Ayı Teddy’nin Maceraları

Andrea Eckerborn’un yönettiği ve John F. Brungot, Lene Kongsvik Johansen, Marte Klerck Nilssen ile Jan Gunnar Roise’nin oynadığı Ayı Teddy’nin Maceraları (Teddybjornens Jul – Teddy’s Christmas), 01 Mart 2024’de A90 Pictures dağıtımıyla 2506 Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Mariann ve ailesi yeni yılı kutlamak için hazırlıklara başlarlar. Annesi Mariann’i dışarı alışverişe gönderir. Mariann pazarda felek çarkı standının önünde durur. İnsanlar çarkı çevirip hediyeler kazanmaktadır. Mariann standın üst rafında bir ayıcık görür. Mariann ayıcığı kazanmaya çalışır. Ayı Teddy ise küçük bir çocuğun oyuncağı yerine varlıklı birinin oyuncağı olmak ister.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Ayı Teddy’nin Maceraları yazısına devam et

Madame Web Filminin Kırmızı Halısında Dakota Johnson’dan Messika Şıklığı

Dün gece Madame Web filminin Mexico City’de düzenlenen galasında Dakota Johnson, Messika’nın yüksek mücevher tasarımlarıyla poz verdi. Dakota Johnson, kırmızı halıda büyüleyici bir görünüm sergiledi. Filmin konusu şöyle: Manhattan’da paramedik bir sağlık görevlisi olarak çalışmakta olan Cassandra Webb, sezgi yetenekleri ile gelecekte olacak olayları görmeye başlar. Geçmişiyle ilgili ortaya çıkan gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırken, güçlü yeteneklere sahip olan üç genç kadınla bir ilişki kurmak zorunda kalır. Bu üç genç kadın hayatlarını tehdit eden yaşayacakları ölümcül maceradan sağ çıkabilirlerse ileride farklı süper kahramanlara dönüşecektir.

Madame Web Filminin Kırmızı Halısında Dakota Johnson’dan Messika Şıklığı yazısına devam et

Şaşkın Damat

Rami Imam’ın yönettiği ve Mohamed Emam, Yasmine Sabri, Maged El Kidwani ile Wafaa Amer’in oynadığı Şaşkın Damat (Abo Nasab), 01 Mart 2024’de CJ ENM dağıtımıyla CJ ENM tarafından vizyona çıkarıldı.
Film, düğün gününde kendisini beklenmedik olayların içerisinde bulan damadın hikâyesini konu ediniyor. İlginç bir kişiliğe sahip olan çocuk doktoru Ali, nişanlısı Dalia ile evlenmek üzeredir. Eski bir dolandırıcı olan gelinin babası Daoud’un düğün günü hapisten çıkmasıyla beklenmedik olaylar yaşanır. Ali kendisini bir anda bir çetenin intikam savaşının ortasında bulur. Bu durum, Ali’nin düğün gününü ve heyecanla beklediği balayını mahveder.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

7. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nin Afişi ve Tanıtım Filmi Yayınlandı

Kadın Yönetmenler Derneği tarafından 26 Şubat – 02 Mart 2024 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla, Avrupa Sivil Düşün Projesi desteğiyle, Türk Tuborg A. Ş. ve Megapol sponsorluğunda düzenlenecek olan Türkiye’nin ikinci en büyük uluslararası film festivali 7. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nin afiş ve tanıtım filmi yayına verildi. 27 ülkeden 77 uzun film ve belgesel filmin gösterileceği, 31 filmin dünya prömiyerini, 37 filminse Türkiye prömiyerinin gerçekleştireceği film festivali Institut Français İzmir, İstinyePark Teras Renk Sineması ve Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde sinemasever izleyiciler ile bir araya gelecek.

  • Basın Bülteni
  • Tanıtım filmini izlemek için tıklayınız.
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

7. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali’nin Afişi ve Tanıtım Filmi Yayınlandı yazısına devam et

Korkut Akın Yazıyor: Kötülüğün Sıradanlığı ya da… İlgi Alanı

Sinema görsel bir şölen. Her ne yaparsa, her ne anlatırsa görselliği öndedir ve ağırlık da o izlediklerinizde olacaktır. Ancak Jonathan Glazer’in İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmi sessizliğiyle ve kokusuyla inanılmaz güçlü ve bir o kadar da değerli bir gerilim yaratıyor. İkinci Dünya Savaşında, ünlü toplama kampı (aslında cezaevi olarak inşa edilmişse de), imha etme ve krematoryum olarak kullanılan Auschwitz’te dünyanın gördüğü en … Devamı… »

Ne Kadar da Bize Benziyorlar

Hannah Arendt, totalitarizmin vardığı son noktada saf kötülüğün ortaya çıktığını yazar. Paris’te Fransızların yönetimindeki toplama kampından ABD’ye kaçarak Nazilerin elinden kurtulmuş olan Almanya doğumlu Yahudi kökenli felsefecinin yaşamı, bir kitabına da ad olan ‘kötülüğün sıradanlığı’ konusunda tartışmalara adanmıştır. Hitler ve Nazi yönetiminin ölüm saçan uygulamaları, Yahudi ırkının toplama kamplarının gaz odalarında yok edildiği toplu soykırım vahşeti sayısız kitap ve filmde ele alındı bugüne kadar. Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın bu en büyük insanlık suçunun özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor.

Oxford doğumlu Martin Amis’in 2014 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, 2 dakika kadar süren koyu karanlık ile açılırken, deneysel çalışmaları ile bilinen besteci Mica Levi’nin izleyeni aklın alamadığı bir gerçekliğe hazırlayan tekinsiz müziği kapkara statik perdeyi doldurmaya başlıyor. Yakından bildiğimiz saf kötülüğün ayak sesleridir bunlar. Müzik kaybolurken kuş cıvıltıları işitilmeye başlanır. Auschwitz ölüm kampının komutanı yarbay Höss ve 5 çocuklu ailesi ormanlık alanın nehre ulaştığı noktada dostları ile birlikte güneşli bir günün keyfini çıkarmaktadır. Yüzme partisi sona erdiğinde ferah konutlarına dönen ailenin rutin hayatını gözlemlemeye başlarız. El ayak çekildikten sonra komutan baba kapıları kilitler, ışıkları söndürür.

Kampın hemen bitişiğindeki evde hizmetkarlarıyla rüya gibi bir hayat kurmuştur Höss ailesi. İşkolik Rudi (Christian Friedel) kampı denetlerken karısı Hedwig (Sandra Hüller) ev düzeni ve yoktan var ettiği bahçesi ile ilgilenir. Aile cenneti yudumlarken bahçe duvarı ve üzerindeki dikenli tellerin ötesindeki cehennemde tarihin en korkunç katliamı gerçekleşmektedir. Bahçeye sızan kokuyu duymayız ama hissederiz. Ölüm fabrikasının bacalarından yükselen dumanları uzaktan görür dehşete düşeriz. Kamera film boyunca kampın içine girmez ama makinelerin homurtusunu, aralıklı silah seslerini, gaz odalarından yükselen acı çığlıkları Johnnie Burn imzalı allak bullak edici ses tasarımı yoluyla işitirken kanımız donar.

Aile iki adım ötelerindeki dehşete ilgisiz olarak gündelik yaşamını sürdürmektedir oysa. Doğum günleri kutlanır, dostlarla havuz başı partisinde eğlenilir, nehir kıyısı gezmeleri yapılır, karı koca gece ayrı yataklarda refah gelecek düşleri kurar. Bayan Höss bir mahkûma ait kürk manto ile aynanın karşısına geçer. Bir başka mahkûmun rujunu keyifle dener. Bir diğerinin diş macununa gizlediği mücevheri eline geçirdiği için mutludur. Alt gelir gruplarından gelmiş, mutlak diktatöre biat etmek suretiyle düşledikleri burjuva hayatına kavuşmanın hazzı ile sarhoş Höss’ler tüm insani değerlerini kaybetmiş gibidir. Totaliter düzenin ulaştığı bu son noktada vicdan ve ahlaki yetilerini yitirmiş bir toplumun mercek altına alınmış bireyleridir onlar. Bu ultra natüralist deneyimin son derece dehşete düşürücü olması ve izleyeni derinden etkilemesi işte bu ‘ne kadar da bize benziyorlar’ duygusundan ileri gelir. Evet onlar canavar değil sıradan insanlardır. Ve Glazer’in altını çizdiği gibi bu hikâye yalnızca geçmişe değil günümüze de aittir. Filmin dünyada yaygın gösterimini sürdürdüğü son dönemde İsrail yönetiminin Gazze’de uyguladığı mezalim tarihten hiç ders almayan insanoğlunun genetik gaddarlığının son tezahürü değil de nedir!

Müzik ve ses tasarımının da desteğiyle deneysel mükemmelliğinin doruğuna ulaşan filmde Glazer deneklerini bir bilim insanı titizliği ile misroskop altında incelemeyi sürdürür. Çiftin kimi senaryoda yazılı kimi doğaçlama sahnelerinin önemli bölümü eve ve bahçeye yerleştirilmiş küçük gizli kameralarla çekilmiş, görüntü yönetmeni Łukasz Żal’den donuk, mekanik bir renk paleti kullanması istenmiş, uzak planlar, en fazla omuz çekimleri kullanılmıştır. İngiliz sinemacı bu denli karanlığın içinde küçük bir direniş ışığı, bir ümit kapısı aralamayı da ihmal etmez. Evin büyük kızının gece karanlığına sızarak açlıktan ölmek üzere olan mahkumlar için çalışma alanlarına elmalar bıraktığı hayalet izlenimi veren sahnelerde termal kamerayla kullanılır. Bu bölümün savaş yıllarında Polonya direnişinde kavga vermiş, çekimler sırasında Höss ailesinin tam 4 yıl yaşamış olduğu evde ikamet eden 90 yaşındaki Alexandria’nın kendi anılarından senaryoya dahil edildiğini ayrıca not düşelim.

Mutluluk ve dehşetin bu denli bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izleriz. Küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunmaktadır. Sözgelimi Polonyalı mahkûm işçi Rudi’nin çizmelerini temizlerken su kırmızı akar; bahçıvan kamptan gelen külleri gül bahçesinin toprağına serper; büyük oğlan küçüğü bahçe odasına kilitlediğinde dışardan gaz tıslaması taklidi yapar ya da aynı oğlanlar altın dişleri üzerinde çene kemiği iskeletleri ile oyun icat ederler. Güllerin alının perdeyi kaplayarak kıpkırmızı bir kan gölüne dönüşüvermesi birikmiş isyanımızın görsel bir dışavurumudur sanki. Bu görsel detaylar dışında kulağın işittiği dehşet çok daha şiddetlidir. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkûmun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder. Boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan.

(22 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com