Önsöz
Aslında “Maestro Yüz Yaşında” yazısını 2020 Ocak ayının son haftasına doğru yazmaya başladım ben. Eşsiz yönetmen – şahane insan Federico Fellini’nin 100. doğum yılının kutlanmaya başlandığı günlerde. O günlerde koronavirüs, bu tür salgınların göreceli olarak daha sık ortaya çıktığını duymaya alışık olduğumuz Çin’de görülmeye başlayan bir musibetti.
Elbette Çinli dünyadaşlarımız için kaygılandık, üzüldük. Ama ne de olsa Çin uzakta, dünyanın öbür ucunda bir ülkeydi.
Ancak koronavirüs, nereye çarpıp, nereyi devireceği, nereyi yıkıp, nereyi yok edeceği belli olmayan bir serseri rüzgâr gibi, içinde bulunduğumuz bu küreseleşme çağı ve düzeninde dünyada artık hiçbir yerin uzak değil, tam tersine burnumuzun dibi olduğunu bize çok sert ve net bir biçimde kanıtladı.
“Pandemi” diye, kimimizin ilk kez duyduğu bir tıbbi terim, gelip hayatımızın tam merkezine yerleşti. Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Uzun süre de böyle kalacak gibi duruyor.
Ben de Korona’nın yarattığı şaşkınlık, korku, panik, hayatımızın yeni düzenine ayak uydurma telâşı içinde, böyle bir yazı yazmış olduğumu unuttum. Ancak günler sonra hatırladım.
Yakından tanıyanlar tarafından “Sinema yapmadığı, hayatı sinema gibi yaşadığı” vurgulanan Fellini ustanın, özellikle içinden geçmekte olduğumuz şu zor günlerde bize hayata dair anımsatacağı, söyleyeceği o kadar çok şey var ki.
Tüm dünya fertleri olarak daha gelişmiş bir şuur düzeyiyle koronavirüssüz günlere erişmemiz dileğiyle, merhaba…
“Maestro” yüz yaşında
İtalyan televizyonları Ocak ayının sonuna doğru Fellini’yle ilgili yayınlara başladı. Çünkü ustanın 100. doğum yılı 2020. Maestro yıl boyu çeşitli etkinliklerle anılıyor.
8 Mayıs Cuma gecesi de, Rai 1 televizyonunda Carlo Conti’nin sunduğu, telekonferans yoluyla düzenlenenen, İtalyanların en önemli sinema olaylarından biri olan, 65. David Di Donatello ödül töreninde, Fellini’nin beş parasız gençlik günlerinden beri kadim dostu olan, kendi de 2003 yılında vefat eden İtalyan sinemasının efsane ismi Alberto Sordi’nin dile getirdiği bir anı demetiyle andılar Fellini ustayı, alışık olunduğu gibi filmlerinden parçalar yayınlamak yerine. Çok da iyi yaptılar.
“Cebinde beş kuruşu olmayan iki yoksulduk. Yiyecek alacak paramız yoktu. Birşeyler yemek için gittiğimiz Via Frattina’daki mandıranın ahçısının kalbini çaldık, ısmarladığımız bir tabak spagettinin altına iki biftek, iki yumurta koyar öyle verirdi bize. Geceleri uzun yürüyüşler yapar, hayallerimizden, umutlarımızdan emellerimizden söz ederdik. Ben büyük bir aktör olma projesi kurardım, Fellini de beni destekler, ‘Emin ol, Albé, bir gün büyük bir yönetmen olacağım, belki dünyanın en büyük yönetmeni,’ derdi. Bu arada Fellini gün be gün eriyordu. Ayakta duramayacak haldeydi. Kabarık saçlarıyla, sırf kafa kalmıştı. Ben de fakirdim, onu eğlendirebilirdim, gülüp şakalaşabilirdik ama onu besleyecek durumda değildim. Allahtan bir gün koruyucu meleği çıkageldi. Radyoda çalışan bir genç kızla tanıştı, adı Giulietta (Masina) idi. Fellini ona bir skeç yazdı. Sözlendiler. Ondan sonra işler açıldı. Radyoya skeçler yazmaya başladı. Giulietta iyi ahçıydı. Lazanyalar, ravioliler, tortelliniler pişirir, onu beslerdi. Fellini kilo aldı kendine geldi, yürümeye, çalışmaya başladı.”
73 yaşında da kaybetmişiz Fellini ustayı, 1993’de. Luchino Visconti’nin 70 yaşında aramızdan ayrıldığını farkettiğim zaman hayıflanmış, “Yaşasa kim bilir daha ne filmler yapardı” diye iç geçirmiştim. Fellini de 70’leri geçip 80’e ulaşmayı başaramamış. 73’de kalmış. Ne diyeyim. Ama yaptığı filmler yüz yıllara değer. Sinema aşıklarını daha yıllarca peşinden sürükler o.
“Maestro” 20 Ocak 1920 doğumlu. Yani Oğlak Burcu’nun son gününde doğmuş. Saat kaç bilmiyoruz. 21 Ocak’ta da Kova Burcu başlıyor.
Toprak grubundan, zodyağın en kararlı, en hırslı, en planlı programlı, ayağını yere en sağlam basan Oğlak Burcu’yla; hava grubundan, aklı en havada dolaşan, ayağındaki çorabın ha biri mavi, ha biri kırmızı olmuş umurunda olmayan, dahiler burcu diye bilinen Kova Burcu’nun sınırında dünyaya gelmiş, hayalleri rüyaları filme dönüştürmenin, büyülü sinemanın ustası Fellini. Yani Fellini horoskopunun mirasını hiç inkâr etmiyor.
Aile mirasını da öyle. Çünkü aynı zamanda “ayağını toprağa sağlam basan bir sinemacı” olarak da tanımlanıyor o. Baba küçük mülk sahibi köylü bir aileden geliyor. İşi satıcılık. Bu arada anneyi de unutmayalım, o da Romalı tüccar, katolik burjuva bir aileden.
Fellini’nin doğup büyüdüğü Rimini’de geçen çocukluk anılarına da yer verdiği “Amarcord” (1973) filminden etkilenmemiş bir sinemasever düşünemiyorum. Amarcord’u kaç kez seyrettim hatırlamıyorum ama film kare kare aklımda. Sisin içinden çıkıp, süzülerek denizde önümüzden geçip giden transatlantik. Kaçıp ağaca tırmanıp göğe doğru, “Voglio una donnaaa – Bir kadııın istiyorum” diye bağıran “hafif çılgın” amca. Kimi zaman gülmekten, kimi zaman duygulanıp hislenmekten gözlerimizi yaşlarla dolduran, sonra da bizi günlerce düşündüren ölümsüz Fellini karelerinden sadece bir ikisi.
“Ve Gemi Gidiyor”un (1983) güvertesinin keşmekeşi ve her biri ayrı tuhaflıkta unutulmaz yolcu portreleri. “Ruhların Jülyeti”nin (1965) egzantrik kadınları. Satirikon’da (1969) kolay kolay hiçbir filmde göremeyeceğimiz, aklımızdan çıkmayacak, kimi zaman grotesk Antik Roma panoraması.
Ve tabii “Tatlı Hayat.” Unutulmaz “La Dolce Vita”. Deprem yaratmış bir film. 1960 yılında gösterime girdiği zaman İtalya’da kıyametler koparmış. Vatikan ile İtalyan aristokrasisinin kılıç artıkları -öyle diyelim- ve çeşitli muhafazakâr kuruluşlar filme karşı haçlı seferleri düzenlemiş. Film İspanya’da 1975 yılında diktatör Franco ölene kadar yasaklanmış.
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan filmin ödülünü takdim eden Jüri Başkanı ünlü polisiye yazar ve Fellini’nin yakın dostu Georges Simenon bile festival izleyicisi tarafından ıslıklanmış, yuhalanmış. Düşünün artık. Daha ne olsun.
Ama halk, “afaroz edilsin, film yasaklansın” bağrış çağrışları arasında, “bu ahlâksız filmi” yasaklanmadan görebilmek için sinemalara koşmuş, gişelerin önünde kuyruklar oluşturmuş.
“Merak kediyi öldürür,” ünlü bir atasözüdür, bilirsiniz. Fellini usta da “sansür devletin parasız promosyonudur,” dermiş. Maestro’ya hak vermemek mümkün mü?
Tarihine baktım, “La Dolce Vita” Türkiye’de 1966 yılında gösterime girmiş. Ben “Tatlı Hayat”ı izlediğimde lise öğrencisiydim. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama İzmir Karşıyaka’da yazlık açık hava sineması İpek’te izledim diye hatırlıyorum.
Ama yönetmen Antonioni’nin Marcello Mastroianni, Jeanne Moreau ve Monica Vitti’li “Gece” filmini İpek’te gördüğüme kesin eminim. Onunla mı karıştırıyorum diye düşünmüyor değilim.
Belki şimdi pek inandırıcı gelmeyecek ama 1960’larda biz “Gece”, “Rocco ve Kardeşleri” gibi “Yeni İtalyan Sineması”nın filmleriyle, “Serseri Aşıklar” gibi birçok fransız “yeni dalga” filmi, ki yeni dalga adını bile bilmezdik o zamanlar, işte tıklım tıklım dolan bu kocaman yazlık bahçe sinemasında izlemiştik. Hem de bayıla bayıla ve çok etkilenerek. Bu sinemalar da öyle böyle değil, 600 – 800 – 1000 kişilik büyük bahçelerdi.
Tatlı Hayat’ı da, biz İtalya’da kopan fırtınalardan, lanetlemelerden, hakaretlerden eser bile olmadan -iddiaya göre bir mali destekçisi özel bir gösterim sırasında Fellini’ye tükürmeye çalışmış meselâ- son derece sakin bir ortamda seyrettik.
Hatırladığım kadarıyla gazeteler esas olarak filmde yer alan Türk dansöz Ayşe Nana’yla ilgiliydi. Boy boy onun göbek dansı sahnesinin fotoğrafları basılıyor, haberleri yapılıyordu. O günlerde övünsek mi, yerinsek mi pek bilemediğimiz bir durumdu.
Fellini ustanın, gözlerimizin önüne serdiği, Roma’nın Via Veneto semtinde konumlanan yüksek sosyetenin ve ünlülerin, o günlerde görmeye pek aşina olmadığımız ışıltılı yaşamı ağzımızı açık bırakmış, derin göğüs dekolteli siyah tuvaletiyle, ünlü Trevi Çeşmesi’nin içinde sularla oynaşırken, cilveli cilveli, “Hadi Marcello gelsene buraya,” diye Marcello isimli, ünlülerin haberlerini yapan gazeteciyi canlandıran, başrol oyuncusu Marcello Mastroni’yi yanına çağıran Anita Ekberg aklımızı başımızdan almıştı.
Roma’ya ilk gittiğimde kendimi alamayıp Via Veneto Caddesi’ni aşağıdan yukarı boydan boya yürümüştüm. Filmdeki havayı solumak için. Ama 1990’ların sonuydu. Ve Via Veneto Caddesi ile Hollywood ünlülerinin mekanı Excelsior Oteli tüm haşmetiyle yerinde dursa da 1960’lardan beri köprülerin altından çok sular akmıştı.
Ama Via Veneto Caddesi’nde soluyamadığım o havayı hiç beklemediğim bir yerde ve zamanda soludum ve Fellini’yi yanımda hissettim.
2004 yılının Kasım ayında Ferzan Özpetek’in çektiği “Kutsal Yürek – Cuore Sacro” filminin çekimlerini izlemek ve haberini yapmak üzere Roma’ya gittim. Çekimlere gittiğim ilk gün set Kolezyum’a çok yakın bir sokakta kurulmuştu. Ardından Via Urbina’daki “S. Lorenzo in Fonte Kilisesi”nde çalışıldı.
Üçüncü gün akşamüstü setten ayrılırken, “Yarın buraya değil, Cinecitta’ya gel. Kapıya ismini bıraktım. Seni içeri alacaklar.” dedi Özpetek. Kulaklarıma inanamadım.
“Orada çalışacağız. Teatro 5’de,” dedi. “Yıllar önce bu stüdyo Fellini’ye ait gibiydi. Avrupa’nın en büyük stüdyosu. Hep burada çekim yapardı. Sonra Amerikalılar kullandı. Scorsese, Coppala meselâ hep burada çalıştı. Büyük televizyon programları çekildi. Sekiz yıl sonra ilk kez bir İtalyan filmi çekiliyor burada.”
Ertesi gün, uzaktan kenarda köşede, 50’ler 60’larda Cinecitta’da çekilmiş sayısız tarihi filmden kalma sütün, ön cephe gibi dış dekorların göründüğü ağaçlıklı yoldan, stüdyonun adresini sora sora ilerlerken, aklımda Teatro 5’in önünde başlayan, Fellini’nin “evim” dediği Cinecitta’ya bir saygı duruşu olarak nitelenen, 1987 yapımı “Intervista – Görüşme” filmi vardı.
Karanlık gecenin içinde araba farları görünür. Üç dört otomobil ve kamyonet ağaçlıklı yoldan ilerleyerek, koyu bir silüet halinde beliren büyük yapının önünde fren yaparlar. Arabalardan inenler karanlık içinde oradan oraya koşuşturmaya başlar. Sonra aniden ışıklar yanar ve yüksek bir platform üstünde, başında şapkası, boynunda ünlü atkısı ve elinde megafonuyla Fellini’yi görürüz. Bu arada ışık yerden yürüyerek, o sırada binanın yan tarafından tek sıra halinde sessizce köşeyi dönen, Fellini’yle görüşme ve çekim yapmaya gelmiş, onun çalışmasını izleyebilmek için de bir gün önceden gelmiş, Japon televizyon ekibini aydınlatır.
İşte “Teatro 5” ağaçlık yolun içinden benim de karşıma öyle birden bire çıktı. Ve çok büyüktü gerçekten.
Bu yazıyı yazmadan önce bazı okumalar yaparken, şunu gördüm. Maestro, “anılarının, rüyalarının, hayallerinin, fantezilerinin filmini yapıyor,” denmesini sevmez, sinirlenirmiş. “Onlar da var ama benim yaptığım başka bir şey,” dermiş.
Ben ustaya tamamen katılıyorum. Örneğin, bir ya da yarım kilo kıyma alın, bir kaba koyun. Yoğurmaya başlayın. İçine biraz tuz, biber, baharat, kuru ekmek içi, arzuya bağlı yumurta, maydanoz, soğan vb. ekleyin. Yoğurmaya devam edin. Kıvama geldiği zaman, küçük parçalar halinde koparıp avucunuzun içinde yuvarlayın. İster yassı, ister yuvarlak, ister parmak şekli verin. Pişirin.
Ortaya çıkan şey artık “kıyma” değildir. “Köfte”dir. Hem de fırın, sahan, sulu, kuru, salçalı, kaşarlı, ekşili, cızbız, İnegöl, İzmir, rosto köfte gibi yüzlerce çeşidi, türü olan “köfte”dir. Maestro haklı, onun yaptığı başka birşey. Yaratmak zaten böyle birşey bence.
“Belki sinemaya bir ilan-ı aşk; belki biraz fazla kişisel, belki narsislik, tekrarlıyorum, edepsiz ve sınırlamasız. Ama her durumda, benim yaptığım bu,” diye tanımlıyordu Fellini “yaptığı o şeyi,” kendi sözcükleriyle, 20 Ocak gecesi, yani 100. Doğum Günü’nde İtalyan Rai 1 kanalında yayınlanan “Speciale TG1” programında gösterilen Eugenio Capuccio’nun yönettiği, “Fellini Fine Mai” adlı 2019 yapımı belgeselde sunulan görüntülerinde.
“Güçlü sinema Fellini sineması; onu, hayat üzerine, muhteşem ve kesintisiz bir şiir olarak okuyun,” değerlendirmesini yapıyor yazar – yönetmen Capuccio. Capuccio 1985 yılında Fellini’nin Ginger ve Fred filminin yönetmen yardımcılığını da yapmış ve ustayı adım adım izlemiş.
Fellini’nin filmlerini oluşturma ve çekme öyküleri de filmlerini aratmayacak kadar ilginç. Marcello Mastroianni’yi konu alan, 2015 yapımı, Emmanuelle Nobécourt’un yapımcılığını yapıp yönettiği “Marcello Mastroianni – L’Italian Idéal” adlı izlediğim belgeselden bir anı aktarayım. 1980’de Kadınlar Kenti – La Citta Delle Donne” filmini çekecekler. Bu filmde de Mastroianni yine Fellini’nin vazgeçilmez başrol oyuncusu. Filmin hazırlıkları başlıyor. Ama ortada senaryo yok.
“Senaryo” diye soruyor Marcello. “Hazırlanıyor,” diyor Fellini. Günler geçiyor, gelen giden yok. Marcello tekrar soruyor. “Bakarız, merak etme sen.” minvalinde bir cevap geliyor Fellini’den. Çekimler başlayacak senaryo hâlâ ortada yok. Marcello endişeli.
“Al şunu oku, gerisine sonra bakarız.” diye yarısına kadar kargacık – burgacık yazılmış tek bir sayfa tutuşturuyor Fellini, Marcello’nun eline çekimden bir gün önce. <(Fotoğraf 8 1/2 filmindendir.)
Ertesi gün sahne, ışıklar hazır. Marcello geniş yatağa uzanıyor talimat üzerine ama hâlâ ne olacağından haberi yok. “Motor” diyor Fellini ve yarı çıplak iki kadın aniden yatağa, Marcello Mastroianni’nin üstüne atlıyor. Marcello’nun ödü patlıyor, şaşırıyor. İşte onu en doğal, en şaşkın, en dehşete düşmüş haliyle filme çekiyor büyük usta kahkahalar arasında.
“Dünyanın en iyi on filmi” arasında adı sayılan, Fellini’nin “en iyi filmim” dediği söylenen, 1963 yapımı “8 1/2”, ustanın “Tatlı Hayat” filminden sonra artık senaryo yazamamasının, film çekememesinin ve bunalıma girmesinin bir sonucu ve ürünü. Bunalımından bile muhteşem bir film yaratmayı başarmış, Maestro. Ne denir ki başka.
Maestro’yu yakından tanıyanlar, onun sinema yapmadığını, hayatı sinema olarak yaşadığını vurguluyorlar.
Fellini usta da bunu 1960 yılında yaptığı bir söyleşide, “Benim için, film çekmek, kendimi, hayatımı gerçekleştirmek, ona anlam yüklemek. Ben işe profesyonel olarak, bu iyiydi, öteki şöyleydi diye bakmıyorum. Onun için böyle bir soru soruldu mu, tıkanıyorum. Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. Filmlerim benim için hayatımın mevsimleri, dönemleri,” diyerek açıklıyor.
Yabancı Dilde Film dalında dört Oscar ödülü, bir Altın Palmiye, En İyi Film dalında dört Altın Küre, ve burada sayılamayacak kadar çok sayıda prestijli uluslararası ödüle, bir de 1993 yılında tüm filmleri için verilen Onur Oscar’ını ekleyelim. Ama kalbimizi çalan, aklımızı çelen o güzel filmler bunların hepsini ve daha fazlasını hak ediyor zaten.
1960 yılında Fellini’yi ve “olağanüstü orijinal ve görülmedik bir şey” diye tanımladığı, bugün artık sinemada çığır açan bir başyapıt kabul edilen, “Tatlı Hayat” filmini desteklediği ve Altın Palmiye ödülünü almasını sağladığı için bir sürü eleştiri alan, azar yiyen, hakarete uğrayan, ıslıklanan, yuhalanan Georges Simenon, şöyle tanımlıyor yakın dostunu:
“O komple bir sanatçı, çok duyarlı biri, çok ender rastlanan bir içtenliği var, kendine sadık ve asla taviz vermiyor.”
Ben de, hepimizi “hayallerimizin sınırlarını zorlamaya, genişletmeye” çağıran, kendi tabiriyle “sınırlamasız ve edepsiz” o güzel filmleri için Maestro’ya tüm kalbimle teşekkür ediyorum 100’üncü doğum yılında.
İyi ki yolu dünyamızdan geçmiş.
Kaynakça:
(05 Temmuz 2020)
Çiğdem Kömürcüoğlu