İtalyan sinemasının önemli sosyalist yönetmen kardeşleri Tavianiler, İtalya’nın kozmopolit kültürüne baktıkları filmleriyle sinemaya “Yeni Yeni Gerçekçi” ruh katıyorlar. “Babam ve Ustam” ve “Kaos” filmleri de bu ruha dokunuyor.
Paolo ve Vittorio Taviani kardeşler, İtalyan sinemasında “Yeni Gerçeklik” akımının modern sinemadaki devamı “Yeni Yeni Gerçekçilik”in öncüleri. İkisi de San Miniato-Pizza’da doğdu. Vittorio 20 Eylül 1929’da, Paolo da 8 Kasım 1931’de doğdu. 1950’lerde kısa filmlerle sinemaya giren sosyalist kardeşler, 1962’de siyah-beyaz “Un Uomo da Bruciare-Yakılacak Adam” filmiyle ilk uzun filmlerini gerçekleştirdiler. 2001’de İstanbul Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” alan kardeşlerin, 2012 yapımı “Cesare deve Morire-Sezar Ölmeli” filmleri de çok önemli. Gerçek hapishanede geçen, mahkûmların da oynadığı üst noktada bir “Yeni Yeni Gerçekçi” filmdi bu. Mahkûmların, Shakespeare’in “Jül Sezar” oyununu prova edişleri siyah-beyaz yansıyordu perdeye. Sinemaseverler, bu filmi sinemasal belleklerine almalılar.
“Babam ve Ustam…”
Taviani kardeşlerin 1977’de yönettikleri “Padre Padrone-Babam ve Ustam”, dilbilimci Gavino Ledda’nın, 1940’ların sonundan günümüze, 1977 yılına kadarki hayatını yansıtıyorlar yoğunlaştırılmış anlatımla. Film, Gavino Ledda’nın kendi hayatını anlattığı aynı adlı biyografik kitabından uyarlanmış. Senaryoyu da Taviani kardeşler yazmış. Müzikleriyse Agisto Macchi bestelemiş. Yer yer belgesel ruhu sunan fotoğraflarıysa Mario Masini yansıtmış perdeye. “Babam ve Ustam”, 1977 yılında Cannes’da “Altın Palmiye” ödülünü de kazanmıştı. Bu filmi, 2001’deki 20. İstanbul Film Festivali’nde görmüştük. Bu filmde, İtalyan sinemasının önemli yönetmenlerinden Nanni Moretti de Cesare rolüyle görünüyor. “Babam ve Ustam”, Mart 1978’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.
Bu film, Sardinya Adası’nda geçiyor ağırlıklı olarak. Doğal olarak filmde de yerel dil konuşuluyor çoğunlukla. Gavino Ledda, şimdiki haliyle elindeki dalı sopaya dönüştürürken, hikâyeyi de anlatmaya başlıyor. Sopa kelimesinin anlamıysa çok derin. Faşizmle aynı anlama geliyor İtalyancada “sopa” kelimesi. Otoritenin gücü ve korku imparatorluğunun da simgesiydi bu sopa. Adada çiftçilik yapan tüm babalar, ellerindeki sopalarla çoban oğulları üzerinde baskı kuruyorlar. Köyde, okul için başka bina olmadığı için, devlet binası ilkokula dönüştürülmüş. Gavino Ledda, filmde babası Luga’yı canlandıran Amero Antonutti’ye sopayı veriyor. O da teşekkür edip, filmde oğlu olacak Gavino’nun (Fabrizio Forte), sınıfına dalıyor ve oğlunu sınıftan alıp, ağıldaki sürünün başında götürüyor. Taviani kardeşler, filmin girişinde ve finalinde, hem gerçeküstü hem de belgesel anlatımı iç içe yansıtabilmişler. Heyecan vericiydi. Küçücük Gavino, köyün dışındaki ağılda tek başına korkuyor. Annesinin (Marcella Michelangeli) onu çobanlığa uğurlarken söyledikleri, oğlan çocukları için çobanlıktan başka hiçbir umudun olmadığını gösteriyor. Okuyabilen çocuklarsa, fazladan kardeşleri olduğu için. Gavino, babası sınıfa geldiğinde korkudan altına bile işiyor. Hiçbir korku, baba korkusundan daha korkunç değil buralarda. Hatta genç olsanız bile.
Zaman geçiyor, çocuklar büyüyor, büyükler yaşlanıyor. Gavino (Saverio Marconi), okuma-yazma bilmiyor. Anadili dışında da başka dil bilmiyor. Adadaki bu köy dışındaki dünyayı bilmiyor. Hayatında sadece koyunlar var. İki kız, bir de erkek kardeşi oluyor Gavino’nun. Ama hâlâ bir çoban o. Ergenlik çağlarına gelen çoban gençler ne yapacaklardı? Kızlar, en uzak yerler kadar uzaktaydı zihinlerde. Kim, fakir çobanlara kızlarını verirdi ki? Ama, eşekler ve koyunlar yakındaydı. Gavino, babasının dişi eşeğiyle içindeki ateşi söndürüyordu. Kırsalda ilk keşifler böyleydi. Bizde de böyle, biliyoruz. Akordiyon sahnesi de etkileyiciydi filmde. Panayıra giden çocuklardan kuzular karşılığında akordiyonu alan Gavino’nun, hayatında ilk defa kendinin olan bir şeyi oluyor.
Filmde bir de kan davası var. Arada bir hikâyeye dahil oluyor at sırtında dolaşan Sebastiano. Zeytinliği de olan zengin biri. Hep ihtiyatlı olan Sebastino (Stanko Molnar), bu korkudan yorulduğundan, barış yapmayı kabul ediyor. Kanlısının koyunlarının yününü kırparken, trajedi de onu bekliyor. Luga, kurnazlık yapıp, Sebastino’nun karısını kandırıp zeytinliği ele geçiriyor. Zeytin hasadında zeytinleri satmak istediği toprak ağası, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan (AET) bahsediyor. Sonradan Avrupa Birliği (AB) oldu. Luga, bunları ilk defa duyuyor. AET, tarım ürünlerine standart getirmiş. Tahmin edilemez bir şey oluyor ve kutup soğuğu adayı kuşatıyor. Bu öyle bir soğuk ki, sütler bile donduruyor. Anne, Gavino ve kardeşlerine, çocukluğumuzun karsambaçını yapıyor donmuş sütle. Baba, zeytinciliğe ağırlık verince, Gavino’yu da askerliğe yolluyor. Gavino, ilk defa dışarıdaki dünyanın içine giriyor. Anadili dışında da dillerin olduğunu fark ediyor. Hatta çobanlık dışında da işlerin olduğunu keşfediyor. Askerde, İtalyanca, okuma-yazma ve radyo teknisyenliğini de öğreniyor Gavino. Bu dil öğrenmesi onun hayatının akışını da değiştiriyor. İlkokuldan başlayarak tüm dersleri vererek üniversiteye gidiyor ve önemli dilbilimcilerden biri oluyor. Gavino Ledda, azmin ve inanmanın insana güç verdiğini gösteriyor. Taviani kardeşler, “Yeni Yeni Gerçekçi” tarzdaki “Babam ve Ustam” filmi, sinemanın da özel yapıtlarından. İlham verirken, kendi ülkesindeki gerçekliği de düşündürten önemli bir film ayrıca. “Babam ve Ustam” filminin yapımcısı, İtalya’nın devlet televizyonu RAI olduğunu da belrtelim.
“Kaos…”
Tavani kardeşlerinin 1984 yapımı “Kaos” filmi, beş hikâye ve bir girişten (epilogdan) oluşuyor. Son hikâye hariç, hikâyeleri birbirine bağlayansa, boynundaki küçük çanla uçan bir erkek kuzgundu. Film, prologla, yani girişle başlıyor. Köylüler, kuluçkaya yatmış kuzgunu yakalıyorlar, yumurtalarını kırıyorlar ve kuzgunun boynuna çan takıp gökyüzüne salıyorlar. Taviani kardeşler, insanın zalim ve vahşi taraflarını da gösteriyorlar bu giriş bölümüyle. Kuzgun havada uçarken, ön jenerik yazıları da düşmeye başlıyor perdeye. Hikâyelerin hepsi aynı zaman diliminde, 19. yüzyıldaki Sicilya Adası’nda geçiyor. Son hikâye dışında, bir fakirlik ve yoksunluk yansıyor Sicilya’dan. Taviani kardeşler senaryoyu, Tonino Guerra’yla ortak yazmışlar. Film, yazar Luigi Pirandello’nun romanından uyarlanmış. Nobel ödüllü yazar, Agrigento şehrindeki kendi toprakları Cevasu’da 28 Haziran 1867’de
doğdu, 10 Aralık 1936’da Roma’da öldü. Cevasu, Eski Yunancadan geliyor. Yazarın, “Gölge Adam”, “Yaşlılar ve Gençler”, “Bir, Hiçkimse ve Yüz Bin” ve “Dışlanmış Kadın” romanları ülkemizde de yayımlanmış vakti zamanında. Cevasu adı, kaosun diyalektik yozlaşmasından doğmuş. Yazar, bu hikâyelerini, Antik Yunan yapısı üzerine kurmuş. Bu epik filmi, 1986’da TRT 2’deki “Ustalar ve Filmleri” kuşağında görmüştük ilkin. TRT 2, başımıza gelmiş en güzel şeydi bu cehennemde. Şimdiyse yok. TRT 2’de, hayatımızın filmlerini ve yönetmenlerini keşfettik hep. “Kaos” filminin görüntüleriyse Giuseppe Lanci’ye ait. Üç saat süren bu filmin yapımcılığını da yine RAI’nin üstlendiğini belirtelim.
Birinci hikâye… İtalyancası “Altro Figlio” olan “Diğer Oğul” bölümüyle başlıyor. Bu bölümde bir annenin trajedilerle yüklü hikâyesi yansıyor perdeye. Okuma-yazma bilmeyen yaşlı anne Mariagrazia (Margarita Lozano), 14 yıl önce Amerika’ya, Santa Fe’ye göç etmiş oğluna sürekli mektuplar gönderiyor ve hiç cevap alamıyor mektuplarına. Bir genç kadın sürekli, mektuplarını yazarken, bu defa hiçbir kelime kullanmadan mektubu Mariagrazia’ya veriyor. Mariagrazia, Amerika’ya göç eden köylülerine veriyor. Oradan biri mektubu yırtıyor. Göçmenleri muayane eden doktor, kâğıtta hiçbir şey yazmadığını fark ediyor ve Mariagrazia’nın geçmişteki trajik hayatından acılar da yansıyor. Mariagrazia, doktora içindeki o derin acıyı anlatarak biraz olsun rahatlamak istiyor. Ama acı kolayca çıkıp gitmiyor. Çünkü o acıyı daima hatırlatan bir şeyler var etrafında. Yıllar önce, 1848’de isyancıların başı, Sicilya’da direnişi, devrimi başlatmış, idareyi ele almış. Aç halka buğday dağıtmış. Elbette hapishaneleri de boşaltmış. Böyle olunca da haydutlar halka saldırmaya başlamışlar. Mariagrazia’nın kocası da haydutlara katılınca kaderi de değişmiş. Geride oğluyla aç susuz kalan Mariagrazia, kocasını aramaya çıktığında onun öldürüldüğünü görüyor. Haydutların başı Mariagrazia’ya tecavüz edince hamile kalıyor ve bir oğlan daha doğuruyor. Mariagrazia, onu sürekli reddetmiş. Tıpatıp babasına benzeyen oğul, annesinden bir defacık olsun sevgi ve şefkat görebilmek için, Mariagrazia’nın etrafında dolanıp durmuş hep. Bugün o sevgiye ulaşacağını umarak ona balkabağını yuvarlasa da, Mariagrazia geçmişin acısını unutamıyor.
İkinci hikâye… İtalyancası “Mal di Luna” olan “Ay Çarpması” bölümündeyse, kurt adam olan Bata’nın (Claudio Bigagli) trajedisi yansıyor. Bata, köyün güzellerinden Sidora’yla (Enrica Maria Modugno) yirmi gün önce evlenmiş ve ondan büyük sırrını da saklamış. Yere çömelmiş, su birikintisine bakarken, genç karısına kapıları ve pencereleri kapatmasını söylüyor. Gece dolunay çıktığında sır da ortaya çıkıyor. Bata bir kurt adam. Ama fiziksel değişime uğramıyor. Sadece ulumaları ve gücü çoğalıyor. Sidora korkuyor ve sabah her şey düzelince köye, annesinin evine dönüyor. Sidora’nın da bir sırrı var. Kuzeni Saro’ya (Massimo Bonetti) vurgun. Saro, fakir olduğu için annesi Sidora’yı ona vermemiş. Evde karısını bulamayan Bata, köye dönüyor ve kayınvalidesini ikna ediyor. Onları yemeğe çağırıyor akşamüzeri için. Sidora’nın yanık olduğu Saro da yemeğe geliyor. Her şey gece çökmesiyle değişmeye başlıyor. Bulutlu gökyüzü açılıyor ve dolunay görünmeye başlıyor. Tam fark edilemiyor, ama anne ortadan kayboluyor. Anne olmayınca, Sidora ve Saro, eve kapanıyorlar Bata kurt adam olurken. Sidora, içindeki özlem ateşini söndürmek için, dışarıdaki kocasının ulumaları altında Saro’yla bir an önce sevişmek istiyor. O kadar kolay değil tabii ki. Korku ve vicdan Saro’yu kuşatıyor. Bu bölümün sonunda hiçbir şey çözülmeden, onları bu gerçeklikle baş başa bırakan kamera onlardan ayrılıyor ve gökyüzündeki karakarganın peşine takılıyor.
Üçüncü hikâye… İtalyancası “La Giara” olan “Küp” bölümünde, zeytincilikle uğraşan toprak ağası Don Lollo’nun küp hırsı yansıyor. Bu bölümde, 1970’lere ülkemizde filmleriyle damga vurmuş “Yavru ile Kâtip” var. “Yavru” Franco Franchi, Taviani kardeşlerin filminde küp tamircisi Dima’yı canlandırıyor. “Kâtip” Ciccio Ingrassia da Don Lollo. Vakti zamanında “Yavru”ya Erol Günaydın, “Kâtip”e de Altan Erbulak dublaj yapıyorlardı. İkisi de rahmetli oldu. “Yavru ile Kâtip” filmlerini bu iki üstadın seslendirmesi dışında izlerseniz pek tat alabilir miydiniz, bilemiyoruz. “Yavru ile Kâtip” filmleri, “Hababam Sınıfı” serisi gibi neşe getirmişti bir zamanlar ülkemize.
Zeytin hasadı yapılıyor. Zeytinler verimli. Irgatlar, köleler gibi durup dinlenmeden bu ağır işte çalışıyorlar. Don Lollo, kaç yıl ömrü kaldığını düşünmeye başlamış. “Bu zeytinlik Tanrı’nın ödülü mü” diyor yanındaki genç karısına. O sırada bir at arabası meydanın ortasına giriyor. Don Lollo’nun sipariş ettiği devasa küp de at arabasının üzerinde. Hayatının amacı gerçekleşmiş gibi çok mutlu. Bu küp, onlarca litre zeytinyağını içine alabilir. Bu küpün özelliğiyse, parmakla bir fiske vurunca çan gibi ses çıkartması. Gece huzurla uyuyan Don Lollo, sabah uyandığında amacının paramparça olduğunu görerek küplere biniyor. Bu kırık devasa küpü tamir yapabilecek bir kişi var civarda. O da Dima. Çünkü onda bu küpü eskisinden iyi yapacak sihir var diyor ırgatlar. Kambur Dima geliyor, küpe bakıyor, sihirli yapışkanıyla işe koyuluyor. Bir sorun çıkıyor ortaya. Küpü eskisinden sağlam hale getiren Dima, küpün içinde kalıyor. Rahatça küpün dışına çıkabilecekken, kamburu buna engel oluyor. Don Lollo, çare bulamayınca kasabadaki zengin avukatına akıl danışmaya gidiyor. Ortaya çıkansa, Dima’nın tazminat ödemesi. Dima, esprili ve zeki bir usta. Irgatları kendi tarafına çekiyor ve küp eski haline dönüyor. Yani kırık. Dima ve ırgatlar coşkuyla çiftlikten uzaklaşırken, Don Lollo da amacının kırık parçalarına bakıp kalıyor sadece.
Dördüncü hikâye… İtalyancası “Requiem” olan “Ağıt” bölümünde, ölülerini bile gömecek toprağı olmayan yoksul köylülerin dramı yansıyor. Gökyüzünde uçan karakarga, kamerayı mezarlığı olmayan bu köye getiriyor. Bu bölüm, elinde bebeğinin cenazesiyle kasabaya, pederin yanına gelişiyle açılıyor. Bebeği vaftiz bile olamadan ölmüş. Peder dua ediyor ve yakınlardaki mezarlığa defnediyor bebeği. Altı ay geçiyor. Köylüler isyan başlatıyorlar toprak ağası barona karşı. Jandarmalar, barondan, zenginden yana. Köylülerin istediği tek şey, ölülerini gömecekleri bir yer. Eylem başlıyor. Jandarmalar, köylüleri çeviriyor. Baronu çıldırtan, köylülerin toprak sahibi olması için isyanlar başlatmış bir adamın ölüsü için toprak vermek. Zaten baron, hiçbir zaman uçsuz bucaksız topraklarından köylülere mezarlık için toprak vermemiş. Verimli topraklar, ayaktakımı köylülere feda edilebilir miydi? Jandarma gözetiminde mezar kazılmış, Jandarma komutanı barondan haber bekliyor. Jandarma, köylüleri kasaba dışına çıkartıyor. Köylüler, jandarma nezaretinde isyancı için kazılmış mezarlığa geliyorlar. İsyanları onlara bir mezarlık kazandırıyor. Direnmeden asla kazanamazsınız diyor yazar ve yönetmen.
Beşinci hikâye… İtalyancası “Epilog: Colloquio con la Madre” olan “Bitiş: Annemle Sohbet” bölümünde, yıllar sonra, annesinin ölümünden sonra çocukluğunun evine dönen yazar Luigi Pirandello (Omero Antonutti), suçluluk ve özlem duyguları yansıyor. Annesinin (Regina Bianchi) varlığı ona hep dayanma gücü vermiş. Şimdiyse o yok ve ne yapacağını bilemiyor. Luigi’nin en büyük suçluluğuysa, annesinin çocukluğunda yaptığı Malta seyahatinin müziğinin bir türlü zihninde oluşamaması. O seyahati düşündüğünde ilhamları hep dağılmış. Trenden inen Luigi, Saro’nun (Massimo Bonetti) faytonuna biniyor malikâneye gitmek için. Saro’nun yüzü ona hiç bancı gelmiyor. Seyircilere de. Eve geldiğinde, bir sıcaklık hissediyor Luigi. Hayatının büyük bölümünün geçtiği bu salon, bu odalar, bu bahçe ona tuhaf bir huzur ve dinginlik veriyor. Gerçeküstücü bir anda annesinin hayaleti görünüyor ve onunla geç kalmış sohbetini ediyor. Annesi belki de ona ilhamını vermek istiyor. Malta seyahatini anlatıyor yine. İsyancı babaları Malta’ya kaçmış. Annesi, kardeşleri, dadılarıyla beraber, Akdeniz’de küçük yelkenli tekneyle yola çıkmışlar Malta’ya doğru. Teknedeki herkes kürek çekiyor bu yolculukta. Dümendeki genç adam, rüzgâr azalınca küçük bir adaya çekiyor tekneyi. Çocuklar, tuhaf ve ince kumları olan bu adacıkta unutulmaz çocukluk maceraları yaşıyorlar. Yani iyice eğleniyorlar. Luigi’nin annesi, çocukluğunun bu anlarını hiç unutmamış. Malta’da neler yaşadıklarını bile hatırlamıyor. Lugi’nin zihninden notalar düşmeye başlıyor ve son jenerikte sanki Luigi’nin tınılarını duyuyor seyirciler. Bu tınılarda hüzne dokunuyorsunuz. Anneler muhteşem ve ilham verici oluyorlar, daima.
(04 Ocak 2014)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com