Sanatın devletin himayesine alınması fikri, M. Ö. 50’lerde Gaius Maecenas’a (Mesen) dayanır. Eski Yunan’da Aiskhylos’un Tanrılara yönelttiği eleştiriyi ya da Sophokles’in özgür bireye yaptığı vurguyu boşa çıkarırcasına, on binleri devasa tiyatrolarda bir araya getiren Eski Roma yönetimlerinin amaçları sanatsal bir yaklaşım sergilemek değildir oysa ki. Sonradan birçok epik dramada da tanık olduğumuz gibi, savaşçıların birbirleriyle veya yırtıcı hayvanlarla mücadelesinden medet uman siyasal erk, geniş kitlelere “afyon” hizmeti sunacak eğlenceler peşindedir.
Gerçek sanatın sokağa yaslanması ve doğasından kaynaklanan eleştirel tutumudur belki tehlikeli olan; ya da Mesen gibiler hakikaten hayallerinin peşinden gitmişlerdir. Her neyse; Panem et Circenes’ten (Ekmek ve Oyunlar) geriye kalan hiç de iç açıcı bir manzara olmamıştır: Hiçlik!… Sisteme yedeklenen gösteri sanatları, Plautus’un militarizm eleştirisi barındıran kimi oyunları dışında tarihe pek birşey bırakmaz.
Benzer bir durum Ortaçağ’da da karşımıza çıkar. Dizginleri ele alan Katolik Kilisesi, tiyatroyu politik amaçları doğrultusunda yönlendirerek teosantrik / tanrı merkezli bir sanat anlayışı ortaya koyar. Sonuç yine hüsrandır. Kamusal alandan dışlanan gezici oyuncuların yeni mekânı karnavallar olur. Gücünü bağımsız oluşundan alan ve sokaklara taşınan farsın etkileri Rönesans’ta daha iyi anlaşılacaktır. Yalnızca tiyatro mu? İkonanın sislerinden doğan Giotto ve ardılları da “başka türlü bir şey”in var olduğunu kanıtlamışlardır.
Yüzlerce yıl sonra ülkemizde sinemayı merkez kılarak yapılan devlet desteği tartışmaları ise olgunun bir başka yönüne işaret etmekte ve sanatın diğer alanlarında yaşanan gelişmelerin gölgesinde gerçekleşmektedir. Taşradan başlamak üzere, devlet sanat galerilerinin ortadan kaldırılması; tiyatro, opera ve bale cephesinde yaşanan gelişmeler, ne söylediği anlaşılamayan “muhafazakâr sanat” kuramı (!) ve “tek sesli” iklimi hakim kılma çabaları, yedinci sanattan bağımsız değildir. Bir başka deyişle sinemanın, sanat ile devlet arasındaki ilişkinin dizayn edilme sürecinden nasibini almayacağı beklentisi içinde olmak gülünçtür.
Konunun, devlet desteğiyle proje geliştirip, ortaya çıkan sonucu “bağımsız” olarak nitelendirme garabeti de vardır; ama bu doğal olarak başka bir başlığın ilgi alanıdır. Yine de, yukarıda sözü edilen dizayn çalışmalarının, erk cephesinde (10 küsur yıl boyunca) arzulanan bir sanat anlayışına evrilmemesinin şaşırtıcı bir sonuç olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
Sözün kısası; tam da büyük altüst oluşlar çağında, taşra-kent çelişkisini sinemanın en temel sorunsalı haline dönüştürmek, Doğu-Batı çelişkisini birey üzerinden okumanın en ideal ve “sanatsal” form olduğu iddiasını taşımak ve onca övgü arasında, tabloyu “bağımsız sinemanın gücü” olarak lanse etmek üzerine söylenecek daha çok sözümüz var…
(15 Aralık 2013)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü