Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması: Sinemamızın 80 Sonrası Serüvenine Dair …

“İyi Sarsan” Bir Çalışma

Zahit Atam’ın, hazırlıkları uzunca bir süreye yayılan “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması” (*) adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Sinemamızdaki insan kavrayışının ve ahlâki ideallerin tersyüz edilmesinin nedenlerini, anlatı yapılarının çözümlenmesini, yönetmenlerin sosyo-politik açıdan tarihle hesaplaşmasını ve kişisel biyografilerini içeren eser, ‘ülkemizde yeni sinema üzerine yazılmış en kapsamlı çalışma’ olma iddiasına sahip.

Kitabın somut olarak yazılışının 16 ay sürdüğünü belirten Atam; kurucu yönetmenler Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim(ağaoğlu) ve Yeşim Ustaoğlu’nu kapsayan çalışmasının önsözünde, Yeni Sinema’nın dört yönetmeniyle olan kişisel ilişkilerine açıklık getiriyor: “Hepsiyle ya ilk filmlerini yaptıktan sonra, ya da daha öncesinden tanışmış birisiyim. Onlarla o zamandan bu yana belirli şeyleri konuştum ve paylaştım.” Böylelikle, 750 sayfayı aşan eser, kimi zaman bireysel yaşanmışlıklar sonucu ortaya çıkan gözlemlere, kimi zaman da Atam’a özgü -ve yazara, özellikle “Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi”ndeki yazılarından aşina olan sadık okuyucularına hiç de şaşırtıcı gelmeyecek- sarsıcı yorum ve değerlendirmelere kapı aralıyor. (Kitaba “Sinema Tarihçisi Olmak” başlıklı bir sunuşla katkı koyan Sırrı Süreyya Önder, bu durumu “Film analizlerini okurken Zahit’in düşünceleriyle hiç dar polemiğe düşmeyeceksiniz. Belki gerçekliğin farklı yorumları arasında kalabilirsiniz; ama siz farklı düşündüğünüzde, sizin öyle düşünmenizin nedenini de size anlatacaktır” şeklinde açıklıyor ve ekliyor: “Ana caddelerimizin dar, siyasetimizin boğucu, kültürümüzün kurumuş olduğu bir ortamda kitabı tek kelimeyle özetlemem istenirse, ‘iyi sarsıyor’ diyebilirim.”)

Kitabın yayınlanmasının hemen ardından gerçekleştirdiğimiz söyleşide, çalışmasının bir anlamda Yeni Sinema’nın Türkiye’de kuramsal bir çerçevede ilk incelenme çabası olduğuna değinen Zahit Atam, eserin daha önce yazılan hiçbir çalışmanın tekrarı olmadığına ve daha da önemlisi çok geniş bir literatürden beslenerek yazıldığına vurgu yapıyor: “Amacım kuramsal çerçeveyi oturtmak, Türkiye’de bundan sonra Yeni Sinema hakkında yapılacak çalışmalara sağlam bir zemin inşa etmekti. Sosyolojik, estetik, siyasal ve psikanalitik açıdan 1980 darbesi ve sonrasını hem yaratıcı yönetmenlerin bünyesinde, hem de toplumun yaşadığı travmanın sosyo-kültürel boyutlarıyla incelemeyi amaçlıyordum. Bu anlamda kitabın bütününe diyalektik bir sorgulamanın damgasını vurduğunu söyleyebilirim.”

İsmet Özel’e Gönderme

Bütün bunların ışığında, Atam’ın farklı yaklaşımı “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”nın ilk satırlarından itibaren okuru kucaklıyor, en çok da 17 sayfaya yayılan otobiyografiyle doruğa çıkıyor. “Gerçekçi olmayan ozan ölür; ama yalnızca gerçekçi olan ozan da ölür. Yalnızca akla aykırı yazan, kendisince, bir de sevgilisince anlaşılır; ancak bu da oldukça umut kırıcıdır. Yalnızca akılcı olanı ise eşekler bile anlar; ama bu da epey hüzün vericidir!” şeklinde başlayan otobiyografiye dair sorularımızı, “Sıradan bir biyografi yerine nesir şiir formatında, bir yandan özgeçmişimi; ama öte yandan kitabın konusu olan darbe sonrası dönemin analizini yapmayı amaçladım.” diye yanıtlıyor Atam. “Nesir şiirin bir başka amacı daha vardı. Yıllar öncesinde İsmet Özel’in sola saldıran bir söylem kullanırken, ‘sol, aklıyla – fikriyle benim şiirime meydan okusaydı’, diye bir ifadesi vardı, ben onun asla yazamayacağı bir nesir şiir yazarak, onun aklına ve fikrine meydan okudum. Eminim ki eğer okursa, kendi meydan okuma tavrından ricat yollarına girecektir.”

Sinema Eleştirisi Tarihine Katkı

Merkezinde Yeni Türkiye Sineması ve kurucu dört yönetmen olmakla birlikte, Zahit Atam’ın incelemesi “Türkiye Sinema Tarihi Nasıl Dönemlendirilebilir?” sorusuna yanıt arayarak yola çıkıyor. Nijat Özön’den Rekin Teksoy ve Giovanni Scognamillo’ya uzanan çizgide, sinema tarihçilerinin çalışmaları ekseninde yapılan değerlendirmeler, yeni bir dönemlendirme çabasını da beraberinde getiriyor. Atam’ın bu çabası, ilerleyen sayfalarda “Türkiye Sinemasının Devraldığı Miras”, “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme” ve “Yeşilçam Döneminin Bitişi” süreçlerini de kapsayan analizlerle devam ediyor. Kitabın bir bütün olarak bakıldığında Yeni Sinema eleştirisinin yanı sıra, sosyal ve siyasal tarihimizin özellikle 80 sonrasına yönelik değerlendirmelerden oluştuğunu söylemek mümkün. Zahit Atam, çalışmasının oldukça geniş bir alana yayılan kapsamını, “Önsöz ve giriş bölümü tam olarak teorik çerçeveyi kurmak için yazıldı. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ile dünya tarihindeki değişimlerin nasıl paralellikler gösterdiğini açıklamak önemliydi. Daha en başında Türkiye’de yapılan askeri darbe, bir tür NATO bünyesinde planlanmış ve Türkiye dünyanın köklü olarak sağa evrildiği bir aşamada darbeyle yüz yüze gelmiştir. Öte yandan darbe, Türkiye’nin siyasal haritasını değiştirmiştir, çünkü 78 kuşağı iktidarı istiyordu, egemen ideolojinin bütün önermelerini ters yüz eden bir yaklaşımı toplum genelinde meşru hale getirmişti. Darbe, baskıyla ve inanılmaz bir ahlâksız söylemle Türkiye’nin rotasını değiştirirken, aslında ülkede egemen ideolojinin en belirgin karakteristik temasını oluşturdu. Toplum riya üzerinden bütün ilişkilerini yeni bir eksene kaydırdı. Bu sürecin hem birey-sanatçıların düzleminde, hem de çok değişik gibi görünen filmlerin içinde tematik bir süreklilik taşıdığını göstermek sosyolojik açıdan çok önemliydi. Psikanaliz ise özellikle her bir yaratıcı yönetmen nezdinde, topluma dayatılan çatışmanın nasıl yansıdığını anlamak için öne çıkıyordu. Nihayetinde, aslında toplumumuz ve bireylerimiz kendi gerçekliklerini yaşamadılar. Kendilerine sunulan bir düzlemde sınırlı-sorumlu bir hayat sürdüler. Bütün özgürlük ve bireysellik söylemlerine rağmen, hayat toplumsal olarak kurulur. İnsanlar toplumun bütünüyle yenilgiye uğradığı, bütün değerlerini sorguladığı ve inançsız bir ortamda, yeni sinemanın kötümser söylemi çok daha net anlayabilir.” şeklinde ifade ediyor.

Minimalist Anlatı, Kitlesellik ve “Amerika’nın Çöplüğü”

Dört yönetmen ekseninde bir dönem panaroması çizen ve ele aldığı sanatçıları hemen hemen tüm filmlerini masaya yatırarak irdelemeye gayret gösteren Atam, çarpıcı başlıklar halinde, sözgelimi “Üç Maymun”u Yılmaz Güney ve devrimci sanat ile, Demirkubuz’u Nietzche paradoksuyla, “Tabutta Rövaşata”yı statükoyla çatışma noktasında ve Yeşim Ustaoğlu’nu 78 kuşağıyla ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışıyor. Bu noktada akla bir soru takılması da kaçınılmaz oluyor: Yeşilçam’ın çöküşü ve 12 Eylül neticesinde geniş kitlelerle bağlarını yitiren yedinci sanat, ulusal / uluslararası festivallerde övgüye boğulan Yeni Türkiye Sineması ile özlemi duyulan bir çizgiye ulaşabildi mi? Başka bir deyişle (çoğunlukla) politik yaklaşım sergilemekten uzakta duruyor gibi görünen ve “minimalist” bir anlatı modeline yaslanmaya çalışan yeni dönem sinemacıları adına kitlelerle bağ kurmak (şimdilik) olanak dışı mı? Atam, bu sorunun yanıtının Amerikan sinemasından bağımsız düşünülemeyeceğini savunuyor: “Türkiye’de sinemacılar, halkın beğenisinin, anlama düzeyinin, estetik tercihlerinin büyük oranda darbenin kanalize ettiği haliyle, Amerika’nın çöplüğünden beslendiğini biliyordu. Öyle ki bugün ülkemizde iki üç kuşak üst üste Amerikalıların imgeleriyle beslendi, onların dilini öğrendi, onların kavramlarıyla konuşuyor. Brezilyalı bir yönetmenin deyimiyle, ‘kendi ulusal sinemasını yapan yönetmen, Amerika’nın egemenliği nedeniyle, kendi ülkesinde bir yabancı olarak algılanıyor. Amerikanlaştırılmış film yapmadan bir üçüncü dünya ülkesi filmini halka benimsetmek giderek bir imkânsız çabaya dönüşüyor.’ Tam da bu nedenle İslami korku filmlerinden güncel siyasal değerlendirmelere, hatta siyasette propaganda araçlarına kadar, ülkemiz Amerika’nın çöplüğü haline gelmiştir. Yeni Sinema tam da bu veri tabanını reddederek işe başladığı için, bir anlamda “kendi yurdunda sürgün” olarak yaşamayı göze almıştır. Bu minimalist olduğu anlamına gelmez; hatta apolitik olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır, kendi söylem dağarcığını bir başka alana taşımıştır, toplumun histerik çıkışlarına seslenmeyi ise birincil görevi olarak görmez.” Yazara göre yeni dönem sinemacıları Avatar’la heyecanlanmıyorlar, onun sosyalist propaganda olduğu ya da Matrix’te felsefe yapıldığı yalanlarına da karınları tok! “Kaldı ki Türkiye köklü bir apolitikleşme yaşadığı için, zaten politik filmler daha köklü olarak yalıtılmış durumdalar.”

Kitaba Sığmayanlar

Çalışmanın son dönemlere damgasını vuran iki yönetmene, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’na yer verilmemesinin nedenini soruyoruz Atam’a. Yazar, bunun nedenlerini bir kaç başlıkta ele alabileceğini belirtiyor: “Birincisi, ikisi de kuruluş sürecinde yer almadılar, daha sonra aktif üretime geçtiler, bu nedenle yeni bir kitapta ele alınacaklar. İkincisi, Reha Erdem aslında yeni sinemanın bir parçası değildir. Nuri Bilge Ceylan ilk söyleşilerinde, ‘sinemaya geçerken, reklâm estetiğinden büyük oranda kopmam gerektiğini biliyordum’ diyor, hakikaten de kopmuştur, üstelik reklâm için en yetenekli isim olmasına rağmen. Ama Erdem’in hikâyelerinin kuruluş sürecinden çekimlerine kadar “fake” bir imajinasyon vardır, reklâm kokar. Kaplanoğlu sineması da önemli farklılıklar içerir; örneğin ele aldığım yönetmenler metin üretir, Kaplanoğlu ise meta-metin üretir. Ama kitaba alınmamalarının nedeni ilk söylediğimdir, daha sonra ele alacağım. Ben bu iki isimden çok, kitaba Yeni Sinema Hareketi’ni sığdıramadığıma hayıflanıyorum, çünkü onları da çok önemli buluyorum. Üstelik bu hareket incelendiğinde çok önemli bir fark daha ortaya çıkıyor: Yeni Sinema’nın kurucu yönetmenlerinin filmleri reaksiyonerdir, Yeni Sinema Hareketi’nin yönetmenleri, yani ikinci kuşağın sineması ise aksiyonerdir, yeniden bir dirim enerjisini sinemamıza getirir.” Zahit Atam’a göre sinemamız giderek daha politik bir söylemi içten içe üretiyor, özellikle 1990 sonrasında ortaya çıkan yönetmenlerin sinemaları giderek ülkemizde yeni bir politik-duygusal zemini, yeniden angajmanı öngören ve iktidara karşı direnmenin güzelliğini anlatan bir söylemi inşa etme sürecinde. Atam: “Bütün bunlar, Erdem ve Kaplanoğlu sineması yanında önemsiz özellikler değildir.” diyor ve bu süreci kuramsallaştırmak ve analizini yapmak için, yeni yönetmenlerin bir kaç filmini daha beklememiz gerektiğine vurgu yapıyor.

Yeni Eleştiriyi Kurmak

Son olarak, kitabın teşekkür bölümünde vurgu yapılan bir dizi ifade dikkatimizden kaçmıyor. Bu kısımda Atam, bundan sonraki süreçte kendisine düşen görevin “yeni eleştiriyi kurmak” olduğunun altını çiziyor. Bu iddialı vurguyu açmasını istiyoruz. Öncelikle varolan eleştiri ortamını özetliyor yazar: “Türkiye’de eleştiri tarihsel süreç içinde çok ciddi bir evrim geçirmiştir. 1960-80 arasında eleştiri aksiyonerdir, yani kendi istediklerini sunmuş, üretilen filmleri bunlardan yola çıkarak eleştirmiş, kendi geleneğini yaratmıştır. Bir perspektife sahiptir. Oysa darbeden sonra eleştiri bir fikir eseri olmaktan çıkmış, büyük oranda malûmat bildiren bir yapıya bürünmüş, tanıtımın bir parçasına indirgenmiş, hatta anonimleşmiştir. Türkiye’de eleştiride iki köklü eksiklik vardır. Birincisi, fikir değeri taşıyan gövdesi aşınmıştır, ikincisi ise eleştirinin kuramsal ya da felsefik dayanakları zayıfladığı için -tam da bu anlamda anonimleşmiştir-, perspektifsiz kalmıştır.” Atam, çıkış yolunu ise şöyle özetliyor: “Eleştiri tarihsel bir felsefi disipline dayanmalı, kendisi felsefik bir çatıya sahip olmalı, yazarın imzası belirli bir dünya görüşüne ve estetik varoluşa karşılık gelmelidir. Bu anlamda telif eseri olmalı ve kişilik kazanmalıdır. Eleştiriyi yeni bir yörüngeye oturtmak, kimlik kazandırmak ve yeniden saygınlığını elde etmek önemli görevlerimizden birisidir. Ki eleştirinin zayıflamasının en acı sonuçlarından birisi, seyirci ve sanatçılar nezdinde inandırıcılık taşımamasıdır. Bir tür yazdıkları önemsenmeyen birisini dönüşmüştür eleştirmen, önemli yönetmenlerin değil, ticari isimlerin karşı çıkışları karşısında bile eleştiri kendini güçsüz hissetmektedir. Eleştiri bir tür toplumsal fikir hayatımız içindeki rehberimiz olarak yeniden tanımlanmalı ve bizzat ürünleriyle bu fonksiyonu üstlenmelidir.”

Yılmaz Güney’e Doğru

Bu kapsamda, önümüzdeki döneme ilişkin projelerine açıklık getiren yazar, kitapta belirlediği genel çerçevenin dışında kalan yönetmenleri başka ciltlere taşımaya karar verdiğini; ama öncelikle Yılmaz Güney üzerine bütün literatürü inceleyen ancak hiç kimseyi tekrar etmeyen bir eser yazma konusunda sabırsızlandığını ifade ediyor.

“Yakın Plan Türkiye Sineması”nın, içeriği ve sarsıcı / düşündüren anlatımı ile son dönemde sinemamız üzerine yapılan en kapsamlı incelemelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

(*) “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”, Cadde Yayınları, 2011, 770 Sayfa

(Bu yazı, ilk olarak Birgün Gazetesi Kitap Eki’nde 21 Mayıs 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

(22 Mayıs 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü