Çağın Hastalığı Beyazperdede: Annemin Zamanı

Hakan Gürtop’un yönettiği, Sadık Güneş’in senaryosunu yazdığı Annemin Zamanı filmi 29 Nisan’da gösterime giriyor. Alzheimer hastalığını konu alan filmin başrollerini Uğur Çavuşoğlu ve Meriç Başaran paylaşıyor. Annenin ilerleyen hastalığı ağır bakım sorunlarını da beraberinde getirir. Şehir hayatı ile bir türlü bütünleşemeyen annenin hastalığında en büyük arzusu, köyüne geri dönmektir. Şehirde yaşamakta olan çocukları içinse bu artık neredeyse imkânsızdır. Hikâyenin bundan sonraki evresi ise kaçınılmaz bir karşıtlığı getirir. Gelenek ve modernlik ekseninde, hırsına yenik düşen kişiliklerle insani değerler uğruna yapılan fedakârlıklar karşı karşıya gelir.

Ferhan Baran Yazıyor: Saf İlkelliğin Has Sineması

Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren ‘Kuzeyli / The Northman’ kaynağını Nors ya da İskandinavya mitolojisinden alıyor. Anlatıya göre, babası ‘savaş kuzgunu’ lâkaplı kral Aurvadil gözleri önünde amcası tarafından öldürüldüğünde henüz 10 yaşında olan prens Amleth, bir yolunu bulup izini kaybettiriyor. Rus steplerinde yetişen ve güçlenen genç savaşçının hayattaki tek arzusu ülkesi İzlanda’ya geri dönerek babasının intikamını almak … Devamı… »

Her Şey Tekrar Ediyor

‘Tarih tekerrürden ibarettir’ deriz. Tayfun Pirselimoğlu eserlerinde aynı minvalde her şeyin tekrar ettiğinin altını çizer. Ressam-yazar-sinemacı kimlikleriyle disiplinlerarası mükemmel yaratılara imza atıyor olan değerli sanatçımızın uzun bir festival yolculuğunun ardından biraz gecikmeli de olsa İstanbullu sinemaseverler ile buluşan son filmi ‘Kerr’ ismini ‘mükerrer, tekrar, tekerrür’ kelimelerinin kökünden alıyor. Pirselimoğlu’nun bir önceki siyah-beyaz sinema çalışması ‘Yol Kenarı’ kıyametin eşiğinde bir ücra kasabada yaşayan insanların çıkışsızlığı üzerinden dünyanın cehennemi gidişatı karşısında dehşete düşmüş bir sanatçının çığlığını simgeliyordu. Bu çağdaş saçmalık hali, ‘Kerr’in hikâyesinin geçtiği mahalde yine karşımıza çıkıyor. Bu kez benzer bir sahil kasabasında sıkışmış insanların deliliği zorlayan öyküsünde, terzi babasının cenazesi için 12 yıl sonra baba ocağına geri dönmüş olan isimsiz genç adamın tren istasyonunda şahit olduğu cinayet nedeniyle bölgede bir süre daha kalmaya mecbur oluşuna tanıklık ediyoruz. Kuduz köpeklerin sebep olduğu salgın hastalık nedeniyle karantina ilan edildiğinde genç adamın kasabada mahsur kalma hali derinleşecektir.

‘Kerr’, Pirselimoğlu’nun 2004 yılında yayınlanmış aynı adlı romanından yola çıkmış. Birebir romanla örtüşmüyor. Sanatçının başka hikâyelerinden ödünç aldığı ögeler mevcut. Alegorik öyküde zaman ve mekân belli değil. Eski radyolar, afişler, telefonlar, daktilo ve fotoğraf makinaları ben diyeyim hatırlayabildiğim 60’lı yıllar, siz deyin daha önceki dönemlerden kalma. Meserret Terzihanesi, Yıldız Kıraathanesi ya da Sevinç Berberi gibi mekânlar nostaljik duygular uyandırıyor. Eski evler, harap binalar, metruk mahaller ya da içerde veya dışarda beliren derin çukurlar distopik bir dünyayı, cehennemi bir atmosferi işaret ediyor.

Geçmişte asılı kalmış bu saçma dünyaya düşen genç adam şaşkındır. Etrafını saran zorlayıcı otorite, bıyıklı bıyıksız erkekler topluluğu, her şey tuhaftır. Memleketin halini nasıl bulduğunu sorarlar ona. Olan biteni görüp görmediğini merak eder soruları, bakışları. Oysa olan biter nedir ki? Neler oluyordur bu şehirde? Anlayıp da ne yapacağı söylenir daha sonra.

Pirselimoğlu’nun bir delilik halinin yaşandığı ifade ettiği dünyamızı ve özelde memleketimizi alegorik olarak ifade edişidir ‘Kerr’. Polisiye olarak başlayan hikâye saçma bir karabasana dönüşür. Erkeklerin hükmettiği bu acımasız dünyada tek bir kadın karakter, önce genç adamın babasının bakıcısı olarak belirir. Gecikmiş tren ile Anayurt Oteli’ne gelen Şahika Tekand’ı andıran Jale Arıkan bu kara öykünün femme fatale’i olarak ilerleyen bölümde David Lynchvari kırmızı perdeli Cennet Pavyonu’nun Prenses Şehrazat’ı olarak karşımıza çıkacaktır.

Pirselimoğlu’nun önceki filmlerinde olduğu gibi finalde her şey başa döner. Her şey tekrarlanmaktadır, hayat böyle bir şeydir çünkü. Ancak bir söyleşisinde ‘her yeni başlangıcın, daha mutlu ve huzurlu bir geleceği vaad etme ihtimali olduğundan’ dem vurur, umutsuz bir bakış açısına sahip olmadığının altını çizer. Karabasan iklimini hınzır bir kara mizah ile süsleyen sinemacı bir kez daha karakterlerine cuk oturmuş iyi oyuncularla çalışmış. Tiyatro sahnesindeki başarılarıyla tanıdığımız Erdem Şenocak, enfes bir makyaj ile çehresi yenilenmiş Rıza Akın, sinemamızın en karakteristik yüzlerinden Jale Arıkan, beklenmedik bir kompozisyonda Gafur Uzuner ve diğerleri dört dörtlük oyuncu kadrosunu oluşturuyor. Pirselimoğlu’nun ‘Yol Kenarı’ndan sonra bir kez daha birlikte çalıştığı Theo Angelopoulos’un emektar çalışma arkadaşı Andreas Sinanos’un enfes kadrajları, Ali Aga’nın kurgu çalışması, Natali Yeres’in zengin mekân ve aksesuar trafiğini ustaca düzenlemiş sanat yönetimi, Nikos Kypourgos’un filmin tekinsizliğini şaha kaldıran müzik çalışması olsun hepsi, hepsi birinci sınıf. Özellikle başta ve finalde tekrarı işitilen caz tınılarına saksafonuyla eşlik eden müzisyenin adının David Lynch olmasının filme çok yakışan bir şaka ya da lâkap olduğunun altını çizmek isterim.

Festival koşuşturmacasından sonra sakin bir salonda biraz geç izledim filmi. Gezi Davası kararının açıklanmasından bir gün sonra idi. Erdem Şenocak’ın manşete taşıdığımız yüzündeki şaşkınlığı ve endişeyi taşıdığımı fark ettim. Ülkemizde ve dünyada tekrar eden haksız ve adaletsiz gelişmelere ve büyümekte olan delilik haline toplum ve insanlar olarak duyarsız kalışımızı ve etliye sütlüye karışmama halimizi simgeliyordu bu fotoğraf karesi. Tepkisizliğimizden ve etrafımızda olup bitenlere müdahil olmak istememe halimizden dolayı önce kendimden sonra insanlıktan utandım. Bizleri kendi vicdanımızla yüzleştirmek için çektiği bu güzel filmler için usta Pirselimoğlu’na bir kez daha minnettarlık duydum.

(29 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com