Son birkaç yıldır sürekli seçimle iç içe, buna da bağlı olarak kamplaşmış siyasi görüşlerle karşı karşıyayız… Birinin ak dediğine diğeri kara diyor, gerçek(çi) olsa bile. Siyaset böyle bir şey(miş) demek ki, çünkü Alman faşizmi de Sovyet Sosyalizmi de böyle bakıyor. Mesele bunun dışına çıkabilmek.
Sanatın gözü…
Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck (Oscar kazanan “Başkalarının Hayatı” ile tanıyoruz), siyasetin ne denli katı kurallarla, sanatın ise alabildiğine özgür ve geniş açılı bakışı olduğunu işliyor “Never Look Away / Asla Gözlerini Kaçırma” filminde…
Bir başka nokta da, eğer başarılı (!) ve güçlü (!) biri olmaksa amacınız tek ayak üstünde kırk yalan ve/veya gizlilikle kendinizi korumanız gerekliliği… İşini çok iyi yapan, ama ırkçı ve katil olan Profesör Seeband, hayatı kendi istediği gibi ve düzeyde yaşayabilir; ancak kızı onu dinlemediğinde hata yapmış olmaz, aksine çok daha doğru yapmış olacaktır.
Çok yönlü bakış…
1930’larda başlayıp 1960’lara dek devam eden savaşı da içeren siyasal çalkantılarla dolu önemli bir süreci anlatan filmde sadece siyaset yok. Aşk da var, korumacılık da var, sanatın özgür ruhu da… Vurgulanması gereken dekorlar ile kostümlerin gerçekçiliği ve gücü… Oyuncular için de aynı. Yönetmen Donnersmarck’ın ne denli gerçekçi, ne denli titiz, ne denli ayrıntıcı olduğunu bir kez daha görüp hayran olmamak mümkün değil.
Faşist baskının özgür ruhlu gençleri nasıl “deli” (!) ettiğini, Hipokrat yemini etmiş bile olsa bir doktorun ne denli tutucu, ne denli ön yargılı, ne denli art niyetli, ne denli çirkin (!) olduğunu, fırsatını bulunca da neyi var neyi yoksa toplayıp kaçtığını izliyoruz. Belki yaşamın diğer alanlarında farklı olabilir, ama iş sanata gelince aynı çarpıklığı reel sosyalist iktidarda da görüyoruz. Burada bir ayraçla, akademideki öğretmenin öğrencilerinin işlerine bakmaması… Kendi resimlerini bile dersinde yakacak derecede sevmemesi, savaşta ölmemesini sağlayan ailenin “kocakarı ilaçları” ile oluşturduğu yapıtlar üretmesi… Kurt’un istediğini veremediği resimlerini bozması, yeniden yeniden arayışlarla kendi çizgisini bulma çabası sanatın ve sanatçının gücünü, altını kalın çizgilerle çizerek vurguluyor.
Bir başka bakışla…
Profesörün kızı Ellie’nin yaşadıkları da bir başka dram… O açıdan baktığımızda annenin alabildiğine duygusal yaklaşımıyla “doğru”yu bulmasına karşın babanın ırkçı ve tutucu yanlışını karşılaştırma izni veriyor film biz izleyicilere.
Yaşamdan mutluluk süzen ve ilerisi için umut veren, ama istemediği bir şeyi yaptırdıkları için -aslında kendine- kızgınlığının sonucu olarak kendini yaralayan teyzenin toplama kampına ölüme gönderilmesi, faşist anlayışın kadına bakışının bir göstergesi… Kusursuz Alman ırkını hedefleyen Nazilerin hasta ve engelli herkesi kamplara toplayıp gaz odalarında öldürmeleri; kendine kusursuz insan diyenlerin, izleyeni insanlığından utandıran yaklaşımı… Küçük Kurt, teyzesini unut(a)mıyor, resimlerine yansıyor o anılar. Profesörün resmiyle kolaj oluşturması ise Kurt’un izleğini belirliyor.
Sansüre hayır!
Her filmden bir ders almak gerekir mi, bilmiyorum. Ama bu film bizim ülkemizde de yaşanan sanatın engellenmesinin, sansüre uğramasının önüne geçmek için bir kıvılcım olabilir. Hele de yine yeniden bir seçim arifesinde…
(04 Şubat 2019)
Korkut Akın