Kategori arşivi: Yazılar

Kâğıthane’de Güzel Şeyler Oluyor

Beyoğlu’nda Emek Sineması yıkılmasın diye mücadele verilirken, Gültepe’de sessiz sedasız üç sinema salonu yapılıyor. Aslında Kültür Kompleksi demek daha doğru olur. Çünkü merkezde sinema salonlarının dışında bir sahne ve sahneye bitiştik büyük bir prova alanı da olacak. Hem de kolonsuz, geniş bir alan. Sahnede gösteri olsa da yandaki prova alanında başka gruplar çalışmalarına devam edebilecekler.

Bu kompleksin bir diğer ve en önemli özelliği ise bina yapımına ve yerine karar verildikten sonra her ayrıntının sanatçılara sorularak yapılması. Binanın mali kaynağı ise Kâğıthane Belediyesi.

Aslında Kâğıthane Belediyesi belki de bir eksiğini kapatmaya çalışıyor bu merkez ile. Çünkü Kâğıthane’de bir tane bile sinema yok. Oysa 1974’lerde Kâğıthane’nin 12 mahallesinde toplam 17 sineması varmış. Bunların 9’u kapalı, 8’i açık sinema. Bu bilgiler 1974 yılında hazırlanan rapordan. Raporun sinemalarla ilgili bölümünde şöyle bir açıklamaya da yer verilmiş: “Mevcut kapalı sinemalar genellikle gündüz bir seans ve gece suare olmak üzere, iki servis yapmaktadır. Pazar ve tatillerde ise devamlı seanslar yapabilmektedir. Halkın sinemaya rağbet ettiği görülmektedir.”

Bugün ise Kâğıthane’nin 19 mahallesi var ama bir tane bile sineması yok. Eski sinemalar 1980-85 yılları arasında yok olmuş. Sinemaların binaları, iş merkezi, büro binası, otopark ve pasajlara dönüşmüş. Oysa Kâğıthane bir zamanlar Yeşilçam’ın plâtosu gibiymiş. Filmlerin birçoğu Kâğıthane’de çekilmiş.

Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Leblebici Horhor Ağa (1923), Lütfü Akad’ın yönettiği, başrollerini Ayhan Işık ve Gülistan Güzey’in paylaştığı İngiliz Kemal Lawrence’e Karşı (1952), yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı, Türkan Şoray’ın oynadığı Yedi Kocalı Hürmüz (1971), yönetmenliğini Ergin Orbey’in yaptığı, Kemal Sunal’ın oynadığı Meraklı Köfteci (1976), Atıf Yılmaz’ın yönettiği ve başrollerini Kadir İnanır ile Hale Soygazi’nin paylaştığı Bir Yudum Sevgi (1984) bu filmlerden bazıları.

Bu bilgileri Kâğıthane Belediyesi Basın Danışmanı Hüseyin Irmak’tan öğrendim. Irmak, son günlerde çok güzel bir işe de imza attı. Lâle Devri denilen dönemin merkezinde yer alan ve eski İstanbul’un en önemli mesire yeri olan Kâğıthane’nin geçmişini Kâğıthane Tarih Envanteri isimli kitapta topladı.

Kâğıthane Tarih Envanteri

Hüseyin Irmak, bu özel kitap için “İz peşinde adım adım koştuk, geçmişi ve günümüzü bir demet halinde geleceğe taşırken, sürekli başvurulacak uzun ömürlü bir kaynak kitap hazırladık” diyor.

İlk defa gün yüzüne çıkan tarihi fotoğrafları da içeren 784 sayfalık kitap, iki yıllık çalışmanın ürünü.

Bölge tarihini adeta sıcak takibe alarak inceleyen kitap, yerin altında veya üstünde bulunan, günümüze gelmiş ya da gelememiş 62 yapı noktasının tüm hikâyesini anlatıyor.

Haliç’ten kuzeye doğru, vadi boyunca adım adım ilerleyen, ele aldığı her örneğin haritadaki yerini, ada-pafta ve adres bilgilerini, eski ve yeni fotoğraflarla beraber yaşadığı macerayı aktaran kitap, kuru bir tarih anlatımının yerine canlı bir sürecin takibini yapıyor. Gerek binin üzerindeki görsel malzeme üzerinden, gerekse arazi üzerinden gerçekleştirdiği takip hikâyesini, resmi yazışma örnekleriyle zenginleştirerek sayfalarına alan Kâğıthane Tarih Envanteri, bir listeleme çalışmasından çok kapsamlı bir tarih kitabı niteliğinde.

Vaktiyle Kâğıthane’de yer alan Osmanlı yazlık saraylarını, su mimarisinin özgün örneklerini, köşk ve kasırları, köprüleri, çeşmeleri, ayazmaları, köy hayatını, mesire alanının ekolojik ve sosyal özelliklerini, anıtsal ağaçları ve doğal yaşamı, Bizans dönemi eserlerini, Silâhtarağa Elektrik Santrali ile buraya kömür getiren demiryolunu, Kurtuluş Savaşı’na silâh sağlayan baruthanenin içler acısı halini, su yolları üzerinde bulunan sanat yapılarının acıklı öyküsünü sunan kitap; son yirmi yılın canlı tanıklığını da yapıyor.

İlçe tarihine bilimsel titizlikle ışık tutan Kâğıthane Tarih Envanteri, son bölümünde vadinin 2010 halini panoramik fotoğraflar ve bilgilerle sunarken, zengin bir bibliyografya listesi vermeyi de ihmal etmemiş.

Hüseyin Irmak’a “Bu kitaptaki ilginç bölümleri bizimle paylaşabilir misiniz” dediğimde bana bir nevi kullanma kılavuzu verdi. Ben de bu listeyi sizinle paylaşmak istiyorum.

İşte kitapta dikkate değer bazı ayrıntılar:

Kurtuluş Savaşı’na silâh taşınan merkezin günümüzde yaşadığı kuşatmaya ve içler acısı haline bakmak için KÂĞITHANE BARUTHANESİ bölümüne bakmalısınız.

Yine Kurtuluşu Savaşı’na taşınan silâhların taşınma yöntemi ve aracı ile bilgi ve isimler için KÂĞITHANE DEMİRYOLU bölümüne bakmalısınız.

Dünyada sadece Kâğıthane Deresi’nde yaşayan ve 1941’de bilimsel literatüre giren Kâğıthane Bıyıklı Balığı ve Kâğıthane İnci Balığı isimli tatlı su balıkları hakkında ise SADABAD HASBAHÇE MESİRE ALANI bölümüne bakmalısınız.

Bu kitap çalışması sırasında niteliği doğru olarak öğrenilen (önceden varlığı bilinmesine rağmen) dolayısıyla keşfedilen antik mezar odası için ANTİK MEZAR ODASI ya da MAĞARA GİRİŞİ bölümüne bakmalısınız.

Kâğıthane-Dolmabahçe Tüneli’nin viyadük ayaklarının yerinde eskiden ne olduğunu görmek için İMRAHOR KASRI bölümüne, Kâğıthane İETT Otobüs Garajı’nın yerinde eskiden ne olduğunu görmek için POLİGON SARAYI bölümüne, Kâğıthane’de yapılması tartışmalı geçen ve inşaatı hâlâ süren Devlet Arşivleri Sitesi’nin yerinde eskiden neler olduğunu görmek için ise KÂĞITHANE HARAYI HÜMAYUNU bölümüne bakmalısınız.

İttihat Terakki’nin idama mahkûm edilen ünlü tetikçisi Yakup CEMİL’in nerede kurşuna dizildiğini görmek için POLİGON SARAYI bölümüne bakmalısınız.

II. Abdülhamid’in nereden tahta çıktığını görmek için ise ATİYE SULTAN SARAYI bölümüne bakmalısınız.

II. Mahmud döneminde imzalanan ünlü Senedi İttifak’ın imzalandığı yer için SADABAD SARAYI bölümüne bakmalısınız.

Ünlü ses sanatçısı Safiye AYLA’nın yetimhane günleri ve buradaki yaşamına ait çocukluk fotoğrafları için AZİZİYE CAMİİ ve SADABAD SARAYI bölümlerine bakmalısınız.

İlk evliliğiyle Kâğıthane’ye gelin gelen Türkân SAYLAN’ın çocuklarına verdiği ÇAĞLAYAN ve ÇINAR isimlerin nereden kaynaklandığını görmek için ANIT AĞAÇLAR bölümü ile CEDVEL-İ SİM bölümüne bakmalısınız.

Son bir not, kitaptan almak isterseniz Kâğıthane Belediyesi’ne veya Hüseyin Irmak’a ulaşmanız gerekiyor.

Kâğıthane Belediye Başkanlığı
Telefon:
(212) 444 23 00
Adres: Sadabad Hizmet Binası, Merkez Mah. Lâlezar Sok. No: 1, Kâğıthane / İstanbul

Kâğıthane’de Çevrilen Filmlerden

Lale Devri

Orhon Murat Arıburnu

Leblebici Horhor Ağa

Behzat ButakElena ArtinovaCezmi ArMuhsin Ertuğrul

Cezmi Ar

Cezmi Ar – Muhsin Ertuğrul

Feriha TevfikNecla Sertel

Kâğıthane Sinemaları Durumu
(1974 yılında hazırlanan rapordan / Bu salonların hepsi 1980-85 arasında yok olmuş, yerlerine pasaj ve iş hanları yapılmış. Bir kısmı ise uzun süre otopark olarak kullanıldıktan sonra binalaşmış.)

Safiye Ayla
(Fotoğraflar Safiye Ayla’nın çocukluğunu geçirdiği Çağlayan Yetimhanesi döneminde çekilmiş. İmamın sağ yanında, baştaki kız çocuğu Safiye Ayla’dır. Fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla sesinin güzelliği daha o zamandan keşfedilmiş ki, seçilmiş ve diğer sınıf arkadaşlarına Kuran okutuluyor.)

Poligon Sarayı

Sadabad Sarayı
[Sadabad Sarayı son döneminde Kızlar Yetimhanesi (Darüleytam) olarak kullanılmış, Safiye Ayla da burada yetişmiş, 1925’te Öğretmen Okulu’na buradan gitmiştir.]

Sadabad Sarayı Önündeki Çağlayan Kaskadlar
(İlk evliliğinde Kâğıthane’ye gelin gelen Türkan Saylan, Sadabad Sarayı’nın önünde bulunan çağlayanlardan ötürü çocuğuna “Çağlayan” ismini vermiştir.)

Silahtar Elektrik Fabrikası

(21 Mart 2012)

Serpil Boydak

Chris ve Ekibi Panama’ya Gittiklerinde

Son Vurgun (Contraband)
Yönetmen. Baltasar Kormakur
Senaryo: Aaron Guzikowski
Müzik: Clinton Shorter
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Mark Wahlberg (Chris), Kate Beckinsale (Kate), Ben Foster (Sebastian), Giovanni Ribisi (Tim), Robert Wahlberg (John), Lukas Haas (Danny), Caleb Landry Jones (Andy), JK Simmons (Kaptan Camp), Diogo Luna (Gonzalo)
Yapım: Universal (2011)

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormakur’un İzlanda suç edebiyatının önemli romanını Hollywood’a uyarladığı “Son Vurgun”, gizemi dağılsa da gerilimi nefes kesiyor. Özellikle final bölümleri çok iyi.

Chris Farraday, eskinin namlı kaçakçısı. Şimdi dürüst yollarla hayatını kazanmaya çalışan biri. Kate’le evli. İki küçük oğulları var. Mutluluk her yerden fışkırıyor muhteşem New Orleans’ta. Elbette kayınbirader Andy’nin suça meyilli hali olmasa. Andy, gemiye zula ettiği kokainleri denize atmak zorunda kalıyor. Çünkü sahil koruma gemide uyuşturucu olduğunu nedense öğrenmiş. 700 bin dolarlık kokaini Tim’e götüremeyen Andy için, elbette Chris ve ailesi için de zorlu anlar başlıyor. İşe el koyan Chris, Tim’i ikna ettikten sonra eski günlerdeki gibi ekibini topluyor. Amacı Panama’da 10 milyonluk sahte banknot satın alıp bu belâdan kurtulmak. Kaptan Camp’in yük gemisine işçi olarak giren Chris ve ekibi, Panama’da nefes kesen bir maceranın içinde buluyorlar kendilerini. Chris, kardeş gibi güvendiği Sebastian’a emanet ediyor ailesini. Tim de rahat durmuyor. Geride, Chris’in bilmediği plânlar işliyor. Sürekli lolipop emen Sebastian’ın gizemli ve güvenli bir görüntüyü seyirciye ulaştıramadığından, kuzeye özgü o mistik hâl bozuluyor, ardından da “hakiki kötü”nün Tim olmadığı hemen fark ediliyor. Hikâyenin yapısı ve gerilimi çoğaltan kurgusu, İzlandalı yönetmen Baltasar Kormakur’un filminde beklentileri çoğaltıyor. İzlanda’da çekilmiş filmi görmedik. Hollywood için yeniden çekilen bu filme karşı bir önyargımız da yok. Hem İzlanda’da hem de Hollywood’da çekilen bu filmler, “Leyndardomar Reykjavikur 2000” (Reykjavik Gizemleri 2000) adlı ortak yazarlı bir gerilim romanına dayanıyor. Bu gerilim romanının başını İzlandalı ünlü yazar Arnaldur Indridason çekmiş. Reykjavikli yönetmen Oskar Jonasson, bu romanı 2008 yılında “Reykjavik-Rotterdam” adıyla sinemaya uyarladı. Senaryoyu da yazar Indridason’la ortak yazdılar. Filmin başrolünde de, şimdi gördüğünüz 2011 yapımı “Contraband-Son Vurgun” filminin yönetmeni Baltasar Kormakur oynamış. Kormakur’un Hollywood için çektiği “Son Vurgun” filmi, bir ikinci çevrim (remake) oluyor. İndridason, bir dolu gerilim romanı yazmadan önce film eleştirmenliği de yapmış. Yönetmen Kormakur, İndridason’un “Myrin/Jar City” romanını 2006 yılında aynı adla sinemaya uyarladı. İndridason’un bu “Dedektif Erlendur” serisinden “Myrin” gerilimi, “Sırlar Şehri” adıyla Sinemis Yayınları’ndan 2005’te çıkmıştı bizde. Yönetmen Kormakur, 1966 yılında Reykjavik’te doğdu. Yönetmenin, 2008 yapımı “Brudgumin-Belâlı Düğün” ve 2010 yapımı “Inhale-Nefes Nefese” buralara da geldi.

Panama Kanalı’nı görmek…

Chris, sahte banknotları beğenmeyince zorunlu olarak Panama’nın yeni “kötü adamı” Gonzalo’ya başvuruyor. Andy yine devreye giriyor ve işler yine karışıyor. Gonzalo, ona soygunda yardım etmesini istiyor. Sahte banknot karşılığında, kaçakçılıktan çok farklı bu soygun işine giren Chris, kadim dostu Dany’yle bunu da başarıyor. Gonzalo’nun derdi para değil, Amerikalı soyut dışavurumcu ressam Jackson Pollock’ın (1912-1956) paha biçilemez tablosunu çalmak. Şiddet ve gerilim yüklü anların çoğaldığı filmde, özellikle dönüş yolunda gemideki anlar nefes kesiyor. Belki pek gizem ve sürpriz kendini pek hissettirmese de ikinci bölümü perdede yaşamak gerek. Chris’in Kate’i kurtardığı sahnelere de dikkat. Filmde, sinemaskop olarak etkikeyici Panama Kanalı’nı görmek de muhteşem. Filmin kameramanı Barry Ackroyd, Ken Loach ustanın filmlerinin gözü. Fonda duyulan müzikler de iyi. “Contraband” parçasını duyduğunuzda kendizi okyanusun derinliğindeymiş sanıyorsunuz. Ama buna karşın “Raid” parçasında da heyecanınız artıyor vurmalı çalgılar yüzünden. Son jenerikte, muhteşem John Lee Hoocker’ın “Boom Boom” blues şarkısını da duymak iyi geliyor.

(Bu yazı 16 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(16 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Güzel Aklın Kâbus Oyunları

Sığınak (Take Shelter)
Yönetmen-Senaryo: Jeff Nichols
Müzik: David Wingo
Görüntü: Adam Stone
Oyuncular: Michael Shannon (Curtis), Jessica Chastain (Samantha), Tova Stewart (Hannah), Shea Whingham (Dewart), Katy Mixon (Nat), Scott Knisley (Lewis), Robert Longstreet (Jim), Kathy Baker (Sarah)
Yapım: Grove Hill-Hydraulx-Strange Matter (2011)

Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden Jeff Nichols’ın “Sığınak”, Michael Shannon ve Jessica Chastain gibi iki değerli oyuncuyu bir araya getiren özel bir film.

ABD’nin ortabatı eyaletlerinden Ohio. İnşaat işçisi Curtis LaForge, kâbusa dönüşen rüyalar görüyor. Yoğun gri bulutlar yaklaşıyor. Siyah kuşlar gökyüzünde tuhaf biçimde uçmaya başlıyor. Ardından yağmur kullanılmamış motor yağına dönüşerek üzerine yağıyor. Evli Samantha’yla Curtis’in sağır-dilsiz küçük kızları Hannah var. En yakın dostları, Curtis’in mesai arkadaşı Dewart ve eşi Nat. Curtis ve Samantha için en önemli şey, küçük kızlarının duyabilmesi için “koklear implant” ameliyatı yaptırabilmek. Sigortadan bu operasyonu karşılayabiliyorlar. Curtis’in uykusundaki kâbuslar da çoğalıyor. Psikoloğa görünen Curtis, kendisi on yaşındayken hastaneye yatırılmış annesi Sarah’yı hatırlıyor ve içine korku düşüyor. Annesi, 1986 yılından bu yana paranoid şizofreni teşhisiyle hastanede tedavi gören Curtis, aynı hastalığa düşmekten korkuyor. Çünkü annesi şimdi kendi yaşındayken bu hastalığa yakalanmış. Ama, tüm görüntüler paranoid şizofreniyle buluşuyor. Curtis’te “kötülük görme sanrıları” çoğalmaya başlıyor. Korkudan altını bile ıslatan Curtis, ailesini bu fırtınadan korumak için evin bahçesinde sığınak yaptırmaya karar veriyor. Eşine danışmadan kredi çeken Curtis, Dewart’ın kullandığı iş makineleriyle, Dewart’ın yardımıyla kazı yapmaya başlıyor. Aldığı krediyle konteyner alan Curtis böylece ailesini “gelen fırtına”dan korumuş oluyor. Bu takıntısı ve kendi başına iş yapması Samanyha’yı da sarsıyor. Çünkü kızının ameliyat parası da bu hayali kıyamete gidiyor.

Bağımsızların yeni ışığı…

Amerikan bağımsız sinemasının yükselen yeni değeri Jeff Nichols, ilk filmi 2007 yapımı “Shotgun Stories” filmiyle ilgiyi üzerine çekti. Arkansas’ın Little Rock şehrinde 1978’de doğmuş yönetmen Nichols, bir milyon dolar bütçeli 2011 yapımı “Take Shelter-Sığınak” filmiyle bağımlılarını çoğaltıyor. “Sığınak” gibi çok çarpıcı ve parlak bir filmini gördükten sonra bu yönetmen bağımsızların yeni ışığı gibi parlıyor. Filmin bütçesi öyle düşük ki, filmi görünce bu kadar paraya görselliği zengin bu film nasıl ortaya çıkmış diye şaşırıyorsunuz. Filmin finalinin şaşırtıcı ve zihin karıştırıcı olduğunu belirtmeliyiz. Bu filmdeki kamera sakin ve insana yavaşlığın tadını veriyor. Yönetmen, filminin hızını kasaba sakinlerinin yaşam hızlarına göre ayarlamış sanki. Işık düzenlemeleri de, çoğu anda Curtis’in ruh haliyle buluşuyor. Hatta fonda duyulan, zaman zaman çığlığa dönüşen müzikler de öyle. Curtis’in gerçeklik algısı seyircilerin zihnini bir hayli karıştırıyor. Yönetmen Nichols’ın vazgeçemediği oyunculardan 1974 doğumlu Kentuckyli Michael Shannon, kendini öne doğru atıyor performanslarıyla. Televizyon dizileriyle adını duyuran 1981 doğumlu Kaliforniyalı Jessica Chastain, 2008 yapımı “Jolene” filmiyle sinemaya iyi bir giriş yaptı. Ama o, bizlere Terrence Malick’in 2011 yapımı “The Tree of Life-Hayat Ağacı” filmiyle adını belletti.

(16 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Üç Boyutlu Mars’ta Müthiş Macera

John Carter: İki Dünya Arasında (John Carter)
Yönetmen: Andrew Stanton
Roman: Edgar Rice Burroughs
Senaryo: Mark Andrews-Michael Chabon-Andrew Stanton
Müzik: Michael Giacchino
Görüntü: Daniel Mindel
Oyuncular: Taylor Kitsch (John), Lynn Collins (Dejah), Samantha Morton (Sola), Willem Dafoe (Tars), Ciaran Hinds (Tardos), Mark Strong (Matai), Dominic West (Sab Than), James Purefoy (Kantos), Polly Walker (Sarkoja), Daryl Sabara (Burroughs), Bryan Cranston (Powell)
Yapım: Walt Disney (2012)

“Tarzan”ın yaratıcısı Edgar Rice Burroughs’ın “Barsoom” bilimkurgu serisinin ilk kitabından uyarlanan “John Carter: İki Dünya Arasında” üç boyutlu filmi animasyonlarıyla tanınan Andrew Stanton yönetmiş.

Genç Edgar Rice Burroughs, kendisine mirasını bırakan John Carter’ın hatıralarını okurken, onun Mars macerasına dalıyor seyirci. Ailesi katledilmiş Virginialı John, Amerika’nın iç savaşında Arizona’da altın arayan biri. Apaçi bölgesi burası. Güneyli Albay Powell onu, John’u savaşına çekmek istiyor. Onu ikna etmek için hapse bile atıyor. Hapisten kaçan John’un peşine düşüyor albay. Onların da peşine Apaçiler düşüyor. Sığındıkları mağarada olanlar oluyor ve John kendini Mars’ta buluyor. Elbette gezegen değiştirdiğini hemen anlayamıyor. Yerçekimine meydan okuyan John, bu meziyetiyle gezegenin, elbette iyilerin kahramanı oluyor. Gezegendekiler, Mars’a Barsoom diyorlar. Kendi dilleri var. John, onların dilini konuşmaya başlayınca her şeyi anlamaya başlıyor. Başlarda yerel dilleri duyarken, bir süre sonra herkes İngilizce konuşmaya başlıyor filmde. John ilk önce, Tharkların kabilesiyle tanışıyor. Apaçileri çağrıştıran dört kollu sevimli bu Yeşil Marslılar, memeli değiller ve yumurtadan dünyaya geliyorlar. John’un havada uçmasından etkilenen kabilenin şefi Tars Tarkas, onu kabilesine alıyor. Elbette yerinde gözü olanlar bundan hiç hoşlanmıyor ve çatışmalar başlıyor. Tars’ın bir de sırrı var. John’la yola çıkacak Sola onun kızı. Mars’ta, iki büyük uygarlık gezegenin imkânlarından yararlanıyor. Bu iki uygarlık, gezegende iki farklı şehir-devlette yaşıyorlar. Helyum şehrinde sakinlerin vücutları ve yüzleri kırmızı dövmeli. Ortadoğuluları da çağrıştırıyorlar. Onlara Jeddak deniliyor. Gezegenin kötüleri, Roma İmparatorluğu’nu çağrıştıran Zodanga şehir-devletinin sakinleri. Onlar, gezegenin tüm enerjisini ele geçirmek istiyorlar. Çünkü gezegende oksijen de azalıyor. Zodangaları yöneten dazlak Matai Shang. Zodanga’nın prensi Sab Than, Helyum’un Jeddak prensesi Dejah’la evlenip, Helyum’u savaşmadan ele geçirmek istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Dünyalı John Carter var çünkü.

Etkileyici atmosferler…

İnsanlığın en büyük hayallerinden biri kızıl gezegen diye de anılan Mars’a gitmek ve orada koloni oluşturmak. Amerikalı yazar Edgar Rice Burroughs (1875-1950), yirminci yüzyılın başlarında bu hayali bilimkurgu serisiyle gerçekleştirmiş. Film, Şikagolu yazar Burroughs’ın “A Princess of Mars” bilimkurgu romanından uyarlandı. Bu bilimkurgu romanı 1917 yılında ilk defa basıldı ve yazar ölümüne kadar bir seri Mars romanı yazdı. Hatta ölümünden 14 yıl sonra bu “Barsoom” serisinin 11. kitabı toplama olarak yayımlandı. Burroughs, “Tarzan” maceralarının da yazarıydı. 1965 yılında Boston’da doğmuş Andrew Stanton, animasyon sinemasının önemli yönetmenlerinden. 2003 yapımı “Finding Nemo-Kayıp Balık Nemo”, Akademi’den “En İyi Animasyon Film” dalında Oscar kazanmıştı. 2008 yapımı “Wall.E-Vol.İ”, tam altı dalda Oscar’a aday oldu, ama “En İyi Animasyon Film” ödülünü alabildi sadece. 2012 yapımı “John Carter-John Carter: İki Dünya Arasında”, yönetmenin canlı karakterlerle yaptığı ilk film. Ama bunda da anime karakterler var. İşte bu yönetmen, bu üç boyutlu filminde Burroughs’ın hayal dünyasına sadık kalmış. Mekânların yansıyışı ve Zodangaların uçan araçları, Burroughs’ın hayal ettikleri gibi. Yönetmen isteseydi “Star Wars-Yıldız Savaşları” gibi her şeyi modern ötesi yansıtabilirdi. Filmin görselliğinin de müthiş olduğunu belirtmeliyiz. Bazı anlarda yönetmen seyircilerine gerçek anlamda yükseklik korkusu yaşatabiliyor. Kamera, usul usul uçurumun kenarına yaklaşıyor ve birden aşağıda sonsuz bir derinlik yansıyor. Tüm bunları üç boyutlu büyük perdede yaşamak gerek. Sinemaseverler çoğu ünlü oyuncuyu göremeyecek. Willem Dafoe ve Samantha Morton’ın sesleri duyuluyor sadece. Çünkü onlar Yeşil Marslılar. Burroughs’ın başta ve sonda göründüğü sahneler, atmosfer anlamında etkileyici. Bu anlar, yönetmen Stanton’ın estetik ruhunu da yansıtıyor. Bu bilimkurgu filmi bir seriye dönüşecek gibi. Bu macerayı yaşamaya değer.

(Bu yazı 09 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(09 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Tüm Zamanların Vurgusunu Yapmak Tüm Zamanların Verilerini Bilmekle Mümkündür!

Haber aynen şu: “Fetih 1453” filmi, sadece 18 günde 4 milyon 651 bin 715 kişi tarafından izlenerek, Türkiye’de gösterime giren filmler arasında tüm zamanların en çok izlenen filmi oldu.

Tüm zamanlar denilince, yüz yıla yaklaşan Türk Sinema Tarihi anlaşılmaktadır. Oysa Türk Sinema Sektörü’nün en büyük eksiklerinden biri de bilgi bankasının olmayışıdır. Türkiye’de bugün düzenli biçimde tutulan seyirci sayıları ve hâsılat bilgileri ABD şirketlerinin ülkemizde büro açıp dağıtım ağına girdikleri 1989 yılında başlatılmış; yazılı olarak kamuoyuna sunulması da Saim Yavuz’un yönetimindeki Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi sayesinde olmuştur. Dolayısıyla “Fetih 1453”ün başarısı, tüm kayıtların tutulduğu son yirmi üç yılın zirvesine yerleşmektir.

Her gelen haberi, süzgeçten geçirmeden, olduğu gibi yayına veren medyamız da bu konuda bir kez daha olumsuz not almıştır (sinemamüzik.com gibi sinema yazarlarının yönettiği sitelerde elbet yanlış düzeltildi).

Ha, dilenirse istatistik bilimine başvurularak, tüm zamanların, yıl yıl nüfus yapısı, kışlık ve yazlık sinema salon adetleri, bölgeler itibariyle sinemaya gitme sıklıkları, film sayısı, sinemanın rekabet gücü, enflasyon ve daha onlarca, hatta yüzlerce veri, örnekleme yöntemleriyle toplanıp, “Fetih 1453”ün tüm zamanlar içindeki başarısının yeri saptanabilir. Böyle bir çalışma yok!

Fakat açıklama net: Tüm zamanların en çok izlenen filmi! O zaman soruyoruz: 1989 öncesi, örneğin “Hababam Sınıfı” kaç seyirci adedinde kalmıştır da, “Fetih 1453” onu geçerek zirveye yerleşmiştir? Yanıt: Alamayacağız tabii (aman “Hababam Sınıfı” ile ilgili kafadan veriler vermeyiniz; yukarıda yazdık, o zaman istatistiği devreye sokunuz!)

Oysa bu iş ABD’de nasıl? Girersiniz “Box Office Mojo” sitesine; tıklarsınız “All Time” yani “Tüm Zamanlar”ı ve enflasyona göre düzeltilmiş rakamlara göre, 1939 yılı yapımı “Rüzgâr Gibi Geçti”nin ülke içinde zirvede olduğunu görürsünüz. Türkiye’de durum? Hâsılatların değil kesilen bilet sayısının öne çıkarıldığı son 23 yılda “Fetih 1453” zirveye yerleşmiştir; bu konuda başarılıdır. Ama o kadar!

“Tüm zamanların” vurgusu, tüm zamanlara dair verilere sahip olduğumuzda yapılmalıdır. Bilgiye hürmet etmeliyiz.

*****

Yayın sonrası gelen açıklama:

6 Mart 2012 tarihli, http://294.d5e.myftpupload.com’da yayımlanan yazınızı ilgiye okudum.

1989 yılından bu yana Saim Yavuz tarafından kayıt altına alınmaya başlanan seyirci sayısı verileri Antrakt ekibi tarafından özenle korunmaktadır. Bu veriler amacına uygun olarak ve oluşturulma şartları ve süresi göz önünde bulundurularak saygıyla sektör ile paylaşılmaktadır da. Günümüzde bağımsız olarak bu verileri çeşitli araştırma başlıkları ile kamuoyu ile de paylaşmaktayız. Veriler sektörün kendisine ait verileridir ve yoruma açık değillerdir. Antrakt bu verileri tarih ve başlıklarıyla kategorize edip sayıtımlarla gerçek analiz düşkünleri ve ilgililerine sunmaktadır.

Bu verileri ticari amaçla kullananlar, kendi çıkarları için farklı yorumlayanlar Antrakt’ın hiç bir zaman ilgi alanında olmamıştır, olmayacaktır.

Yazınızda 1989 yılından öncesine ait sağlıklı, hatta hiç bir veri olmadığını beyan etmişsiniz. Sevindirici bir haberi paylaşmak isteriz: Antrakt 1989 yılından öncesine yönelik geniş sayıtım çalışmasını sonlandırmak üzeredir. Sinema sayıları, vizyona giren filmler ve bilet satış sayılarıyla ilgili 1980’e uzanan çalışmamız sonuçlanmış bu tarihten öncesine uzanan analiz ve teyitlerimiz ise bitime yaklaşmaktadır.

Yazınızı okumaktan büyük keyif aldığımızı belirterek, saygılarımızla… – Deniz Yavuz (Antrakt – Genel Yönetmen)

(06 Mart 2012)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Edgar’a Freudyen Bir Bakış

J. Edgar
Yönetmen: Clint Eastwood
Senaryo: Dustin Lance Black
Müzik: Clint Eastwood
Görüntü: Tom Stern
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Hoover), Naomi Watts (Helen), Armie Hammer (Clyde), Judi Dench (Anna Marie), Geoff Pierson (Palmer), Gunner Wright (Eisenhower), David A. Cooper (Roosevelt), Dermot Mulrooney (Schwarzkopf), Jeffrey Donavan (Robert), Christopher Shyer (Nixon), Damon Herriman (Hauptmann)
Yapım: Warner Bros (2011)

FBI’ın en önemli başkanlarından John Edgar Hoover’a içeriden bakan “J. Edgar” filmi, cesur bir yaklaşımla Hoover’ın bilinmeyen taraflarına, eşcinselliğine kamera çeviriyor. Eastwood’un en cesur filmi.

FBI’ın gelişimine katkıda bulunmuş John Edgar Hoover üzerine, 1930 doğumlu büyük sinemacı Clint Eastwood’un 2011 yapımı “J. Edgar”, her şeyiyle çok cesur bir film. Bu filmin senaryo yazarı da önemli sanatçılar arasına girebilecek Dustin Lance Blank. 1974 doğumlu Black, Gus van Sant’ın yönettiği 2008 yapımı “Milk” filmiyle “En İyi Özgün Senaryo” dalıyla Oscar kazanmıştı. Hoover’ın eşcinselliği altı çizilerek vurgulanıyor filmde. Bu yapılırken, Freudyen bir yaklaşım var. Psikanalist yaklaşım, Edgar’ın annesiyle ve Clyde’la daha bir fark ediliyor. Edgar’ın annesi çok güçlü bir kadın. Edgar, işinde girişken, yeniliği arayan, paranoyak çizgisinde kuşkucu ama kadınlar hayatına çok az giriyor. Sekreteri Helen Gandy, işi için onun evlenme teklifini nazikçe geri çevirse de aşk macerasına izin veriyor. Edgar’ın zihninin derinliklerine o güçlü kadın, anne imgesi yerleşmiş. Annesinden nefret etmiyor, tersine onu çok seviyor Edgar. Sıcaklığını hissettiği insanların kendisine annesi gibi “Edgar” demesini de istiyor. Belki de kendisi bile farkında olmadan hemcinslerine yönelmeye başlıyor. Hayatına giren yakışıklı ajan Clyde Tolson, hayatının ilk ve son aşkı Edgar’ın. Bu zamanlara kadar hep sağcı ve muhafazakâr olarak suçlanan ama hiçbir zaman sağa sempati duymamış Eastwood, Hoover’ın ruhunun o karanlık dehlizlerine girip “halk kahramanı” olmuş bu figürün duvarın öbür taraftaki halini gösteriyor. Hoover, 1924’ten ölümü 1972 yılına kadar “Federal Soruşturma Bürosu”nun (FBI) başında oldu. Hoover’ın üstüne, televizyon dizileri ve sinema filmleri de yapıldı. Hoover, bazılarında gerideydi bazılarındaysa öne çıkmıştı. FBI üstüne ve Hoover dönemini anlatan, Hollywood’da her türden film çekmiş ve polisiye sinemasının gelişimine katkıda bulunmuş büyük yönetmen Mervyn LeRoy’un 1959’da renkli çektiği “The FBI Story-FBI Ajanı” filmiydi. 1966 yılında ülkemizde gösterime çıkmış ve FBI’ı içeriden yansıtan bu epik filmi görme imkânımız olmuştu. Muhteşem James Stewart, FBI’dan John Michael “Chip” Hardesty’yi canlandırmıştı. Filmde Hoover’ı, Will J. White canlandırsa da gerçek Hoover da görülüyordu filmde. Eastwood’un bu filminden FBI rahatsız olmadığı için sinemaseverler “J. Edgar” filmini görebiliyor. FBI’ın onaylamadığı filmler gösterime çıkma şansı bulamıyor.

Amerika düşmanlarını temizleme…

John Edgar Hoover, yazarlığını yapan ajan Smith’e kendi FBI’ını anlatıyor. Söylemedikleri zihninden yansıyor perdeye. Edgar, 1919 yılında Adalet Bakanlığı’na bağlı FBI’da görev alıyor. Başsavcı Alexander Mitchell Palmer’ın evine bombalar patlıyor. Edgar, bu eylemi radikal komünistlerin yaptığını düşünüyor. Bunu düşünürken, olay yeri incelemenin de sefaletini görüyor. Edgar, Sovyetler’de devrim yapmış Bolşeviklerin uzantısı Amerika’daki komünistlerin, Amerika’da huzuru bozup kaos yaratacaklarını söyleyerek ajanları komünistlerin üzerine salıyor. Amerikan vatandaşlığına geçmiş anarşist Yahudi yazar Emma Goldman da FBI’ın hışmına uğruyor. Komünist ve radikal avının ardından, kafasındaki FBI düzenlemelerini kuruma yerleştirmeye çabalıyor. Parmak izi ve olay mahallinde kanıt toplama gibi bilimsel taraflara ağırlık verirken, en büyük hayali ABD’de yaşayan herkesin parmak izlerini tek bir yerde toplamak. Edgar, komünistlerden sonra, ekonomik buhranla doğmuş gangsterlere, yani “halk düşmanları”na savaş açıyor. Hukuktan yeni mezun olmuş Clyde Tolson’ı işe alan Edgar, ona karşı kendine bile tarif edemediği bir şeyler hissediyor. İki erkek, hem işte hem de özel hayatlarında ölünceye kadar birbirlerinden kopamıyorlar. Edgar’ın düşündüklerin gerçekleştirmesi için Lindbergh olayı gerçekleşmesi gerekiyor. 1932 yılında, bebeği Charles Augustus fidye için beşiğinde uyurken kaçırılan Charles Lindbergh, Atlantik Okyanusu’nu 1927 yılında uçakla tek başına geçen ilk pilottu. FBI, fidye paralarını işaretleyerek, bebeği kaçıran ve ölümüne neden olan Alman göçmeni Bruno Hauptmann’a ulaşıyor. Edgar bu olayı değerlendirerek FBI’da devrim yapan uygulamalarını hayata geçiriyor. Edgar, öyle paranoyak ki, herkes hakkında, hatta başkanlar hakkında da dosyalar tutuyor. Martin Luther King’in “Nobel Barış Ödülü” alması onu çıldırtıyor. Bu Amerika sadece ona ait.

Eastwood, şimdiki zamanla, yani 1960’ların başıyla geçmişi, 1910’lu ve 1930’lu yılları iç içe yansıtıyor. Filmin büyük bölümü bu zamanlar arasında akıp gidiyor, Başkan Kennedy suikastine kadar. Eastwood’un sinematografik anlatımı o kadar çarpıcı ki, bu uzun filmde zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. Mekânlar ve karakterlerin yansıyışı mükemmel. Muhteşem Leonardo DiCaprio adeta Hoover’a dönüşmüş. Eastwood, karmaşıkmış gibi görünen hikâyesini seyircisine sadelikle gösderebilmiş. Eastwood’un bizzat bestelediği ve kullandığı müzikler de insan ruhunun fırtınalarının dışarı esmesi gibi. Eastwood’un filminde, televizyon ekranlarından siyah-beyaz belgesel görüntüleri de yansıyor. Kara film ve gangster sinemasının gelişimini sağlayan Warner Bros’un, James Cagney’yi başrolde oynattığı iki önemli gangster filmi de yansıyor perdeye. William A. Wellman’ın 1931 yapımı “The Public Enemy-Halk Düşmanı” ve William Keighley’nin 1935 yapımı “G-Men” filmlerinden anlar da gösteriliyor. Eastwood’un “J. Edgar” filmi modern klâsikler arasındaki yerini alıyor. Belki de bir başyapıt “J. Edgar” filmi.

(02 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

İki Sıkı Dost ve Bir Kadın

İyi Olan Kazansın (This Means War)
Yönetmen: McG
Senaryo: Timothy Dowling-Simon Kingberg
Müzik: Christophe Beck
Görüntü: Russell Carpenter
Oyuncular: Reese Whitherspoon (Lauren), Chris Pine (FDR), Tom Hardy (Tuck), Til Schweiger (Heinrich), Chelsea Handler (Trish), Abigail Spencer (Katie), Angela Bassett (Collins)
Yapım: Fox (2012)

Amerikalı McG’nin yönettiği “İyi Olan Kazansın”, CIA’den iki iyi arkadaşın bir kadın için girdikleri rekabeti komediyle anlatan hoş film. Ama film bittikten sonra CIA’in ne kadar iyi ve eğlenceli bir yer olduğunu epeyce de öğreniyorsunuz.

Sinemada, tiyatroda ve edebiyatta “aşk üçgenleri” her daim heyecanlı olmuştur. Kimileri trajik olurken, bazıları da McG’nin 2012 yapımı “This Means War-İyi Olan Kazansın” filmi gibi işi eğlenceye vuruyor. CIA’in iki sıkı ajanı Franklin Delano Roosevelt “FDR” Foster ve Tuck Henson, Hong Kong’ta kitle imha silâhı işlerindeki uluslararası suç örgütünden Heinrich ve çetesinin peşindeyken, çıkan çatışmada Heinrich’in kardeşinin ölümüne neden oluyorlar. Heinrich için bu bir kan davasına dönüşüyor ve kardeşinin intikamını almak için ABD’ye girmenin yollarını arıyor. Bu filmin bir intikam hikâyesi olduğunu sananlar hemen yanılıyorlar. Çünkü hikâyede sarışın Lauren Scott var. Sevgilisi olmadığı için mutsuz bir genç kadın Lauren. FDR, işine kendini tam veren ve aşka zamanı olmayan tiplerden. Ama kadınların ilgisini çeken bir tipi var. Tuck, İngiliz kökenli. Küçük oğulları Joe olmasına rağmen Katie’yle evliliğini yürütememiş. Lauren’in arkadaşı Trish, ona teknolojinin nimetlerini hatırlatıyor. Lauren, internetten “sevgili” arıyor. Ajan Tuck buna hemen cevap veriyor gecikmeden. Çünkü zamanı bol. FDR ve kendisi, bürodaki patronları Collins tarafından geri hizmete çekiliyor. Sonra olaylar bir dizi komikliklerle eğlenceye dönüşüyor filmde. Sonunda, sarışın kızı tahmin ettiğiniz ajan kazanıyor finalde. Çünkü iki ajan, ellerinde olmadan Lauren’e karşı dürüst oluyorlar ve ailelerini onunla tanıştırıyorlar. Film, romantik komedi ve aksiyon sularında dolaşırken, kara filmlere de selâm göndermeyi unutmuyor. İki sıkı dostu bir düşmana ancak bir kadın dönüştürebilir. Kadın burada en masumu olsa bile. Kara filmlerde çoğunlula felâketler kadınlar yüzünden geliyor erkeklerin başına. Filmin finâl bölümündeki araba takip sahneleri gerçekten iyi tasarlanmış ve seyircileri eğlendiriyor. Filmi seyrederken CIA’in ne kadar da eğlenceli bir yer olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Macera dolu bir CIA. Amerikalı gençlere bu kurumu sevdirmeyi amaçlıyor olabilirler. Bu film Amerika’da pek sevilmemiş ve yerden yere vurulmuş.

Bol aksiyon, bol eğlence…

Yönetmen McG, filminde aksiyona bolca yer verirken, kadınlar ve erkekler üzerine eğlenceli bir film çıkartmış ortaya. Filmin başındaki aksiyonu ve intikâm ateşini unutup gidiyorsunuz. Filmdeki Lauren’i Alfred Hitchcock (1899-1980) filmlerinden düşmüş bir sarışın gibi neredeyse. Ama Lauren biraz daha fettan gibi. Lauren, Hitchcock filmleri tutkunu. Alışveriş merkezinde FDR’yle Lauren’in karşılaşmasında Hitchcock sinemasına küçük bir saygı duruşu da yapılıyor. Lauren, üstadın 1960’lardan itibaren çektiği filmleri pek sevememiş. Ama, üstadın psikolojik kara filmi 1940 yapımı “Rebecca-Rebeka” en sevdiği yapıtı. Elbette 1945’teki kara filmi “Spellbound-Öldüren Hatıralar”, 1946’daki yine bir kara film olan “Notorious-Aşktan da Üstün” ve 1958’deki “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmleri de gözdesi. Tüm bu filmlerde kadın karakterler önde elbette. Bu filmde bahsedilen Hitchcock filmleri içinde Fox yapımı yok. Ama Fox, Hitchcock’a bir film yaptırdı. Daha sonraları yeni Türkçeye “Yaşamak İstiyoruz” diye çevrilen 1944 yapımı siyah-beyaz savaş gerilimi “Lifeboat-Tahlisiye Sandalı”, 1947 yılında ülkemizde vizyona çıkmıştı. Ama bu stüdyonun nefes kesen kara filmleri var sinema tarihinde. Otto Preminger’in “Laura-Kara Gölge” kara filmini tüm sinemaseverlere öneririz. FDR ve Tuck, birbirlerinden habersiz Lauren’in evine dinleme araçları ve kamera yerleştirirken televizyon ekranından da George Roy Hill’in western klâsiği 1969 yapımı “Butch Cassidy and the Sundance Kid-Sonsuz Ölüm” filminin görüntüleri yansıyor. McG, fikir olarak Hill’in bu westerninden ilham almış gibi. FDR de, lüks dairesinde aşk kırgınlığıyla James Cameron’ın 1997 yapımı “Titanic-Titanik” filmini izliyor. Bu filmlerin Fox yapımı olduğunu da hatırlatmalı. Bir de bu filmde, Avusturyalı sembolist ressam Gustav Klimt’in (1862-1918) tabloları da yansıyor. Michigan’ın Kalamazoo şehrinde 1968’de doğan yönetmen McG’nin uzun adı Joseph McGinty Nichol. Yönetmen, 1970’lerde televizyonda fırtınalar estirmiş ünlü polisiye diziyi aynı adla “Carlie’s Angels-Charli’nin Melekleri” adıyla 2000 yılında beyazperdeye taşıdı. Bu, yönetmenin de ilk filmiydi. 2003’te “Charlie’s Angels: Full Throttle-Charlie’nin Melekleri: Tam Gaz”, 2006’da “We are Marshall-Zafer Bizimdir” ve 2009’da “Terminator Salvation-Terminatör Kurtuluş” filmleri geldi.

(Bu yazı 02 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(02 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Yusuf Kurçenli

Sıra lâfa gelince sinemanın, yönetmen-ler marifeti ile yapıldığını söyleriz. Üzerinde uzunca konuşulması, başka zamanları gerektirir. Burada bir “yönetmen”den söz edeceğim. Aramızdan zamansız ayrılan bir yönetmenden: Yusuf Kurçenli.

Az da olsa bir kısım yönetmenlerimiz, daha önce sinemada hiç çalışmadan, işe doğrudan yönetmen olarak başlamıştır (Metin Erksan). Bazıları uzun bir asistanlık sonrası (Mehmet Aslan) biri ise tiyatrodan gelip sinemada uzun süre oyunculuk (başrol) yaptıktan sonra bir süre yönetmen yardımcılığı (asistanlık) yaparak (Kartal Tibet) başlamıştır. Çeşitlemesi çok. Edebiyattan gelenler var (İlhan Engin), eleştirmenlikten (Tarık Dursun K.), oyunculuktan gelenler (Türkan Şoray, Fikret Hakan, Demir Karahan, Cüneyt Arkın), görüntü yönetmenliğinden (Orhan Oğuz), kurguculuktan (Ertem Göreç, İsmail Kalkan), (müzik-çi iken) film müziğinden gelen (Nedim Otyam), yapımcılıktan (Ertem Eğilmez)… Bunlar hep sinemadan, çizerlikten gelen ve filmleri ile çizgi-romanlarına bağlı kalan biri -Suat Yalaz- hariç, biraz farklılık gösterir gibi olsa da, yine de sinema ile iç içedir. (Bir döneme adını veren -kişinin ardılları- tiyatrocuları farklı bir kategoride ele almak ne kadar doğru olur?) [İlk film-lerinde (“Bu Vatanın Çocukları”, “Ala Geyik”) hem senaryo (uyarlama senaryolar) yazımına katılıp hem yönetmene (Atıf Yılmaz) asistanlık yaparak ve de başrolleri oynayarak, sinemaya başka bir örneği olmadan giren Yılmaz Güney’i bu tip kategorilerin dışında tutmak istiyorum.]

Sinemanın ardılı, evlerimize girerek sinemalardan ayağımızın kesilmesine bir nebze de olsa neden olan ve dünyada özellikle A.B.D.de birçok örneği (bir tek örnek yeterli mi: Arthur Penn) olan televizyon kökenli yönetmenlik… Birçok işte olduğu gibi bunda da bizde tersi olmuştur. Tamam, televizyon (tek kanal / siyah-beyaz) -iş başa düşünce- kendi yönetmenleri yetiştirmeye başlamıştır. Bu sırada yılların sinema yönetmenleri (Akad / Erksan / A. Yılmaz / Refiğ) TV filmleri çekmişlerdir ama televizyon zaman içinde yönetmenlerini yetiştirmiştir. Televizyonun yetiştirdiği yönetmenlerden Yusuf Kurçenli sinemaya geçmiş ve sinema filmi çekmenin ötesinde sinema yönetmeni olmuştur. Şu veya bu nedenle film yöneten pek çok “sinema” yönetmenimiz vardır ama bunlar içinde bazıları (bana göre) sinemada yönetmen olurlar. Televizyon kökenli Yusuf Kurçenli de, bu tip yönetmenlerdendir.

Kurçenli, TRT çalışmaları sırasında TV filmi olarak Oktay Arayıcı’nın At Gözlüğü senaryosunu çekerken, ünsüz bir idealist yönetmenin para kazanma uğruna ne tavizler veren yönetmeni, sinemamızın ilginç yönetmenlerinden Feyzi Tuna’ya oynatıyordu. Sinema filmleri içinde Gramafon Avrat (Sabahattin Ali), Raziye (Melih Cevdet Anday), Karartma Geceleri (Rıfat Ilgaz) gibi edebiyat uyarlamaları da bulunan Kurçenli, kurmaca filmlerinin yanında belgesel filmleri ile de sinemadaki farklı kişiliğini ortaya koymuştur. Bunların yanında, tiyatroculuk geçmişi olmamasına rağmen, oturmuş sinema yönetmenliğinin arasında tiyatroda oyun-lar da sahneye koymuştur (Tuncer Cücenoğlu / Çıkmaz Sokak, v.d.) Büyük, tantanalı filmler yapmamasına rağmen, uzun zamana yayılan az filmli (sinema filmleri dışındakiler hariç) yönetmenliğinde, çeşitli konulara değinen filmlerin yönetmeni oldu, Kurçenli. Filmin “son” yazmasına daha zaman vardı, çok erken…

(23 Şubat 2012)

Orhan Ünser

Güzel Günler Göreceğiz – Görece (k miyiz?)

Film, kişiyi / kişileri olaylar içinde anlatabilir. Bu olaylar, dolayısıyla kişiler de -bazen hepsi, bazen bazıları- birbirleri ile ilişkili olabilirler. Bu olgu çeşitli şekillerde sinemalaştırılabilir. Güzel Günler Göreceğiz böyle bir olaylar yumağını gözlerimiz önünde açıyor (mu?)

Kız kardeşini “kışkırtma sonucu”, yakarışlarını dinlemeden öldüren ağabey (Cumali) cezasını bitirip tahliye oluyor. Cezaevinde, yağmurlu, -özellikle- şimşekli, gecelerde, sonradan öldüreceği kız kardeşinin yanına sığınmasını hatırlayarak, kendisi içerde iken toprak (-ve- şimşekli yağmur) altındaki kız kardeşinin sığınacak kimsesi olmaması, onu düşündürmüştür.

Tahliye olmak -nasılsa yağmur yağacak- bu düşüncelerden kurtulması demek değildir. Ve kız kardeşinin arkadaşı Mediha’yı arayacaktır. Mediha bir mağdur olarak ailesince dışlanır, İstanbul’a sığınır, polis komiseri İzzet tarafından himaye edilir. Ali ile tanışmış ve -koşulların getirdiği noktada- onu sevmiştir ama evli ve iki çocuklu İzzet tarafından da sevilmektedir. Mediha, İstanbul’da Figen olmuştur ve Figen olarak otomobil tamircisinde çalışan Ali ile yasa dışı yollardan yurt dışına kaçacaklardır.

İzzet, yasa dışı insan kaçakçılığı yapan kişilerden, yaptıklarını görmezden gelip, rüşvet alır. Daha Figen’in kaçacağından haberi yoktur -hiç bir zaman da olmaz. Ali, tamirhaneye bırakılan İzzet’in arabasının son işlemlerini de yapar ve teslim eder. İzzet’in verdiği parayı “işini yaptığı için” almak istemez. “Kız arkadaşın vardır, ona bir şeyler alırsın” diye eline tutuşturulan parayı alır -kaçma için paraya gereksinimi vardır. Kaçakçı, kaçırış ücretini iki misline çıkarınca (komiser İzzet de kaçakçıdan istediği rüşveti iki misline çıkarmıştır), yanında yaptığı yasal boksu bırakmışken -belki borç- para istemek için gittiği babasından da umduğunu bulamayınca, yasa dışı (arka sokak) boks önerisini kabul eder. (Koşulu, yense de yenilse de aynı parayı alacaktır.)

Ali, Figen ile kaçışları için bu hazırlıkları yaparken, Figen kendini Mediha diye arayan Cumali’nin görüşme önerisini kabul eder. Cumali, ceza evinden çıkınca, eksik para verdiği için, sokakta müşterisi ile tartışan ve tokat yiyen Anna’ya yardım etmek isteyince polisçe suçlanır ama Anna’nın müdahalesi ile -şimdilik- kurtulacaktır. Anna götürüldüğü poliste, Cumali’nin tanık olduğu olay nedeni ile değil de, polisçe (komiser İzzet) uyarıldığı halde, ülkesine dönmemiş olmakla suçlanır (tokatlanır) ve döneceğine söz vermesi üzerine salınır.

Anna müşterinin verdiği eksik parayı satıcısına kabul ettirmekte zorlanır, zaten satıcının asıl niyeti organ mafyasına peşkeş çekeceği çocuğu bir süre Anna’ya emanet etmektir. (Telefon edilince “çocuk” istenilen yere getirilecektir.) -Anna da ülkesine kaçak yoldan dönmek için para biriktirmektedir.-

Ali ile kaçacak Mediha (Figen) vedalaşmak üzere -dışlandığı- evine gider. Kız kardeşi ne kadar sıcaklık gösterirse, annesi daha fazla hırpalayıcı davranır. “Öldürülmüş” olmasını ister -hiç değilse- o zaman mezarına gidip ağlayabilecektir!!? (ama yaşıyor olmasını bir türlü kabul edemez!!) Ayrıca Cumali’nin kahvesine uğradığı ve kendisini sevecenlikle karşılayan hemşerisi, kahvede bir masada tek başına oturan -ve askerden döndüğü için- Mediha’yı öldürmekle görevlendirilen kardeşini Cumali ile görüştürmez. Günün ilerleyen saatlerinde ise Mediha’nın izinin bulunduğunu -övünerek mi?- söyler.

Anna, emanet çocuğun, organ mafyasına teslim edileceğini anlayınca kaçırır. Ali son çare olarak -para alacaktır- yasa dışı boksa çıkar. Karısının devamlı sözleri ile sıkılan İzzet, çocuklarına yaptığı vaatleri yine erteler ve kızının okul aile birliği toplantısı bittikten sonra -ancak- okula ulaşabilir. Yanına uğradığı arkadaşı, İzzet’e, o (bu) kadını (Figen) bırakmasını söyler. Ailesi, çocukları vardır, “Pişman olacak işler yapma” der. İzzet ise, “pişman olacak çok işler yaptığını” söyler, kahvesini içer.

Anna çocuğu -geri geleceğini söyleyerek- bırakıp, evde sakladığı son parasını almak için geri döner. Satıcısı üstüne gelirse de ondan kurtularak, çıkacağı yolculuk için -ülkesine telefon etmiş “geleceğini” söylemiştir- çocukla beraber (çocuğu “bir” karakolun önüne bırakmış ve içeri girmesini söylemiştir, ama “o” şekilde bırakamayacağını anlayarak, beraberine almıştır) limana yollanır.

Cumali ile buluşan Figen, “kendilerini” sevgili sanıp çiçek satmaya çalışan kadına “ama biz…” (“sevgili olmadıklarını”, ama ne olduklarını da…) söyleyemez. Cumali memleketini dönecektir, biletini bile almıştır. Ayrılırlar. Figen -belki- Cumali’nin peşinden gidecektir ama Ali telefon eder, geceki buluşmalarını hatırlatır. Gece, Figen buluşma yerinde Ali’yi beklerken, O gidiş paralarının son kısmını alabilmek için boks etmektedir (dayak yemektedir).

Figen evine döner. Karısına söz verdiği halde İzzet oradadır. Figen ise “abi” dediği İzzet’in kendisinden başka şeyler beklediğini görünce ona gerçeği, başkasının (Ali) varlığını söyler ve eve girmekten de vaz geçer… Figen ile buluşma yerine gelen Ali, telefona bırakılan mesajdan, O’nun başkasını sevdiği, özür dileğini dinler.

Sadece kendinin gidiş parasını tedarik eden Anna -bununla yalnız bir kişinin gidebileceğini öğrenince- kaçakçıya “O zaman ben gitmiyorum, çocuğu götür” der. Kaçakçı için farkı yoktur. Ali ise kaçakçının istediği parayı getirmiştir -Figen ve kendisi için- ama gitmeyeceğini söyler. Anna’yı gösterip “Benim yerime bunu götür, işte parası” der ve Anna’ya “Gitmek istiyor musun…” (nasıl istemez!) Anna ve çocuk motora (gemi değil çünkü) binerler. Ali ise, kendisine kapıyı açıp, açık (aralık) bırakarak, dönüp kalktığı yemek masasına oturan babasının evine girer, kapıyı kapatır.

Figen’in vurulacağını öğrenince -daha önce memleketine giden, bindiği otobüsten inen- Cumali, Figen’e ulaşmak isterken, Figen, İzzet’e son restini çekip ondan uzaklaşırken, mesleği ile problemli (pişmanlık-lar?), ailede huzursuz, son çare olarak gördüğü (?) Figen’den de yüz bulamayan İzzet, önce “dur”masını söyler, “vuracağını” söyler. Figen yürürken, durur döner bakışları ile “haydi vur” bakalım der gibi… Dönecek iken İzzet ateş eder, vurulan Figen yere düşer. Cumali koşarak gelir ama Figen’in (vurulmuş) yanına yaklaştırılmaz. Bu arada Figen’i vurmakla görevlendirilen (görevlendirenler nerededir?) kardeşini ve tabanca çıkarışını görür. Yanındaki polisin elinden/belinden tabancasını alıp havaya ateş eder. Figen vurulmuş yerde yatıyor, sağlık ekipleri başında, elinde tabancası -yönlendirilmiş/dolduruşa getirilmiş- kardeşi Cumali’nin nasihatlerini anlamadan dinler ve kaçar (mı!). Polisçe başına -arkadan- vurulan Cumali tutuklanır, götürülür. Figen, -kız arkadaşının kaatili/ağabeyi- Cumali’nin arkasından bakar. Ne Ali’yi, ne de İzzet’i hiç değil -aslında O’nu (Cumali’yi) sevmektedir. Cumali polis arabasıyla (elleri kelepçeli), Figen ambulansla (karın boşluğundan yaralı) giderler.

Güzel Günler Göreceğiz’in öyküsü bu değil ama bunların hepsi var filmde. Tabii daha fazlası ile ve sıralaması da başka. Burada anlatılandan ve filmde olandan başka bir sıralama da olabilirdi. Hatta olaylar -paralel- ve birbirini izler şekilde… Filmde, sinemamızda pek yapılmayan -ne?!, pek yapılmayan, bana göre hiç yapılmamış- bir şey yapılıyor: Bir defa film sonundan biraz öncesinden başlıyor, tekrar ediyorum, sonundan değil, sonunun biraz öncesinden ve filmin olayları anlatılmaya (yönetmen gözü ile) başladığı zaman, başlangıçta gösterilen sonun biraz öncesini unutuyorsunuz, taaa sonun biraz öncesinin (İzzet, Figen’i vurur) sırası gelene kadar.

Anlatılmaya başlayan öykü, Cumali’nin tahliye edilmesinden sonra sokakta karşılaştığı Anna’nın müşterisi tarafından tokatlanması. Cumali, tokatlayan (ve kendisinden kaçan) adama bir şey yapmıyor, yere düşmüş olan Anna’ya yardım ediyor, polisler geliyor ve Cumali suçlanıyor, Anna O’nu savunuyor. Olayı Cumali’nin açısından anlatan yönetmen (senarist!) daha sonra -öncesini de vererek- Anna’nın açısından anlatıyor. Sonrasını (Anna için devamını) değiştirerek ve aynı olaylar, bir Cumali, bir Anna açısından (gözünden değil) anlatılıyor. Aynı olayın farklı açılardan anlatılması, yönetmenin açıları -oyuncuların değil, dolayısı ile aynı olayın anlatılması bir flash/back (geriye dönüş) değil, bir olayın farklı açıları… (Flash/back sinemamızda çok kullanılan, hep de yanlış kullanılan bir anlatım biçimidir, fakat bir başka yazı konusudur.) Güzel Günler Göreceğiz iki-üç kez bu farklı açı anlatımları ile anlatılan olayı geri sarıp tekrar ele alırken, yukarıda da dediğimiz gibi -bana göre- sinemamızda bir ilki gerçekleştiriyor. Bu bir öykü yeniliği değil, bir sinemasal anlatım yeniliği, onun için önemli. Bu hali ile de filmi, Güzel Günler Göreceğiz’i önemli kılıyor…

Filmde -olay değil- sinema olarak olup bitenleri anlayınca Tarantino’nun Pulp Fiction’u (Ucuz Roman) aklıma geldi. Tarantino’nun filmi aşağı yukarı ortasında başlar sonrasını, öncesini anlatır ve yine ortasında biter. Pulat’ın filmi Güzel Günler Göreceğiz öyle değildi, başlangıç, bitiş -bitmeden öğrenemeyecektim- noktalarının değişmesi, daha başka kırılmalarla Tarantino’dan farklı noktalara ulaşıyordu. Sonradan (filmi seyrederken ve seyirden sonra konuşurken, eleştirildiği noktalar olarak gösterilen) Inarritu’nun Amores Perros’u (Paramparça Aşklar Köpekler) geldi aklıma. Hiç alakasızmış gibi anlatılan olaylar gelip bir yerde kesişiyordu… Hayır, Güzel Günler Göreceğiz’in tarzı bu değildi. Burada alakasızmış gibi görülen olayların alakalılığı başlangıçta gösteriliyordu. Sonuçta -herhangi bir- kesişme de oluşmuyordu -gerekte yoktu. Polislerin kapısına dayandığı komiser, “bir” cinayet nedeni ile gelindiğini anlayınca, “Ne yani, ben mi öldürdüm” diyerek (öldürmek niyeti ile ateş etmiş, vurmuş ama öldürememişti) üste çıkmaya çalışıyordu. Polisler ise, “Hayır” diyorlar, “arabanız olay yerinde görülmüş -ve de- ihbar var”. Komiser ceketini alıyor, karısına “Ben gelirim” diyerek polislerle, polis arabası ile gidiyor -nereye?

Güzel Günler Göreceğiz için bir eleştiri getirdim seyrederken, anlatılan kişilerin hiç birinin politik bir tavrı yok diye. Bu böyle olunca filmin de bir politik tavrı olmuyordu. Bu eleştirimden vazgeçtim, sonra, 80’li yıllara gelirken Türkiye kişi bazında -belki gerekli, belki aşırı- politikleşmiş idi. 80 darbesinin sonucu kitleleri hızla apolitik hale getirmek oldu, bunun izleri hâlâ devam ediyor. O yıllarda da, şimdi de -filme anlatılan kişilerden -“politik tavırlar” beklemek mümkün ise de, her zaman bulmak kolay olmayacaktır. Güzel Günler Göreceğiz’in kişilerinden -hele de olayların bir gün içinde geçtiği düşünülürse- politik bir tavır beklemek… Politik bir tavırlarının olmadığını söylemek yanlış olur. [“Ne alakası var” denilmesin ama Metin Erksan Sevmek Zamanı (1965) filmini gösterecek salon bulamaz. O yıllarda ilişkisinin bulunduğu T.İ.P.’in (Türkiye İşçi Partisi) bir kaç günlük toplantılarında filminin de gösterilmesini ister. Parti yöneticilerince film, “aşk filmi” olarak değerlendirilir ve teklif geri çevrilir. Daha sonra film, katıldığı Uluslararası Kartaca Film Festivali’nde izleyici Fransız heyetince izlenir ve “çok politik bir film” olarak değerlendirilir.] Filmlerin politik olması kişilerinin veya kişilerinden birinin politik tavrının altının çizilmesi değildir. Yılmaz Güney’in Umut (1972) filminin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde -gösterime çıkmadan- yapılan gösteriminde -o zamanlar fakültede asistan olan- Uğur Mumcu, Özkan Tikveş’in (sinema filmlerinin ‘sansürü’ ile ilgili doktora tezi ile kürsüye çıkarak) o zamanlar yürürlükte olan Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun sansürle ilgili maddesindeki bentleri okuyarak (10 tanedir yanılmıyorsam), “Biraz derin düşünürseniz, bu maddelere girmeyecek film yoktur” demişti ki, doğrudur; bu da her filmin politik olarak değerlendirilebileceği demektir.

Burada, bugünkü Türkiye’de (17 Şubat 2012) politik ortamın gösterdiği düzey ile geçen yıl çekilen Güzel Günler Göreceğiz filminin politik tavrının olup olmamasının, filmin çevrilip bitmesi yanında (yani özellikleri ne olursa olsun, kapanmış -sonuçlanmış bir sanat eylemi- olmasının) devamlı değişen ülke genelindeki çok kıvrımlı politik tavrın, bir filmde nasıl (ve neden) ele alınmamasını tartışmanın anlamsızlığı söz konusudur. Yani tek kelime ile söylemek gerekirse Güzel Günler Göreceğiz için insan (lar) önemlidir. (yaşayan / yaşayabilen / yaşayabilecek olan)

Güzel Günler Göreceğiz’i Emre Kavuk yazmış, Hasan Tolga Pulat ise yöneten, görüntüler Önder Şengül. Yukarıda da değindiğim gibi, sinemasal anlatım açısından sinemamızda -benim bildiğim- bir örneği yok. Yokta, benim merak ettiğim, Kavuk senaryoyu yazarken aynı giriftliği işlemiş mi idi? “İşlememiştir” demek istemiyorum, filmin taaa başından beri Pulat ile ortak çalışmaları olduğu bilgilerini edindim -doğrudur veya hatalıdır. Bildiğim -sadece- filmin ortada olması, çekilen görüntüleri de kurgulanması, öyküyü yumak halinde sarmalarken, salt bir öykü seyretmenin ötesinde bazı meraklarında peşine düşüyoruz. Hepsi çözümlense de olur, çözümlenmese de… Filmin son karesi geçerken -yaralı Figen ambulansta, “suçsuz” Cumali yeni bir suç ile karşı karşıya, komiser İzzet herhangi bir şekilde suçlanacak mı veya bu gidişi, ne olduğunu iyice bildiği pişmanlıklarını itiraf ile sonuçlanacak mı?-, motorda, onca -tanımadıkları- insan arasında Anna ile çocuk (bir adı var mı idi?) ne olacağı belirsiz bir geleceğe giderlerken, Anna çocuğa bakar, -küçük- gülümser, çocuk ise karşıya (geleceğe mi? / “seyirciye”) bakar, ilk kez gülümser. Herhalde, içlerinde güzel günler görecek birileri (bazıları) vardır.

(19 Şubat 2012)

Orhan Ünser

Ali Adnan Özgür’le Toprağın Çocukları Üzerine…

Mart ayı sonunda gösterime girmeye hazırlanan ilk filmi “Toprağın Çocukları”nın hazırlıklarını sürdürdüğü günlerde bir araya geldiğimiz Ali Adnan Özgür, “Ben bir garip Adnan’ım.” diye söze giriyor ve “kısa filmim bile yok, bunları düşününce kafayı yediğimi çok söylediler.” diye devam ediyor.

Sinema çevrelerinin Ezel Akay’ın asistanı olarak tanıdığı genç yönetmen, “Adnan’cığım şöyle İstanbul’da gerçek mekânlarda geçen, kolay, bugüne yakın bir film ile başlasaydın” diyenlere inat, şu günlerde başına buyruk bir adam olmasından dolayı son derece mutlu görünüyor.

Özgür’le “Toprağın Çocukları”nın yaratım sürecinin yanı sıra, Köy Enstitülerini de konuşma olanağı bulduk.

Söyleşinin hemen öncesinde aklımızdan geçen düşünceyle girelim söze: Film yapımının hız kazandığı bir dönemden geçerken yakın tarihe ve günümüz sorunlarına yönelik pek çok film çekilmesine karşın, öyle zannediyoruz ki kökleri çok derinlerde olan Köy Enstitüleri, uzun metrajlı bir film projesinde, ilk kez karşımıza çıkıyor.

Biz de şaşırdık aslında. Bu filmi çekme fikri aklımıza geldiği zaman Köy Enstitüleri ile ilgili çekilmiş film / kayıt var mı diye araştırdık, Can Dündar’ın belgeselinden başka düzgün kayıt olmadığını fark ettik. Bu konuda pek çok kitap yazılmış ancak görsel doküman bulmak daha zor. Fotoğrafların çoğu İsmail Hakkı Tonguç tarafından çekilmiş. Başkaları neden böyle bir projeyle ilgilenmemiş sorusuna cevabım; sanırım ticari bir proje değil. Yapımcılarda “Bu tür projeler para kazandırmaz” fikri hâkim. Hatta ben filmden bahsettiğim zaman genellikle “Çok iyi fikir ama izlenmez be oğlum!” tepkisiyle karşılaşıyorum. Sanırım iktidardan da çekiniyorlar biraz. Genel olarak bizim sektörde de iktidara yaranma huyu baş gösterdi. Sanatçının, her iktidarın muhalifi olduğunu, sanırım para kazanma kaygısı unutturuyor. Zaten yeni sinemanın daha 5 – 10 yıllık geçmişi olduğu düşünülürse bu süreçteki tek parti iktidarından çekinmeleri buna sebep olmuş olabilir.

“Ben neden çektim” diye sorarsanız benim için sinemacı olma sebeplerim arasındadır bu film. Annemin babası Kemal Şahingöz, Köy Enstitüsü mezunu ve ben bu adamın garipliklerini izleyerek büyüdüm. Benim dedemin kahve kültürü yok, gece gündüz bir şeyler okur, etrafında saygın bir adamdır. Küçükken farklılığı yüzünden üzülürdüm ama büyüdükçe nasıl özel bir adam olduğunu anlamaya başladım. Anladığım gün de bu filmi çekmek hayat amaçlarım arasına girdi.

Bu, sizin de ilk uzun metrajlı filminiz. Nasıl bir hazırlık süreci söz konusu oldu. “To Çiçeği” adlı özgün belgeselinden hatırladığımız Dilşah Özdinç’in senaryo yazım süreci hakkında bilgi verir misiniz?

Dilşah tam bir deli. Bir yazardan beklediğiniz tüm özellikleri var. Dramatik bir film çekecekseniz şahane diyaloglar yazıyor ve direkt insandan besleniyor. Tarihi bir film yazıyorsanız araştırmacı gazeteci gibi, tarih hocası gibi çalışılması gerekir. Dilşah’a projeden bahsettiğim zaman ilk iş gece gündüz araştırmaya başladı. Fotoğraflar, yazılar, kitaplar derken en sonunda İsmail Hakkı Tonguç’un oğlunu buldu ve uzunca bir süre onunla mektuplaştı. Bizim senaryoyu geliştirmemiz iki yılımızı aldı. Senaryo on altı kere tekrar yazıldı. Ara düzeltmeleri saymıyorum bile. Hatta sette bile günlük değişmeler yaşadık. Ben oyuncuya alan bırakmaya özen gösterdim. Oyuncular diyaloglarda doğaçlamaya gidince Dilşah kalan sahneler için düzeltmeler yapmak zorunda kaldı. Benim için büyük keyif oldu Dilşah ile çalışmak. Umarım hayat boyu çalışırız. Tabii o bu aralar böyle düşünmüyor olabilir, ben de epey inatçıyımdır onun her yazdığının üzerine hep büyük eleştiriler yapıp yenisini istedim, bugün yeniden çeksek yeni bir senaryo olurdu herhalde. 10 yıl sonra olsa yenisi. Bunun sonu yok sanırım.

Köy Enstitüleri kuşağı, bir dönemin ideal ve özlemlerinin en somut yansımalarından biri sayılabilir. Projeyi oluşturma aşamasında, o kuşağın son temsilcileriyle görüşme olanağınız oldu mu? Nasıl katkılar aldınız?

Oldu ve pek çokları ile röportajlar yaptık. Sohbetler ettik. Hatta Köy Enstitüsü mezunu olan dedemle uzun bir röportaj yaptık. Kalabalık bir ekip olarak karşısına geçtik, bize altı saate yakın anlattı. Dedem 80 yaşının üzerinde. Altı saatin sonunda sorduk “Dede yoruldun mu?” “Yok, taş mı taşıdık ki yorulalım” dedi. Ona kalsa devam edecekti daha ama tabii kalanı ertesi güne bıraktık. Pek çok dernekle de görüştük, hatta Bursa’daki Köy Enstitüsü Mezunları Derneği ile uzun sohbetlerimiz oldu. Enstitü mezunları bizden hevesli, bizden genç, hepsine bayıldık, hepsinden de çok şey öğrendik. Hatta garip bir şey yaşadık. Onu da anlatayım, bir gün Bursa’dan bir telefon aldım. “Adnan Bey merhabalar biz Bursa Derneği, ne zorluklarla film çektiğinizi biliyoruz, aramızda 400 lira para topladık. Kusura bakmayın ama bu kadar toplayabildik, bunu size göndermek istiyoruz bir ihtiyacınızı karşılarsınız diye”. Ben oturdum ağladım, çocuk gibi. Çünkü mezunlar 5 – 10 kişi aralarında yardım toplamışlar. Tabii kabul etmedik, onlarla Bursa galasında beraber olacağız ve ellerinden uzun uzun öpüp teşekkür edeceğiz.

Konu Köy Enstitüleri olunca düşünmeden edemiyor insan: Ele aldığınız konuyla eğitim sistemimiz üzerine yapılan tartışmalara katkı sağlama gibi bir düşünceye sahip misiniz?

Aslında filmi çekmemizin temel sebebi bu. Yıllardır bütün iktidarların eğitim sistemi hakkına çalışmaları oldu ancak sonuç ortada. Niteliksiz üniversiteler ve eğitimi bırakmış, öğretim yapan liseler. Artık tabletler veriliyormuş sanırım bu sene ama tablet eğitim sisteminin hasarlarını düzeltmez, çocuklar orada da oyun oynamanın bir yolunu bulur. Bizim işaret ettiğimiz şey, bunu geçmişte başarmış olduğumuz. Köy çocukları Molière okudular, dünya klâsiklerini okudular, mandolin çaldılar ve bunları keyifle yaptılar. Ödev yapmaktan nefret eden değil, kendi isteğiyle kütüphanede zaman geçiren bir nesil yaratıldı. Çocuk kendi okulunu kendi yapınca içinde kalmak daha keyifli oldu. Kendi yaptığını bugün bile savunması ondan. Tek tip insan yetiştirmek değil bu okulların amacı. Çocuklara seçenekler sunmuşlar. Çocuklar bugün oldukları yere gelmeye karar vermişler. Benim dedemin bir gözü tamamen kör, diğeri ise yüzde seksen görmüyor. Her sabah uyanınca evin en iyi güneş alan yerine gider, gazete okur. Sadece dedem değil, Hasanoğlan’da çekim yaparken bizi ziyaret eden 90 yaşlarındaki mezunlar hep koltuk altlarında gazete ile geliyorlardı. Kıyafetleri ütülü, tertemiz, pak ve okuyan adamlar. Bunlar ya çoban olacak ya maraba olacak ya da işçi olacaklardı, öğretmen oldular. Bizim bu filmdeki amacımız bu konuyu tekrar konuşmak ve eğitim sistemimizi sınıftan çıkartıp toprağa bastırmak.

Filmin yapımcılarından biri, aynı zamanda oyuncu olarak izleme olanağı bulacağımız Erkan Can. Onun projeye dâhil olma sürecine ilişkin çeşitli rivayetler var. Dilerseniz usta oyuncumuzla bir araya gelme serüveninizi sizin ağzınızdan dinleyelim.

Erkan Abi ile “7 Kocalı Hürmüz” filminde bir araya geldik. Ben yapım ekibindeydim, o kuliste sırasını bekliyordu. Programda bir aksaklık oldu herhalde ve sohbete başladık. Memleketin hali, iktidarlar, düzen, işte bildiğiniz herkesin her gün yaptığı kahve berber sohbeti ederken, Erkan Abi “Ahh” dedi “Eskiden Köy Enstitülerinde çocuklar böyle mi eğitim alıyormuş, oradan çıkan hocalar, onların öğrencileri ne kadar farklıydı, sizin nesil bilmez” dedi. Ben de “Bildirelim abi” dedim. Orada karar verdik filmi çekmeye, sonra da çektik.

Erkan Can dünyanın en güzel adamı. Bana güç veren, yılmadan devam etmemi sağlayan, zorlukları benim için kolaylaştıran bir abi oldu. Baba diyoruz ona hep; Erkan Baba. Biz uğraşıp bir yerlerde tıkandığımız zaman Erkan Baba’ya danıştık. Erkan Baba geldi hem problemi çözdü hem de güç verdi bize. Tabii Erkan Abi yanımızda olunca pek çok kapı açıldı bize. Ben Erkan Abi’nin zaten uzun zamandır hayranıydım, bundan sonra da hayranı olarak kalacağım. Erkan Abi’nin cümlesi; “Yaparız oğlum”. Ben Erkan Can olmasa bu işi yapamazdım. Erkan Can bu kadar büyük, değerli bir adam olmasa 2012 yılında hâlâ bu ülkede bir Köy Enstitüsü filmi olmayacaktı.

Mekân ve oyuncu seçimi konusunda bilgi alalım sizden…

Hasanoğlan, Köy Enstitülerinin kalbi. 21 enstitünün en büyüğü, yüksek köy enstitüsü. Ve hâlâ ayakta, en iyi durumda olan o. Filmde gördüğünüz her şey gerçekten Hasanoğlan’daki köy enstitüsüne ait. Bu yüzden çok düşünmedik bile. Bizim genel koordinatörümüz İzlem Genç önceden bizzat gitti Hasanoğlan’a. Mekânın fotoğraflarını çekti, sonra hep beraber ekip olarak gittik. Önce çekim izni vermediler okul içinde. Sonra orada Nermin Hanım ile tanıştık, kale gibi bir kadın. Hasanoğlan Öğretmen Okulu Mezunları Derneği Başkanı Nermin Yıldırım, bizim yerimize izinlerimizi aldı, bize kefil oldu ki o zaman bizi daha tanımıyordu bile. Biz de sahaya indik.

Oyuncu konusunda çok ferahtık, bir iki oyuncu dışında hep ilk tercihlerimiz ile çalıştık. Bizi hiç reddetmediler. Hiçbiri para istemedi. Menderes Abi 8 ay saçlarını uzattı bu film için. Türkü sette yemek dağıttı, Ufuk çay, Suzan kendi elleri ile köfte yaptı bize. Oyuncuların hiçbiri sadece oyuncu olmadı bu filmde. Kendi uçak biletlerini kendileri aldılar. Şebnem Ablanın programı yoğundu, 3 kere geldi gitti bizden bilet parası bile istemedi. Bizim filmin bir özelliği de bütün oyuncularımın oyuncular sendikası üyesi olması oldu. Sanırım bu alanda ilk film bizimki.

Sonuçtan memnun musunuz?

Montaj dün bitti, artık 5 aydır ilk defa rahat uyudum. Keyifle uyudum. Film benim çocuğum artık ben ne halde olursa olsun severim, yanlıyım yani, umarım siz de beğenirsiniz filmi. Benim izlettiğim insanlar hep iyi şeyler söylediler ama onlar benim dostlarım, sanırım iyi niyetliler bakalım insanlar ne düşünecek film hakkında.

NOT: Bir bölümünü yayınladığımız söyleşinin tamamını, Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin, önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan 25. sayısında okuyabilirsiniz.

(13 Şubat 2012)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Enseyi Karartmamak Lâzım

“48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali”nin En İyi Film dahil 4 ödüllü filmi “Güzel Günler Göreceğiz”in yönetmeni Tolga Pulat ve senarist Emre Kavuk, sadibey.com için Gizem Ertürk’ün sorularını cevapladı…

Büyük kapışma ve tartışmaların yaşandığı Antalya’dan büyük ödülle dönmek, ilk filmini çeken çok bir genç yönetmen ve senarist için gerçekten büyük başarı… Sizinki de imkânsızlıklar içinde bir başarı öyküsü… Öncelikle kısaca bunu dinleyelim; Antalya’ya kadar olan süreci…

Tolga: Biz, Emre ile Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema TV Bölümü’nden sınıf arkadaşıyız. Okul döneminde bir gurup arkadaş Onaltıdokuz adında bir ekip kurduk. Küçük ama iyi anlaşan üretmeyi seven bir ekiptik. Kısa filmler çektik, sinema dergisi çıkardık, radyo programı yaptık, birde uzun metraj film çektik. Emre’nin “Kaybedenler” isimli senaryosuydu bu. “Güzel Günler Göreceğiz”in ilk taslağı diyebiliriz bu senaryoya. Sonra Emre ile İstanbul’a taşındığımızda sektörde asistanlık yapmaktansa bir şeyler üretmek istedik. Bu senaryoyu revize etmeyi düşündük. Hikâyeyi 5 karaktere indirdik, daha güncel meseleler kattık, daha dinamik hale getirdik kurguyu. Sonra Kültür Bakanlığı’na gönderdik projeyi. Buradan ilk yönetmenlik desteği çıkınca oyuncu arayışına girdik. İstediğimiz oyuncular projeye dahil oldu. İyi bir kamera arkası ekibi oluşturduk ve filmi çektik. Zor bir projeydi. 60’a yakın mekân, 30’un üzerinde rol yapması gereken oyuncu, az bir bütçe ve 19 gün gibi kısa bir çekim süremiz vardı. Tüm bu zor koşullara rağmen bitirdik filmi. Antalya’ya yetiştirdik ve bizim için unutulmayacak bir gururla 4 ödül alarak döndük oradan. Bunların hepsi projeye, heyecanımıza, inancımıza güvenen insanlarla gerçekleşti.

Antalya’dan En İyi Film dahil dört ödül almak sizi nasıl motive etti?

Tolga: Anlattığımız hikâyenin insanlara geçtiğini görmek son derece mutluluk vericiydi. Samimiyetle çektiğimiz bir filmi çok değer verdiğimiz insanların takdir etmesi, köklü bir festivalden böyle bir gururla dönmek, bize inanan insanları mutlu etmek çıktığımız uzun yolda bize umut verdi.

Filmin senaryosu da en iyi senaryo ödüllüyle ödüllendirildi. Neler besledi yazarken, neler okudun, neler dinledin, izledin?

Emre: Pek çok şey var tabi besleyen, okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz filmler size yazma sürecinde destek oluyor. Çıkışsız kaldığınız noktalarda ufkunuzu açıyor açıkçası çok fazla kitap ve film var. Ama Yılmaz Güney’in “Yol” filmini aralarından seçebilirim. Sıradan insanın hikâyesi, tükenme noktasında olan insanın hikâyesi beni her zaman etkilemiştir. Senaryoyu yazarken de karakterlerin kahraman gibi görünmemelerini istedim, sıradan insanın hikâyesi olsun istedim. Sıradan insandan kahraman yaratmamaya çabaladım, çünkü sıradan insanın hayatta her zaman daha güçlü olduğu kanısındayım. Tolga’nın da bakış açısı bu doğrultuda olunca uyumlu olmayı başarabildik. Bunun yanı sıra Dokuz Eylül Üniversitesi’nden hocamız Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın sinema alanında yazmış olduğu kitaplar, makaleler, ders notları bu sürece faydalı oldu diyebilirim. Sinemanın ne olduğu, ne olması gerektiği, özellikle Türk sineması alanında neler yapılabileceği konusunda bize yol gösterdi diyebilirim. Sinemanın hiçbir şekilde tartışılmadığı bir ortamda senaristlikten ya da yönetmenlikten söz etmek bana pek mümkün görünmüyor o yüzden bu alandaki çalışmaları film yapma sürecinde çok önemsiyorum.

Genç bir yönetmen olarak çok kahramanlı ve tempolu bir hikâyeyi yönetmek nasıl bir deneyim oldu?

Tolga: Daha önce çok fazla kısa film çekmiş ve diğer arkadaşlarımın setinde, bir filmin her aşamasında çalışmıştım. Ama uzun metraj bir film çekmek daha önce deneyimlemediğim bir heyecandı. Beş karakterin olduğu bir hikâyede karakterlerin yer yer benzeşen, yer yer ise birbirinden tamamen farklı duygularını, birbirini tekrar etmemesi gereken bir sinema diliyle çekmeye çalışmak benim için en zorlayıcı anlardı. Karmaşık bir yapboz gibi işleyen hikâyede seyircinin her an dağılabilecek dikkatini 112 dk. gibi uzun bir süre taze tutmak zorlayıcıydı.

Filmin adı Nazım Hikmet’in bir şiirine, fragmandaki sözler Yılmaz Güney’e ait…

Tolga: Karakterlerin hikâyelerini ve içinde bulundukları ruh hallerini daha onları ilk gördüğümüz sahneden itibaren verebilmek önemliydi. Çünkü her bir karakteri uzun uzun tanıtacak kadar bir süremiz yoktu. Bu noktada Emre’nin şiir kullanımı çok etkili oldu. Sevdiğimiz şairlerin bizde iz bırakan şiirlerini karakterlerimize atfetmek Emre’nin düşündüğü çok yaratıcı bir kullanımdı bence.

Emre: Sinema sanatın diğer dallarından çok fazla beslenen bir sanat dalı ama en fazla beslendiği alan edebiyat sanırım. Bu da edebiyatın gücünden kaynaklanıyor. Benim için sinema hâlâ edebiyatın gücüne erişemedi. Edebiyat her zaman öncü olduğu için ve bence bir adım önde olduğu için film yapma sürecinde ilk başvurulması gereken yer oluyor. Bir romandan, tiyatro eserinden, öyküden ya da bir şiirden aldığınız o duyguyu görsel olarak nasıl yazarsınız ya da görüntüye aktarırsınız hep bunun mücadelesi var kafanızda. Daha önce tartışmadığınız, fikrinizin olmadığı konularda ufkunuzun açıldığı bir alan edebiyat. Şiir kullanımı da bunlardan kaynaklandı. Senaryoyu yazım sürecinde, Cervantes’in “Don Kişot” romanını okuyordum. Orada okuduğum bir pasaj, benim sayfalarca anlatmaya çalıştığım karakteri yarım paragrafta anlatıyordu. Bu da biçimsel olarak bana bir fikir verdi. Büyük oranda da şiirin gücü karakterlerin anlatımına yansıdı.

“Güzel Günler Göreceğiz” bir taraftan da bir ironi, bir temenni. Sizce güzel günler görecek miyiz? Gelecek için beklentileriniz neler?

Tolga: Kötü günler yaşayacağız demek zaten bir kaybediştir. Baştan vazgeçmektir. Hayatın vazgeçmeye, karamsarlığa kapılmaya hakkı yoktur. Zor zamanlar, çıkışsız dönemler geçiriyor gibi görünebiliriz ama yarına umutla bakmazsak bugününde bir anlamı kalmaz. Ben kendi adıma güzel günler göreceğimize inanıyorum.

Emre: Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi karartmamak lâzım… Güzel günler görür müyüz, görmez miyiz bilmem. Görsek de görmesek de beklemenin ve umut etmenin güzel günlerden daha güzel olduğu kanısındayım.

Sizce “Güzel Günler Göreceğiz” izlenmeli, çünkü…

Tolga: Kendi yaşam hikâyesiyle özdeşleştirebileceği karakterleri izleyecek seyirci. En karamsar hikâyelerde bile bir çıkış yolu olabileceğini görecek. Yaşadığı çağa, coğrafyaya, kendi macerasına bir umut hikâyesinden bakacak.

Emre: Bu zor bir soru, neden izlemeli konusunda bir şeyler söylemek, seyirciye vaatte bulunma anlamına geliyor. Bu yüzden vaatte bulunmaktan korkuyorum. Umarım biz, filmi tasarladığımız ve anladığımız biçimde seyirciye aktarabiliriz. Seyirci de bu anlattığımız biçimden ve içerikten hoşnut kalırsa ne mutlu bize diyebiliriz.

(13 Şubat 2012)

Gizem Ertürk

Whitney Houston Hayatını Kaybetti

Müzik dünyası ünlü bir ismi daha kaybetti. ABD’nin güçlü seslerinden, ünlü şarkıcı Whitney Houston, Los Angeles kentindeki Beverly Hilton Oteli’nde ölü bulundu. 48 yaşındaki şarkıcının ölüm nedeni henüz bilinmiyor. Whitney Houston, başrollerini Kevin Costner’la paylaştığı “The Bodyguard” filmiyle adını duyurdu. Houston, filmin unutulmaz şarkısı “I will always love you” ile 90’lı yıllara damgasını vurdu. Müzik dünyasının en güçlü seslerinden olan Whitney Houston, müzik kariyerine genç yaşta kilise korusunda başladı. Whitney Houston, ilk albümünü 22 yaşında yayınladı. 30 yıllık kariyeri boyunca 7 albüm 3 soundtrack yayınladı. 6’sı Grammy olmak üzere 400’ün üzerinde ödül kazandı. Aldığı ödüller Whitney Houston’ı Guinness Rekorlar Kitabı’na da taşıdı. Dünya üzerinde en çok ödüle lâyık görülen kadın şarkıcı ünvanını aldı. Albümleri dünya çapında 170 milyondan fazla satan Houston’ın tüm kariyeri bu kadar parlak olmadı. Houston, 2007’de boşandığı eski eşi Bobby Brown’la yaptığı çalkantılı evlilik ve uyuşturucu bağımlılığı yüzünden zor günler geçirdi. Whitney Houston, dönem dönem uyuşturucu tedavisi görmüştü.

Whitney Houston, Ciccy Houston gibi başarılı bir gospel sanatçısının kızı, Dionne Warwick gibi başarılı bir R & B sanatçısının kuzeni olarak dünyaya geldi. Ayrıca efsane isim Aretha Franklin vaftiz annesiydi. Böyle bir ailede Whitney de çocukluk yaşlarından itibaren müzikle ilgilenmeye başladı. Önceleri doğduğu yer olan New Jersey’deki kilise korolarında şarkı söyleyen Whitney, zamanla profesyonelliğe adım attı. Önceleri annesinin, Chaka Khan’ın ve Lou Rawls’ın vokalistliğini yapan Whitney aynı zamanda modellik de yapıyordu. Zamanın “Glamour”, “Seventeen” gibi dergilerinin kapaklarını süslüyordu. Öte yandan sesini geliştiriyor, ilerideki profesyonel yaşamına yavaş yavaş hazırlık yapıyordu

Whitney Houston’un ilk hiti Teddy Pendergrass’le 1984’te yaptığı “Hold me” isimli şarkıdır. Bu şarkı Whitney’in 1985’te çıkaracağı ilk plâğının habercisi olmuştur. Aynı bu single gibi Whitney’in ilk solo albümü de çok sevilmiş ve önemli bir satış grafiği elde etmiştir. Albümden çıkan “Saving All My Love For You”, “Greatest Love Of All” ve “How Will I Know” gibi parçalar uluslararası bir başarı elde ederken ABD listesi Billboard Hot 100’de zirveye oturmuştur. Ayrıca “Saving All My Love For You” sanatçıya o yıl üç dalda aday olduğu Grammy müzik ödüllerinde ilk ödülünü kazandırmıştır. O yılda Stevie Wonder, Michael Jackson, Lionel Richie, Ray Charles ve birçok ünlüyle “We Are The World” isimli şarkıyı seslendirmişlerdir. Sadece 2 yıl sonra Whitney, 2. solo albümü olan “Whitney”i çıkarmıştır. 19 milyon gibi ciddi bir satış grafiği elde eden albümden çıkan single’lar,”I Wanna Dance With Somebody”, “So Emotional”, “Didn’t We Almost Have It All” ve “Where Do Broken Hearts Go”‘dur. Bu albümle de Whitney Houston, ikinci Grammy’sini kucaklamıştır

1990’da Whitney 3. solo albümü “I’m Your Baby Tonight”ı çıkarmıştır. 10 milyon gibi bir satış elde etse de önceki albümlerinden daha az satmıştır. Bu arada olimpiyatlar için seslendirdiği “One Moment In Time” adlı parçayla listelerde önemli başarılar elde etmiştir. 1992’de Whitney, Oscar’lı aktör Kevin Costner’la “The Bodyguard” adlı filmde başrolü paylaşmıştır. Film fazlasıyla beğenilmiştir. Ama asıl başarı Whitney’in filmden sonra çıkardığı soundtrack albümle gelmiştir. Dünya çapında 42 milyona yakın satan soundtrack Whitney’in en büyük hitlerini barındırmaktadır. “I Will Always Love You” single’ı başlıbaşına 20 milyona yakın bir satış elde etmiş ve kendi dalında bir rekor kırmıştır. Whitney, bu kasetle 3 tane Grammy ödülünün dışında çok sayıda ödül kazanmıştır. Aynı dönemde Whitney, meslektaşı Bobby Brown ile evlenmiş ve 1993’te Bobby Kristina isimli bir kızı olmuştur. “The Bodyguard”dan sonra Whitney 2 filmde daha oynamış ve onların soundtrack albümleriyle başarılar elde etmiştir. 1990’larda elde ettiği başarıları 2000’lerde devam ettirmektedir. 2001 yılında Michael Jackson’ın solo kariyerinin başlamasının 30. yıl dönümünde Michael Jackson’ın “Wanna Be Startin’ Somethin” isimli şarkısını seslendirmiştir ve Whitney Houston bu şarkıyla sesinin hâlâ güçlü olduğunu ispatlamıştır.

Birçok kuruluş tarafından yaşam boyu başarı ödülleri kazanmıştır. Çağımızın sorunu uyuşturucuyla uzun yıllar boğuşmuş ve en sonunda yenmiştir. Önümüzdeki günlerde çıkaracağı yeni albümü için Clive Davis’le anlaşmıştır. En son Fashion’s Rock ve 2008 Grammy ödüllerinde kameraların karşısına geçmiş ve formundan hiçbir şey kaybetmediğini göstermiştir. Ayrıca, 117 ödülle dünyanın en çok ödül alan bayan sanatçısı ünvanını alarak rekorlar kitabına girmiştir. Sanatçı, 11 Şubat 2012 günü, saat (TSİ) 23:55’de Los Angeles’deki Beverly Hilton Oteli’nde ölü bulundu.

Filmleri

The Bodyguard (1992)
Waiting to Exhale (1995)
Whitney Houston: The Greatest Hits (2000)

Film Müziği Albümleri

1992: The Bodyguard
1995: Waiting to Exhale
1996: The Preacher’s Wife

Stüdyo Albümleri

1985: Whitney Houston
1987: Whitney
1990: I’m Your Baby Tonight
1998: My Love Is Your Love
2002: Just Whitney
2003: One Wish: The Holiday Album
2009: I Look to You

Toplama Albümleri

2000: Whitney: The Greatest Hits
2001: Love, Whitney
2004: Artist Collection: Whitney Houston
2007: The Ultimate Collection

Çalıştığı Sanatçılar

Chaka Khan (Vokal)
Teddy Pendergrass (Düet “Hold Me” 1985)
Jermaine Jackson (Düet “Nobody Loves Me Like You Do” 1985)
Jermaine Jackson (Düet “Take Good Care Of My Heart” 1985)
Jermaine Jackson (Düet “If You Say My Eyes Are Beautiful” 1985)
Cissy Houston (Düet “I Know Him So Well” 1987)
Aretha Franklin (Düet “It Isn’t It Wasn’t It Ain’t Never Gonna Be” 1989)
Stevie Wonder (Düet “We Didn’t Know” 1990)
Dionne Warwick (Düet “Love Will Find A Way” 1993)
Bobby Brown (Düet “Something In Common” 1994)
Cece Winans (Düet “Count On Me” 1995)
Mariah Carey (Düet “When You Believe” 1998)
George Michael (Düet “If I Told You That” 1998)
Enrique Iglesias (Düet “Could I Have This Kiss Forever” 1998)

(12 Şubat 2012)

Serpil Boydak

Yıldız Savaşları’nın Başlangıç Macerası

Star Wars Bölüm 1: Gizli Tehlike 3D (Star Wars Episode 1: The Phantom Menace 3D)
Yönetmen-Senaryo: George Lucas
Müzik: John Williams
Görüntü: David Tattersall
Oyuncular: Liam Neeson (Qui-gon Jinn), Natalie Portman (Amidala/Padmé), Ewan McGregor (Obi-wan), Jake Lloyd (Anakin), Ian McDiarmid (Senatör Palpatine), Pernilla August (Shmi), Samuel L. Jackson (Windu), Sofia Coppala (Saché), Keira Knightley (Sabé)
Yapım: Fox-Lucasfilm (2012)

Heyecan veren sinemacılardan George Lucas’ın “oyuncakçı dükkanı” ILM’de doğan bilimkurgu serisinin ilk macerası “Star Wars Bölüm 1: Gizli Tehlike 3D”, üç boyutlu haliyle yine büyülüyor.

1999 yapımı “Star Wars Episode 1: The Phantom Menace 3D-Star Wars Bölüm 1: Gizli Tehlike 3D” filmi, George Lucas tarafından üç boyutlu hale getirildi ve “Star Wars-Yıldız Savaşları” serisinin tutkunlarının beğenisine sunuldu. Gerçekten bu bilimkurgu serisinin tutku ötesi tutkunları var. Üç boyutlu bu filmi 1999 yılında “Yıldız Savaşları: Bölüm 1-Gizli Tehlike” adıyla sinemalarda görmüştük. Aslında bu hikâyenin de başlangıcı. Luke Skywalker’ın babası Anakin’in çocukluğu yansıyor bu bölümde. Biliyorsunuz Anakin, kendinden büyük kraliçe Amidala’yla evleniyordu. Lucas’ın bu “Yıldız Savaşları” seriyalinin macerası 1977 yılında başlamıştı. Seride hikâyenin dördüncüsü olan bu ilk film ülkemizde, “Star Wars Episode IV: A New Hope-Yıldız Savaşları” adıyla 1980 yılında vizyona girmişti. 1980 yapımı devam filmi “Star Wars: Episode V-The Empire Strikes Back-İmparator” adıyla 1983’te ülkemizde gösterim imkânı bulmuştu. 1983 yapımı “Star Wars: Episode VI-Return of the Jedi-Jedi’nin Dönüşü” de 1986’da vizyona çıktı. Lucas, bu serinin başlangıcını daha sonra üç bölümde anlattı. Bu çarpıcı bilimkurgu macerası, sinema tarihinin belki de kurgu karakterler üzerine en derinlikli seriyallerinden. Bu sanal karakterlerin soyağaçları ve onlara dair birçok şey bulabiliyorsunuz. Bu seri, Lucas’ın deyişiyle “oyuncakçı dükkânı”nın da doğuşu oldu. Lucas, bu seri için kurduğu “Industrial Light & Magic” (ILM), özel efekt alanında Hollywood’a da çok şey kattı.

Bir Jedi geliyor…

Naboo gezegeninden ışın kılıçlı iki Jedi Şövalyesi, usta Qui-gon Jinn ve çırağı Obi-wan Kenobi, barış elçisi olarak Ticaret Federasyonu’na gittiklerinde bekledikleri şeylerle karşılaşıyorlar. Sith Lordu Darth Sidious onları yok etmek için robot askerlerini üzerlerine salarlar. Ölümden kurtulan iki Jedi, kaçarlarken sakar Gungan Jar Jar’la karşılaşıyorlar. Sakarlığı yüzünden sualtındaki şehrinden kovulmuş. Gunganlar, Naboo gezegeninde yaşıyorlar. Qui-gon ve Obi-wan, Federasyon tarafından istilâ edilen Naboo’nun kraliçesi Amidala’yı ikna ederek uzay gemisiyle gezegegenden kaçıyorlar. Elbette yanlarında muhteşem R2 D2 robotu da var. Bozulan uzay aracını R2 D2 tamir edemeyince gemiyle Tatooine gezegenine zorunlu iniş yapıyorlar. Qui-gon, hurdacı Watoo’nun yanında köle çocuk Anakin’i fark ediyor. Qui-gon, annesi Shmi’yle Watoo’nun kölesi olan Anakin’in seçilmiş ve kurtarıcı olduğunu anlıyor. Anakin, gezegende yapılan Pod yarışlarına katılıyor ve tamir için parayı ödül olarak kazanıyor. Ardından Qui-gon tarafından satın alınan çocuk Anakin özgürlüğüne kavuşuyor ve Jedi olmak için Naboo’ya gidiyor ustalarıyla beraber. Anakin’le Anakin’in nedime Padmé olarak sandığı Amidala arasında yakınlık da başlıyor usul usul. Aslında bu filmde alt metinler gerçekten önemli. Anakin’in yaşadığı Tatooine gezegeni, Ortadoğu’yu çağrıştırıyor. Kutsal topraklar gibi. Shmi, Anakin’i tıpkı Hz. İsa gibi dünyaya getirmiş. Anakin içinde büyümüş bakire Shmi’nin. Pod yarışları da Roma İmparatorluğu’ndaki kolezyumlarda yapılan at arabası yarışlarına gönderme yapılıyor. Naboo gezegeninin okyanusları dünyada hayatın oluşmaya başladığı dönemleri çağrıştırıyor. 400 küsur milyon yıl önce dünyada hayat okyanuslarda evrimleşmişti. Lucas’ın bu filmindeki gibi balıklar günümüzün balinalarının on katından büyüktü. Sadece bunlar değil. Federasyon’un Gunganlara saldırıları, 1. Dünya Savaşı’ndaki meydan muharebelerine gönderme yapıyor gibi. Lucas, bu bilimkurgu serisinde sıkça “wipe”, yani “silme” geçiş tekniğine de başvuruyordu. Bu filminde de aynı geçişleri kullanmış. Bu tekniği ilk defa İngiliz yönetmen George Albert Smith (1864-1959), “Mary Jane’s Mishap” (Mary Jane’in Talihsizliği) adlı kısa filminde denenmişti. 1903’te çekilmiş bu dört dakikalık sessiz film mutlaka görülmeli. İngiliz yönetmen, Fransız Georges Mélies’ten çok etkilenmiş. “Star Wars Bölüm 1: Gizli Tehlike 3D” filminde belki başka şeyler de keşfedebilirsiniz. John Williams’ın fonda duyulan müziklerini de dinlemek gerek. 1999 yılında gördüğümüz bu filmin üç boyutlu hali gerçekten büyüleyici. Derinlik duygusu yaşarken mekânların içindeymişsiniz gibi de hissediyorsunuz.

(10 Şubat 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

İkizler Üzerine Komedi Filmi

Jack ve Jill (Jack and Jill)
Yönetmen: Dennis Dugan
Hikâye: Ben Zook
Senaryo: Steve Koren-Adam Sandler
Müzik: Rupert Gregson-Williams
Görüntü: Dean Cundey
Oyuncular: Adam Sandler (Jack/Jill), Al Pacino (Kendisi), Katie Holmes (Erin), Elodie Tougne (Sofia), Rohan Chand (Gary), Nick Swardson (Todd), Shaquille O’Neal (Kendisi), Johnny Depp (Kendisi)
Yapım: Columbia (2011)

Dennis Dugan’ın yönettiği “Jack ve Jill”, komedi anlayışıyla bizlere uzak olduğundan birçok esprisi havada kalan filmlerden. Filmde Al Pacino, Johnny Depp ve Shaquille O’Neal’le karşılaşmak iyi geliyor.

Dennis Dugan’ın yönettiği 2011 yapımı “Jack and Jill-Jack ve Jill”, ikizler üzerine bir komedi. Filmin giriş ve bitiş bölümleri muhteşem. İkizler, kardeşleri hakkında kestirmeden fikirlerini söylüyorlar. Bu bölümler belgesel tadında. Jack’in ikiz kız kardeşi Jill, Şükran Günü için New York Bronx’tan Los Angeles’a geliyor. Elbette Jack ve ailesine inanılmaz macera yaşatıyor bu küçük ziyaretiyle. Jack, Jill’in gelişiyle pek mutlu olmuyor. Reklâm şirketinde yönetici olan Jack’e bir stres de ünlü oyuncu Al Pacino yaşatıyor. Pacino’yu, 1983’te oynadığı Brian de Palma’nın yönettiği “Scarface-Sicilyalı” filmindeki performansıyla tanımaya çabalıyor Jack. Erin’le evli. İki çocukları var. Kızları Sofia ve evlâtlıkları Hintli Gary’yle mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar. Ya Jill? Hiç sevgilisi olmamış ve yanlızlık yaşıyor. Pacino’yla tanışmak ve reklâma ikna etmek için LA Lakers’ın basketbol maçına kız kardeşi Jill’i de götürmek zorunda kalan Jack salonda beklemediği bir sürprizle karşılaşıyor. Çünkü Pacino kız kardeşini görür görmez tutuluyor. Pacino, Shakespeare’in bir oyununu sahnelerken “Don Kişot” oyunundan da teklif almış. Kendisiyle ilgilenen bir erkek bulmuş, üstelik o da Al Pacino olan Jill bu defa da nazlanıyor. Ama aşk başka bahçede filizleniyor ve bahçıvan Meksikalı Felibe’nin kalbini fethediyor Jill.

Seyretmeye doyulmaz Pacino…

Filmdeki esprilere fazla gülemedik. Belki de fazla Amerikan oldukları için. Ama yine de parlak anlar var filmde. Özellikle Pacino’nun Jill’e kur yaptığı sahneler. Meksika pikniği bölümünde de hoş anlar vardı. Pacino filme misafir oyuncu gibi giriyor ve sonra da her şeyi eline geçiriyor filmde. Bu yaşayan büyük oyuncuyu sinema perdesinde seyretmek her daim heyecanlandırıyor sinema adına. Pacino’nun tiyatro sahnesinde oyunu sürerken cep telefonuyla konuştuğu sahne en unutulmaz an bu filmden. Bir de finalde yaptığı dans var muhteşem Pacino’nun. Adam Sandler’ın senaryosuna da katkı yaptığı bu filmde iki role soyunmuş. Kadın kılığıyla canlandırdığı Jill karakteri çok eğlenceli. 1946 doğumlu Amerikalı aktör ve yönetmen Dugan, bizde daha çok 1990 yapımı “Problem Child-Problem Çocuk” filmiyle biliniyor. Yönetmen, oyuncu Sandler’la 1999’da “Big Daddy-Süper Baba”, 2007’de “I Now Pronounce You Chuck & Larry-Damadı Öpebilirsin”, 2008’de “You Don’t Mess with the Zohan-Zohan’a Bulaşma”, 2010’da “Grown Ups-Büyükler” ve 2011’de “Just Go with It-Hayatım Yalan” filmlerini de yaptı. “Jack ve Jill” filminin esprilerine gülecekler olacaktır belki. Adam Sandler filmlerinden hoşlananlar da vardır. Ama bu filmin armağanı koca Al Pacino.

(10 Şubat 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Macera Dolu Cape Town’da

Düşmanı Korurken (Safe House)
Yönetmen: Daniel Espinosa
Senaryo: David Guggenheim
Müzik: Ramin Djawadi
Görüntü: Oliver Wood
Oyuncular: Denzel Washington (Tobin), Ryan Reynolds (Matt), Vera Farmiga (Catherine), Sam Sheppard (Harlan), Brendan Gleeson (David), Ruben Blades (Carlos), Nora Arnezeder (Ana)
Yapım: Universal (2012)

İsveçli yönetmen Daniel Espinosa’nın 2012 yapımı “Düşmanı Korurken”, aksiyon sahnelerinin yoğunluğundan seyircilere nefes alma fırsatı vermeyen filmlerden. Bu film adeta Cape Town şehrine adanmış.

Hikâye, Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde geçiyor. Eski CIA ajanı Tobin Frost, günaha batmış batılı ajanların listesinin yüklü olduğu çipi vücuduna yerleştiriyor. Peşinde, Latin ajanlar da var. Hikâyenin öbür tarafında çaylak ajan Matt Weston var. O da ajanlığa yeni başlayanlar gibi “güvenli ev”de ajanlık faaliyetlerini sürdürüyor. Cape Town’da hiçbir şey yapmadan bu mekânda yaşamak canını epey sıkıyor. Matt, talimatları David Barlow’dan alıyor. Matt’in Fransız Ana’yla da güzel bir ilişkisi de var. Her şey Tobin’in peşlerinde olan Latinlerden kurtulmak için sığındığı Amerikan elçiliğine girmesiyle değişiveriyor. Tobin, CIA ajanlığı yaparken başka işlere bulaşmış tekin olmayan biri. CIA, Tobin’i sorgulamak için Matt’in “güvenli ev”ine götürüyor. Bu mekândaki işkence anları insanı gerçekten sarsıyor. CIA, bulduğu işkence yöntemlerini Irak, Afganistan ve Guantanamo’da denediği işkence yöntemlerini Tobin üzerinde deniyor. Gizli mekâna Latinler baskın yapınca Tobin’le Matt’in aksiyon dolu macerası da başlıyor. CIA şefi Harlan Whitford, köstebeği araştırırken plân istedikleri gibi gelişmiyor. Matt, iyi ajan olabilmek için stadyumda elinden kaçıdığı Tobin’in peşini bırakmıyor ve trajediler birçok insanı bekliyor finalde. Film, tam anlamıyla bir kan gölü. Yönetmen, seyircilerin neredeyse bir an rahat etmemesi için kaçıp kovalamacaları ve silâhlı çatışmaları peş peşe kurgulamış. Cape Town sokaklarındaki araba takip sahneleri tam anlamıyla nefes kesiyor. Yönetmen bu filmini adeta Cape Town’a adamış.

CIA sevmeyecek…

Kirli işlerin merkezi CIA bu filmden pek hoşlanmayacak gibi. Kendi ajanlarını bile kolayca silen bu kurumda güven ortamını da sorguluyor film. Büyük oyuncu Denzel Washington’ın performansı her şeyin ötesinde. Konuşmaları, kelimeleri, ses tonları çaylak Matt’in zihnini sürekli karıştırıyor. Elbette seyircilerin de. 1977 doğumlu İsveçli yönetmen Daniel Espinosa, 2012 yapımı “Safe House-Düşmanı Korurken” filmiyle Hollywood’a da giriş yapmış oluyor böylece. Bu film, yönetmenin dördüncü uzun metrajlı filmi ayrıca. Bu filmde en unutulmaz anlar Cape Town’ın gecekondularında geçen sahnelerdi. Aparteid yönetiminin 1920’lerin sonuna doğru Cape Town’da kurduğu Langa banliyösünde geçen sahneler iç burkuyor. Çünkü yoksulluğun ve yoksunluğun en dibe vurduğu yerler burası. Tenekeden, kontraplâktan, konteynerden oluşan evlerde geleceksiz siyahlar yaşıyor. Aparteid yönetimi yok. Siyahlar, eskiden özgür değillerdi ve açlardı. Şimdiyse özgür açlar. Yönetmen, filmin tonlarını Güney Afrika’nın renkleri gibi koyu tonlarda yansıtmış. Sarımsı ve kahverengimsi tonlar sinemaskop çerçeveleri kuşatıyor. Filmin müziklerine de kulak vermeli. 1974 doğumlu İran kökenli Alman besteci Ramin Djawadi’nin tınıları kulağa iyi geliyor. Bu müthiş müzisyen başka Hollywood filmlerine de besteler yaptı. Jon Favreau’nun 2008’deki “Iron Man-Demir Adam” hemen akla geliyor. Bu besteci birçok animasyon filmine de müzikler yazdı.

(10 Şubat 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com