Yılmaz Erdoğan’ı “ezan sesi” polemiğinin ve “adrese teslim” gol paslarının ortasında bir yerlerde kaybetmiştim. Aradan epey zaman geçmiş. Bir süredir çok sevilen bir kavram olan “toplum mühendisliği”ne kanıt oluşturmak adına, -geçmişteki bir filminde, imamı kekeme olarak resmeden kendisi değilmiş gibi- kimi iddialarını böylesi zayıf bir argümana dayandırması, onun gibi çok zeki bir adamdan beklenmezdi. Ama şu sıralarda benim de çok sevdiğim bir başka kavramla izah edilebilirdi her şey: Dönemin Ruhu!
Çok da heyecanlı olmamakla birlikte, böylesi bir ruh haliyle izlediğim “Ekşi Elmalar”ı, gelinen noktanın ne kadar hazin olduğunu belgelemesi adına önemli buldum. Oysa ilk “Vizontele” filminde nasıl da farklıydı her şey? Evet, film, benim çizgi roman (özelde frankofon) estetiği olarak nitelendirdiğim bir kurguya ve sinemamızın geleneksel parodi anlayışına yaslanıyordu; ama dönemiyle tam da örtüşmeyen belli bir “ruhu”, duyarlılığı vardı. “Ekşi Elmalar”, bir ilk film olan “Vizontele”nin “sahici” ve daha da önemlisi “içeriden” bakışın yanından bile geçemiyor. Bunda, filmin, Yılmaz Erdoğan’ın Köyceğiz’deki çiftliğinin bahçesinde çekilmesinin rolünün ne olduğunu sorarsanız, “çok fazla” derim. Erdoğan, kendisini “çiftçi yazar” olarak tanımlıyor artık; ama bana sorarsanız “oralı bir yazar” değil. Belki de “bura”, dönemin ruhuna daha denk düşüyor.
Bir darbe öyküsü olarak nitelendirmenin fazlasıyla abartılı olacağı son filmde en büyük sıkıntı, Erdoğan’ın bizzat canlandırdığı baba karakterinde saklı sanki. Burada şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Yönetmenin kafasında yeterince kurgulayamadığı, adeta bir “nefret aşkı”yla ele aldığı bir karakteri seyirci nasıl anlayacak? Bu zorunlu değil elbette; ancak Erdoğan’ın film sonrası söyleşileri de bu konudaki “kafa karışıklığını” doğruluyor. Belediye Başkanı’nın filme adını veren “elma” hadisesindeki yaklaşımı ortadayken (ki, senaryonun tek zirve noktası), finalde yanlış mekâna giren adam için (çığlık çığlığa, bize üzülmemiz gerektiğini haykıran müziğe rağmen!) neden hüzünleneceğiz? Eser, yönetmeni tarafından Hakkari’nin kurtuluşunu 60’larda gördüğü iddia edilen bu şahsın zekasına hayran olmak için de hiçbir neden içermiyor; aksine, kızlarına reva gördüğü yaşam, fikirlerini “lüzumsuz” olarak nitelendirmemizi kolaylaştırıyor. Kararsızlık hali, “paldır küldür” yazıldığını düşündüğümüz önce melodramatik, sonra görece “umutlu” finalin de seyirciye geçememesinde önemli rol oynuyor. Üstelik yeterince işlenememe durumu, sadece Reis için değil, örneğin oyunu övgüye boğulan Songül Öden’in, filmin ikinci yarısında hapsolduğu “dar alanda” olduğu gibi neredeyse tüm karakterlerde geçerli.
Sözünü ettiğimiz “olmamış” figürlerin muhtemelen hiçbiri “solcu gencin” eline su dökemez! Yayladaki “aşk çocuğunu”, üniversitedeki robotlaşmış devrimciye dönüştürmek, karaktere oldukça soğukkanlı bir “mesafeyle” yaklaşmayı gerektiriyor ve belli ki bu da Yılmaz Erdoğan için artık çok zor değil. (Belki de yönetmen’in “soğuk ve yağmurlu havalarda” vazgeçtiği tek şey çocuk olmak değildir artık…) “Ekşi Elmalar”ın ilk yarısının bu örneğe paralel olarak, “eski günlerden kalma” bir coşkuyla, ilk filmleri andıran bir ruhla yazıldığını söyleyebiliriz. “Kız kaçırma” hadisesinden sonra ortaya çıkan manzarayı ise, uzatmaları oynanan ve skoru tamamen aleyhine çalışan bir müsabakaya benzetmemek olası değil. (Yazının bu bölümünü “dün” ve “bugün” ekseninde de okuyabilirsiniz ve belki de -o ünlü deyişten uyarlayacak olursak-, “değişen hayatlar ilkinde komedya, ikincisinde tragedya olarak” yaşanıyordur.)
Yılmaz Erdoğan, 2008 başlarında kendisiyle yaptığım bir söyleşide (Modern Zamanlar, Sayı: 4), “sinemada eleştiri” sorusu üzerine şunları söylemişti: “Temel sorun hemen her köşe yazarının potansiyel sinema eleştirmeni olması ya da kendini öyle zannetmesidir. Çünkü sinema ‘kolay’ bir yazı kaynağıdır. İyi kötü her insanın sinemayla ilgili bir ‘fikri’ vardır ve bu yüzden sinema mevzuunda fikir çoktur ama bunların içinde kayda değer olanları pek azdır. Bu yazıların kapsamı genellikle ‘valla beni sardı sarmadı’ falan biçimindedir ve en tevazu sahibi olanı ‘ben kendi fikirlerimi söylüyorum’ parantezi içindedir. Eleştirmen, eğer eleştirmen ise, yani dünyanın önemli festivallerini ve sinemayı ciddi ciddi takip ediyorsa, empatik birisi ise ve taraf tutmuyorsa büyük saygım vardır. Taraf tutmuyorsa!”
Yönetmenin kaygılarını haklı çıkarırcasına, olguya “taraf olma” ruh hali içinde yaklaşan bu satırların yazarı, en büyük esin kaynağının Gauguin’in “Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” tablosu olduğu itiraf eder!
(07 Kasım 2016)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]