41 kere maşallah, ülkemizin en başarılı ve belki de en sevilen film festivali bir kez daha güzel filmler, mutlu anılar, hak edilmiş ödüllerle sona erdi. Uluslararası Yarışma’da, ülkemize söyleşi için sürpriz biçimde gelerek herkesi şaşırtan, sevilen yönetmen Gaspar Noe imzalı “Vortex”, ulusal yarışmada ise Büyükada’dan yönetmen komşum Marna Er Gorbach imzalı “Klondike“ filmi, “Altın Lale En İyi Film” ödülünü aldı. İki filmin de ödüllerini hak ettiğine inanıyorum, tebrikler.
Kişisel olarak festivali kapadığım iki film ise Kadıköy Sineması’nda peşpeşe izlediğim Yang’dan Sonra ve Masumlar oldu.
Yang’dan Sonra (After Yang, 2021) filminin bir gün içinde seyrettiğim tek film olmasını çok isterdim. Tüm zamanlar içinde en favori filmlerimden biri oldu kendisi. Üzerine sayfalarca yazılır ama kısa tutmaya çalışacağım. Film ülkemizde Temmuz’da vizyona girecek, 27 Nisan’da ise Başka Çarşamba salonlarında gösterimi var, kaçırmayın diyerek başlayayım. Yazı filmle ilgili pek çok sürprizbozan içeriyor, bunu da önceden söyleyelim.
Son yılların dikkat çeken sinemacılarından Güney Koreli yönetmen Kogonada’nın, Alexander Weinstein’ın “Saying Goodbye to Yang” isimli kısa öyküsünden esinlenerek yazıp yönettiği Yang’dan Sonra, ilk olarak 74. Cannes Film Festivali’nde gösterilip Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard Award) bölümünde yarışmış, sonra Sundance’in Spotlight bölümünde de yer alıp ödül almıştı. Şahsen Çin ve Doğu felsefesine, Yin & Yang meselesine ve meditasyona düşkünlüğümden ilgilenmiştim bu filmle, ilk olarak ismini ve yönetmenini duyduğumda. Hakkında fazla bir şey okumadan aldım biletimi, iyi ki de ilgimi çekmiş, peşindeyim artık Kogonada!
Başrollerinde Colin Farrell, Jodie Turner-Smith, Justin H. Min, Malea Emma Tjandrawidjaja ve Haley Lu Richardson’ın yer aldığı yapım, yönetmenin ikinci uzun metrajı imiş. İlki Columbus (2017)’u ilk fırsatta seyretmek istiyorum.
Filmin hikâyesi gelecek bir zamana inşa edilmiş. Bu zamanda sadece küçük bir gözlük vasıtasıyla film izleyebiliyor, sürücüsüz ve sessiz arabalarla seyahat edebiliyorsunuz. Tekno-sapien’ler satın alabiliyorsunuz. Nedir bu tekno-sapienler?
Yapay Zeka (A. I, 2001) filmini hatırlayın. Spielberg’in ta yirmi yıl önce çekmiş olduğu o muhteşem filmde de “Mecha” adında robotlar vardı. Bu robotlar bir icattı en nihayetinde ve bu icadın amacı insanlığın sorunlarına çözümler üretmekti. David isimli robot, bir aile tarafından evlat edinilmişti. Kendi çocuklarının öleceğini düşünen aile, acılarını dindirmek için almıştı David’i ancak çocuk iyileşince robot evlatlarının pek de bir önemi kalmamıştı.
Yang’dan Sonra filminde de Çinli bir kız çocuk (Malea Emma Tjandrawidjaja) evlat edinmiş olan beyaz baba (Colin Farrel) ve siyah anne (Jodie Turner-Smith), kızlarına kendi kültürünü öğretebilmek adına Çinli olarak üretilmiş ikinci el bir tekno-sapien (Justin H. Min) alıyorlar. Yang isimli bu tekno-sapien, Çinli kız Mika’nın ağabeyi oluyor ve birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlar. Aile de Yang’ı oğulları olarak bağırlarına basıyorlar.
Nefis bir elektronik müzik ve dans şöleni (Welcome to Family of 4 – Aska Matsumiya) olan bir sahnenin sonunda Yang dans etmeyi durduramıyor. Çünkü Yang, ikinci el bir android olarak, “bozuluyor.” Baba, Yang’ı “iyileştirmek” için elinden gelen her şeyi yapıyor, onu götürüp bulabildiği tüm teknik servis birimlerine gösteriyor ama sonuç maalesef olumsuz. Bu esnada Yang’ın içinden bir hafıza kartı çıkartıyorlar. Tekno-sapien’ler aslında bir korsan yazılım olan bu kartın içine kendileri adına önemli buldukları anları 5’er saniyelik görüntüler şeklinde kaydedebiliyorlar. Baba bu karttaki anları, anıları izliyor ve Yang’ın gözünden önemli kareleri onunla birlikte izlemeye başlıyoruz, adeta film içinde film izler gibi.
Tekno sapien’lerle ilgilenen bir müze, Yang’ın bedenini muhafaza etmek ve üzerinde araştırmalar yapmak istiyor, bunun yanı sıra müzedeki görevli, aileye, eğer isterlerse Yang’ın 5 saniyelik anılarını salonlarında video klipler olarak sergileyebileceklerini söylüyor ancak aile, bedeni verseler de anılarının herkes tarafından izlenmesini doğru bulmuyorlar.
Film, sakin, telaşsız bir şekilde o kadar çok konuya birden temas ediyor ve derinleşiyor ki, hangi şiirsel derinliğe dalsam bu yazıda, bilemedim. Örneğin bu beş saniyelik “anı” karelerin sergilenebilecek olması beni epey düşündürdü. Düşünün ki, günümüzde sanatçıların eserleri sergilenir. Bu eserler neler olabilir; fotoğraf, resim, video art, heykel, el sanatları… Bu eserlerin hiçbiri doğada kendiliğinden varolan ürünler değildir. Ben ormanda bu elmayı gördüm, çok güzel görünüyordu diyerek o elmayı olduğu gibi sergi alanına koymazsınız. (Gerçi son dönemde duvara bantlanmış muzun sergilendiği bir çalışma hatırlıyorum ama bu başka bir yazının konusu) Bir sergide bir sanatçının bir şeylere şekil verdiğini ve kendince yorumladığını görmeyi bekleriz genelde. Yang’ın önemli olarak gördüğü ve hafızasına kaydettiği anlar aslında doğal olanın mekanik gözdeki görünüşünden ve beyindeki yansımasından başka bir şey değil. Ancak örneğin fotoğraf sanatını ve video-art’ı ele alacak olursak, fotoğraf sanatçısı da doğada kendiliğinden var olan bir anı seçmek durumunda, o anı yakalayabilmek, bizlerle paylaşabilmek, belki sergileyebilmek için kendi gözünün yanısıra bir makineye ihtiyacı var, örneğin bir fotoğraf makinesine, ya da bir video kameraya. İnsan bir makine değil ve hafızasındaki görüntüleri kendi içinde bir yere aktaramıyor ancak filmde Yang bir makine aslında ve hafıza kartındaki görüntüler bir ürüne dönüşüyor, sergilenebilecek bir nesne haline geliyor yakaladığı anlar ve o anlar aslında doğalın, olanın, anın ta kendisinden başka bir şey değil. Yorumsuz, photoshopsuz, yalın. Gelecekte neler olacak, kendi anılarımızı dijital olarak kaydedebilecek miyiz gibi binlerce soru geliyor insanın aklına…
Yang’ın “babası” Jake ile bir sohbetinden beş saniye var mesela anılarda, devamını Jake hatırlıyor, biz de o sayede şahit oluyoruz bu mükemmel sohbete. Hafızamda binlerce bilgi var diyor Yang, senin belki çok bilmek isteyeceğin bilgiler, Çin’le ilgili, Çin’deki çaylarla ilgili. Ancak bu bilgilerin hiçbirine dair bir anım, gerçek bir hatıram yok, oraları görmedim, bir deneyimim olmadı. Senin ise çaylarla geçirdiğin süreler boyunca hissettiklerin, yaşadıkların var. Sizler gibi anılarım, hatıralarım olsun çok isterdim, diyor. “Annesi” Kyra ile olan müthiş şairane sohbette de Lao Tzu cümlesi çıkıyor Yang’ın ağzından: Tırtılın ölüm dediğine dünya kelebek der. Yang’ın bedeni ölse de, anılarını başka bedenlerde izlemeye devam edebiliyoruz. Filmin kendisi de yapısal olarak bu düzleme oturtmuş anlatım şeklini. Yang makine olarak, beden olarak yok ama biz onun anılarında gezdiğimiz bir filmde Yang’dan hiç kopamıyoruz, adeta içinde gezip duruyoruz.
Yang’dan Sonra, sayfalarca anlatsam da yetmeyeceğini düşündüğüm kadar bana hitap eden, derinliğini bana geçirebilen bir film oldu. Ruh nedir? Varlık nedir? İnsani değerler ne denli önemlidir? Makine bilinç kazanırsa seçimleri olur mu, bu seçimler duygu içerir mi gibi bitmek bilmez varoluşçu sorular… Kaçırmayın.
Gelelim Yang’dan Sonra’yı izledikten yarım saat sonra başlayan Masumlar (De uskyldige, 2021) adlı Norveç yapımı filme. Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard seçkisinde prömiyerini yapan film gerilim türünde. Süper güçlere sahip dört çocuk ve onların yaşadığı macerayı konu alan yapım, arka planda toplumsal gerçekçi bir atmosfer de oluşturabilmeyi başarıyor doğrusu. Yani süper güçler dediğimiz hikâyeye inanmamız ve filmle özdeşleşebilmemiz benzerlerine nazaran daha kolay oluyor böylelikle. Aslında çocukların dünyasının içine giriyoruz. Ailenin yaptığı hataların ya da onlardan yeterince ilgi, sevgi alamamalarının, içlerine doğdukları ortamın onlara nasıl etki ettiğini ve aslında çocuk dünyasının masumiyetten ne kadar uzak olabileceğini başarılı bir şekilde iletiyor bize film, süper güçler sadece filmi baharatı haline geliyor.
Esas karakterimiz, 9 yaşlarındaki Ida (Rakel Lenora Fløttum). Mükemmel bir performans sergilemiş. Çocuğun gözlerindeki donuklukta, merak dolu ama ifadesiz bakışlarda, aslında, çocuk olmanın da bir nevi robotik hallerini görüyoruz. Henüz hayatı algılama, öğrenme aşamasındalar, kendi bedenlerine, kendi güçlerine, kendi duygularına, düşüncelerine yeterince hakim değiller. Vicdanları henüz yüklenme aşamasında adeta. İyilik/kötülük kavramları çok havada. Dolayısıyla aileleriyle olan ilişkileri, çevreleriyle olan ilişkileri, zihinlerini nelerle besledikleri çok önemli.
Ida yaşından olgun olmak zorunda kalmış bir küçük kız, çünkü otistik bir ablası var: Anna (Alva Brynsmo Ramstad). Bu iki kızın ailesi yeni bir mahalleye taşınıyorlar ve yeni arkadaşları oluyor: Aisha (Mina Yasmin Bremseth Asheim) ve Ben (Sam Ashraf). Bu dört çocuk, bir şekilde birbirleriyle bağlılar zaten. Oynarlarken birbirlerinin yeteneklerini ortaya çıkarmaları söz konusu oluyor. Çocuklardan bir tanesi süper güçlerini fark ettikçe, sınırları genişliyor ve bu alışılmadık halin etkisiyle çocuk geri dönülemez bir yola giriyor, tüm çevresine zarar veriyor. Kontrolsüz güç, güç değildir cümlesinin bedenlenmiş hali adeta bu çocuk. Bir çocuk olduğunu ve aslında bu gücü kötüye kullanırken, bir yandan da elinde olmadığını, istemeden, bilinçsizce yaptığını minik oyuncu da yönetmen de seyirciye geçirmekte çok başarılı olmuş.
Norveç’te, güneşli yaz günlerinde çekilmiş olan filmin yönetmeni ve senaristi Eskil Vogt, çoğu gerilim dolu sekanslarda korku sineması estetiğini verebilmekte çok başarılı olmuş. Türü sevenler için oldukça başarılı bir film. Şahsen bu iki filmi ayrı günlerde izlemek isterdim, tek günde üst üste izlemek yerine. Farklı tatlarda iki yemeği peşpeşe yiyip lezzetlerine doyamadığım iki yemek gibi oldu benim için açıkçası. Masumlar ülkemizde Haziran’da vizyonda, belki yine erken bir Başka Çarşamba gösterimi de olur, türün meraklıları kaçırmasın. İyi seyirler.
(25 Nisan 2022)
Melis Zararsız
blossomel@gmail.com