğalmasına ayak uyduramayan geleneksel ZYİSÇ’nin bir ise kısmı emekli oldu. Yeni nesil ZYİSÇ ise, dilini her seçeneğe göre ayarlayarak her yerde olmaya çalışıyor.

ZYİSÇ için yeni bir gelişme de artan festival bolluğunda onlara duyulan ihtiyacın yükselmesi. Fakat festivaller de seyir seçeneği bolluğu karşısında oldukça zor durumda. Dijital teknolojinin getirdiği kolaylıklar sayesinde artık kasabalarda bile film festivali yapmak düşünülebiliyor. Bu yüzden, ZYİSÇ ile GYİSS de bu ortamlarda yazmak / okumak ilişkisinden çok, panel, seminer, vb. ortamlarda sözlü olarak bir araya geliyorlar.

Festivallerin artışı beraberinde belli düzey düşüklüğü getirirken, bir yandan da dünya film kültürünü izleyen ZYİSÇ’ne yeniden önem kazandırdı. Fakat geçiş sürecinde bazen dengeler de kaçıveriyor. Geçmiş yıllardaki Antalya, Adana, Bursa ve bu yılki Malatya Film Festivalleri bunun en açık göstergesi. Seyirci ile organik bağı zayıflamış (veya dağılmış) ZYİSÇ’lerin beğenileriyle düzenlenmiş bu festivaller uluslararası büyük film festivallerinin (kırmızı halılı!) kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemediler. Ölçü şüphesiz hasılat değil ama, o yıllarda jürilerin seçtiği filmler de en az box-office yapan filmler oldu!

Son yıllarda sanat filmlerimizin (!) seyircisi 2 – 10 bini geçmez oldu. Bu biraz da bu filmlerin sadece ZYİSÇ tarafından izlendiğinin en açık göstergesi. Fakat bu sinemamız için bir kısır döngü. Bu etkinin ZYİSÇ ve yaratıcı’nın karşılıklı ilişkisini incelemek ise ayrı bir yazı konusu…

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(01 Ocak 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

Sinemada Kadın

Dünya Sineması

İkinci Dünya Savaşı ve Sinemada Kadının Yerinin Değişimi

Dünya sinemasında kadının dikkate değer çıkışını 1946 sonrasına kadar dayandırabiliriz. İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar kadını karakter özelliğiyle öne çıkaran, erkekten ayıran yönler pek vurgulanmazken, bu tarihten sonra kadın bir tehdit unsuru olarak ön plâna çıkıyor. Zira o yıllara kadar pasif olan, aksiyonel olarak bir işlevi olmayan kadın, savaş yıllarında erkeğin yokluğuyla toplumun her alanına el atmıştır.

Bu durum, kadının sinemada da güçlü ve tehlikeli bir simge olarak resmedilmesine yol açmıştır. Kadın, 1946’dan itibaren erkeği pasifize eden, kendi gücünü tasdik için erkeği kullanan “femme fatale” tiplemesini ortaya çıkarıyor. Kadın, erkeği kendine bağladıysa yani onu evlilik tuzağına düşürdüyse, erkek bir zaman sonra, kadının erkeği günlük rutin içerisinde pasifleştiren, iş-ev arasında mekik dokuyan, kadının istekleriyle yönlenen bir eş durumuna sokmuştur. Bazen de kadının, çocuk büyüten, ev işleriyle ilgilenen, erkeğini eve bağlamaktan başka bir gayesi olmayan, bununla yetinen bir kadın değil de; anneliği reddetmiş, gücünü erkeği alt etmek, erkeğin güç sahibi olduğu alanlarda gücü ele geçirmek isteyen gerçek bir femme fatale figürü görülür.

Bu kadın şayet evlendiyse, genellikle çok zengin ve yaşlı birini tercih etmiştir. Çünkü nihai gaye mutlu bir aşk yuvası değil, erkeğinin gücünü ele geçirip, onun söz sahibi olduğu alanlarda kendi gücünü göstermektir.

Bir anlamda kadın artık oyunu erkeğin kartlarıyla oynayacağını, zamana ayak uydurarak ayakta kalacağını söylüyordu sinemada. Kadının bu gücünü maddiyattan alma anlayışı 80’lerde de devam etmiş, dönemin dünyayı kasıp kavuran şarkısında, Madonna’nın o sınır tanımaz aykırı duruşuyla seslendirdiği “dünya materyalist ve ben materyalist bir kadınım” sözlerinde de kendini göstermiştir.

60’lardan 80’lere doğru dünya sinemasındaki bu erkeğin asla bağlanmaması gereken tehlikeli madde kadın figürü anlamı derinleşerek devam etmiştir. Erkek, aşık olma yanlışına düşerse, tüm ipleri kadının eline vermiş olur. Çifte Tazminat, Malta Şahini gibi dönemin kültlerinde de olduğu gibi kadın, samimi olunmaması gereken, daima tedbirli davranılması gereken bir yaratıktır. Eğer erkek zaafını belli ederse, eninde sonunda kadın tarafından yapayalnız bırakılmaya mahkûmdur. Bu nedenle erkek, kadına karşı güçlü görünmek, cool erkek olmak zorundadır.

Türk Sineması

Yeşilçam’ın Kutsal Mesleği

Türk sinemasında başlangıçta kadının yerine baktığımız zaman, yabancı sinemada olduğu kadar psikanalitik çözümlemelere pek de kafa yorulmadığını görüyoruz. Duygusal yoğunluk içerisinde kadına roller biçildiği yeşilçamda, belki de en sık rastlanan rollerden biri nezaketi haiz ifadesiyle “hayat kadını”…

Ayakta durabilmek için, mesleğinin gerektirdiği metanete sahip olabilmek için duygusuz görünmek zorunda olan hayat kadınının içinde yufka bir yürek vardır. Hayatının perde arkasına baktığınızda, çocukluktan gelen travmalar, acıların kadını olmak için yaşanması gereken ne varsa yaşanmış olaylar vardır. Bu mesleği keyfinden yapmıyordur elbette. Bakmak zorunda olduğu, annesinin gece vardiyasında çalıştığını düşünen masum bir çocuk, ya da ilâç bekleyen hasta bir anne. Bazen de kadını bu duruma sürükleyen zalim bir aşıktır. Birbirlerini çılgınlar gibi seven iki aşık, kem gözlü plâtonik aşıkların tuzaklarına düşmüş, yanlış anlaşılmaların kurbanı olmuştur. Kadın ne yaparsa yapsın sevdiğini masum olduğuna inandıramamaktadır. Ya da şantaj fotoğraflarının sevdiğinin eline geçmemesi için “sana bir oyun oynadım genç adam” diyerek göz yaşlarıyla veda edilmiştir aşka. Ve derken kader, o zalim kader kadını ısrarla çemberinin içine almış, kolundan tutup Beyoğlu’nun arka sokaklarında 4. sınıf pavyonlara atmıştır.

O kadın genellikle Ahu Tuğba, Banu Alkan, Müjde Ar olurken daha eskilerde ise bu role girmemiş kadın oyuncumuz neredeyse yok gibidir. Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, ya hayat kadını olmuş ya da pavyonda masalarda zengin iş adamlarını eğlendirmişlerdir.

Her ne olursa olsun kadın, fedakârlığıyla, ezilmişliğiyle, aşkı için canını verişiyle insanlığından hiçbir şey kaybetmeden, hatta katlandığı bu zor meslekten dolayı daha da ulvileşen bir varlıktır Yeşilçamda.

Zalim Kadınlar… Ama Yine de Aşıklar…

Sinemamızda kötü kadın deyince akla gelen isimlerden, gençten yaşlısına, Suzan Avcı, Neriman Köksal, Aliye Rona, Semiramis Pekkan ve daha niceleri… Bazıları filmin sonuna kadar vazgeçmeden, yılmadan pençelerini çıkarmış vaziyette, ya çocuğu ailesinden ayırmakla ya da sevenleri ayırmakla meşgûldür. Bazen zalim bir annedir. Her ne pahasına olursa olsun sevenleri kavuşturmayacağına dair kutsal bir yemin etmiştir sanki.

Bazen de filmin sonlarına dair, ne kadar kötülük etmiş olursa olsun kadınlığı, annelik içgüdüsü bir şekilde galip gelecek ve insanlara çektirdiği ezaya tövbe edecektir. Aslında onu masum kılan bir şey vardır. Aşıktır. Sevdiğini başkasına ait olarak görmektense, her türlü kötülüğü yapabilmiştir. Sevmiştir. Kendinden de çok sevmeyi bilememiştir sadece…

Günümüze Doğru

Sinemamızda değişen renkler, kokular, kadına biçilen rolü kökten değiştirmese de, kısmi farklılıklar kendini göstermekte…

Artık kadının ayakları yere daha sağlam basmaktadır. Her yerde, her alandadır. Ve en azından işleri yolunda gitmezse varacağı tek yer hayat kadını olma yolu değildir. Tek başına bir şekilde ayakta durabilmekte, üretebilmektedir. Sadece cinsel kimliğiyle ön plânda değildir bir çok yerde.

Fakat hâlâ zayıflığını gizleyememektedir. Ne kadar güçlü olursa olsun aşık olduğu zaman her şeyini silebilecek kadar gözü kararmakta, sevdiği adamın yanından ayrılmamak için her türlü fedakârlıkta bulunabilmektedir. Sevilse de sevilmese de zayıftır. Seviliyorsa kaybetmekten korkmaktadır, sevilmiyorsa bir daha görememekten. Sevilmeyen ama yokluğuna tahammül olmadığından her şeye katlanan, en azın rıza gösteren kadın figürü “Ali’nin Sekiz Günü”nde gayet güzel resmedilmiştir. Aynı üçlemenin diğer filmi “Zeynep’in Sekiz Günü”nde de ne kadar refah içinde yaşarsa yaşasın, kadın sevdiği an dünyası renklenmekte, kaybettiği an karanlığa gömülmektedir.

Ali’nin Sekiz Günü’nde Ali’nin karşılıksız sevdiği kadın da bir başkasını karşılıksız sevmektedir. Bir gece sevdiği adam tarafından hor görülüp dayak yeyince, buna katlanamayan Ali’nin sevdiği adamı öldürmek istemesine karşı ağlayarak ve yalvararak verdiği cevap kadının nelere rıza gösterebildiği, sevilmekten geçip, sevmeye adandığını, erkek karşısındaki zaafının filmde öne çıktığını göstermektedir:

“Ne olur ona dokunma, ben onsuz yaşayamam”

Belki de kadınların bu gizleyemedikleri zaaflığı erkeğe güç gösterisinden vazgeçmesini gerektirecek bir durum bırakmayacaktır hiçbir zaman. Ve sinemada da kadın hep, seven, seven, karşılıksız veren, terk edilen ama yine seven eş, anne, sevgili olmaya devam edecek.

(30 Aralık 2010)

Sibel Atagün

sibel_atagun@hotmail.com

Av Mevsimi! / Çakal-laşamamak

Filmin İsmi: “Av”, av hayvanlarının avlanma eylemidir. Avcı da bu eylemi gerçekleştiren kişidir. İnsanlık tarihi bir “avcılık” dönemi yaşamıştır. Öncelikle karın doyurmak için yakalanıp öldürülen hayvanlar, yiyerek tüketilen parçaları dışında kalan diğer şeyleriyle de insanların bir dönem ihtiyaçlarına karşılık olmuştur. Günümüz toplumlarında av da kurallara bağlanmış, “av hayvanları” gibi bir kategori belirlenmiş, av-ın sürekliliğini sağlamak için de, zamansal olarak mevsim-ler belirlenmiştir. Mecazi mânâda “av” insanlara da yönelik olabilir. Polis, toplumda düzen sağlamak görevi sırasında sırası gelir av-cı dahi olabilir. Ama “insan avının”, avcı-ları her zaman polis olmaya bilir, bu konumuz dışında kalıyor. Polisin iz sürmesi, şüpheli yönünde gelişirken, bunu klâsik anlamdaki “av” gibi, mevsimle sınırlandırmak, abes bir durum ortaya çıkarır. Bu nedenle “Avcı”nın, Battal’a yönelik şüphelerinde, kendini de ikna edici sonuçlara ulaşmasından sonra üzerine gitmesi -ama filmde ki gibi değil- gayet normaldir. Av’ın nedenlerinin açıklanmasından sonra, “kendini avlaması” üzerine Avcı, “‘av mevsimi’nin bittiğini” söylüyor (filmin adı da buradan geliyor), oysa polisin (geniş açıdan bakarsak, insanın) avcılığı, ise mevsimle sınırlı değildir.

Film: Aynı anda birbirinden bağımsız iki – üç cinayeti çözmeye uğraşıp hepsi üzerine gitmeye çalışan bir ekibe, bulunan “kesik bir kol” ile ilgili soruşturmada verilir. Emekliliğin kapısına gelmiş Avcı lâkaplı Ferman, polislik yaptığı kadar, boşandığı karısının da izini süren, lâkabı ile müssellem “Deli” ve sırf bir soru sordu veya soruya cevap verdi diye ekibe alınan, Çömez.

Eldeki bilgilerle sürülmeye başlanan “iz”, bir yere çıkarmayınca, açılışta Avcı’nın verdiği derste dediği gibi “bakış açısının” değişmesi gerekecektir. Ekip bu bakış açısının ne olduğunu bilmeden peşine düşer. İzlemenin ileri aşamasında adı ortaya çıkan holding sahibi Battal birden bire şüpheli hedefine oturtulur. Ama yeterli delil olmadığı gibi, adamın ekonomik ve siyasi tabanlı çok katmanlı bir zırhı vardır. Öncelikle, bir takım bilgileri olan kişiler, konuşmamakta direnirler.

Bu arada şunu sormadan duramayacağım, “o kesik kol”, tek başına bir kol olarak, “neden” orada bulunmuştur? Vücudun -Avcı, finalde “parçalanmış olduğunu” söylüyor- diğer parçaları nerededir ve yine söylendiği gibi aranmasına rağmen neden bulunmamaktadır? Eldeki bulgulara göre bakılan bakış açısı nedeniyle, üzerine gidilen şüpheliyi (Asit), açıklanmayan şeylerin açıklanması aşamasına getirilince, -bilgi almak için (nereye?) götürülürken- adliye kapısında polisler arasında, gaza getirilmiş “töre iz sürücüsünün” vurmasına mani olamamak, işleri çıkmaza sokar.

Avcı -finale doğru öğreneceğimiz gibi – böbrek hastası karısı ile; Deli, kendisinde bulunan iki çocuğunun annesi, devamlı izini sürdüğü, ilişkilerine mani olduğu, çalışan, yanına kimselerin yaklaşmasını kabûl edemediği eski karısı ile; Çömez, ise ilk gittiği olayında dokunduğu bir takım -cinayetle ilgili- şeyler nedeni ile devamlı ellerini yıkamakta, “kok”tuğunu sanmakta ve çevresi de bu kokuyu almaktadır. (!) Bu nedenlerle “kasap” olan sevgilisinin babasının iş yerlerine giderek daha “yakın” bakmaktadır…

Bu gibi özel konuları ile özellikle “Deli”, baskın hale getirilmektedir. Uzun tutulmuş yan olaylarla, film uzar. Nerede ise, cinayet çözümsüz kalacak iken, İdris (Deli) gereksiz bir ataklık ile şüphelendiği, fakat hakkında delil bulamadığı Battal’ın üzerine giderek, kendi ölümüne neden olur. Olur ama, ölürken “bakış açısının” değiştirilmesi gerektiğini hatırlatır, (neden?) ne gibi bir bulguya ulaşmıştır? Sonradan Avcı ile Çömez’in öğrenecekleri bilgiye, bu bilgideki çözüme hiç bir zaman ulaşamamıştır. O kendince yapabileceği “farklı” bir şeyi, yapmalarını istediği -değişik bakış açısından bakmayı – yapmış mıdır? Cinayeti çözen bakış açısı ise, ilgisizmiş gibi görünen farklı olaylarda yatmaktadır.

Oyunculuk: Görünüşte Şener Şen daha başrolde imiş gibi ise de, (başrol ne demektir?) Cem Yılmaz’ın genellikle daha ağır bastığı yargısı öne çıktı. Hele, eski bir emniyetçiye yapılan “veda gecesi”nde söylediği Kazım Koyuncu şarkısı “Hayde” ile artı puanlarını artırdı. Önce Cem Yılmaz oyuncu olduğu için, önceki Yılmaz Erdoğan ve kendi filmlerindeki rollerine bakıp (Organize İşler’deki tiplemesi hariç), bu rolü ile öne çıkarılmasına katılamayacağım. Oyuncudur, evet iyi oynamıştır, yaptığı iş işidir, iyi söylediği “Hayde” şarkısı sahnesi için ise, bir an, bu sahneyi filmden çıkarsak ne olur diye düşündüm. Film -belki- bir şeyler kaybederdi, ama fazla bir şey değil. Çünkü sahnenin film ile doğrudan bağlantısı yok… ama o zaman finalde vurulduktan sonra “veda gecesini” (yoksa kendi veda gecesi-ni mi) hatırlaması havada kalırdı (o sahnenin de nedenini anlamadım). Tekrar etmiş olacağım ama, vurulan İdris’in “bakış açınızı değiştirin” mesajı vermesinin nedenini anlamış değilim; bunun yanında “Çakal” filminde sırtından vurulan, azmettiricileri tarafından gözden çıkarılıp “götürüp ormana bırakın, kafasına da sıkın” denen Akın’ın, -ölümün kapısına gelmişken – azmettiricisinden istediği “akvaryum”u almak düşüncesini hâlâ sürdürmesi bana daha inandırıcı geldi.

Çakal: Annesi ölünce, dünyası değişir Akın’ın, babası ile ipleri koparır, plânlamadığı halde ustasının parasını cebe indirir, -eli para tutmaya başlayınca geri vermeyi düşünecektir- (paralandıktan sonra -o zaman geri ödemek düşüncesi daha yoktur). Sevdiği kız peşinden gelmeyi kabûl etmez. Akın da ipleri koparır, plânsız programsız yarış piyasasında subaşı tutmuşların önce tahsil-cisi olur, tetikçilik için de uygun görülür. Annesinin ölümü, çaresizliğini yoğun bir şekilde hatırlatır, kimseye (babası, arkadaşları, sevgilisi) bağlı değil gibidir, gidecek bir yeri yoktur, annesi ölmüştür (acaba yaşarken ilişkileri nasıl- dı?) Tetikçilik önerilince, “İşte gidip vuracağım” der ama cebi para görmeye başlayınca, çocukken babasına aldıramadığı akvaryumu hatırlar. Azmettirici patronundan da -önce gereksiz görülüp, sonra da “gülünerek” kabûl edilen- akvaryumu ister (iki kez)… Çakal denilen Akın, kendisine “Çakal” diyeni “Ben Çakal değilim” diyerek vuracağını söyler. Cevahir ise “Ben de Çakal dersem, beni de vurur musun?” deyince Akın, “Sen bana Çakal demezsin” der. Cevahir de, “Evet, demem” der. Yarışlarda tekerlerine çomak sokan kişiyi vurdurttukları Akın, vurduğu kişi tarafından sırtından yaralanınca azmettiricileri (Cevahir ve Fahrettin “abi”) Akın’ın biletini keserler ama Akın’ı öldüremeyen arkadaşı, gelip Cevahir ve Fahrettin’i vurur. “Çakal-laştıramadıkları” yaralı Akın ise akvaryum alma plânları yapmaktadır. İdris’in yaralı iken “bakış açınızı değiştirin” mesajı veren tavrı ile Akın’ın akvaryum düşleri her ne kadar karşılaştırılamazsa da, ben Akın’ın akvaryumunu seçmeye gidebilmesinden yanayım.

(31 Aralık 2010)

Orhan Ünser

31 Aralık 2010 Haftası

“Hayde Bre” adlı ‘samimi film’, tüm fazlalıklarına ve tartım sorunlarına rağmen belleğime üç not düştü: Bir; çok doğru: “Kendini ait hissettiğin yer evindir.” İki; çocuklarıyla yaşam savaşı veren bir anne, gerçekten de, ‘her anlamda’ azami dayanıklı müstesna bir varlıktır. Üç; Nilüfer Açıkalın, bu rolünü (Saadet) tamamıyla ‘giyinmiş’ ve mükemmel oynamıştır.

“Gulliver’in Gezileri”, İrlandalı yazar Jonathan Swift’in (1667 – 1745), hem kurumları, hem de insan açgözlülüğünü eleştiren, dört bölümden oluşan, dünyanın da temel 100 eseri arasında bulunan kitabının ruhunu, günümüz rekabet sisteminde saflığını koruyup aşka inanan komik başkarakterini Bermuda Şeytan Üçgeni içinde bir yolculukla cüceler dünyasına götürerek aynen aktarıyor. Ancak, stil olarak günümüz popüler güldürü anlayışını, Jack Black’in canlandırdığı, anti – yakışıklı, kaba ve sevimli adam sentezi karakterle çılgın uçlara çekiyor. Yarattığı masalımsı dünya ise mükemmel… “Shark Tale” ve “Monsters vs Aliens” gibi önemli animasyonlara da imza atan yönetmen Rob Letterman, mekânları, arka plânları, nesneleri, figürleri en zenginleştirilmiş şekilde tasarlayıp orantılayarak çerçeveye yerleştirmiş ve katıksız bir görsel kalitede sunmuş. Ve 3D ile de boyutlandırıp, seyircinin sinemasal doygunluğunu üst seviyelere çıkarmış. Memnun kalmamanız için bir neden yok.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Çapkın”, duygularından arınmış biçimde zengin kadınlara tutunan ve cinsel cazibesi / gücü sayesinde para emerek sistemin içinde var olma savaşı veren genç adamın, ‘kendisinin kadın karşılığı’ bir kıza tutulması ile ‘tuzla buz’ olmasını, “Young Adam” ve “Asylum”la tanıdığımız yaman İngiliz David Mackenzie, hikâyenin gereklerini yerine getirerek tam anlatmış. Sinemanın gördüğü jigololar içinde, Richard Gere’dan (“American Gigolo” / 1980) sonra, günahlarıyla parlayan kent L. A.’de ‘iş tutan’ ve finalde ‘aşkını gömüp ruhunu satmayan’ genç jigolo rolünde Ashton Kutcher da özel bir yere sahip artık.

“Aslı Gibidir”, orta yaşlı İngiliz yazar ile onu İtalya, Toscana’da gezdiren sanat galerisi sahibesi Fransız kadının bir günlük hikâyesi. Gün ilerledikçe ve diyaloglar da evlilik, evlât sahibi olma, çatışmalar, bencillik, karşılıksız – yıpratıcı duygular gibi konulara açıldıkça bir karı – koca ilişkisinin ciddi ruh haline girmelerini anlatıp, seyirciyi de bu imgelemle gerçek arasındaki katmanlı yapının içine çekiyor: Yoksa sahiden karı kocalar mı? Gerçek çift olmasalar da ‘aslı gibiler’! İlk sahnelerdeki sürekli konuşmalarla zorlanma ihtimaliniz olsa da, giderek yükselen ‘gerilim’ ve ‘çok canlı’ kamera çalışmasının etkisinde, kendi hayatınızın içinde buluyorsunuz kendinizi. Sonuç: Bittiğinde, bir ustanın eserini izlediğinizi tam olarak hissettiğiniz filmlerden.

(28 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik

Galalara Neden Gitmiyorum? Yanıt Basit: Ceset Giyen Kadınları Görmemek İçin!

Önce fotoğrafa dikkatlice bakın: O bir anne… Memeli. İnsanın yavrularını emzirip büyüttüğü ve koruduğu gibi yavrularıyla ilgileniyor, onları seviyor. Ve bu anne (bazen yavruları bile), insan görünümlü yaratıklar tarafından yakalanıp hapsediliyor ve canlı canlı yüzülüp, kürkü yine kendisi gibi anne olan insan dişilerinin üstünde, sadece ama sadece zenginlik simgesi olarak taşınıyor. Çünkü bu kadınlar bir an için bile olsa kendilerini o zavallı hayvanın yerine koymuyorlar. Koymazlar, çünkü ölümsüzler; koymazlar, çünkü -inanıyorlarsa bile- Yaradan’dan korkmuyorlar, yarattığı güzel varlıklara işkence yapılmasına onay verecek kadar korkmuyorlar; koymazlar, çünkü kapitalizmin acımasız yüzünü temsil ediyorlar. Sadece bu davetli kadınları görmemek, onlarla aynı havayı solumamak için ve dayanamayıp bir şey söylersem “zart zurt”larına, hatta ‘bodyguard’larının okşamalarına muhatap olmamak için hiçbir galaya, açılışa, davete gitmiyorum.

Not: Tilki avı konusunda kurmaca film önerim: “The Belstone Fox” (İngiltere) / 1973 / Yönetmen: James Hill.

(26 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Suç Kimde?

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteklediği 2 adet belgesel daha, yıl çıkmadan görücüye çıkıyor. 21 Aralık’ta İstanbul …

… Teknik Üniversitesi’nin Maslak Kampüsü’nde “Aziz İstanbul”, 23 Aralık’ta TİM Maslak Show Center’da ise “İstanbul’un Şehirleri” adlı …

… belgesel ilk gösterimlerini yapacak. “İstanbul’un Şehirleri”ne 105 dakikalık bir sinema versiyonu da hazırlanmış. Hayırlısı olsun.

Gösterime giren filmlerin box office rakamları genellikle 2. haftasında düşmeye başlar. Bunun ilk bilinen istisnası Çağan Irmak’ın “Babam ve …

… Oğlum” filmi oldu. Film 2. haftasında ilk haftasından daha çok seyirciyi salonlara çekti ve bu artış devam haftalarında da sürdü.

… Sinemalardan aldığım bilgiye göre “Av Mevsimi”nde de aynı olay yaşanıyor. Başlangıç haftasına göre filmin 2. haftasında bariz bir …

… şekilde artış olduğunu belirtiyorlar. Bu artışın sebebi Cem Yılmaz’ın söylediği “Hayde” şarkısı mıdır, 6 yıl sonra sinemaya dönüş …

… gerçekleştiren Yavuz Turgul, Şener Şen ikilisi midir bilinmiyor. Ancak gidişin fevkalâde memnuniyet verici olduğu söylenebilir. Bu …

… arada “New York’ta Beş Minare”nin hasılatta “Recep İvedik”i geçmesi de önemli. Beğenilsin veya beğenilmesin seyircinin Mahsun …

… Kırmızıgül’ün filmine ilgi göstermesini de sevindirici buluyorum. Bir yoruma göre -ki bence de doğrudur- Recep İvedik’in bazı …

… seyircilerce birden fazla izlendiği, “New York’ta Beş Minare”nin ise ikinci kez izleme isteği uyandırmadığı da düşünüldüğünde “New …

… York’ta Beş Minare”nin gerçek mânâda da daha fazla seyirciyi sinemaya çektiği söylenebilir.

“Guliver’in Gezileri” (Gulliver’s Travels) ve “Zor Baba 3” (Meet The Parents: Little Fockers), Singapur’da 23 Aralık Perşembe günü …

… vizyona giriyor.

Filmcilerimizi bir türlü anlayamıyorum. Yine 2 filmin galasını aynı geceye sıkıştırdılar. 28 Aralık gecesi sektörün bir kısmı “Kukuriku: …

… Kadın Krallığı”na yönlenirken, bir kısmı “Memleket Meselesi” ile uğraşacak. Netekim “Yılın Son Film Festivali” sloganıyla duyurulan …

“Randez – Vous” Film Festivali’yle aynı günlerde, 24 – 30 Aralık tarihleri arasında bir film festivalimiz daha oldu. Festivallerde …

… mi birbiriyle rekabete başladı nedir? Herhalde “İstanbul 2010 Filmleri Festivali” başlığıyla tek sinemada gösterimlerine başlayan …

… festival, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi’nin değerli katkılarıyla yapılan filmlerin 2010 yılı bitmeden seyirciyle …

… buluşturulması şartının gerçekleştirilmesi için bir kısım basına duyurulmadan alel acele düzenleniverdi. Hani -af buyurun- sektörün …

… göbeğinde olmakla övünen sadibey.com bile bir arkadaşının facebook’tan gönderdiği haberle, festivalin başladığı gün konuya duhul eyledi.

Meşhuuur “Sultanın Sırrı”nda da böyle olmuştu, filmin gösterime girmesine bir hafta kala, sağdan soldan araştırarak zorla bir iki görsel …

… edinebilmiştik. Filmlere oluk oluk para akıtılmış, basın tanıtımlarına da birkaç damla ayırsaydınız da önceden haberimiz olaydı.

(25 Aralık 2010)

Sadi Çilingir

Zaman Yolculuğuna Henüz Çıkmadınız mı?

Yaşınız kaç olursa olsun, Türk Sinema Tarihi ve bu tarihin içinde yaşam bulmuş ‘popüler ikonlar’ın, renkli olayların, festivallerin içinde bir yolculuğa çıkmanız pek kolay değildir. Fakat sinema yazarı arkadaşım, SİYAD üyeleri içinde de tarih bilimi anlamında belleğine en güvendiğim isim olan Coşkun Çokyiğit, sabır gerektiren ve aylar süren bir çalışma gerçekleştirmiş. Coşkun, sizi elinizden tutup önce tam 50 yıl öncesine götürüyor; sonra da 1960 yılından 1980’e, tam 20 yıl, bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Eğer 26 Ocak 2011’e kadar Profilo AVM’ye giderseniz, Türkiye’de bir ilk olan sergiyi gezebilirsiniz. Kendinizi tamamen kaptıracağınız bu yolculukta gazete sayfaları arasında Türk Sinema Tarihi’ne bir yolculuk yapacak; belki de iyice kaybolacaksınız. Ben yaşım itibariyle, dış dünyadan iyice sıyrılarak dolaştım.

(22 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

24 Aralık 2010 Haftası

“Zor Baba 3”, hikâyesini, aile olmanın yükümlülükleri ve sıkıntılarıyla ilgili geliştirirken, ana ekseni, yine, emekli CIA ajanı kayınpeder ile bir türlü güvenemediği ‘erkek hemşire’ damadının çatışması üzerine kuruyor… Yanlış anlamalar, ters hareketler ve sözcüklerin – isimlerin anlamları üzerinden komedinin temel ögelerini içeren ‘unutulmaz anlar’ yaratıyor; içten kahkahalar atmanızı sağlayıp, bir araya gelmeleri gerçek bir sinema keyfi olan muhteşem kadroyla çok eğlendiriyor.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Karmakarışık”, Grimm Kardeşlerin yazdığı, bir kuleye hapsedilmiş çok uzun saçları olan prenses Rapunzel’in öyküsünü, Flynn adlı yakışıklı hırsızın onun kalbini çalıp ‘dış dünya’ ile tanıştırması, kızın da bu genç adamı olumlu yönde değiştirmesi şeklinde, modern bir ritim duygusu ve klâsik stilde -coşkun Disney şarkılarına yer vererek anlatıyor… Tutsak ettiği prensesin saçlarındaki sihri kullanarak hep genç kalan Gothel Ana ise, bana göre gerçek bir ‘tragedya yıldızı’ ve herkesten rol çalan bir karmaşık karakter. Tabii onun seslendirdiği şarkıları Donna Murphy gibi Tony ödülü kazanmış bir müzikâl yıldızından dinlemek için DVD sürümlerini beklemek zorundasınız. Çünkü film vizyona silme Türkçe çıkıyor. Animasyonların Türkiye sinemalarında orijinal gösterilmesi, talep olmadığı için artık pek mümkün değil.

“Hırsızlar Şehri”, “Gone Baby Gone” ile yönetmenlikte etkili bir çıkış yapan Ben Affleck için duraklama olmuş. ‘Değerli’ banka soyguncuları yetiştiren Charlestown ‘okul’undan çıkmış dört genç adamın imza attıkları vurucu sahneler olsun, içlerinden birinin, rehine alıp bıraktıkları müdire ile yaşadığı aşkın dramatikliği ve FBI ajanının soluğunu enselerinde hissettiklerinde, ‘en deli’ olanın bu ilişkiye karşı çıkıp çifti göz hapsine almasıyla yükselen gerilim olsun, bir şey eksik… Hem de çok önemli bir şey! Her malzemesi tamam fakat lezzetsiz bir yemek gibi… Eksik olan inandırıcılık! Perdedekilere inanmıyor, duygudaşlık kuramıyorsunuz. Çünkü bu Boston (İrlandalılar) hikâyesinin karakterleri ‘tüm bir çevre’leriyle birlikte yaşamıyorlar: Hepsi boşlukta gibi.

Gösterim sonrası “acaba ben mi farklı hissettim” diye, bir filmi izledikten sonra nadiren kendimden kuşku duyduğum sırada sinema yazarı arkadaşım Burak Göral’la konuştum. Burak’la da hemfikir olduk ve o daha da ileriye gidip çok ciddi senaryo zaaflarından bahsetti…

Kendi adıma, Affleck’ten, en az, ilk uzun metrajlı filmi denli sert bir tokat bekliyordum. Nitekim Altın Küre’de de -çok doğru bir kararla- ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’da Jeremy Renner aday gösterildi sadece.

(22 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com