Cannes’da Oluk Oluk Kan, Liberace’nin Işıltısı ve Roma’nın Görkemli Güzelliği

66. Cannes Film Festivali’nin gözde temalarından biri de çağdaş toplumları tehdit eden şiddet. İlk günlerde gösterilen Meksika filmi ‘Heli’ ve Çinli Jia Zhangke’nin ‘Bir Avuç Günah’ının ardından, bu eğilimin şimdilik son örneği olan ‘Samandan Kalkan / Shield of Straw – Wara No Tate’, şiddet ve vahşet yüklü filmlerin mimlenmiş üstadlarından Japon yönetmen Takashi Miike imzasını taşıyor. En kanlısından bir Uzakdoğu westerni bu. Gazetelerde yer alan bir ilân metniyle başlıyor herşey. Torununu vahşice katleden genci öldürene 1 milyar yen ödül vaat eden yaşlı miyarder Ninagawa’nın ilânıyla. Milyonlarca kişinin hedefi olduğunu gören Kiyomaru polise sığınıyor. Genç adam yargı önüne çıkmak üzere dört polis nezaretinde Tokyo’ya götürülecektir. Lâkin 1200 km.lik bu uzun yolculukta her köşe başı potansiyel ödül avcılarıyla çevrilidir. Cehennemi bir yolculuk olacak ve belli ki çok kan akacaktır.

20 Mayıs Pazartesi sabahının bu adrenalin yüklemesi, günün ikinci yarışma filmiyle dengelenmiş neyse ki. Fransız yapımı ‘İtalya’da Bir Şato / Un Château En Italie’, festivalin yarışma seçkisinde yer alan tek kadın yönetmen filmi. Valeria Bruni Tedeschi her ne kadar Fransa eski devlet başkanı Nicolas Sarkozy’nin baldızı (Carla Bruni’nin ablası) olarak lânse edilse de, kendisi kıdemli bir tiyatro ve sinema oyuncusu, övgülere boğulmuş ilk yönetmenlik denemesi ‘Bir Deve İçin Daha Kolay / Il Est Plus Facile Pour un Chameau’ (2003) ve yine Cannes’da gösterilmiş ‘Kadın Oyuncular / Actrices’ (2007) adlı iki otobiyografik filme imza atmış saygın bir sinemacı. ‘İtalya’da bir Şato’ önceki filmlerinde olduğu gibi Bruni Tedeschi’nin kişisel anılarından derin izler taşıyor. Bir zamanlar kendi ailesine yuva olmuş tarihi şatoda çekimi yapılan filmin çıkış noktasının Çehov’un ölümsüz eseri ‘Vişne Bahçesi’ olduğunu vurgulayan Bruni Tedeschi, bir ailenin, hasta bir erkek kardeşin, satılığa çıkarılmış bir şatonun, bir parkın, sona ermekte olan bir dünyanın filmini çekmek için çıkmış yola. Orta yaşlardaki Louise’i bizzat kendisi oynuyor. Filmdeki annesi kendi öz annesi Marisa Borini, Louise’in beklenmedik bir aşkı bulduğu kendinden yaşça küçük sevgilisini de gerçek hayatta birlikte olduğu Louis Garrel canlandırmış. Kaybedişlerin hüznü kadar, taze başlangıçların ve filizlenen umutların da filmi, AIDSden ölmek üzere olan kardeşin anneyle paylaşılan kederiyle, sürpriz bir hamilelikle gelen yaşama sevincinin koşut olarak yaşandığı, hüznüyle coşkusuyla yaşamın içinden bir hikâye bu. Konuk oyuncu olarak küçük bir rolde gözüken Ömer Şerif’in varlığı ise, yönetmenin ‘Doktor Jivago’ hayranı annesine olduğu kadar tüm sinemaseverlere de minik bir armağanı.

Şenlikte ikinci devre, yine bir Amerikan yapımı özyaşam öyküsüyle başlıyor. Coen kardeşlerin gencecik folkçularının hüzünlü anlatısından sonra bu kez Steven Sodebergh aşağı yukarı aynı dönemde, Elvis’ten, Elton John’dan, Madonna ve Lady Gaga’dan önce ortalığı kasıp kavurmuş bir başka fenomeni perdeye aktarmış. Televizyon şovlarıyla birlikte Amerikan eğlence dünyasının tahtına kurulmuş ve 30 yıl gibi uzun süre zirvede kalmış çizgi dışı piyanist şovmen Liberace’nin hikâyesinden söz ediyoruz. Las Vegas sahnelerinin bir numaralı eğlence figürünün pırıltılı yaşamına, genç sevgilisi Scott Thorson ile 70’li yıllar sonlarında beş yıl süren fırtınalı beraberliğine odaklanmış filmin adı ‘Şamdanların Ardında / Behind The Candelabra’. Adını Liberace’nin piyanosu üzerinden hiç eksik olmamış üstü işlemeli kollu şamdanlardan alan film, eşcinselliğin kapalı kapılar ardında gizlice yaşandığı yıllardan, sonu hüsranla biten bir aşk hikâyesi anlatıyor. Televizyon (HBO) için çekildiği halde Cannes’ın yarışmalı seçkisine kabul edilmesi bir ilk olarak karşılanan filmin esas sürprizi, Liberace’de Michael Douglas, genç sevgilide Matt Damon’ı izleyecek olmamız. 26 yaşında ilk filmiyle (Sex, Lies and Videotape, 1989) Altın Palmiye kazanmasının üzerinden çok sular akmış eskinin bağımsız sinemacısı Soderbergh’in, parlak ışıkların ardındaki huzursuz hayatları ele alış biçiminden fazlaca umutlu olmadığımızı söyleyebiliriz. Keşke yanılmış olsak.

Yarışma seçkisinin İtalya’dan gelen tek yapımı ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’, Paolo Sorrentino imzalı. 2004 yapımı ‘Aşkın Sonuçları / Le Conseguenze Dell’Amore’yi izleyen her çalışmasıyla Cannes’ın yarışmalı seçkisinde yer almış olan yönetmen, bizde de gösterilen ‘Olmak İstediğim Yer / This Must Be The Place’ ile Amerika ve çeşitli Avrupa kentlerini dolaştığı -kendi deyimiyle- harika iki yılın ardından anavatanına dönmüş ve Roma şehrinin başrolde olduğu uzun zamandır bekleyen projesini hayata geçirmiş. Roma’nın kelimelere sığmaz tarihi güzelliğinin fonunda, artık yaşlanmakta olan müzmin çapkınlardan tanınmış gazeteci yazar Jep Gambardella’nın (bir kez daha yönetmenin değişmez gözde oyuncusu Toni Servillo) iç yolculuğu, partiler, davetler, hiçbir yere varmayan entelektüel tartışmalar üzerine bir film, Fellini’nin ‘Roma’ ve ‘Tatlı Hayat / La Dolce Vita’sı kadar Monicelli, Ferreri ve Scola’nın sinemasından esinler taşıyan, İtalyan sinemasının altın çağına görkemli bir saygı duruşu bu. Gambardella’nın Roma’nın nefes kesici güzelliğine nazır terasındaki bitmez tükenmez gevezelikler, unutulmaz ‘La Terrazza’yı çağrıştırıyor. Ettore Scola da filmi izlemiş ve çok beğenmiş. Yaşlı ustasının sevgi dolu bakışlarından çok etkilendiğini söylüyor Sorrentino.

(21 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

[email protected]