Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali Yayınları sinema kitaplarının tanıtım bültenleri ve kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Yeni eklenen:
25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali (Katalog),
25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali (Program Broşürü),
23. Altın Kedi: İzmir Kısa Film Festivali (Katalog),
23. İzmir Kısa Film Festivali (Program Broşürü),
21. İzmir Kısa Film Festivali Etkinlik Programı.
Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali Yayınları yazısına devam et
Günlük arşivler: 17 Kasım 2013
Sen Aydınlatırsın Geceyi
Sinemamızda ilk renkli görüntüler 1948’de çekilen Çıldıran Kadın (Baha Gelenbevi) filminde yer alır: Kız Kulesi görüntüsü “renkli”dir. Sonradan hâlâ ilk renkli film kabul edilen Halıcı Kız (Muhsin Ertuğrul / 1953) gelir ama aslında bundan önce çekilmiş olan Ali İpar’ın Salgın filmi var. Fakat Halıcı Kız, Salgın’ın geciken teknik işlemleri nedeni ile daha önce gösterime çıkarıldığı için “ilk renkli film olma özelliğini” taşır görülüyor.
Bu filmlerden sonra uzun süre filmlerimiz siyah/beyaz olarak çekilmiştir. Zamanla renk gereksinimi duyulmuş ve önceleri kısmen renkli filmler çekilmeye başlanılmıştır. (!) Bu renkli kısımlar ya filmin final bölümü veya film içinde yer alan bir rüya sahnesi olarak görülür. Bu durum bir süre devam etmiş ve Çanakkale Arslanları (T. Demirağ – N. Eraslan) ve Hıçkırık (O. Aksoy) -bir re-make- renkli olarak çekilmiş ve renkli film sayısı yer yıl giderek artmış ve sonunda tüm filmler renkli çekilir olmuştur. (Öyle yönetmenlerimiz vardır ki, siyah/beyaz filmi yoktur.)
Onur Ünlü, Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini bu ortamda siyah/beyaz çekmiştir. (Yalnız belirtmek gerekir ki, filmlerin tümü renklendikten sonra zaman zaman, bazı yönetmenler, çeşitli nedenlerle filmlerini siyah/beyaz çekmişlerdir ama Ünlü filmini özellikle siyah/beyaz çekmiştir. Bu kendi bileceği bir iştir ve buna hiç birimizin söyleyecek bir sözü yoktur, olmamalıdır da…)
Sungu Çapan’ın (Cumhuriyet / 8.11.2013) dediği gibi “Ünlü’nün canının dilediği gibi çektiği” bir film, Sen Aydınlatırsın Geceyi… Buna bir diyeceğimiz olamazmış gibi geliyor, ama bir yönetmen tabiidir ki canının istediği gibi film yapacaktır (tabii yapabilirse, yaptırırlarsa…) ama bu “canının istediği gibi film yapmak” bana da o filmi eleştirmek hakkını veriyor. Tabi canımın istediği gibi değil, filme bağlı kalarak…
Onur Ünlü (Çapan’ın deyişi ile “demirbaş oyuncusu”) Ali Atay’ı nasıl oynatmış? Atay, bir oyuncu; yönetmenin -hele istediği gibi film yaptığı ileri sürülen bir yönetmenin- istediklerini yapacak, yani O’nun yönlendirmesi ile oynayacak… Ama bana bu oyunculuk hiç de doğru gibi gelmedi. Oynanış açısından demiyorum, oynatış açısından diyorum (ve doğru oynatılmış olduğunu da düşünmüyorum: Hiç bir yere bakmayan bakışlarla uzun uzun bakmak. Bu arada kendisine söylenen sözleri duymamış gibi yapmak -duymadığını zannetmiyorum) ve -filmdeki diğer kahramanların da üstün özellikleri olduğu gibi- Cemal (Ali Atay) kapı kullanmadan duvarlardan geçme özelliğine sahip -de, bu filmde iki (yoksa üç mü?) kere kullanılmaktan başka ne özellik taşıyor? (sinema hileleri sağ olsun).
Cemal daha sonraları kapı kullanarak giriyor, dışında bulunduğu mekânlardan içeri… ama sözü edilmeyen bir özelliği daha var Cemal’in. İstediği zaman duvarların arkasını görüyor, işi olduğu için kendisi kabul etmeyen, patronu sekreterini sıkıştırırken görüyor (sadece görüyor…). Bir de ilgi duyduğu kızın (Yasemin) kapısını kapattığı odada soyunmasını ve gidip klozete oturmasını seyrediyor… Sadece seyrediyor, hiç bir şey yapmamaya devam ediyor. Finalde, kendisini terk eden karısının uçağını, kollarını kestiği kızın parmaklarını birleştirerek durdurup -ki sadece uçağı değil hayatı durdurmuştur!?!- karısını indirmek mi. Yoksa hap yutarak yanına mı gitmek isteyince, ne kesilmiş kolların parmaklarının tekrar birleştirilmesi sonuç doğuracaktır, ne de uçmak için yutulan (bir kısmı da yere dökülen) haplar…
Sen Aydınlatırsın Geceyi filmdeki sırayı izleyerek eleştirmek bir yöntemdir ama ben kişilerin özel yetenekleri açısından olaya bakmak istiyorum. Cemal’in motosikleti ile gazoz içmeye götürdüğü Yasemin (Demet Evgar) ile birlikte -Cemal’in doktorunca verilmiş ama o an’a kadar içmeyi aklına getirmediği hapları içerek- havalanarak kentin üzerinde uçmaları sonrasında aynı parka düşmeleri -nasıl geri döndüler?- bir yana, Yasemin’in eli ile cisimleri yönlendirdiği, traktör (dü değil mi?) peşinden motosikleti ile gelen Cemal’i sağa sola savurarak devirmesi, yeteneğini? Bir daha kullanmaması başka bir soru?
Tüfeği ile karısını hamile bıraktığı için vurduğu -öldürdüğünü düşündüğü- iş adamı Dündar’ın (Serkan Keskin) bir süre sonra vurulduğu arabasından inerek, sigara da yakarak, kendisini vuran Cemal’e ölümsüz olduğunu, bir türlü ölemediğini, bunun dayanılmaz bir şey olduğunu, sekreterini (Ezgi Mola / Yasemin’in arkadaşı) sıkıştırmasını, bunu karısına da (Yasemin’e de) yapmış olabileceğini itiraf etmesi… Dündar tüm bunları anlatırken Cemal’in hareketsiz (donmuş gibi) sadece dinlemesini… anlamak?
Cemal’i -güya- tedavi eden ruh doktorunun (Ercan Kesal) burnunun bittiği bir yerlerde, her fırsatta kanayan yeri neresidir ve neden kanamaktadır. Bu,Ünlü’nün dilediği sinemanın bir göstergesi herhalde….
Sokağa serdiği kitapları satan, bu işi geceyarıları da yapan kız (Defne / Damla Sönmez) parmaklarını birbirine değdirerek yaşamı durdurur. Bunu ilk yaptığında Cemal’i de durdurur. İkinci kez parmaklar birbirine değdiğinde yaşam kaldığı noktadan -kesintisiz olarak- devam eder de, ikinci kez yaptığında Defne gibi Cemal de yaşamın duran kısmı dışında kalır ve zaman onlar için devam eder… Peki… kaçan karısına yetişmek için, bir palanın bilediğini gördüğü dükkâna kapısı kapalı iken girip, oradan palayı alıp, yere serdiği kitapların başında uyuklayan Defne’nin yanına gidip, arkasına sakladığı pala ile dirseklerinden kollarını kesip yanına aldıktan sonra, kolların parmaklarını birbirine değdirip yaşamı -karısının içinde olduğu uçağı da havada- durdurup, O’na ulaşmak isterken, yuttuğu haplarla havalanamayan ve parmakları birbirine kenetlese de yaşamı tekrar canlandıramayan… Film bu durumda bitiyor, eğer yanlış görmedi isem… Soru: Defne’nin yeteneği parmaklarında mıdır, yoksa kafasın da mı? Kesilmiş kollarla hayat durdurulurken, hadi yutulan haplarla artık uçamamayı anladım -yeniden neden geri dönüş olmaz, hayat canlanmaz ve- Defne de öldü ya… -Cemal dışında- O da havalanmak için olduğu yerde tepinip durur -hareket eden hiç bir şey yoktur, uçak bile- içinde hareket edemeyen yolcuları ile havada…
Başka neler yok ki…? Önce sadece ses olarak var olan öğretmen sonradan görünür olur, -ölmüş müydü!- ölmüş ise nasıl oldu da vurularak “tekrar” öldü…
Ava gidip ateş etmeden, çapraz astığı tüfeğini bile çıkarmadan, arkadaşının eli ile (elinde silâh olmadan) ateş ederek, önce avları, sonra -yan hakeme şike teklif eden adamı, öğretmeni- öldüren arkadaşı…
Cemal’in yan hakemliği neyin göstergesi, yan hakeme maçın sonucunu değiştirecek kararlar vermesini (bayrak kaldırarak) orta hakemi etkilemesinin istenmesini…
Cemal’in, babasının dükkânının olduğu çarşıdaki dev büyüklüğündeki esnafı…
Ve, kitapçı kız Defne’den -ne olduğu bilinmeden beğenilip sonra tavsiye üzerine- alınan Shakespeare’den, seçilerek Yasemin’e okunan “sen aydınlatırsın geceyi” finalli sonnet’yi, (sonnet’in okunduğu kadının tepkisi: -herhalde midesi bulanıyor ki, kusuyor) içeren ve hediye edilen -bir kadına (sevgiliye) hediye edilebilecek en orijinal şey- kitabın (daha sonra sevgiliye verilmiş olmalı) kafaya (Cemal’in kafasına) fırlatılmasını…
Ve siyah/beyaz filmin, film adının ve jeneriğin renkli (hem de kırmızı) olmasını…
Sorularım bunlar. Yönetmen filmi dilediği gibi yapar. Bunda mutabıkız ama benim de bazı sorularım olabilir…
Bitirdikten sonra: Onur Ünlü’den daha önce iki film izlemiştim, biri Polis diğeri Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi…
(24 Kasım 2013)
Orhan Ünser
Küflenmiş Toplum Düzeni, Yıpranmış Birliktelikler
‘Başka Sinema’ programında yer alan ‘Hayatboyu’ ile tek kopyayla gösterim şansı bulan ‘Küf’, ülkemiz sinemasının bu yılki hasadı içinde öne çıkan, desteklenmesi gereken iki değerli çalışma. Her iki yapım da, ana akım örneklerin gişe garantili duygu sömürüsüne itibar etmeyen, ele aldıkları yakıcı öykülere mesafeli duruşlarıyla cesur ve önemliler öncelikle.
32. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazanan ‘Hayatboyu’, Aslı Özge’nin ikinci uzun metrajı. İstanbul, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde En İyi Film seçilen ‘Köprüdekiler’ (2009) ile İstanbul varoşlarında yaşayan, şehrin merkezinde varolma savaşı veren gençlerin belgesel tadındaki otobiyografik hikâyelerini bir ilk filmden beklenmeyen ustalıkla anlatan Özge, bu defa çok daha yakından tanıdığı yaşamlara çevirmiş kamerasını. Plâstik sanatların saygın ismi Ela ile başarılı mimar Can’ın uzun süreli evliliklerinin, dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen, içerden ise yıpranmış, mesafeli birlikteliklerinin hikâyesi bu. Şehrin en seçkin semtlerinden birinde, mimar eşin tasarımı lüks konutu paylaşmakta olan çiftimiz, mutsuzluklarına rağmen değişime, yeniliğe, bilinmeyene yelken açmaya cesaret edemiyor. İlk filmini, maddi imkânsızlık ve eğitimsizlik gibi nedenlerle bulundukları yere sıkışmış insanların çıkışsızlığı üzerine inşa ettiğini ifade eden Özge, bu defa kontrollü yaşamlarında birbirlerine ve yaşadıkları topluma yabancılaşmış bireylerin iletişimsizliği üzerine yoğunlaşmış. Soğuk renklerin öne çıktığı görsel tasarımı, Emre Erkmen’in yine İstanbul Film Festivali’nde ödüllendirilmiş mükemmel görüntü çalışması ve kuşkusuz öykünün büyük bölümünün içinde geçtiği ev mekânı, Özge’nin anlatımına katkı sağlayan en belirgin unsurlar. Taş ve metâlden dört katlı, daracık merdivenleri ve klostrofobik yapısıyla yabancılaşma hissini aktarmada harika bir seçim olmuş söz konusu bu ev. İletişimsizliğin sinemacısı Antonioni’nin eserinden açık esinler taşıyor ‘Hayatboyu’. (Galeride sisler arasındaki açılışın ‘Bir Kadının Tanımlanması / Identificazione Di Una Donna’nın ünlü sis sekansıyla, ya da sondaki uzun plânın ‘Yolcu / Professione: Reporter’ın yedi buçuk dakika uzunluğundaki unutulmaz final sekansıyla akrabalığı gibi). Ve, sinemada ilk kez hacimli bir rol üstlenen deneyimli tiyatro oyuncusu Defne Halman’ın kusursuz performansından ustaca yararlanıyor.
Haftanın ilgiye değer ikinci filmi ‘Küf’, yönetmen Ali Aydın imzalı. İlk kez görücüye çıktığı geçtiğimiz yılın Venedik Şenliği’nde ‘Geleceğin Aslanı’, Selânik Şenliği’nde ‘Gümüş İskender’ ödüllerini kazanmış bu sıra dışı ilk film, daha sonra 32. İstanbul Film Festivali’nin FACE ödülü kapsamında ‘Sinemada İnsan Hakları Yarışması’ bölümünde izleyiciye sunulmuştu. Aydın’ın filmi gözaltında kaybolmuş evlâdı bekleyiş üzerine. İlk bakışta ‘Cumartesi Anneleri’nin simgeleşmiş direnişini akla getiren bu sarsıcı çalışma, başrole babayı yerleştirmiş bu kez. Demiryollarında yol bekçisi olarak çalışan Basri’nin 18 yıl önce üniversite öğrencisiyken gözaltına alınmış tek oğlundan aradan geçen uzun yıllar boyunca tek bir haber alınamamıştır. Oğlu kaybolduktan altı yıl sonra karısını da yitiren Basri yavaş yavaş toplumdan soyutlanmış, devlet erkanına yazdığı dilekçelerle umudunu ayakta tutmaya çalışmaktadır. Defalarca başvurduğu makamlardan herhangi bir yanıt alamadığı gibi hakarete uğrar, işkence görür. Buna rağmen bekleyişini inatla sürdürmeye devam eder. Yönetmen Aydın, yürek parçalayıcı hikâyesinin bir propaganda filmine, bir duygu seline dönüşmesini istememiş. Bu da bu filmin en büyük erdemi kanımca. Kendi deyimiyle ‘acının pornografisini’ yapmak istememiş Aydın. Bir saati aşkın çekilmiş materyali bu amaç doğrultusunda kesip atmış. Çürümüş, kokuşmuş bürokrasi ve adalet düzeninin suskunluğuna ve kayıtsızlığına inat bu arayış hikâyesini, ana motif olan bekleme temasından hareketle, seyirciyi usandırma pahasına uzun plânlar kullanarak anlatmayı yeğlemiş. Dünyanın tüm acılarını bir sandığın içine topladığı o sadeliği ölçüsünde vurucu final sahnesiyle belleklere kazınan çok güçlü bir film ortaya koymuş. Önümüzdeki ay ‘Yozgat Blues’ adlı güzelim filmle bir kez daha karşımıza çıkacak olan Ercan Kesal’ın unutulmaz performansı ve Murat Tuncel’in 35 mm görüntü çalışmasından büyük destek alan yılın en önemli çalışmalarından biri ‘Küf’.
Her iki filmi de kaçırmamaya çalışın.
(‘Küf’, Kadıköy Moda Sahnesi’nde -eski Moda Sineması-; ‘Hayatboyu’, Başka Sinema programı çerçevesinde İstanbul’da Beyoğlu Beyoğlu / Kadıköy Rexx / Altunizade Capitol Spectrum / Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)
(24 Kasım 2013)
Ferhan Baran
Malatya Festivali Hızlı Başladı
4. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Onur Ödülüne değer görülen Yağmurdan Önce’nin başarılı oyuncusu Rade Serbedzija söyleşisi ile başlayan ilk gün film gösterimleri, söyleşiler ve sergilerden oluşan keyifli bir programla devam etti. Rade Serbedzija, söyleşisinde sinemanın kurguyu gerçeğe bağlayan tarihsel bir doküman niteliğinde olduğunu söyledi. Onur Ödülüne değer görülen bir diğer isim Eşref Kolçak ise Güle Güle filminin gösteriminin ardından gerçekleşen söyleşide Güle Güle de oynamış olmaktan büyük gurur duyduğunu belirtti ve “Bu filmle kaybolan sinemamız canlandı.” dedi. Kendini, arkadaşı zannettiği haydutlardan bir türlü kurtaramayan Roman’ın hayatla mücadelesini anlatan Roman ve Yavrusu adlı film Türkiye prömiyerini Malatya’da yaptı.
Cansel Elçin Hayranlarından Anlamlı Video
Geçtiğimiz günlerde Asla Vazgeçme isimli sinema filmi için kamera karşısına geçen Cansel Elçin’e hayranlarından tebrik mesajları yağıyor. Ünlü oyuncuyu bir an önce izlemek isteyen dünyanın dört bir yanındaki Cansel Elçin hayranı internet üzerinden birleşip “Asla Vazgeçme” mesajlarını dile getirdikleri videoyla oyuncuya destek verdi.
Elçin, çekimleri Ekim ayında Kaş’ta başlayan Asla Vazgeçme filminde beklenmedik olaylar sonrasında yaşamı bir anda değişen ve hayata yeniden tutunmaya çalışan bir adamı canlandırıyor. Yasin Uslu’nun yönetmenliğini yaptığı filmde Cansel Elçin başrolü Ekin Türkmen’le paylaşıyor.
25. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali
25. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali, 20 – 27 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenleniyor. Programa; T. C. Kültür Bakanlığı, İstanbul Hollanda ve Polonya Başkonsoloslukları, Avusturya, Fransız, İtalyan, Alman ve İspanya Kültür Merkezleri destek veriyor. Program kapsamında, kurmaca, belgesel, canlandırma ve deneysel filmlere yer veriliyor. Festival toplam 940 film başvurdu. Kişisel başvuruların dışında, Unifrance, Instituto Cervantes, Krakow Film Foundation, Goethe Institut, Eye Film Institute, Roma Film Festival tarafından seçilen kısa filmler de programda yer alıyor.
25. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali yazısına devam et