41. İstanbul Film Festivali’nden Değerli Taşlar

2 yıl aradan sonra yaygın bir biçimde sinema salonlarına dönüş yapan ülkemizin en önemli film şenliğine ilişkin bu yazımda izleme şansı bulduklarım arasından en çok etkilendiğim 3 filmden söz etmek istiyorum. Geleneksel öneri listemin en başında bulunan ‘Alcarràs’ Berlin Film Festivali’den kazandığı Altın Ayı ödülünü sonuna kadar hak eden bir yapım. Yönetmeni Carla Simón’u 2017 yılında İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan sonrasında ticari gösterime de giren ’93 Yazı / Estiu 1993′ adlı ilk uzun metrajı ile tanıyıp sevmiştik. Annesini babasını çok küçük yaşta Aids’ten kaybetmiş genç sinemacının yoğun otobiyografik öğelerle yüklü bu ilk filmi, annesinin ölümünden sonra taşradaki dayısının eşi ve küçük kızıyla sürdürdüğü sakin çiftlik hayatına alışmaya çalışan 6 yaşındaki Frida’nın yalnızlığını ve duygusal karmaşasını incelikli bir dille aktarır. Yönetmenin yine Katalonya’nın bereketli yemyeşil kırsalını fon alan ikinci filmi bu kez kuşaklar boyu toprakla uğraşmış çiftçi Solé ailesini merkeze alıyor. Tamamen amatör oyuncuların yer aldığı film, kalabalık bir ailenin dedesiyle torunuyla, erkeğiyle kadınıyla toprağa can verdiği ve topraktan can aldığı şiirsel bir emek evrenini başarıyla yansıtıyor. Bu yaz döneminin onların son hasat mevsimi olması tehlikesi vardır. Zira ailenin büyüğü İspanya İç Savaşı sırasında koruyup sakladığı toprak ağasından hediye araziyi üzerine geçirmemiştir. Para peşindeki varisler de arazideki şeftali ağaçlarının kesilip güneş panellerinin kurulmasını ve Sole ailesi bireylerinin bu karlı yatırımın çalışanları olmasını ister. İspanyol sinemacı bir üçlemenin ikinci parçası olarak tasarladığı filmini aynen 93 Yazı’nda olduğu gibi 90’lı yıllarda çekilmiş bir tür ‘aile videosu’ biçeminde kurgulamış. Kamerası yaşayan ve nefes alan bir gözlemci gibi aile bireylerini gündelik rutin içinde izlerken hikaye ile kırsal atmosfer arasındaki denge başarı ile kuruluyor.

Hüzünlü sona doğru adım adım ilerlerken genç ve yaşlı kuşak arasındaki çatışmalara tanıklık ediyoruz. Kapitalist arzuların aile bireylerinin arasını açmasına, çevre köylülerinin her şeye rağmen direnişlerine, emek savaşımlarına şapka çıkarıyor, ülkemizdeki tarım arazilerinin betonlaşmaya kurban edilişi ile benzer bir talanın bugün dünyanın dört bir yanında sahnelenmekte oluşuna isyan ediyoruz. Ülkemizdeki zeytin ağaçlarının yok edilme tehlikesi ile Alcarràs’ın canım şeftali ağaçlarının sökülmesi benzer bir hazin tablo olarak yüreğimizi dağlıyor.

Natalia López Gallardo imzalı ‘Değerli Taşlar / Manto de Gemas’ sert bir öykü zinciri ile Meksika kırsalının kaotik ortamına davet ediyor bizleri. Lisandro Alonso, Amat Escalante ve partneri Carlos Reygadas’ın hayranlık uyandırıcı baş yapıtlarına kurgucu olarak imza atmış olan yönetmenin birikimini ortaya koyduğu ilk uzun metrajı sözünü ettiğim auteur sinemacıların biçemlerinden izler taşıyan son derece sağlam bir filmdi. 2022 Berlin Film Festivali’nden jüri ödülü ile dönen yapım, Meksika taşrasında üç kadının kesişen kaderleri üzerinden vahşi ve karanlık ülke portresi çiziyor. Boşanma arifesinde büyükanneden kalma kır evine taşınan orta sınıftan Isabel, kız kardeşi kaybolan hizmetkâr Maria ve suça bulaşan ergen oğlu ile başa çıkmaya çalışan komiser Roberta, sosyal konumları fark etmeksizin toplumu kemiren şiddet ve dehşet karşısında boyun eğmek zorunda kalıyor. Meksikalı kadın sinemacı, işlerin farklı şekilde yürüdüğü bu diyarda içiçe geçen öyküleri konvansiyonel anlatıma yüz vermeyen, ustalarından feyz aldığı bulmacalı girift bir biçemle aktarıyor.

Festivalin son günlerinde gösterilen ‘Yüzbaşı Volkonogov Kaçtı / Kapitan Volkonogov Bezhal’, isim benzerliği ile ilk anda Robert Bresson’un ünlü başyapıtını (Bir İdam Mahkumu Kaçtı) akla getiriyor. Film boyunca süren takiple Victor Hugo klasiği ‘Sefiller’i ve ünlü romandan esinlenmiş ‘Kaçak / The Fugitive’ uyarlamasını hatırlatıyor. Karı koca Rus yönetmenler Natasha Merkulova ile Aleksey Chupov imzasını taşıyan yapım, 1938 yılında Stalin’in korku imparatorluğu döneminden trajik manzaralar sunuyor. İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde her kesimden yurttaşların ‘devlet düşmanı’ suçlaması ile gözaltına alındığı ve gizlice yok edildiği kaotik süreçte, bizzat infaz timinde görev almış kibirli istihbarat yüzbaşısı Fyodor Volkonogov aniden şüpheli konumuna düşünce St. Petersburg’un kenar mahallerinde saklanmak zorunda kalıyor. Ancak daha önce festivalde ‘Herkesi Şaşırtan Adam’ filmi ile tanımış olduğumuz Rus sinemacılar öykünün elverişli aksiyon alt yapısına yüz vermeden filmlerini Sovyetler diktatörlüğü ile hesaplaşma ve ana karakterle aynı adı taşıyan Dostoyevski misali bir kefaret ve bağışlanma öyküsüne doğru yol alıyor. Film ‘ellerine kan bulaşmış biri bağışlanma şansına erişebilir mi?’ sorusuna yanıt arıyor. Katledilmiş silah arkadaşının hayaletinden gelen mesaj yüzbaşıya ebedi azap için yerinin ayrıldığını, kaderini değiştirmek için tek bir şansı olduğunu bildiriyor: yuvasına ölüm getirdiği insanlardan en az biri tarafından bağışlanmalıdır. Özenli sinematografisinin yanı sıra yıl içinde ‘6 Numaralı Kompartıman’ filmindeki yorumuyla hatırladığımız yükselen Rus aktör Yuriy Borisov’un Volkogonov yorumu ile dikkat çeken yapım, çağdaş Rusya’nın Sovyetler özlemli tehlikeli hevesleri üzerine tarihsel bir uyarıyı gündeme taşıyor.

(18 Nisan 2022)

Ferhan Baran

[email protected]