Yaz Bitti…

Seyfi Teoman anısına

Emin Alper’in ilk uzun metrajlı filmi Tepenin Ardı galasını 31. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Ardından da Murathan Mungan başkanlığındaki jürinin de beğenisini toplayarak Ulusal Yarışma Altın Lale En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Filmi eşimle birlikte festivalde izleyebilme şansı yakaladık. Zira çok iyi oldu çünkü gösterim tarihi en erken Eylül 2012 olarak belirlenmiş. Film, festival boyunca geç başlama – başlayamama gibi aksaklıklara neden olan DCP formatında çekilmiş. Dijital sinema artık yavaş yavaş 35 mm.nin tahtına göz dikmeye başlıyor yani. DCP formatında çekilen filmlere özel de KDM adı verilen ve filmleri 3 – 4 saatlik zaman dilimlerinde gösterebilen şifreler mevcut. Şifre geçerlilik süresinin dolması, bloke olması gibi nedenler de festival izleyicisini hayli zorladı bu yıl. Festivalde Sıkıntılı Hanımlar ve Tepenin Ardı’nı DCP formatında izledim. İkisinde de sorunlar baş gösterdi. Ayrıca Tutsak isimli, bilet almış olduğumuz film de yine KDM şifresindeki problemlerden dolayı gösterilemedi. Sinema salonunda bir kadın da bu filmin farklı bir seansta altyazısız gösterilmesiyle âlâkalı serzenişte bulunuyordu. DCP formatı, KDM şifresi, dijital dünyaya girişteki inceliklere çok fazla kafa yormamamdan dolayı ben de bu kitlede yer aldım. Ekstra parantez belirtmeliyim ki Michael isimli filme dair makine odasında yaşanan aksilik de ayrı bir durumdu. Toplam 13 film izledik ve 4 film ciddi sorunlarla başladı ya da başlayamadı.

Festivalin bu yılki en büyük stresi ve izleyicileri en çok yoran bu teknolojik uyumsuzluğundan bahsettikten sonra dijital formatta izlediğim Sıkıntılı Hanımlar’dan biraz bahsetmek istiyorum. Sıkıntılı Hanımlar çerezlik diye nitelendireceğimiz bir ABD yapımı. Filmin kendisini açıkçası eleştiriye pek değer bulmadığımdan ötürü sadece dijital formatın benim üzerimde yarattığı etkiye değinmek istiyorum. Öncelikle TV.de bir dizi ya da sinema izliyormuşum hissi uyandırdığını söyleyebilirim. Görüntü evet oldukça netti ama bu film boyunca samimiyet hissi biraz az geldi bana. Gelelim yazımın asıl konu başlığına da sahip olan ve bu yıl Altın Lale’ye de uzanan Tepenin Ardı filmine. DCP format bu sefer benim algımda biraz daha yumuşamayı başardı diyebilirim. Belki çok daha kayda değer bir filmde ve bağımsız bir yapımda kullanıldığı için olacak ki, gerçeklik duygusunu pekiştiren bir anlatım hissiyatı yarattı.

Teknik yenilikleri biraz kenara itip Tepenin Ardı’nda neyin olduğuna ya da olmadığına odaklanalım biraz. Her şeyden öte ne kadar olumsuz eleştirebileceğim taraflar olabilse de bir ilk film olduğu aklıma geldiğinde başarılı diyebileceğimiz bir yapım var karşımızda. Tepenin Ardı ilk yarıya kadar vermek istediği mesaja dalış yapmıyor. 45 dk. kadar bir süre ıssız bir köyde bir baba, oğulları ve torunlarıyla geçirdikleri birkaç güne odaklanıyoruz. Her an düşman gelip hayatlarına tecavüz edebilecekmiş gibi yerler, içerler, uyurlar. Yarıdan sonra her karakter birer birer çoğalmaya başlıyor. Nefes aldığımız topraklarda birlikte yaşadığımız insanlara dönüşüyor. Sadece bu kadar da değil tüm dünyaya hükmediyor ve de. Film eğer kısır bir anlatım örgüsünde devam edip evrensel niteliğe uzanamasaydı oldukça vasat bir yapım olarak kalacaktı. Ama hiçbir şeyin altını ne eksik ne de fazla çizmesindeki ince işçiliğiyle anlamını naifliğine saklıyor. Ama kişisel olarak çok da fazla bana hitap edemeyen daha doğrusu bana göre biraz sığ bir işleyişe sahip olan bir filmdi diyebilirim.

Ve gelelim Seyfi Teoman’a. Bu yazıyı bitirmek üzere olduğum gün aramızdan ayrıldı. Festivalde Tepenin Ardı’nı izlemeden önce çıkan teknik aksilikleri telâfi etmek için bizi oyaladı, muhabbet ettik. Dijital sinemadan, aldıkları ödüllerden, gelecek projelerinden bahsetti. Sorulara cevaplar bulmaya çalıştı. Bu güzel muhabbetin ertesi günü Seyfi Teoman motosiklet kazası geçirdi. 3 haftalık uzun bir bekleyişle umut dolu anlar yaşamaya başlamıştık ki kendisini bugün kaybettik. Tatil kitabının son sayfasına geldik sanırım. Çözümünü bulamadığımız sorularla, yanlışlarla… Kaybolmuş bir zaman diliminin kaybolmuş bir şarkısının o kaybolmuş satırındaki gibi telâşlı, ürkek, utangaç ve heyecanlı…

Şimdi yaz bitti… Hadi herkes okula…

(09 Mayıs 2012)

Görkem Akgün

Paris’te Çılgın Macera

Bibo Bergeron’un yönettiği ve Vanessa Paradis, Gad Elmaleh, François Cluzet ile Ludivine Sagnier’in seslendirdiği animasyon film Paris’te Çılgın Macera (Un Monstre A Paris – A Monster In Paris), 04 Mayıs 2012’de Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
1900’lü yılların başında efsane şehir Paris… Yaşamını bir bahçede sürdürmekte olan canavar, çok güzel ve genç bir sarkıcı kıza aşık olur. İcat düşkünü kargo elemanı Raoul ile sinema aşığı arkadaşı Emile ve zıpır maymun beraber özel bir deney yapmaya koyulurlar ve yanlışlıkla bir pireyi 2 metrelik dev haline getirirler. Bu sevimli dev kendini Paris’in sokaklarında bulur.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor

Geride Kalanların Çaresizliği

Tıpkı filminde anlattığı gibi… Elim bir trafik kazası ve ardında sevenlerine kalan derin bir acı. Seyfi Teoman, o kazanın öncesinde söyleyecek ve yapacak çok şeyi olan, ümit vaat eden bir yönetmendi. Ama ecel onu tam da dünyaya geldiği günün dönümünde yakaladı. Genç ölümler her zaman ayrı bir acı oluşturur insanda…

Geçen sene Film Arası Dergisi’nde yayınlanan yazımı Seyfi Teoman’ı tekrar hatırlamak adına yayınlamak istedim. Geride kalan ailesine sabırlar diliyorum, mekânı cennet olsun…

TEK ÇARESİZLİĞİMİZ BÜYÜMEK!

Aslında tüm çaresizliğimiz değil midir “büyümek” ve buna engel olamamak…

Tren geçmeden önce koyarlar demir paralarını rayların üzerine, içlerindeki burukluğu eğilip bükülen parayla özdeşleştirip hafifçe tebessüm edebileceklerini hesap ederek. Ve tren nefeslerini kesecek kadar hızlı geçip gittiğinde teselliyle sarılırlar birbirilerine. Seyfi Teoman’ın son filmi “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, Ender ve Çetin’in modern dünyanın klişelerine inat varolmasını hep hayal ettiğimiz bir dostluğun hikâyesi. Filmin konusu ise bu dostluğun zorlu bir sınavını anlatıyor.

Lise yıllarından beri sıkı dost olan Ender ve Çetin, uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra, Çetin’in Ankara’ya dönüşüyle tekrar bir araya gelmişler ve ilk gençlik hayallerini otuzlu yaşlarının sonunda gerçekleştirip, aynı evde yaşamaya başlamışlardır.

Günün birinde Almanya’da yaşayan yakın arkadaşları Fikret, Türkiye’de bir trafik kazası geçirir. Kazada Fikret’in Ankara’da yaşayan anne ve babası ölür, kendisi de yaralanır. Almanya’ya dönmesi gereken Fikret, Ender ve Çetin’den, Ankara’da üniversite öğrencisi olan kız kardeşi Nihal’in okulunu bitirene kadar, iki yıl boyunca, onlarla kalmasını ister. Üçüncü birinin eve gelmiş olması ilk başlarda ikisini de rahatsız eder, ölümlerin travmasını atlatamayan Nihal de onlarla iletişim kurmak istemez, ama zamanla birbirlerine alışırlar. Ve sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşir, Ender ve Çetin birbirlerinden habersiz bir şekilde Nihal’e âşık olurlar.

AŞKIN BİLİNEN YÜZÜNÜN TERSİ

İki erkeğin birbirine çok samimi bir şekilde bağlı olması, filmi izleyenlerde farklı yorumlamalara sebep olduysa da, aslında görünenden öte bir durum yok. Dünya galasını 61. Berlin Film Festivali’nde yapan, 16. Nürnberg Türkiye-Almanya Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ve ‘Sinema Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan filmin Almanya’daki seyircisi, “erkek erkeğe çok samimi arkadaş olur mu?” sorusuna ezberletilmiş yargılarla cevap vermeye çalıştı. Devasa iletişim dünyası içinde kirlenen samimi dostluk duygularımız, artık yan yana yürüyen herkesten şüphe eder duruma sokulduğu için izleyici bu filme de gereksiz bir yafta yapıştırmaktan geri durmadı. Hâlbuki şöyle ülkemizin doğusuna doğru yelkenlerinizi açsanız kol kola girmiş erkeklerin sokaklarda keyifli sohbetlerine tanıklık edebilirsiniz.

HEP ÇOCUK KALSAYDIK!

Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanında sinemaya başarılı bir şekilde uyarlanmış film, şarkılarıyla ve küçük detaylarıyla Yeşilçam’a gönderme yapmayı da ihmâl etmiyor.

Hep çocuk kalsaydık diye başlayan bilindik cümleler sıralanıyor insanın zihnine filmden çıktıktan sonra. Büyümek üzerine felsefe yapacak kadar düşünmeye bile başlıyor insan. Kimseye aldırmadan denizin ortasında iki çocuk serbestliğiyle taklalar atan, sokağın ortasında çalan müzikle dans edebilen, aynı kıza aşık oldukları halde birbirlerine dürüstçe bunu itiraf eden ve masumluklarını kaybetmeden yaşayan bu iki erkeğin büyümüş olduğunu söylemek zor. Çünkü büyümek çocukça samimiyeti kaybetmek olarak öğretilmedi mi?

Filmden bize düşen felsefe ise; aslında tüm çaresizliğimiz değil midir “büyümek” ve buna engel olamamak…

Künye
Yönetmen: Seyfi Teoman
Oyuncular: İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, Taner Birsel, Baki Davrak
Süre: 102 dk.
Yapım Yılı: 2011

(09 Mayıs 2012)

Ayşe Şahinboy Doğan

asahinboy@gmail.com

Film Arası Dergisi’nde yayınlanmıştır. (Mayıs 2011)

Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir’in Galası Taksim Gezi Parkı’nda Yapıldı

Birçok uluslararası film festivalinden ödülle dönen, SİYAD En İyi Belgesel ödüllü Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, bu Cuma (04 Mayıs 2012) vizyona girecek. İmre Azem’in yönettiği filmin sokak galası 29 Nisan Pazar günü Taksim Gezi Parkı’nda Taksim Dayanışması ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi desteği ile gerçekleştirildi. Bir AVM’ye dönüştürülmek istenen Gezi Parkı’nda projeye karşı olan meslek odaları ile halkı bir araya getiren gala, aynı zamanda parkın nasıl daha etkin bir şekilde halkın kullanımına açılabileceğinin de en güzel örneklerinden birini verdi.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.