Kategori arşivi: Yazılar

Küçük Günahlar

Düşünüyorum da, günahın “küçüğü”, “büyüğü” vardır doğal olarak, günah daha çok “dinsel”, biraz da “ahlâki / etik” bir kavram, hukuktaki karşılığı olarak “suç”u alırsak, küçüklerine kabahat, bunun dışında kalanlara ve de büyüklerine ilk tanımlamadaki tabirle suç deniliyor. Şöyle bir düşünelim hangimizin -hele de başkaları indinde- küçük günahlarımız yoktur.

Görmemiş birine bir film nasıl anlatılır, görmüş olması halinde bile onun gördüğü film ile bizim gördüğümüz film farklı olabilirken. Onun için Küçük Günahlar’ı anlatmanın hiç bir alemi yok. Ama… filmlerimizde Kürt motifi çok eskiden beri kullanılmaktadır. Çoğunluk filmin yan karakterinden biri (aslında bunlar karakterden çok tiptirler) özellikle konuşması (biraz da giyimi ile) Kürtleşmeye çalışır, komedi filmlerinde zaman zaman Feridun Karakaya’ya bu tip giydirilmeye çalışılmıştır. İlerleyen yıllarda Kürtlük ağalık sorunu, kaçakçılık olayları ile filmlerde yer aldı ama çoğu kez adı belirtilmeden. Sayılabilinecek çok örnek var.

Tipik bir örneği, Ümit Elçi’nin Mem-u Zîn’i (1991). Ehmede Xani / Ahmed-i Hani’nin halk söylencelerine dayanan yapıtından yapılan film, gösterime çıkarılmasından sonra ilk kez, Kürtçe dublaj yapılarak güneydoğu Anadolu’da gösterime çıkarıldı (benim hatırladığım böyle, yanılıyor olabilirim), sonra farklı örneklerle kürt imajı gerçek boyutları ile veya geliştirilmiş, idealize edilmiş bölümleri ile filmlere girmeye veya konularını oluşturmaya başladı. Yavuz Turgul, Gönül Yarası filminin başında kahramanı / öğretmeni -görevinin son gününde- köylülerle vedalaşırken Kürtçe konuşturttu ve -sanırım yine ilk kez- konuşmaların Türkçesi alt yazı ile yazıldı…

Sonraki yıllarda, daha siyasal platformda “açılım” sözleri yokken, sinemamız da “Kürtleşme” hareketleri başlamıştı. Yılmaz Güney, senaryosunu yazdığı, birçok yerde yönetmen (veya ortak yönetmen) olarak adının yazıldığı, Şerif Gören’e yönettirdiği, Cannes -ortak- galibi Yol filminin kurgusunu yapıyor ve filmin bir bölümünde -cezaevinden yola çıkan- kahramanlarından birinin bölgesine ulaştığında -ulaşılan yer- (yazı ile) Kürdistan olarak tanımlanıyordu. Bu bölüm yıllar sonra ülkemizde gösterilen filmden çıkarılmıştı gerçi ama ödül alan filmde bu ibare yazılı idi.

Mem-u Zîn ile başlayan çalışmalar devam etti ve 2010’lara gelindiğinde artık adı doğrudan Kürtçe konulan filmler vizyona girmeye başlamıştı. Bir yıl önce yurt içi ve dışında birçok ödül toplayan Selen Yüce’nin Çoğunluk filminde, kahramanımızın ilişki kurduğu Kürt kızı ailesi tarafından tepki ile karşılanır. Kız kendi ailesi tarafından da aranmakta ve şehirlerine götürülmek istenmektedir. Kahramanımız ailesinin baskısı ile kızı terk eder, ortada, yalnız başına bırakır. Kız ailesinin yanına götürülecek ve töresel (acımasız) vicdana bırakılacaktır.

Rıza Kıraç’ın Küçük Günahlar‘ındaki Kürt kızı çok farklı konumdadır. Önce hem avukat sevgilisi ile hem iş yerindeki patronu ile arasındaki -masa sahibi- kadın işvereni ile ilişki içinde olan Melik gibi başına buyruk, nerede akşam orada sabah yaşayan biri, sadece sokakta gördüğü, sabahları penceresi önünden geçen kıza neden (?)tutulur veya -yıllar öncesinin, kızların hiçbir şeyden haberi olmadığı liseli aşıklar gibi- peşine düşüp izler? Ve kızı evinin kapısına kadar izler (fakat kapıyı doğru belirleyemez). Sonradan, kızın şiirlerinden aşık olduğu İsmet’e aşık olduğunu öğrenecektir.

Sinemamızın en ilginç aşklarından biridir Şilan / İsmet aşkı. Melik hiçbir zaman bu aşkın üçüncü köşesi olamayacak ve bu ilişki bir aşk üçgeni olmayacaktır. Oysa Yeşilçam düzeni -biri çoğunlukla olanaksız da olsa- aşk üçgenlerine bayılır. Şivan tek başına Kürt akrabalarının yanına gidecek, herkesin öldü bildiği akrabasını bulacak ve onun önerisi ile yöresine dönmeyi benimseyecek ve bunu ağabeyinden bile saklayacaktır, tabii İsmet’ten de. Melik’e söyleyecek herhangi bir sözü yoktur zaten -hele bu konuda. Bu arada polisçe gözaltına alınır. Melik ve çalıştığı gazeteci, Melik’in avukat sevgilisi tarafından kurtarılır, daha sonra ise teşhis edilmeyen kişiler tarafından kaçırılarak dövülüp, gece yarısı kırsala terk edilir.

Melik, Şivan’a ulaşamazsa da İsmet ile ilişkisini ilerletir ve gelinen bir noktada İsmet (Macit Koper), kendisi ile ilgili bir takım bilinmeyenleri, ağabeyi ile ilişkilerini Melik’e anlatacaktır. (Bu sahne Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’inde Haluk Bilginer’in sonradan Kader filmini oluşturacak monoloğunu hatırlattı bana / Koper’i bu sekans ile yeniden keşfetmek, az keyifli değil.) Tüm bunlardan sonra Küçük Günahlar, Yeşilçam’dan farklılaşma kulvarındaki yerini alır. (Koper’e ait not: O’nun oyunculuğunun payı ama diğer oyuncuları -Esra Ruşan, Berke Üzrek, Tülay Günal ve diğerleri de üzerlerine düşeni yapıyorlar.) Veda sahnesinde, İsmet, Şilan’a -ilk (ve son) kez- O’nu sevdiğini “Kürtçe” söylüyor. Bu sahne ile Küçük Günahlar, “aşk filmi” de oluyor.

Evet, sinemamız Yeşilçam dönemini tamamlamıştır, o günlerin anlayışı ile filmler (özellikle diziler) hâlâ yapılmaktadır ama adına yaygınlaşmamış kalıbı ile Yeni Türk Sineması denilen, sınırları çok esnek (böyle olması çok daha iyi) yeni bir oluşum giderek gelişmektedir.

Küçük Günahlar’ı bu farklı ortama çeken özelliği, barındırdığı Kürt sorunu değildir, anlattığı olay Yeşilçam’ın nerede ise kalıplaşmış biçimine uymaz öncelikle. Yeşilçam filmleri kabaca aşk, macera, komedi filmi kategorilerine ayrılır ve filmlerin ağırlıklı bir bölümünde aşk olmazsa olmaz… Bir eleştirmenimiz Körebe (Ömer Kavur) filmini eleştirirken, biraz da hayretle “filmde aşk yok” diye yazıyordu. Küçük Günahlar’da “aşk” demeyeceğim ama demem lâzım: Melik ile Şilan arasında aşk yok, oluru da yok! Aşk, Şilan ile İsmet arasında ama yukarıda da yazdım, sinemamızın en ilginç aşkı. Ve Şilan şiirleri nedeniyle aşık olduğu ve aynı şiir kitabını onlarca kere kitapçılardan çaldığı (ve götürüp kendisine verdiği) adamı terk ederek, şehrine / bölgesine, -çoğunluğunu tanımadığı adamların yanına- gitmek için, aşkını terk edecektir. Finalde İsmet ile Melik -orası bir çıkmaza bakan bir arka balkon veya bahçe mi?- yanyana, hiçbir zaman birbirlerine söyleyemeyecekleri şeyleri düşünerek otururlar… (Sinemamızda anlatılmamış bir hikâye anlatılmıştır)… Final jeneriği başlar. (Bu çok iyi, Yeşilçam döneminde uzun, uzun yıllar, filmlerin final jeneriği yoktu. Olay biter ve SON yazardı, bir iki filmde “son” yerine, “bitti” yazısı, Lütfi Akad’ın Gökçeçiçek filminin sonunda ise “Türk Malı” yazısı vardır. Benim gördüğüm bir ilk de Yılmaz Güney’in Umut filmindeydi, finalde “son” yazısı yoktur, film son karelerinde, sağ alt köşede UMUT yazısı çıkar, görüntü kaybolur, siyah film geçerken kadrajda -aynı yerde- “umut” yazısı devam eder… Sonradan Umut filminin sonuna işletmeciler / sinemacılar (?!) “son” yazısını eklediler.

(21 Mayıs 2011)

Orhan Ünser

Sarsıcı Aşkta Büyük Trajedi

İhanet (Partir)
Yönetmen-Senaryo: Catherine Corsini
Müzik: Georges Delerue-Antoine Duhamel
Görüntü: Agnes Godard
Oyuncular: Kristin Scott Thomas (Suzanne), Sergi Lopez (Ivan), Yvan Attal (Samuel), Bernard Blancan (Remi), Daisy Broom (Marion), Alexander Vidal (David)
Yapım: Pyramide-Camera One-VMP (2009)

Fransız yönetmen Catherine Corsini’nin “İhanet” filmi, tutkulu bir aşka düşen Suzanne’ın trajik hikâyesini anlatıyor. Bu filme 19. yüzyılın reailst romanının ruhu da bulaşmış.

İngiliz Suzanne, cerrah Samuel’le evlendikten sonra fizyoterapistliği bırakmış. Samuel’den David ve Marion adındaki çocukları olmuş. On beş yıl sonra işine dönmek istetiğinde, o sıradan burjuva hayatı bambaşka taraflarda yol alıyor ve işçi sınıfında Katalan Ivan’a aşık oluyor. On beş yıl önce, Samuel’le evlendiği zaman fizyoterapistliği bırakan Suzanne, işine dönmek için evin kullanılmayan odasını bakımdan geçirdip işini buraya taşımak istiyor. Ustabaşı Remi, onarım işini Katalan Ivan’a veriyor. Ivan’la Suzanne arasında belli belirsiz bir ilişki oluşuyor. Ama önce kaza olması gerekiyor. Kazadan sonra Katolanya’ya, küçük kızını görmeye gitmek zorunda olan Ivan’a yol arkadaşı olan Suzanne’ın, başlarda Ivan’a cinsel istekle başlayan ilişkisi birdenbire tutkulu bir aşka dönüşüyor. Hatta evi, kocasını ve çocuklarını terk etmeye kadar götüren bir tutkuya sürüklüyor. Yönetmen Catherine Corsini, klâsik tarzda hikâye anlatmak istediğini belirtmiş bir konuşmasında. Hatta Lev Tolstoy’un realist romanı “Anna Karenina”sıyla Gustave Flaubert’in romantizmin idealizmine bir tepki olarak yazdığı realist romanı “Madam Bovary”sinin yakınlarında dolaşan bir film yapmak istemiş Corsini. Film, bu iki büyük romanın ruhunun içerisinde dolaşıyor. Orijinal anlamı “Gitmek” veya “Başlamak” olan “Partir – İhanet”, Türkçe adını aşan derinlikte anlamı olan bir film. Sanki, erkeğin bakış açısına yakın bu “İhanet” adı. Kadınlar tarafından baktığınızdaysa, fizyoterapist Suzanne’ın hikâyedeki bu aşkı hak ettiğini hissediyorsunuz. Corsini, Paris’e 74 km uzaklıktaki Eure-et-Loir bölümündeki açıkhava müzesine benzeyen Dreux komününde 1956’da doğdu. Buralarda filmlerini pek göremediğimiz yönetmenlerden o.

Doğayla bütünleşen aşk…

Bu filmin hikâyesi, Fransa’nın güneyinde Akdeniz’in sahil şehri Nimes’de geçiyor. Akdeniz güneşi altındaki bu şehirde, evliliği ve ailesi için hayatında her şeyi gerilere atmış Suzanne’ın geç kalmış aşkı yansıyor. Suzanne, işçi sınıfından göçmen Ivan’da belki de doğallığı ve içtenliği buluyor. Sahte burjuva değerlerinin yapaylığında boğulmuş Suzanne, Katalonya’nın doğası gibi doğal Ivan’a neredeyse ipinden boşalmışçasına tutuluyor. Bu aşkın öteki tarafında Samuel var. Belki de karısını “cahil” bir göçmen işçiye kaptırmanın aşağılık kompleksini yaşıyor. Samuel, Suzanne’la Ivan”ın aşkına karşı nüfuzunu kullanıyor ve onlara yaşama hakkı vermiyor. Basit bir suçtan hapiste kalmış Ivan’ın bu durumunu kullanıyor Samuel. Sonunda kazanan hiç kimse oluyor bu trajik aşkta. Sonu açık uçlu olsa da neler olabileceğini tahmn edebiliyorsunuz finalde. Corsini, bu filminde yoğunlukla François Truffaut’nun filmlerinde kullandığı müzikleri kullanmış. Bestecilerse Georges Delerue ve Antoine Duhamel. Filmde, Duhamel’in Truffaut’nun 1969 yapımı “La Sirene du Mississipi – Evlenmekten Korkmuyorum”da yazdığı “L’amour Retrouve” teması da kulaklara geliyor. Delerue’nün Trufaut’nun 1981 yapımı “La Femme d’a Côte – Penceredeki Kadın”la 1983 yapımı “Vivement Dimanche – Neşeli Pazar” için yazdığı birçok tema da duyuluyor. Filmde, Frederic Chopin’den “Andante spianato Op. 22″yi de dinliyorsunuz. Piyanoda da İdil Biret var. Bu müzikler gerçekten etkileyici.

(Bu yazı 20 Mayıs 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(20 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Ozon’dan Politik Bir Komedi

Kadın İsterse (Potiche)
Yönetmen-Senaryo: François Ozon
Oyun: Jean-Pierre Gredy-Pierre Barillet
Müzik: Philippe Rombi
Kurgu: Laure Gardette
Görüntü: Yorick Le Saux
Oyuncular: Catherine Deneuve (Suzanne), Gerard Depardieu (Babin), Patrice Luchini (Robert), Judith Godreche (Joelle), Karin Viard (Nadege), Jeremie Renier (Laurent), Elodie Frege (Genç Suzanne)
Yapım: Fransa-Belçika (2010)

Fransa’nın kuzeyindeki Sainte-Gudule kasabasında insana dair her şey var. İşçi sınıfı, sadakat, ihanet, çıkar ve birçok şey. İnsanı güldüren bu film, işçilerin hakkını verirseniz her şey güzel olur diyor.

Fransız yönetmen François Ozon’un 30. Uluslararası Film Festivali’nde de gösterilmiş “Potiche – Kadın İsterse”, mizah yüklü bir politik film. Hikâye, Fransa’nın kuzeyindeki Sainte – Gudule kasabasında geçiyor. Aslında gerçeklikte böyle bir kasaba yok. Ama, gerçeklikte Sainte – Gudule var. M. S. 712’de ölen Brüksel’in koruyucu azize bakiresi o. Ölümü 8 Ocak olduğundan her yıl anma yapılıyor onun için. Nord-Pas-de-Calais bölgesinde, Saint-Amand-les-Eaux komünü içinde sanıyorsunuz Sainte – Gudule kasabasını. Gerçeklikte Ozon bu filmini, Belçika’nın Valon bölgesinde çekmiş. Ağırlıklı olarak da, Brüksel’in Anderlecht ilçesinde. Şu dünyaca ünlü Anderlecht futbol takımının yaşadığı bölgede. Filmin başında, Suzanne’ın “joging” yaptığı, sincaba selâm verdiği, iki tavşanın çiftleştiği yer, Valon bölgesinin ünlü Ardennes Ormanı. Yıl 1977. Le Figaro Gazetesi okuyan burjuva patron Robert Pujol, şemsiye fabrikasında elinden gelse işçilere para vermeden onları köle gibi çalıştırmak isteyen biri. İşçi sınıfı da bu yüzden hakları için greve giderken patronlarını esir alıyorlar. Robert – Suzanne çiftinin sanata yakın duran hümanist oğulları Laurent, babasını esaretten kurtarıyor. Ardından fabrikadaki sorunu çözmek Suzanne’ın işi oluyor. Para harcamaktan başka meşguliyeti olmamış bu burjuva kadını sorunları çözebilir mi? Bir de araya kasabanın komünist belediye başkanı Babin de giriyor ve hikâye karışıveriyor. Suzanne’ın, şimdilerde sekreteri Nadege’le ilişkide olan kocası Robert daima çapkın olmuş. Ya Suzanne, evlilikleri boyunca rahat durmuş mudur? Gençliklerinde, Babin ve Suzanne kısa bir ilişki yaşamış. Bu yüzden Babin, bir ara Laurent’ı oğlu sanıyor. İşte bunları öğrenirken, işçiler hakkını alıyor ve fabrika iyi üretim yapmaya başlıyor. İyi şeyler sonsuza kadar sürmüyor ve Robert, kızı Joelle’in desteğiyle çoğunluk hisselerini ele geçiriyor çok geçmeden. Her şey başa dönerken, Suzanne belediye başkanlığına aday oluyor ve başkanlığı Babin’den alıyor.

Kadınların zaferi…

Senaryoyu da yönetmen Ozon’un yazdığı bu politik tarafları olan filmi, kadınların zaferine ve bağımsızlığına bir selâm olabilir. Bu filmin bir yönüyle de Jacques Demy’ye de (1931 – 1990) bir selâm olduğu belirtilmeli. Demy’nin 1964 yapımı müzikali “Les Parapluies de Cherbourg – Cherbourg Şemsiyeleri” filminde Catherine Deneuve başrol oynamıştı ve şarkılar söylemişti. Deneuve, Demy’nin filminde de şemsiyelerle ilgileniyordu. Demy – Deneuve işbirliğinden birçok film çıkmıştı geçmişte ortaya. Catherine Deneuve, Ozon’un filminde de, Fransız şarkıcı Michele Torr’un “Emmene-moi danser ce soir” şarkısına eşlik ediyor. Şarkıda, altı yıldır evli olan bir kadının kocasının ilk zamanlardaki kurlarına özlemi anlatılıyor. Ozon’un filminde Jean Ferrat’nın “C’est beau la vie” şarkısı da duyuluyor. Bu filmin estetiği, az da olsa Remy sinemasına yakın gibi. Ozon, perdede görüntüleri bölerek yansıtmış filminin başlarını. Norman Jewison, 1968 yılında Steve McQueen’i oynattığı “The Thomas Crown Affaire – Kibar Soyguncu” filminde bu tekniği çok iyi kullanmıştı. Filmin atmosferi, gerçekten 1970’lerin ruhunu yaşatıyor. Neredeyse bu filmin 1970’lerde çekildiğini bile söyleyebilirsiniz. Eğlenceli, komik ve politik bu film, Ozon filmlerini sevenleri mutlu edecek gibi.

(20 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Genç Yönetmenin Sinemada Sevdiği Her Şey

Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires)
Yönetmen-Senaryo: Xavier Dolan
Görüntü: Stephanie Anne Weber Biron
Oyuncular: Monia Chokri (Marie), Niels Schneider (Nicolas), Xavier Dolan (Francis), Anne-Elisabeth Bosse (Desiree)
Yapım: Kanada (2010)

Henüz yirmi bir yaşında olan Kanadalı yönetmen Xavier Dolan’ın “Hayali Aşklar”ı, Truffaut’nun “Unutulmayan Sevgili” filmini tersine çevirerek eşcinsel aşkını anlatıyor.

Kanada’nın Fransızca konuşulan Quebec bölgesinden genç yönetmen Xavier Dolan’ın ikinci filmi 2010 yapımı “Les Amours Imaginaires – Hayali Aşklar”, eşcinsel tarafları öne çıkmış, bazı anlarda perdeye bakılması sarsıcı filmlerden. Elbette insanlar, cinsel tercihlerinde özgürdür ve kimse onları eleştiremez. Bu ayrımcılık olur sonra. Ardından ırkçılığa kadar gider. Ama, bazı anlar gerçekten insanı zorluyor. 1989 doğumlu genç yönetmen Dolan, daha yirmi yaşında, 2009 yılında “J’ai Tue ma Mere – Annemi Öldürdüm” filmiyle ses getirmişti. “Hayali Aşklar” filmi, estetik açıdan Fransız sinemasının 1960’lardaki “Yeni Dalga” akımıyla buluşuyor. Filmi seyrederken, estetik anlamda kendinizi François Truffaut ve Jean-Luc Godard filmlerinin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Dolan’ın, hafif el kameralı çekimleri Truffaut ruhuna dokunuyor. Sinemada klâsik estetiğe tepki koyan Godard’ın “açı-karşı açı” tekniğine karşı geliştirdiği hiç “kesme” yapmadan, kamerayı karakterler arasında sağa-sola çevirmesini, Kanadalı Dolan da bu filminde sıkça deniyor. Kamera, neredeyse her açıda yalnızca bir defa bulunuyor. Perdede kameraman Stephanie Anne Weber Biron’un çerçevelerini görünce bunları fark ediyorsunuz. Filmin içeriği de, Truffaut’nun tersine çevrilmiş, 1962 yapımı “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” filmiyle buluşuyor. Truffaut’da iki erkek bir kadına aşıkken, Dolan’ın filminde bir erkekle bir kadın aynı erkeğe aşık. Tersine bir “aşk üçgeni” işte. Filmde Dalida’nın 1966’da söylediği “Bang Bang” şarkısı da duyuluyor. Yönetmen bu şarkıyı birkaç sahnede kullanmış. Fonda bu şarkı duyulunca düello yürüyüşleri de başlıyor.

Onu hayal etmek…

Film, kalbi kırık genç kadınlar ve erkeklerin aşk üzerine konuşmalarıyla başlıyor. Bu konuşmalar zaman zaman filmde kendine yer buluyor. Hikâye Montreal’de geçiyor. Marie’yle Francis iyi dostlar. Marie, aşkı arıyor. Francis, çok duyarlı ve hassas bir genç. Bu iki iyi dostun dünyalarına Nicolas giriyor. Marie ve Francis, sarışın ve erkek güzeli Nicolas’yı arzuluyorlar. Zengin çocuğu Nicolas, ikisini de etkilediğinin farkında. Ama, her şey kır evinde çözülüyor. Marie, Francis’le Nicolas’nın yakınlaştıklarını sanıyor ve onların samimiyetini kıskanıyor. Francis ve Marie’den uzaklaşan Nicolas, geride kırık kalpler bırakıyor. Francis, reddedildiğinde evindeki duvara hep işaretler yapıyor. Bir işaret daha eklemiş oluyor duvarına. Yönetmen Dolan, eşcinsel sevişmelerini estetize ederek yansıtmış filminde. Fonda çello tınıları duyulurken, perdeyi yeşil ve mavi ışık kaplıyor. Yeşil ışık, Francis’in zihinsel olarak Nicolas’ya yönelişini simgeliyor. Mavi ışıksa, Francis’in zihinsel karışıklığını fark ettiriyor. Erkek vücutlarını da eşcinsel bakışıyla yansıtmış yönetmen. Ama, filmdeki en güzel şey, Dalida’nın söylediği “Bang Bang” şarkısı. Bu şarkı fonda çalarken, görüntüler muhteşem yansıyor perdeye. Genç yönetmen kendi filminde Francis karakterini canlandırmış. Evet, herkese göre olmayabilir “Hayali Aşklar” filmi.

(13 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Alanya Belgesel Film Festivali

Bu yıl 09 – 14 Mayıs tarihleri arasında yapılan Alanya Belgesel Film Festivali 10. kez izleyicisiyle buluştu. 20 yerli, 19 yabancı belgesel yapımın katılımıyla yine dolu dolu bir festival havası yaşandı.

Belgesel gösterimlerinin yanı sıra, genç kuşaklara belgeselin tanıtılması amacıyla, öğrencilerle “belgesel sinema ile ilgili eğitim konuşması” yapıldı. Festivalin son gününde ise “Belgesel Sinema Nedir, Dünyada ve Türkiye’de Belgesel Sinemacılığının İşlevselliği ve Süha Arın’ın Türk Belgeseline Katkıları” başlıklı panel düzenlendi.

Günde 7 belgeselin gösterildiği festivalde öne çıkan belgesel yapımlar ise şöyleydi;

Mamak’ta (Sezgin Türk)
Pippa’ya Mektubum (Bingöl Elmas)
Herkes Uyurken (Erdem Murat Çelikler)

Mamak’ta (Sezgin Türk)

12 Eylül döneminde kendiside Mamak Askeri Cezaevi’nde kalan yönetmen, Mamak’ta beraber kaldığı dört kadın arkadaşıyla birlikte bu belgesel film projesini gerçekleştiriyor. Hepsinin de hayatı çok farklı yerlerde başlasa da, politik olarak kendilerini ifade ediş biçimleri nedeniyle Mamak Cezaevi’nde yolları kesişiyor. Tahliye olduklarında sıfırdan hayata başlıyorlar. 30 yıl sonra yaşamlarına bakıldığında ise yine hayatın farklı yerlerinde olduklarını görüyoruz. Sadece Mamak Cezaevi’nde geçen günleri değil, olayları bütünüyle ele alarak, kamerasıyla bu 4 kadının öyküsünü anlatıyor Sezgin Türk.

Pippa’ya Mektubum (Bingöl Elmas)

“Otostop yapmak diğer insanlara güvenmeyi seçmektir ve insan, küçük bir Tanrı gibi, kendisine güveneni ödüllendirir.” diyerek yola çıkan Pippa Bacca’nın, barış yolu güzergâhındaki ülkemizden geçerken öldürülmesi üzerine, yarım kalan barış yolunu kendi rengiyle tamamlamak için siyah bir gelinlikle yola çıkan yönetmen, yolda yaşadıklarını konu ediyor belgesel filmine. Yol boyunca yaşadıklarıyla Türkiye’de kadın olma gerçeğiyle tekrar yüzleşiyor Elmas.

Herkes Uyurken (Erdem Murat Çelikler)

2010 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi İlk Belgesel Ödülü’ne layık görülen yönetmen, “Herkes Uyurken” adlı belgeseliyle, gece çektiği fotoğraflarıyla insanların görmezden geldiği evsizleri, görünür kılmaya çalışan Şevket adındaki bir taksicinin sergi açmaya doğru uzanan fotoğrafçılık hikâyesini anlatıyor.

Alışılmışın dışında bir kent aydınının profiline yakından bakarken, sanatçının kendi içine girdiği sorgulamalarına da şahit oluyoruz. HDV formatında çekilen film, 2 yıllık bir süre zarfına yayılsa da esas çekim periyodu sergi açılışına 15 gün kala gerçekleştiriliyor.

Fotoğrafçının öyküsünü salt röportaj yerine, sahneler, anlar ve atmosfer üzerinden yansıtmaya çalışan yönetmen, iki – üç kişilik küçük bir ekiple belgeselini tamamlamış. Kurgunun başarısı ve görüntülerin güzelliğiyle dikkat çeken yapım, bakanlığın amatör film desteğine rağmen, yok denecek kadar az bir bütçeyle çekilmiş. Fakat ortaya çıkan iş öyle güzel olmuş ki, bu da Erdem Murat Çelikler’i işleri takip edilmesi gereken yönetmenler arasına sokuyor.

(16 Mayıs 2011)

İlayda Vurdum

Küçük Mendiller Islanmadan Önce

Küçük Beyaz Yalanlar (Les Petits Mouchoirs)
Yönetmen-Senaryo: Guillaume Canet
Görüntü: Christophe Offenstein
Oyuncular: François Cluzet (Max), Marion Cotillard (Marie), Benoit Magimel (Vincent), Gilles Lellouche (Eric), Laurent Lafitte (Antoine), Valerie Bonneton (Vero), Pascale Arbillot (Isa), Joel Dupuch (Jean-Louis), Anne Marivin (Juliette), Louise Monot (Lea), Jean Dujardin (Ludo)
Yapım: Les Productions du Tresor-EuropaCorp. (2010)

Fransız oyuncu, yönetmen ve senaryo yazarı Guillaume Canet’nin “Küçük Beyaz Yalanlar”ı, dostluk üzerine etkileyici bir film. Filmin sonundaki melodram insana samimi geliyor.

Orijinal adı “Küçük Mendiller” anlamına gelen 2010 yapımı “Les Petits Mouchoirs – Küçük Beyaz Yalanlar”, dostluğa adanmış mizahı iyi çarpıcı bir yapıt. Dostluk üzerine de sarsıcı ve güçlü bir film bu. Belki hikâyenin gelişimi hayal kırıklığı yaratabiliyor ama yine de çok güçlü dostluk bağlarını yansıtıyor “Küçük Beyaz Yalanlar” filmi. Bilemiyoruz ama bu filmde yalana dair pek bir şey fark edemedik. Olsa olsa bencillik olabilir bu. Guillaume Canet’nin filmi, Amerika’da “Little White Lies” adıyla vizyona girince, M3 Film de Amerikalıların yolundan gitmiş. Finaldeki cenaze sahnesi mendillere gönderme yapıyor. Fransa, dünyanın en gelişmiş sanayi ülkelerinden biri. Teknoloji en üst seviyede. Tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Fransa’da da iletişimsizlik ve yabancılaşma üst noktada. İşte böyle bir ülkeden dostluk üzerine güçlü bir film geliyor. Filmi seyrederken, büyük Fransız yönetmen Claude Sautet’nin 1974 yapımı unutulmaz “Vincent, François, Paul… et les Autres – Sen, Ben ve Diğerleri” filmini yadediyorsunuz. Guillaume Canet’nin filminde de dostluğun sıcaklığını hissediyorsunuz çünkü. Canet, Paris’in hemen güneybatısındaki Boulogne – Billancourt’da 1973’te doğdu. Burası, Paris’teki Fransız film stüdyolarının da yoğun olduğu bölge. Fransız sinemasının en karizmatik oyuncu – yönetmeni olduğu söylenen Canet, sinemanın muhteşem oyuncularından Diane Kruger’le evliydi. Şimdiyse filmlerini Marion Cotillard’a adıyor.

Kaza ve tatil…

Film, Paris’in 8. bölgesindeki gece kulübünde açılıyor. Ludo, oradakilerle vedalaşıyor. Bu vedalaşmaların son vedalaşmalar olduğunu bilmiyor elbette. Tan ağartısının kuşattığı Paris’te Ludo, motosikletine atlayıp, yarı uykulu yarı sarhoş yola çıkıyor ve 7. bölgede kendisine çarpan bir kamyonla gözlerini 12. bölgedeki ünlü Saint-Antoine Hastanesi’nde açıyor. Evet, Ludo’nun dostları var. Max, 4. bölgedeki lüks restoranında mükemmelliyetçi baskısını sürdürüyor. Bunları tatilde de dostları üzerinde sürdürüp duruyor Max. Ludo’nun bir başka dostu osteopat Vincent. Kazadan sonra Vincent, bir itirafta bulunuyor Max’a restoranda. Vincent, Max’a karşı eşcinsel ilgi duyuyor. Bundan sonra Vincent, Max için uzak durulması gereken biri. Vincent, Isa’yla evli ve Elliot adında küçük bir de oğulları var. Vincent eşcinsel olmamasına rağmen, Max’a karşı birdenbire ilgi duymuş. Max için hayat küçük bir cehenneme dönüveriyor işte. Max’ın karısı Vero da, Max’ın döktüklerini topluyor sanki geride hep. Marie’yse, isyânkar ve Parisli bir genç kadın. Geçmişte Ludo’yla da ilişkiye girmiş. Şimdi bir müzisyenle takılıyor Marie. Eric, bir oyuncu. Tatile, oyuncu sevgilisi Lea gelmeyince başlarda sorun yapmasa da sonraları özlüyor onu Eric. Bunların içinde en saf, ama gerçek tutkulu, melankolik aşık Antoine. O da, şimdi başkasının sevgilisi olmuş Juliette’i unutamıyor. Aşkı için yardım dileniyor adeta Antoine. Bir de yaşlı Jean-Louis var. Jean-Louis, Max’ın baba dostu bir balıkçı. Ludo, hastanede yaşam savaşı verirken, dostları, her yılki tatillerini ertelemiyorlar ve Max’ın yazlığında tatillerini bencilce yaşamaya devam ediyorlar. Ama, herkesin bir hikâyesi var. Max’la Vincent arasındaki gerilim, Antoine’ın aşkını yeniden kazanmak için çabaları, Eric’in neşeli görünmeye çabalaması, Marie’nin ziyarete gelen müzisyen sevgilisi ve ayrılığın ardından yaşanan sarsıntı.

İşte yer yer eğlenceli, yer yer kederli “Küçük Beyaz Yalanlar” filminin fonunda bol bol İngilizce şarkılar duyuluyor. Aşkı en güzel anlatan Fransız “chanson”larıysa hiç yok. İnsan Jacques Brel, Charles Aznavour, Adamo, Patricia Kaas, Dany Brillant gibi sesleri de duymak istiyor. Bazı İngilizce şarkıların filmin ruhuyla da buluştuğunu belirtmeliyiz. Galli şarkıcı Bonnie Tyler’ın “Holding Out for a Hero” şarkısı, “Bütün iyi insanlar nereye gitti / Ve bütün Tanrılar nerede?” diyor. 1970’de 27 yaşında ölen Amerikalı şarkıcı Janis Joplin’in 1969’da yayımlanmış “Cosmic Blues” şarkısında, “Zaman akmaya devam ediyor / Dostlar arkasını dönüyor / Bense devam ediyorum” diyor. Amerikalı şarkıcı Ben Harper, “Amen Omen” şarkısında, “Bir fısıltı gibi başladı / Yavaş yavaş bir çığlığa dönüştü / Bir cevap aranıyor / Soru görünmeyen yerlerde” diyor. Amerikalı şarkıcı, söz yazarı, piyanist ve insan hakları savunucusu Nina Simone da “My Way” şarkısıyla “Ben her yolda bir seyyah gibi hayat yaşadım / Çok fazlasını, daha fazlasını bildiğim gibi yaptım” diyor. David Bowie ve Iggy Pop’un da şarkıları duyuluyor fonda. Filmde, modern zamanlarda aşka adanmış anlar da var. Eric ve Antoine, Max’ın arabasını alıp Bordeaux üzerinden Paris’e, aşka doğru yola çıkıyorlar. Eric’in, Paris’in 8. bölgesindeki otelde kalan Lea’ya gözleri yaşartan aşk dilenmesi de muhteşemdi. Antoine da, son çabasını gösteriyor ve Juliette’i büyülüyor. Filmdeki tatil anları, Fransa’nın güneybatısındaki Gironde bölgesindeki Lege-Cap Ferret sahil kasabasında geçiyor. Burası, Fethiye’nin Ölüdeniz’ini çağrıştırıyor. Ama burada gelgitler yaşanıyor bolca. Bordeaux şehrine de yakın bir bölge ayrıca. Elbette başrolde güzel Paris var. Canet, Hollywood’un unutulmaz yol fimi, Jerry Schatzberg’ün 1973 yapımı “Scarecrow – Korkuluk”a da bir selâm göndermeyi unutmamış. Filmde, kameraman Christophe Offenstein’in sakin sinemaskop çerçeveleri de fark ediliyor. Filmdeki mizah da iyi.

(13 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Vampir Avcısı Savaşçı Rahip

Kutsal Savaşçı (Priest)
Yönetmen: Scott Charles Stewart
Grafik Roman: Hyung Min-woo
Senaryo: Cory Goodman
Müzik: Christopher Young
Kurgu: Lisa Zeno Churgin-Rebecca Weigold
Görüntü: Don Burgess
Oyuncular: Paul Bettany (Keşiş), Karl Urban (Kara Şapka), Cam Gigandet (Taşralı), Maggie Q (Rahibe), Lily Collins (Lucy), Brad Dourif (Satıcı), Stephen Moyer (Owen), Chisthopher Plummer (Monsenyör Orelas), Alan Dale (Monsenyör Chamberlaine), Madchen Amick (Shannon)
Yapım: ABD (2011)

Güney Koreli çizgi romancı Hyung Min-woo’nun aynı adlı eserinden uyarlanan üç boyutlu “Kutsal Savaşçı” filmi, kasvetli atmosferiyle çarpıcı bir korku-bilimkurgu.

Özel efektçilikten yönetmenliğe geçen Amerikalı yönetmen Scott Charles Stewart’ın, Güney Koreli Hyung Min-woo’nun “mahwa”sından, yani çizgi romanından sinemaya uyarladığı 2011 yapımı “Priest – Kutsal Savaşçı”, görsel anlamda hayli zengin çarpıcı bir bilimkurgu. Yönetmen Stewart’ın filmi distopyayı, karanlık bir geleceği betimliyor. Bu filmde Ortaçağ’ın karanlık kilise devirlerini, western sinemasını, korku filmlerini, kilisenin denetimindeki Şehirler’in Ridley Scott’ın “Bıçak Sırtı” adıyla da anılan 1982 yapımı “Blade Runner – Mahşerin Fedaisi” bilimkurgusundaki mekânlardan düşmüş gibi yansıması. Stewart, Scott’ın bu bilimkurgusunun 2007’deki yönetmenin kurgusunda, yani “final cut”ta da çalışmıştı.

Karanlık gelecekte…

Hikâye, vampirlerle insanların savaşı üzerine açılıyor. Savaşçı rahipler, vampirleri şimdilik yeniyorlar. Bu kısa savaş anlarından sonra film seyirciye, Güney Kore “mahwa” gösterisi yapıyor. Bu çizgi roman/film, Japon “manga”sını çağrıştırıyor. Film, vampirlerin, çiftçilikle uğraşan Pace ailesine saldırısını göstererek asıl hikâyesine başlıyor. Arılar gibi kovanda büyüyen vampirler, bir gece ailenin evine geliyorlar. Anne Shannon ölüyor, baba sanılan Rahip’in kardeşi Owen yaralanıyor ve Lucy de vampirler tarafından kaçırılıyor. Lucy’ye aşık Westland Şerifi Hicks, Rahip’e geliyor ve kanlı macera başlıyor. Owen, Rahip’in kardeşi. Shannon, geçmişte Rahip’in karısıymış. Elbette Lucy de Rahip’in kızı. Kiliseden yeniden vampirlerle savaşmak için Monsenyörlerden izin alamayan Rahip, kiliseye karşı gelip Şerif Hicks’le beraber vampirlerle savaşa girişiyor. Onlara Rahibe de katılıyor sonra. Bir de “kötü adam” insan vampir “Kara Şapka” var. Sergio Leone’nin “spagetti western” filmlerinden düşmüş bir Clint Eastwood gibi. Uzun final bölümündeki trenli sahneler gerçekten heyecanlı. Bir de film üç boyutlu olunca, atmosferin içindeymiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Fonda da Mozart’ın müzikleri de duyuluyor, belirtelim.

(Bu yazı 13 Mayıs 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(13 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

80 Dakika Uzunluğundaki Kar Beyaz’ı İzlemeniz İçin 8 Neden:

1) Türk edebiyatının en değerli roman – öykü yazarı ve şairlerinden Sabahattin Ali’nin hikâyesinin özünü, sert doğa koşullarının içinde mahrumiyet ve fakirlikle sarmalanmış insanların her şeye karşın umuda tutunmalarını, görselliği öne çıkararak öykülediği için.

2) Babası hapishaneye düşen, annesi de kasabada bakıcılık yapan çocuğun kendinden küçük iki kardeşine bakabilmek için, rüzgâr, soğuk, kara aldırmadan ve uzun bir yol kat ederek küçük mola yerine gelip ayran satmaya çalıştığı bir günün öyküsünün, Artvin’in dağlık bölgesinde geçebildiği gibi, dünyanın herhangi bir coğrafyasına dair olduğunu da hissettirdiği için.

3) İnsanı insan yapan ve ruhunda küçük fırtınalar koparırken dışa vuramadığı duyguları, öyküsü gibi vakurlukla aksettirebildiği için.

4) Her bir seyircinin kendi algısı doğrultusunda içselleştirebileceği, farklı anlamlar çıkarabilip farklı hissiyatlara savrulabileceği özel bir yapıt olduğu için.

5) Dramatik kurgusundaki yetkinliği için.

6) 2.35:1 görüntü oranında sunulan görüntülerindeki çarpıcı kadrajlar ve ‘doğal / vahşi anlar’ için.

7) Bir film için müziğin nasıl işlevsel olabileceğini kanıtlayan sinemamızdaki nadir örneklerden olduğu, yine dünyanın her köşesindeki insanların kalplerini etkileyebilecek bir müzik çalışmasını ihtiva ettiği için.

8)Örnek oyuncu seçimi ve doğru tonları yakalamış oyuncu yönetimi için.

(09 Mayıs 2011)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Şövalyeler Hâlâ Yaşıyor mu?

Gerçi Cuma’dan bu yana ihmalde bulunduk ama, Tolga Karaçelik’in Altın Portakal’lı ilk uzun metraj kurmaca filmi “Gişe Memuru”ndan söz etmek istiyorum. Genç yönetmen, filminde zengin hayal dünyası ile tatsız gerçekler arasında kalmış bir adamın hikâyesini anlatıyor. Kenan’ın, yani. Kenan (Serkan Ercan), kendi halinde bir memur. O işteyken babasıyla (Zafer Diper), komşu kızı Özgül (Nergis Öztürk) ilgileniyor. Bir servis arabasıyla evden işe, işten eve gidip geliyor. Bazen tek arkadaşı olan berber Artun’la (Sermet Yeşil) dertleşiyor. Geceleri gizli gizli, arasının hiç iyi olmadığı babasının arabasını tamir etmeye çalışıyor.

Kenan, Tavşancık gişeler bölgesinde gişe memuru. Aslında, ideal bir memur, şimşek gibi hızlı, hatta robottan farksız. Kimse sürat açısından onunla aşık atamaz. Ne var ki, bazen hayal dünyasına kapılıp kendi kendine konuşuyor. Böyle bir kontrol kaybı olayının ardından, yeni atanan gişe müdürü onu psikolojik rahatsızlığı yüzünden, günde üç-dört arabanın geçtiği Afar gişesine sürüyor (Serkan Ercan’ın bir basın toplantısında söylediğine göre, burası esasen ‘Araf’). Yakınlarda çalıştığı için her gün onun önünden arabayla geçen Kadın’a da (Nur Aysan) orada rastlıyor işte.

Önünden geçen kamyon şoförleriyle (hepsi eşsiz Nadir Sarıbacak) ilgilenirken, hep Kadın’ı hayal ediyor, bazen onunla konuşmadığı halde konuştuğunu sanıyor. Kendisi için en çok değer taşıyan anısını da (hayalinde) bir tek ona naklediyor. Küçükken, şövalyelerin varolduğuna inanırmış. Bodrum Kalesi’ne gittiklerinde de bu hayalle en yukarı çıkmak istemiş. Annesi onu böyle bir şey olmadığına inandırmaya çalışmış ama Kenan dinlememiş, babasıyla yukarı çıkmışlar. Şimşek çakışları arasında, onları gözleriyle gördüğüne inanmış. İşin tuhafı, babası da onları gördüğünü söylemiş. Kenan o gün bugün, bir daha hayali gerçekten ayırt edememiş.

“Gişe Memuru”, 47. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde aldığı üç ödülle dikkati üstüne çekmişti. En İyi İlk Film Altın Portakal’ına, En İyi Görüntü Yönetmeni (Ercan Özkan) ve En İyi Erkek Oyuncu (Serkan Ercan) ödülleri eşlik ediyordu. Filmin senaryosunu da yazan Tolga Karaçelik, daha önce yurt içinde ve yurtdışında ödüller almış olan beş kısa film çekmiş, hatta bir Mehmet Güreli belgeselinde görüntü yönetmenliği yapmış. Ona, bir gişe memurunun ilham kaynağı olduğunu söylüyor.

Bu da, tıpkı Kenan gibi, büyük bir hızla çalışan, para alıp, para üstü verip fiş kesen bir memurmuş. Karaçelik “Sıra bana geldi,” diyor. “Paramı verdim, para üstünü verdi, fişi kesti, makine gibiydi. Paralara bakmıyordu bile para üstünü verirken. ‘Teşekkür ederim, iyi günler, kolay gelsin’ dedim. Bir anda kafasını kaldırdı ve bana sanki küfür etmişim gibi baktı, cevap vermedi. Yoluma devam ettim. Çok garip bakmıştı bana, bütün gün düşündüm bana neden öyle baktığını. Sonra anladım. Bir makineydi o işini yaparken; bense onu o makinelikten çıkarmıştım, tekrardan konsantre olup o ruh haline girmeye çalışacaktı.”

Daha önce bilgisayar başında çalışan, arabayla evden işe, işten eve gidip gelen biri olarak, gişenin, kendi hayatının altı biraz kalın çizilmiş bir metaforu olduğunu fark etmiş.

Kenan’ın tek sorunu işi değil, ama. Esas sorunu, babası denebilir. Hakkı, geçinmesi zor bir adam, oğlunun hiçbir şeyi beceremediğini düşünüyor, boyuna onu azarlıyor. Anne öldükten sonra aralarındaki bağ büsbütün zayıflamış. Buna karşılık babası, hayatındaki bir avuç insandan biri: işyerinde ona hep takılan Cengiz (Ruhi Sarı), çocukluk arkadaşı Artun ve komşu kızı Nurgül ile birlikte. Ama zaten sessiz bir insan, konuşmayı sevmiyor. Otuz beş yaşında bir bekâr. Babası onun Nurgül’le evlenmesini istiyor, kızın da Kenan’a zaafı ver ama onun niyeti yok hiç. Afar gişesinden geçen Kadın ise, geceleri tamir ettiği baba arabası gibi, onun için bir özgürlük timsali.

Gişe memuru, ailesizlik duygusuna kapılmış, birinin çocuğu olmakla babası gibi olmak arasında kalmış bir karakter. Bunca etkili bir kurmaca karakter yaratan yönetmenin başarısında, yaptığı araştırmaların da payı var. Yapı-Yol Sendikası’na başvurmuş, Kadıköy’deki merkezlerine gitmiş. Yaşadıklarını anlatınca, sendika temsilcisi ona başından geçen benzer bir olayı nakletmiş: Bir akşam kapısı çalınmış, kapısında yeğeni var. “Ne oldu dayı, kavgalı mıyız?” diye sormuş aniden. “Nerden çıkarttın?” diye sormuş dayısı. “Üç gündür gişenden geçiyorum, selâm veriyorum, hiçbir şey söylemiyorsun.”

Tolga Karaçelik, “Benim o bakışın nedenini anlamam sayesinde beni aralarına kabûl ettiler, hep yardımcı oldular,” diyor. Çamlıca gişelerine gitmiş, gişe memurlarıyla tanışmış, bir ay o gişelerde mesai yapmış. “27 yaşında kendi ayakları üzerinde duran bir erkek olmak ile başkasının oğlu olmak arasındaki o noktada olduğumu ve etrafımdaki birçok kişinin bu yolculukta uzun bir sure takılı kaldığını farkettim.”

Kenan’ın hayatında Bodrum Kalesi olayının, orada gördüğüne inandığı şövalyelerin büyük rolü var. Onun gerçeklik duygusunu zıvanadan çıkaran bir olay bu. Özellikle gişede tek başınayken, başka dünyalara kayıyor. Çocukluğundan beri hep gerçeklik konusunda sorunu olmuş. Tabii, bunun ille de kötü bir şey olması gerekmiyor ama, kelimenin tam anlamıyla bir “gişe memuru”nun sıradan hayatıyla harmanlamak zor.

Karaçelik, oyuncularıyla, özellikle Serkan Ercan ile uzun uzun konuşmuş, prova yapmış. Zaten filmdeki yüksek oyunculuk düzeyinden belli oluyor. Mehmet Güreli’nin “Gölge”sinde görüp çok beğendiğim Ercan, mükemmel bir oyun çıkarmış. Kenan rolüyle 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü “Çoğunluk”un başrolündeki Bartu Küçükçağlayan ile paylaşan aktör, Peyami Safa uyarlaması “Gölge”nin Halim’iyle de 15. Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü almıştı. Tiyatro sevgisine hep hayran olduğum Zafer Diper ile “Kıskanmak”ın ödüllü oyuncusu Nergis Öztürk, Yeşil, Sarı, herkesin performansı iyi. Nadir Sarıbacak’ı da unutmuyorum elbette. “Uzak İhtimal”in çok başarılı oyuncusu, gişenin önünden geçen bütün arabaların şoförlerini oynuyor. Kadın hariç… Mehmet Güreli ise, filmin sürprizi. Finale doğru, eski oyuncusuyla karşı karşıya geliyor ve düpedüz ‘rol çalıyor’.

(09 Mayıs 2011)

Sevin Okyay

Hollywood’dan Paradigmanın İflasına Bir Ayna: Kimliksiz

Abartılı Amerikan rüyası safsatalarının bilindik patikalarında seyirciyi aptal yerine koyan filmleriyle dünya sinema piyasasını elinde tutan Hollywood’dan yeni çıkan Kimliksiz – Unknown, hem şaşırtıcı konusuyla bu imajı sorguluyor, hem de emperyal paradigmanın ‘gerçek’ karşısındaki durumunu gözler önüne seren bir film.

Bol bayraklı, Amerikan rüyasını dünyanın her tarafına yaymayı konu alan Hollywood yapımlarından bıkkınlık geçiren sinema izleyicisinin bu algısını biraz olsun tamir edecek Kimliksiz gösterime kısa bir süre önce girdi. Filmin, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Wikileaks’ın yarattığı tartışmalara denk gelmesi dikkat çekici.

Yönetmenliğini Jaume Collet-Serra’nın yaptığı, Liam Neeson, Diane Kruger, January Jones, Bruno Ganz, Sebastian Koch gibi isimlerin oyuncu kadrosunda yer aldığı Gerilim – Dram türündeki film, bir yandan gizli servis elemanlarının maruz kalacağı olası kimlik karmaşasına işaret ederken, öbür yandan da Amerikan siyasetin dünyaya biçmeye çalıştığı kimliğin gerçekle yüzleşmesi aşamasındaki tutarsızlık zincirlerine ışık tutuyor.

Baştan sona yüksek bir çıtayla seyreden, senaryonun sürekli gizem sarmalıyla örülmesi, hatta bulmaca gibi bir konuya sahip olması ile izleyiciyi sürükleyen yapım, ‘bilinmezlik ve inandırıcılık çabası’ zeminiyle ve bu zemini destekleyen görsel doyuruculuğuyla da dikkat çekiyor.

The Bourne Identity, Filghtplan gibi benzeri filmlerle paralel hatlarda ilerleyen film kadrosunun oyunculuk desteği ise dikkate değer.

Dünyanın sayılı bilim insanları ve devlet liderlerinin katılacağı ve Berlin’de organize edilen bir konferans için görevlendirilen bir grup ajanın dünyanın kaderine oynayan vazifeleri sırasında işlerin yolundan çıkmasıyla başlayan film, yüklenen bir belleğin bütün veritabanını yitirmesi gibi, kimlik ve kişilik karmaşasına giren Martin’in gerçeğin peşine düşmesini konu alıyor.

Sağ gösterip sol vuran emperyal politikalar

Sözkonusu bilim kongresinde önemli bir bilim adamının dünyanın tamamını, özellikle de kapitalizmi ilgilendiren bir açıklama yapması plânlanmaktadır. Tamamen doğal yollarla ürettiği ve her mevsime uyumlu, birkaç kez ürün veren ve her türlü hava koşullarında yetişebilen bir mısır türünü (simgesel olarak) Suudi Kral’ın finansmanıyla dünyaya armağan etmeye hazırlanan bilim insanının bu çabası, özellikle de dünya siyasetine yön veren kapitalist güçlerin işine gelmemektedir. Zira milyarlarca dolar anlamına gelen hormonlu, doğal dengeyi alt üst eden kendi pazarlarını tehdit eden bu girişimi, kongre misafirlerinin kaldığı oteli havaya uçurarak engellemeye çalışan CIA, aylar öncesinden hazırladığı ekibini görevlendirir. Ekiple birlikte Martin Harris de doktor sıfatıyla, üstelik kongre davetlilerinden biriymiş gibi içeri sızacaktır. Yine kadın ajanlardan biri de eşi olarak söz konusu kongreye gidecektir. Ne var ki Berlin’de geçirdiği bir araba kazasından sonra kendine geldiğinde eşinin kendisini tanımadığı ve başka bir adamın da kendisinin yerine geçtiğini fark eder. Yani Harris’in kontrolden çıktığını tespit eden servis, yeni bir elemanını aynı isimle, üstelik koca bir geçmişi de anında değiştirerek ve başka bir adamın geçmişi haline getirerek durumu yeniden kontrole almaya çalışır.

Kimseyi inandıramayan Harris, bir yandan yaşadığı kaza sonucu bir bilinç kaybı yaşamış olabileceğini düşünürken, öbür taraftan asıl kimliğinin giderek ağır basmasıyla bu oyunu aksiyon ve gerilim dolu bir eforla bozmaya koyulur.

Başlangıç kısmı kısmen sönük, gri bulutlarla süslü, soğuk bir atmosferde geçen filmin ikinci yarısı ise bol aksiyonlu ve oyunculukların da tırmanışa geçtiği bir seyir izliyor.

Huma bitkisine yandan bir selâm

”Geçmişi Olmayan Adam” türevlerini anımsatsa da çok daha başka bir yoldan konuyu ele alan filmin enteresan bir yanı da, pek bilinmeyen bir Dersim söylencesine yandan atıfta bulunması. Elbette ki bilinçli yapılmamış olsa da, Huma bitkisinin öyküsünü hatırlatır bir yanı var filmin. Derler ki tarihin birinde sadece Dersim’de yetişen ve bir çok hastalığa deva olan Huma bitkisi (Ki Huma kelime etimolojisi olarak Huda, Allah’a kadar uzanan bir kavramdır) Amerikalılarca tespit edilir ve Dersim’e gelen kalabalık bir ekip dağlarda bu bitkinin tamamını kökleriyle birlikte söktükten sonra dağlar ilâçlanır ve o bitki bir daha yeşeremez. Yanlarında götürdükleri Huma, söylem odur ki bu gün kanser ve birçok hastalıkta ilâç olarak kullanılır.

Oldukça yüksek bir bütçeyle çekilen, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya ve Kanada ortak yapımı filmin bazı aksiyon sahneleri abartıya kaçsa da, özellikle Wikileaks belgeleriyle ortalığa saçılan kirli ilişkilerin hangi mekanizmalar devreye sokularak sonuçlara dönüştürüldüğünü projeksiyondan geçiriyor. Öyle ki Suudi Kral’a radikal gruplarca suikast düzenleniyormuş süsü verilen bir eylemle, bilim insanı ve bitkisini ele geçirip kontrolü ele geçirmeye çalışan finans – kapital, bu yolda hiçbir sınır tanımamaktadır. Üstelik de dünyanın en büyük üniversiteleri ve bilim akademileri, akademisyen ve bilim çevreleri de dahil edilerek.

Ancak işler her zaman onların istediği şekilde gitmemektedir ve kontrolden çıkan küçük parçaların birleşmesiyle gezegeni ilgilendiren büyük bir oyun bozulmuş olur.

(08 Mayıs 2011)

Rawin Sterk

Hüseyin Zan

Muammer Özer’in Bir Avuç Cennet filminin açılışında, Anadolu’dan İstanbul’a göç eden aileyi taşıyan traktörün şoförü idi Hüseyin Zan. Yıllarca kötü adamın yardakçısı olarak esas oğlandan dayak yiyen Zan’ı, uzun bir zamandan sonra traktör şoförü olarak görmek, ilginç bir izlenimdi.

Sinemamızın kötü adamlığı dizi rol haline dönüştüren, Ahmet Tarık Tekçe’den başlayarak Öztürk Serengil, Erol Taş, Kenan Pars, Turgut Özatay, Bilal İnci ve diğerleri yanında, filmin kahramanına, sevgilisine, ailesine, iyi tarafta olanlara her türlü fenalığı yapan grup içinde yer alırdı, genellikle Zan. Farklı roller oynadığı da oldu, hatta Çetin İnanç’ın Bombala Oski Bombala * (1972) filminde başrol oynadı. Sinemamız bunu zaman zaman yapmıştır, yıllar boyu figürasyon üstü yan rollerde oynayan kimi oyuncuları (Salih Tozan, Sami Hazises, Nusret Özkaya, Suzan Avcı, Ayşen Gruda, Özcan Özgür…) sırası gelmiş başrolde oynatmıştır.

Hüseyin Zan, Yeşilçam’ın üretimi filmlerin vazgeçilmez oyuncularındandı ve o devirde afişlerde, jeneriklerde adı küçük harflerle yazılan kimi kaderdaşları gibi 80’lerin başında başlayan çözülüm ile piyasadan çekildiler, televizyonlara kayan oldu ama kimileri İstanbul’u da terk ederek kendilerine yeni yaşamlar kurdular. 1960’da İçimizden Biri (Türker İnanoğlu) ile sinemaya giren Zan, Yeşilçam’ın kendisine giydirdiği rollerde, kavgacılıkla yıllarca perdede yerini aldı, sonraları, arada değindiğimiz gibi farklı rollerde oynamasına rağmen, yıllarca yaptığı işi -kavgacılığı- sinemaya yeni girecek olanlara öğretmeye çalıştı ama filmlerde giderek değişiyordu, rollerde. Şimdiki nesil seyirci, eğer eski filmlere ilgi duyar, televizyonda veya sair yollarla izleme olanağına kavuşursa, filmlerden birinde mutlaka Hüseyin Zan’a rastlayacaktır, tanıyamayabilir de ancak o filmlerinde kabûl gördüğü bir dönem vardı, o rollerinde.

İyi veya kötü karakterde rol alan ve bu özellikleri -genellikle- her görüldüğünde doğru değerlendirilen rollerinin benimsendiği oyuncular vardı. O filmlerden kimisi kalıcı idiler, kitaplara girdiler sinemamızın anıldığı günlerde -kopyasına ulaşılıyorsa- hâlâ gösteriliyorlar. Kimileri ise -seyredilip geçilenler- hiç beklemediğimiz zamanlarda karşımıza çıkıyorlar. İşte bunların herbirinde Hüseyin Zan’a şu veya bu rolde rastlamak olası.

Yıllardır sinemadan uzaklaşmış olsa da hâlâ Yeşilçam’ın bir parçası olarak kalan Hüseyin Zan’ın kaybı, şimdilerde kapatılmış kapılarına demir kepenkler konulmuş Emek Sineması ile bir döneme, bir sinema anlayışına ad veren Yeşilçam çınarından bir yaprağın daha düşüşüdür, acaba kimlerin umurunda… ama o kadar yitiğe rağmen yine kalan, şu veya bu nedenle izlenebilen kimi filmler hep olacak, o zaman adı bilinmese de, görüntüsü tanınmasa da Hüseyin Zan (ve daha bir çokları) hep yaşayacaklar …

Sinema yönetmenleri ile ilgili bir derleme yapmaya çalışıyorum ama sadece uzun metraj ve kurmaca filmlerde. Yoksa sinemada kısa film ve belgesel film alanlarına girmek istemiyorum ve de televizyon filmleri alanına, şimdi burada bir an durmak istiyorum. Evet, Hüseyin Zan’ın yönetmenliği de var. Sinemada prodüksiyon işlerindeki çalışmaları dışında 1997 yılında bir televizyon filmi yönetmiş: Sevimli Dostlar. Çetin Büyükarkın’ın senaryosunu yazdığı, Yunus Bülbül, Yılmaz Köksal, Sezer Güvenirgil, Yusuf Sezgin, Şehnaz Dilan, Kâzım Kartal, Hüseyin Zan, Kartal Tibet ve Enis Fosforoğlu’nun oynadığı film ile televizyon filmi alanında da olsa, görsel gösteri sanatları alanında yönetmenlik yapmıştır, bir özelliği daha…

* Bombala Oski Bombala’daki Oski, Hüseyin Zan’ın lâkabı idi.

(07 Mayıs 2011)

Orhan Ünser

Çöken Karanlık Bedenleri Çalarken

Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street)
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Anthony Jaswinski
Müzik: Lucas Vidal
Kurgu: Jeffrey Wolf
Görüntü: Uta Briesewitz
Oyuncular: Hayden Christensen (Luke), John Leguizamo (Paul), Thandie Newton (Rosemary), Jacob Latimore (James), Taylor Groothuis (Briana)
Yapım: Herrick-Mandalay (2010)

Gerilim sinemasının iyi yönetmenlerinden Brad Anderson’ın “Kıyamet Gecesi”, karanlık üzerine bir korku-gerilim filmi. Sonu umutlu bu filmde iki çocuk umudu simgeliyor.

ABD’inin en küçük eyaletlerinden kuzeydoğudaki Connecticut’ta 1964 yılında doğan Brad Anderson, sinemaseverler için, Barcelona’da çektiği şaşırtıcı ve gerilim yüklü 2004 yapımı “The Machinist – Makinist” filmiyle hatırlanıyor. Hollywood’un büyük stüdyolarıyla film çekmeyen ve bağımsız kalan yönetmen Anderson, 2008 yapımı “Transsiberian – Sibirya Ekspresi” filmiyle 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne de konuk olmuştu. Beyoğlu Emek Sineması’nda filmi gördüğümüz seansa kendisi de gelmişti. Orijinal anlamı “7. Cadde Üzerinde Ufuk” olan 2010 yapımı “Vanishing on 7th Street – Kıyamet Gecesi”, gezegeni mahveden insanlığın endişelerini yansıtan bir korku filmi gibi algılanıyor başlarda. Sonra mistik bir halin kuşkusu sarıyor zihinleri. Filmin hikâyesi, Michigan eyaletinin Detroit şehrinde geçiyor. Michigan, Kanada sınırında gölleriyle ünlü ortabatıdaki soğuk bir eyalet. İnsanın ölmeden önce görmesi gereken yerlerden. Elbette oltayla balık avlamayı seviyorsanız.

Karanlık çökünce…

Film, bir sinema salonunda başlıyor. Sinema makinisti Paul, film oynarken bir hikâye okuyor. Amerika’ya yerleşen ilk İngiliz kolonisinin başına tuhaf bir olay gelmiş. Bilinmeyen gölgeler, ilk önce bir adaya çıkmış İngilizlerin çoğunu yok etmiş ve geride sadece giysileri kalmış. Bu olay, Detroit şehrinde de gerçekleşmeye başlıyor. Aslında bu filmde sadece bilebildiğimiz hikâye bu. Gerisini ve nedenlerini bilemiyoruz. Yönetmen, seyirciye neyin neden olduğu hakkında pek bir şey söylemiyor. Filmi belki bir “Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” türü gibi de izleyebilirsiniz. Anderson’ın bu filmini, atmosfer anlamında biraz olsun etkileyici bulsak da, genel anlamda insanı çarpmıyor. İnsan, “Makinist”in yönetmeninden daha yaratıcı ve şaşırtıcı film beklentisine giriyor. Filmin senaryosunu yazan Anthony Jaswinski, ülkemizde bilinen bir sanatçı değil. 2002’de “Killing Time” filmini yazıp yönetti. Daha çok televizyon dizilerine senaryolar yazıyor Jaswinski. Caz müziği çalan şehrin heyecan veren barlarından Sonny’s Bar, belki de filmin atmosfer anlamında en etkileyici mekânı. Evet, gölgeler insanları yutuyor ve geriye sadece giysileri kalıyor. Hayatta kalmanın tek yoluysa gerçek ışık. Bir televizyon kanalında haber muhabiri olan Luke, sabah uyandığında bir şeylerin yolunda gitmediğini hemen anlamıyor. Çalıştığı kanala giden Luke, orada sadece elbiseler görüyor. Film üç gün sonrasına gidiyor ve geride sadece birkaç kişi kalmış. Onların da yolu Sonny’s Bar’da buluşuyor. Çünkü, bu karanlıklar içindeki şehirde tek ışığı olan mekân burası. Luke, bara girer ve orada James’le tanışır. Sonra oraya Rosemary gelir. Dışardaki pikabı barın önüne getirmeye çalıştıklarında otobüs durağında yaralı yatan makinist Paul’ü görürler ve ekip tamamlanır. Jeneratörle aydınlanan bar, hepsi için şimdilik güvenlidir. Yönetmen, kurgu anlamında seyircisini görsel anlamda zenginleştirememiş, ama tüm karakterlerin bir şeyleri hatırlamalarını geriye dönüşle yansıtmış. Herkesin yakın geçmişte hatırladıkları var. Küçük James, kiliseye giden annesini bekliyor barda. Rosemary de henüz bir yaşına basmamış bebebeğini arıyor. Paul, filmleri ve müzikleri özlüyor. Luke da bu şehirden hemen uzaklaşmak istiyor. 1972 Londra doğumlu Thandie Newton, Bernardo Bertolucci’nin 1998 yapımı “Bessieged – Teslimiyet” filmiyle adını duyurdu. 1981 doğumlu Kanadalı Hayden Christensen, yoğunluklu olarak televizyon dizilerinde göründü. Irwin Winkler’in 2001 yapımı “Life as a House – Yeni Bir Yaşam” filmiyle sinemada öne çıkmaya başladı. Bu film, sinemada küçük rollerde görünen bu oyuncunun ilk başrolüydü. Elbette George Lucas’ın 2000’lerdeki “Star Wars -Yıldız Savaşları” seri bilimkurgusunda Anakin Skywalker’ın gençliğini canlandırdı. Filmde, arada bir görünen küçük kız Briana, insana umut veriyor. Kilisede hayatta kalmayı başaran Briana’nın yolu James’le kesişiyor ve ikisi, bir atın üzerinde güneşli ufuklara doğru gidiyorlar. Filmdeki en güzel an buydu işte.

(06 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Çaresizliğimiz mi? *

Nihal, çalışma odasına gelip raflardaki kitaplara bakarak sorar: “Ender abi bu kitapların hepsini okudun mu?” (Çok sorulan ve dünyanın en anlamsız sorularından biri.) Ender’in bunu (bu anlamsızlığı) bilmesi lâzım, bir an durup cevap verir: “Bazılarını hiç okumadım, bazılarını da birden fazla okudum, meyve yiyerek okudum” ve raftan J. D. Salinger’in Gönülçelen kitabını alarak, Nihal’e verir. Nihal kitabı karıştırır ve Ender’e gösterdiği portakal lekeleri bulur. Nihal, işleri nedeni ile yurtdışında olan ve annesinin ölümü nedeniyle gelmiş bulunan bir arkadaşlarının kardeşi olarak, Ender ve Çetin’e, Ankara’da yalnız kalmasın diye emanet edilmiştir. Günlerce odasına kapanır, bir sabah kahvaltıda beyaz peynir üzerine vişne reçeli koyması ile kendisine yöneltilen samimiliği, -bundan önce ilgi girişimleri cevapsız kalmıştır- karşısında, evdeki misafirliği sona erer, evin bir kişisi olur.

Leny adı nerede geçti, ayırdında değilim ama Nihal -yine- Ender’e kimliğini sorar: “Leny kim?”. Ender raftan bu kez Steinbeck’in Of Mice and Men (Fareler ve İnsanlar) kitabını verir, Nihal’e ve hiç bir şey söylemez. Nihal, bir iki gün sonra okuduğu kitabı geri getirir ve kitaptaki Leny karakteri ile Çetin arasında kurduğu (sezinlediği) ilişkiyi Ender’e sorar gibi yapar, Ender de cevap verir gibi yaparı bile tamamlayamaz. Of Mice and Men yayınlandıktan sonra 1939’da Lewis Milestone tarafından filme alınır. Bizde de çok okunan bir kitap olan Fareler ve İnsanlar (Salinger’in Gönüçelen’i de öyledir) Nevzat Pesen tarafından İkimize Bir Dünya (1962) adı ile sinemaya (ve Yeşilçam’a) uyarlanır. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de bu filmden söz açılmaz ama başlarda Çetin, Yeryüzünde Bir Melek filmini, -film de Hülya Koçyiğit’i- seyreder, sadece, yani sırf kitaplardan söz edilmez filmde.

Ankara’da sokaklarda yürürler, Kuğulu Park’ta kuğuları (ördekleri) gördüklerinde Nihal hayvanları sevdiğinden söz edince Ankara’da bir kediseven sokağı olduğunu söylerler (Kızılay’dan gelip Ulus’a çıkarken -eski?- Büyük Postane’nin sağa dönüş aralığı) ve yürüyüşün sonunda -yılların- İstasyonu önüne gelirler. Nihal okula (üniversite?) gider, arkadaşlar edinir. Yine bir gün konuşurlarken, Nihal ilk aşkı’nı anlatır. Ortaokulda okurken okul bahçesinde açılan kitap sergisindeki, uzun saçlarını arkasında bağlamış delikanlıdan söz eder, tekrar tenefüste koşarak bahçeye iner ama kitap sergileri ve kitaplar ve de kitap satanlar yokturlar, bir daha gelmeleri uzak bile olmayan bir ihtimaldir, aranıp da bulunmayacak bir kitap gibidir.

Nihal eve arkadaşlarının geleceğini söyler. Ender ile Çetin ağırlamak isterler ama gelenler içinde erkeklerde olunca, dışarı çıkarlar, sonra Bora’nın şiir okuduğu bir dinletide, Ender ve Çetin diken üstünde otururken, neden olduğu berlirsiz bir mutluluk (!) içindedir ama mutludur. Ciddi bir şekilde telâşlı Çetin, Ender ile buluşmalarında Nihal’in kendisi ile hamileliği hakkında konuştuğunu ve yardım istediğini söyler, yardım etmiştir bile, Ender fasulye ayıklarkenki sessizliği ile dinler Çetin’i ama bu çaresizliğindendir. Nihal, kürtajdan sonra Bora ile gidince Çetin’in çaresizliği patlar artık, öfkelidir ve artık evlerinde yalnızdırlar. Nihal’in odası da kimsesiz, ta ki bir gün ağlayarak geri dönmesine kadar.

Barış Bıçakcı’nın romanından Seyfi Teoman’ın yaptığı filmde -artık evlerinde yalnız kalan- Ender ile Çetin masa kurup langırt oynamaya başlamadan, Nihal’i, ağabeyi ve arkadaşları ile Almanya’ya yolcu ederler. Nihal giderken her ikisine de sarılır, bir daha görüşmeyeceklerini bilerek. Sonradan yazdığı mektupta dünyanın en iyi iki insanı olarak seslendiği ikiliden elbette Ender’in kalemi ile cevabını alacaktır. Beyaz peynir üzerine konulan vişne reçelini, kediseven sokağını, Çetin’i değil ama Leny’yi hatırlamayacaktır. Ender -her ne yazıyorsa- belki bir gün bitirecektir ama daha bir süre daracık mutfaklarında yemek yapmaya devam edeceklerdir.

Eskiden önce romanlar okunurdu, filmlere de -sonuçta başka şeyler çıksa da- ne olduğu bilinerek gidilirdi. Şimdi Teoman’ın filmi beni tahrik ederek Bıçakcı’nın kitabını okumaya zorluyor, kitabın başına birinci kısmı (başlangıç) alınmayarak sadece son (final) kısmı konan, her türlü yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir, sinema (film) konusu yapılabilir > hiçbir yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir sinema (film) konusu yapılamaz, (Okursam Bıçakcı’nın romanını bu bakış açısından okuyacağım ama bu okuyuş bu yazıya geri dönüşü gerekli kılmamalı.) Bizim Büyük Çaresizliğimiz için de geçerli, Bıçakçı’nınki (roman) başka, Teoman’nın ki (film) başka ama birbirlerinden nasıl ayıracağız!

Bizim Büyük Çaresizliğimiz hakkında bir şeyler yazıp geçebilirdim ama film beni zorladı. Yazdıklarımı yukarıya yazdım ama Birgit Gudjonsdottir’den söz etmeden bitirmek olmazdı. Ülkemizde son yıllarda giderek artan yabancı görüntü yönetmenlerine yeni bir örnek ama unutulacak gibi değil. Başka bir filmde çalışmasa da bir çok övgüyü (ödülde aldı) hak ediyor. Ve Gudjonsdottir’in görüntüledikleri, İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, sinemamızda üçlü aşk üçgeninin hiç denenmemiş bir biçimi. Üçgen tek düzlemli bir geometrik şekildir, ama Bıçakcı / Teoman’ın üçgeni tek düzlemli değil.

* Bizim Büyük Çaresizliğimiz / Barış Bıçakcı > Seyfi Teoman

(07 Mayıs 2011)

Orhan Ünser

Bu Ülkedeki Acılarla Yaşamak

Küçük Günahlar
Yönetmen-Senaryo: Rıza Kıraç
Müzik: Alp ErkinÇakmak
Kurgu: Uğur Aydedim
Görüntü: Türksoy Gölebeyi-Aydın Sarıoğlu
Oyuncular: Macit Koper (İsmet), Berke Üzrek (Melik), Esra Ruşan (Şilan), Tülay Günal (Patron), Rıza Akın (Abi), Gizem Kutsoy (Seçil)
Yapım B Film (2010)

Yazar – yönetmen Rıza Kıraç, süren savaştaki acılara baktığı bu filminde, İsmet’in iç dünyasıyla vicdan denilen şeyler üzerinde de duruyor.

Reklâm şirketinde grafiker olarak çalışan Melik’in, evlerinin yakınlarından gelip geçen bir kız ilgisini çekiyor. Bu ilgi, onun bilmediği dünyalara ve gerçekliklere götürüyor. Kürtlerin gazetesinde çalışan Şilan’ın, Kuzey Irak’taki abisi yanına gelmesini istiyor. Polisin sürekli takibindeki Şilan, işkencelerden de geçiyor. Şilan’ı takip eden Melik, Şilan’la Şilan’ın beraber yaşadığı yaşlı ve gizemli İsmet’in ortak dünyalarına da giriyor. Herkesin bir hikâyesi var. Kimilerinki acılarla yüklü. İsmet, Melik’in Şilan’la ilgilendiğini anlıyor, ama öfkeyle yaklaşmıyor Melik’e. Aralarında dostluk da gelişiyor. Sonra zihinlerin en dibindeki bilinmeyenler de vicdan dökümüyle dışarı çıkıyor. İsmet, abisiyle farklı dünya görüşündeymişler yıllar önce. Abisi ihbar edince solcu arkadaşlarıyla hapse düşüyor, işkenceler görüyor. Bir hafta sonra da 12 Eylül darbesi gerçekleşiyor ve İsmet’in hapsi sekiz yıl sürüyor. Zihinsel gelgitler yaşayan İsmet, absini affetmese de, abisinin vicdan azabını hissediyor yıllar sonra. Şilan, şair de olan İsmet’in dizelerine aşık belki de. Ama, şimdi onu terk etmek zorunda. Melik, tam reklâm dünyasında çalışan insanların ruh halinde. Başlarda para sıkıntısı çekse de kadınsız kalmıyor.

Ustalara selâm…

Yazar Rıza Kıraç’ın birçok kitabı Altın Kitaplar’dan çıkmıştı. “Dolphin Video”, “Annemin Bahçesi”, “Düşmüş Erkekler Masalı” gibi romanları yayımlandı. Yönetmen Rıza Kıraç’ın “Son Bakışta Aşk” ve “Meleğin Selamı” kısa filmleri, “Alim Hoca”, “Ömer Kavur’la Yola Çıkmak” ve “Peki Ya Londra” belgeselleri var. “Küçük Günahlar”, 1970 doğumlu yazar – yönetmenin ilk uzun konulu filmi. “Küçük Günahlar” filminde yönetmen, Jean-Luc Godard ve François Truffaut’ya da selâm göndermiş estetik denemeleriyle. İsmet’in evindeki ilk kahvaltı sahnesindeki hiç kesme yapmadan kaydırmalı çekimde Truffaut ruhuna dokunuluyordu. Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” filmini çağrıştırıyordu bu anlar. Sadece estetik anlamda değil, içerik anlamda da “Unutulmayan Sevgili”yi hatırlatıyor “Küçük Günahlar” filmi. Her iki filmde de “aşk üçgeni” var çünkü. Yönetmen bazı anlarda, kamera açısını değiştirmeden “sıçramalı kurgu”yu denemiş. Tıpkı Godard’ın 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki gibi. Bu filmin sevmediğimiz tek yönü, insanı ağlatmak için büyük çaba göstermesiydi. Bazen melodramdan kurtulamıyor insan. Filmin dışavurumcu ışık düzenlemelerini ve mekânların yansıyışlarını beğendik. Filme estetik anlamda değer katıyor bunlar. Şilan, “yaban çiçeği” anlamına geliyormuş Kürtçede. Bu filmde, Türkçe ve Kürtçe kelimeler de duyuluyor. Bu filmin, finalde dağı kutsayan tarafları insanı umutsuzluğa düşürüyor, belirtmeliyiz.

(06 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Bohem Anneyle Kırgın Kızı

Copacabana: Düğün Hediyesi (Copacabana)
Yönetmen-Senaryo: Marc Fitoussi
Müzik: Tim Gane-Sean O’Hagan
Görüntü: Helene Louvart
Oyuncular: Isabelle Huppert (Babou), Aure Atika (Lydie), Lolita Chammah (Esmeralda), Jurgen Delnaet (Bart), Joachim Lombard (Justin), Noemie Lvovsky (Suzanne), Luis Rego (Patrice)
Yapım: Avenue B (2010)

Isabelle Huppert’in çarpıcı performans gösterdiği “Düğün Hediyesi”, gerçekçi ve coşkulu. Bu film özgür ruhlu kadınlara adanmış gibi.

Babou, alışveriş merkezlerinde bedava makyaj yapılan kozmetik ürünler satan yerde makyajını yaptırdıktan sonra, garsonluk yapan kızı Esmeralda’nın yanında alıyor soluğu. Kendisine soğuk davranan kızına yemek sipariş verdikten sonra oradan uzaklaşıyor. İşsiz bu özgür ruhlu kadın, kızının kendisine sormadan Justin’le evleneceğini öğreniyor. Babou, resmi ve dini nikâha karşı, sıradışı ve belki de anarşist bir kadın. Kızı, düğününde olmamasını istiyor annesinden. Esmeralda, annesinin bohemliğinden utandığı için nişanlısının ailesine Babou’nun Brezilya’da olduğunu söylemiş. Babou’nun en büyük düşü Rio’ya gidip Copacabana’yı görmek. Babou’nun dertleştiği ve karşılıklı içtiği tek dostu Patrice. O da Babou’ya aşık. Babou, Patrice’in Ostende şehrinde iş için başvurduğunu öğreniyor. Patrice arabası olmadığı için dairelerin devre mülk satışı işine girememiş. Arabası bozulan Babou, eskiden iyi arkadaşı olan Suzanne’ın arabasını ödünç alıp işe başvuruyor. Hiçbir işte dikiş tutturamamış Babou, bu devre mülk işine sıkı sıkıya sarılıyor. Çünkü kızına bir düğün hediyesi vermek istiyor. İşinde hemen yükselen Babou, oradaki patronu Lydie’nin gözdesi oluyor. Ama, Babou’nun yüreği iyi olduğu için yine işsiz kalıyor. Çünkü o, evsiz iki sevgiliye dairelerden birini ödünç olarak veriyor soğuk gecelerde. Yine kaybeden Babou, tazminatını oradaki bir “casino”ya yatırıp kızına sürpriz yapıyor finalde. Filmde çarpıcı bir sahne var. Babou, Ostende şehrinde balıkçı Bart’la tanışıyor. Bu tanışmanın en ilgi çekici yönü, genelde kadınlardan duyulmaya alışılmış serzenişleri Bart’dan duyulması. Bart, Babou’nun cinsel yönden kendisini kullandığını söylüyor. Dünya tersine dönmeye başladı sanki. Babou’nun özgür ruhu sarsıcı fırtınalar savurduğu için, erkekleri de ona mağlûp olmuş geçmişte. Oradan oraya dolaşan Babou’nun dolaşmaktan boğulan kızı Esmeralda’nın babası da, geride kalmış erkeklerden birisidir herhalde. Esmeralda da dolaşmaktan yorulduğu için, annesinin burjuva değerleri olarak gördüğü evliliğe sığınıyor sonunda.

Kuzeyin soğuk görüntüleri…

Kendisine Babou diyen Elizabeth’in çalışmak için gittiği Ostende şehrinin mimarisi genellikle 19. yüzyıl tarzında. Gotik ve Romanesk tarzında sinagog ve kiliseleri olan bu şehrin limanı ve balıkçılığı da ünlü. Belçika’nın Flanders bölgesindeki Ostende, Fransa’nın Normandiya bölgesiyle sınırda olan soğuk bir şehir. Bir an kendinizi Normandiya’daymış gibi hissediyorsunuz. Ama, Babou ve kızının yaşadığı şehir, Fransa’nın kuzeyinde Belçika sınırındaki Lille ve Roubaix şehirleri arasında kalmış Tourcoing şehri. 1974 doğumlu Fransız yönetmen Marc Fitoussi’nin filmleri büyük İngiliz yönetmen Ken Loach’la karşılaştırılıyor Fransa’da. Kadın kameraman Helene Louvart’ın çerçevelerinde bunu fark edebilirsiniz. Louvart’ı, Wim Wenders’in üç boyutlu “Pina” belgeselinden de hatırlayabilirsiniz. Hatta, Fitoussi’nin bu ikinci uzun filmi “Copacabana: Düğün Hediyesi”nde Chabrolyen taraflar da hissediliyor. Belki de, Isabelle Huppert’in Claude Chabrol’ün birçok filminin önemli bir parçası olmasından dolayı. Filmi görünce, bu iki yaklaşımı da fark ediyorsunuz. Fitossi’nin bu filmi, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapmıştı.

(06 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]