Trajedileri Yaşatan Bir Kader

Şeytanın Yüzü (Le Moine)
Yönetmen: Dominik Moll
Roman: Matthew G. Lewis
Senaryo: Anne-Louise Trividic-Dominik Moll
Müzik: Alberto Iglesias
Görüntü: Patrick Blossier
Oyuncular: Vincent Cassel (Ambrosio), Deborah François (Valerio/Matilda), Josephine Japy (Antonia), Sergi Lopez (Komisyoncu), Catherine Mouchet (Elvira), Jordi Dauder (Peder Miguel), Geraldine Chaplin (Başrahibe), Roxan Duran (Rahibe Agnes), Frederick Noaille (Don Leronzo), Martine Vandeville (Leonella)
Yapım: Diaphana Films (2011)

Önemli yönetmenlerden Dominik Moll’ün “Şeytanın Yüzü” filmi gotik atmosferi ve hikâye kurgusuyla insana sürekli bir tedirginlik duygusu yaşatıyor. Bu film sinema tarihine kalacak yapıtlardan.

Film, manastırda günah çıkarmaya benzer anla açılıyor. Komisyoncu, keşiş Ambrosio’ya kardeşinin kızıyla yattığını anlatıyor. Ambrosio’yla Komisyoncu’nun filmin girişindeki konuşmaları önemli. Sonra ön jenerikle, manastırın heykelleri üzerine kırmızı yazılar düşüyor. Ardından film yıllar öncesine gidiyor. Fırtınalı bir gecede bir adam elindeki bebeği köprüden soğuk sulara atacakken şimşek her yeri aydınlatıyor ve adam Bakire Meryem’in heykeliyle göz göze geliyor. Suçlulukla bebeği Katolik Fransisken Manastırı’nın, yani Capuchin’in kapısına bırakıyor. Hikâye, 17. yüzyılda geçiyor. Manastırın bazı keşiş rahipleri omuzunda leke olan bu bebeği istemese de çoğunluk bebeği büyütüyorlar. Otuz yaşına gelen keşiş Ambrosio, insanları vaazlarıyla etkileyen bir keşiş rahiptir. Hasta Elvira’nın gökten inmiş melekler kadar duru güzelliği olan Antonia, teyzesi Leonella’yla beraber Ambrosio’nun vaazından etkilenerek bayılıyor. Ona yardıma koşan genç Don Lorenzo hemen güzel Antonia’ya aşık oluyor. Bir yerde aşk büyürken öte yanda her şey gotik ruha uygun korku-gerilimle başka hikâyeler de gelişiyor. Manastıra, yangında yüzünün yandığını söyleyen maskeli genç Valerio geliyor. Keşişleri ikna ediyor ve manastıra yerleşiyor. Bu andan itibaren kader her şeyi denetimine alıyor ve yavaş yavaş trajedileri yaşatmaya başlıyor. Sürekli migrenle uğraşan rahip Ambrosio, huzuru manastırın gül bahçesinde buluyor.

Rüya önemli…

Ambrosio’nun bir de sürekli gördüğü kâbusa dönüşmüş rüyası var. Rüyasında, kaleye benzeyen manastırın surlarından aşağı baktığında kırmızı pelerinin içinde arkası dönük bir genç kızı görüyor. Daha sonra Valerio, maskesini çıkardığında arzuyu ve günahı çağrıştıran Matilda oluveriyor. Ambrosio, daha öncesinden kaderin çemberinde Katoliklik için bilmeden ilk günahını işliyor. Aşık ve hamile rahibe-hemşire Agnes’in trajedisine neden oluyor önce. Agnes, Lorenzo’nun kız kardeşi, ama bu açıkça belirtilmiyor filmde. Ama romanda fark edliyor. Her şeyin kader veya şeytan tarafından kırılma anı bu muydu? Yoksa bebek Ambrosio’nun yaşaması mıydı? Filmi seyrederken, hatta filmden sonra insanın zihni sürekli sancılanıyor. Valerio/Matilda’yla Komisyoncu zihninizi bulanıklaştırıyor hep. Kırkayağa benzer bir böceğin sokmasıyla zehirlenen Ambrosio’yu iyileştiren Valerio kılığındaki Matilda, yarı baygın Ambrosio’yla sevişerek günahın içine itiyor. Katoliklerde, rahipler ve rahibeler, Bakire Meryem için cinselliklerini yaşamıyorlar. Cinselliği yaşamak onlara yasak ve en büyük günaha giriyorlar inanışa göre.

Gotik ve gizemli…

Filmde kaderin en önemli anı, Antonia’nın Ambrosio’ya gelmesi belki de. Şeytan ve kader, gotik dehlizlerde trajedileri yaşatmaya başlıyor bundan sonra. Antonia’yı görür görmez bilmediği duyguların içine düşerek bu güzelliğe tutuluyor Ambrosio. Yönetmen Dominik Moll, filmi uyarlarken, romandaki zaman akışları biraz değiştirmiş. Filmde ve romanda, ensestlik “Oedipus Kompleksi”nin farklı tarafıyla yansıyor. Filmi seyrederken bunu fark ediyorsunuz. Engizisyon’da yargılanan ve yakılmaya mahkûm olan Ambrosio, Endülüs’te sarı sıcağın altında Komisyoncu/Mefisto’ya ruhunu satacak mı? Filmde, Katalonya ve Madrid’in tarihi mekânları da yansıyor. İngiliz yazar Matthew Gregory Lewis, romanında Alman efsanesi “Faust” ve Yunan mitolojisi “Oedipus”tan yardım bulmuş. Fonda, insan sesiyle ilahilerin yanında çello, keman ve piyano tınıları da duyuluyor. Bu tınılar, Ambrosio’nun kafasının içinde çalıyor sanki. Bu filmin müzikleri Pedro Almodovar ustanın bestecisi Alberto Iglesias’a ait.

Film, İngiliz romancı ve oyun yazarı Lewis’in (1775-1818) gotik romanı “The Monk” eserini daha 21 yaşındayken yazmış 1796’da. Yönetmen Dominik Moll, bu gotik filminde doğal olarak dışavurumcu bir estetiğe yönelmiş. Sinemaskop çekilmiş bu filmde öncelikle iç mekânlardaki ışık düzenlemeleri insana sürekli tedirginlik duygusu yaşatıyor. Mekânların kendisinin de bunda payı var elbette. 1962 doğumlu Alman asıllı Fransız yönetmen Moll’ü, 2000 yapımı insanı tedirgin eden ve gerilimin içinde kıvrandıran “Harry, Un Ami qui Vous Veut du Bien-Harry İyiliğinizi İsteyen Bir Dost” filmiyle tanıdık. Sinemaseverler yönetmeni 2005 yapımı “Lemming-Kuzey Faresi” filminden hatırlayabilirler. Filmin ikinci yarısı gerçekten tedirgin edici ve sarsıcı. Gotik ruhtaki gizem yüklü filmleri sevenlere sinema tadı verecek 2011 yapımı “La Moine-Şeytanın Yüzü” filmi. “Monk” ve “moine” kelimeleri “keşiş” anlamına geliyor, belirtelim. Filmin Fransızca konuştuğunu da yazalım.

(24 Mayıs 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com