Paul Thomas Anderson’ın sekizinci filmi ‘Phantom Thread’, Amerikalı sinemacının hayranlık uyandıran son çalışması. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan usta yaratıcı, Upton Sinclair uyarlaması ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’dan sonra bir kez daha işbirliği yapıyor çağımızın en iyi oyuncularından Daniel Day-Lewis ile. Aktör son filmi olduğunu beyan ettiği yapımda 50’li yıllar Londra’sının tanınmış giysi tasarımcısı Reynolds Woodcock’a hayat veriyor. Mükemmelliyetçiliği ile tanıdığımız Woodcock, yazar/yönetmenin hayal gücünün ürünü bir kişilik. İngiliz asıllı Amerikalı modacı Charles James’den ve daha çok Christian Dior’un ustaların ustası olarak andığı İspanyol tasarımcı Cristóbal Balenciaga’dan esinlenmiş bir karakter.
Savaş sonrası İngiliz modasının merkezinde, kraliyet ailesini, film yıldızlarını, mirasyedi sosyetik hanımları kendi tarzıyla giydiren Woodcock, tanınmış moda tasarımcıları gibi kontrollü, aşırı titiz, talepkâr bir yaşam sürer. Sahip olduğu moda evi biricik yardımcısı kızkardeşi Cyril’in yönetimi ve gözetimi altındadır. Kendini tamamıyla işine (sanatına) vermiş olan Woodcock, müzmin bekar hayatı sürmektedir. Kadınlar ilham kaynağı olarak hayatına girer ve çıkarlar. Taşradaki nadir bir mola anında karşılaştığı Belçikalı garson kız Alma, alıcı bakışlarıyla orta yaşlı adamın ilgisini çeker. Genç kadın kısa sürede onun hayatında ilham perisi, gözde modeli ve sevgilisi olarak kalıcı bir yer edinir. Lakin işkolik Reynolds, titizlikle organize ettiği hayatının aşkla meşkle altüst olmasına izin vermeye hiç niyetli değildir. Buna karşın Reynolds’u seven ve ona tutkuyla bağlı olan Alma, kendine özgü alışılmadık bir yöntemle onu yola getirmeye kararlıdır.
Türkçe isim konmamış filmin özgün adı, ‘kumaşın içine gizlenmiş dikiş’ anlamına geliyor. Reynolds öylesine tutkuludur ki yaratırken, hazırladığı giysinin astarına, sahibine ithafen görünmez bir dikişle ‘bir talihsizlik yaşamayasın’ benzeri temennilerini yazdığı notlar iliştirir. Sanat ile ticaret arasındaki ezeli kavga doğrultusunda tasarımlarının ticari bir meta olarak teşhir edilmesine itiraz eder. Bir sarhoşluk anında hazırladığı kostüm ile yatağa giren kontesin üzerinden giysiyi çekip çıkardığı coşkun sahnede delice takıntısı tavan yapar.
Bir ‘Pygmalion’ hikâyesi görünümünde başlar ‘Phantom Thread’. Raymonds ürkek Cinderella’sını zengin şölen sofralarında gerçek prenseslerin görkemli dünyasına yerleştirir. Ancak bir peri masalı değildir izlediğimiz. Filmin açılış sahnesinde dile getirdiği üzere, Reynolds hayallerini gerçek kılmıştır, evet. Ancak bunun karşılığı olarak Alma ona her bir zerresini vermiştir. Ama yağma yoktur. Reynolds’un buz kesmiş kalbinin kilidini açmaya, annesinin hasretini çeken onun içindeki büyüyememiş çocuğa soluk aldırmaya niyetlidir genç kadın.
47 yaşındaki Anderson’ın kılı kırk yaran, eserinin her bir karesinin kontrolünden çıkmasına izin vermeyen bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Bu çalışmasında görüntü yönetmenliğini de bizzat üstlenmiş. Keza ‘Method oyunculuğu’nun zirve isimlerinden Day-Lewis de aynı kumaştan bir sanatçı. İkilinin kafa kafaya verip geliştirdikleri (hatta Reynolds Woodcock adının Day-Lewis tarafından önerildiği) tasarımcı karakterinin Anderson’ın örtülü alter-ego’su olduğunu da düşünebiliriz. Ancak Amerikalı yönetmen, Reynolds denli takıntılı yaşamadığını, 12 yıldır evli olduğu aktris eşi Maya Rudolph ve dört çocuğuyla birlikte, zaman zaman kaotik hale bürünebilen bir özel hayatı olduğunun altını özellikle çiziyor.
‘Phantom Thread’ ilişkiler üzerine yaman bir deneme. Anderson deneyimlediği ve şahit olduğu benzer ikili ilişkilerden yola çıkarak, filmin iskeletini teşkil eden erkek-kadın beraberliğindeki durmadan değişen güç dengelerinin izini alışılmadık yöntemlerle tasvire girişmiş, böylelikle kariyerinin en kışkıtıcı aşk serüvenini imzalamış. Yönetmen hasta yatağında yattığı bir döneminde karısı onunla ilgilenirken filmin hikâyesi şekillenmeye başlamış zihninde. Sevgi ve ihtimama muhtaç bir halde, kendini zayıf hissettiği bir durumda hayatı ve uğraşları üzerindeki kontrolü kaybetme duygusu iyi gelmiş ona. Hasta yatağında Alma’nın ihtimamına sığınan Reynolds’un huzuru keşfetmenin tuhaf hazzı içinde oluşu gibi.
Hitchcock’un Daphne du Maurier uyarlaması Rebecca (1940) ya da 1944 yapımı George Cukor filmi ‘Işıklar Sönerken / Gaslight’ benzeri, Hollywood’un hazine değerindeki eski gotik aşk öykülerine tutkun Anderson. İsyan eden bir Rebecca hayal etmiş hep. Onun başkaldıran Rebecca’sıdır Alma. Laurence Olivier kumaşından Day-Lewis’in onu kendi yaratım evreninin bir ürünü, sofrasında ve yatağında birlikte olduğu halde yalnızca tasarımlarını taşıyan bir beden olarak görmesine itiraz edecek, üstadın hayatına girmiş diğer kadınların aksine yaratıcının boyunduruğu altına girmeyi reddedecektir.
Bir peri masalından, aşk ile mazoizmin sınırlarında gezinen hınzır bir deneyime dönüşen filminin ana karakteri olarak bir giysi yaratıcısını seçmesini, bu evrenin sinematografik çekiciliğine bağlıyor Anderson. Zarif iç mekanlar ve danteller arasında usul usul ilerleyen ve bizlere Visconti sinemasını anımsatan bir esere imza atıyor. Muazzam Day-Lewis’e Anderson’ın ilk güçlü kadın karakteri olan Lüksemburglu keşfi aktris Vicky Krieps ile ‘Rebecca’nın Mrs. Danvers’ini anımsatan bir rolde İngiliz oyuncu Lesley Manville eşlik ediyor. Jonny Greenwood’un nefis müzik çalışmasına, Schubert, Brahms, Fauré ve Debussy gibi klasik bestecilerin ölümsüz ezgileri eşlik ediyor. Brahms’ın valsinde (opus 39 si minör) İdil Biret’in usta yorumunu dinliyoruz. Her filmi ile gönüllerimizi fetheden çağımızın en önemli yaratıcılarından Paul Thomas Anderson son başyapıtını, geçtiğimiz yıl Nisan ayında kaybettiğimiz, yapıtlarından ve derin hümanizminden etkilendiğini belirttiği yakın dostu ve ustası yönetmen Jonathan Demme’e ithaf etmiş. Geniş bir perdede iyi bir ses düzeniyle izlemeyi ihmal etmeyiniz.
(08 Mart 2018)
Ferhan Baran