SEN-DER ve SenaristBİR Eğitimlerini Hızlandırdı

Senaryo Yazarları Derneği ve SenaristBİR, eğitim çalışmalarını hızlandırdı ve önümüzdeki dört hafta süresince günübirlik workshop çalışmalarına imza atıyor. Birol Güven (Çocuklar Duymasın, Seksenler, Doksanlar), Tomris Giritlioğu (Kayıp Şehir, Asi, Gönülçelen), Ercan Kesal (Bir Zamanlar Anadolu’da), İlker Barış (Babalar ve Evlatlar, Genco, Erkekler Ağlamaz), Coşkun Irmak (Öyle Bir Geçer zaman ki) ve Ercan Mehmet Erdem (Behzat Ç.) gibi sinema sektörünün duayen isimlerinin eğitmenliğinde gerçekleşecek olan workshop’lar 01 Aralık’ta başlıyor. Senaryo Yazarları Derneği ve SenaristBİR’in eğitim çalışmalarıyla ilgili ayrıntılı bilgi için senaryoyazarlari@gmail.com adresine yazılabilir.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Niko 2: Küçük Kardeş, Tatlı Bela

    Kari Juusonen ile Jorgen Lerdam’ın yönettiği ve Kari Hietalahti, Juha Veijonen, Aarre Karen ile Elina Knihtila’nın seslendirdiği animasyon film Niko 2: Küçük Kardeş, Tatlı Bela (Niko 2: Little Brother Big Trouble -Niko 2: Lentajaveljekset), 29 Kasım 2013’de Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Annesi Oona’yla yaşayan Niko, babasıyla birlikte dünyanın en ünlü Noel Baba uçuş ekibine katılacağını ve yeniden hep birlikte olacaklarını düşünerek mutlu olmaktadır. Ancak annesi Lenni adında biriyle tanıştığını, Jonni adında bir oğlu olduğunu ve artık onlarla yaşayacaklarını söyler.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Niko 2: Küçük Kardeş, Tatlı Bela yazısına devam et

    2. Uluslararası Antakya Altın Defne Film Festivali Sona Erdi

    Antakya Belediyesi’nin desteğiyle Antakya Foto Film Merkezi tarafından hazırlanan 2. Uluslarası Antakya Altın Defne Film Festivali sona erdi. Birçok yönetmen ve oyuncunun katıldığı festivalde aynı zamanda fotoğrafçılar buluşması yapıldı. Onur Ünlü’nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi ile açılışı yapılan festivalde son dönemin önemli bağımsız filmlerinin gösterimi yapıldı. Belgesel ve kısa film gösterimleri de yapılan festival 6 gün devam etti. Antakyalı oyuncu Barış Atay’ın festivale gelirken gözaltına alınması festivale damga vurdu. Yönetmen Hasan Tolga Pulat’ın söyleşiye “Barış Atay Yalnız Değildir” yazılı dövizle çıkması salonda büyük coşku yarattı. Kapanış töreninde yönetmen Engin Ayça ve oyuncu Gülsen Tuncer’e onur ödülü verildi.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • 2. Uluslararası Antakya Altın Defne Film Festivali Sona Erdi yazısına devam et

    Hüzünlü Bir Sonbahar Sonatı

    İlk kez gösterildiği 32. İstanbul Film Festivali’nde izleyenleri derinden etkileyen ve sonrasında Adana ve Malatya Film Festivalleri’nde En İyi Film seçilen ‘Yozgat Blues’, yine ödüllere boğulmuş 2009 yapımı ‘Uzak İhtimal’in yaratıcısı Mahmut Fazıl Coşkun’un ikinci uzun metrajı. Adında yer alan ‘blues’ sözcüğünün altını çizdiği umudun ve hüznün hikâyesi anlatılan.

    Öykünün merkezinde yer alan Yavuz, popülaritesini yitirmiş eski bir hafif müzik yorumcusu. İlerlemiş yaşında, İstanbul’u kuşatmış kişiliksiz AVM’lerde fon müziği niyetine şarkılarını söylemektedir. Yalnızdır, mutsuzdur. Aldığı bir teklif üzerine Yozgat’ta bir restoran/gece kulübünde çalışmaya gider. Artık kendisine ilgi göstermeyen büyük şehirden uzakta, taşrada kabul görme umuduyla. Bu belki de son yolculuğunda yalnız değildir Yavuz. Ders verdiği müzik kursundan yetenekli öğrencisi Neşe’yi kendisine vokal yapmak üzere beraberinde getirmiştir. Küçük taşra kenti, İstanbul’dan gelmiş iki sahne insanının beklenti ve umutları için yeni bir durak olacaktır.

    Yönetmenin ‘yaşlılığa geçerken son bir küçük maceranın hikâyesi’ olarak tanımladığı ‘Yozgat Blues’u izlerken, ünlü Chaplin klâsiği ‘Limelight’ (Sahne Işıkları) ya da ‘A Star is Born’u (Bir Yıldız Doğuyor) anımsamadan edemiyorsunuz. Büyük şehirde unutulmuş eski yorumcu, Yozgat’ın ‘Delila’sında beklediği kabulü bulamıyor, seyirci ile iletişim kuramıyor. Buna karşılık varoş kökenli Neşe’nin kentin yerel radyosunda yaptığı söyleşi ve sahnede sunduğu performans büyük ilgi topluyor. Yaşlanmakta olan şarkıcının genç kadına belli belirsiz yakınlığı da karşılık bulmuyor. Girişken Neşe, Yozgat’ta karşılaştığı berber Sabri ile yeni bir hayata başlangıç yapıyor.

    ‘Yozgat Blues’, ülkemiz sinemasında alışılagelmiş taşra filmlerini ters yüz edişiyle farklı bir film. Büyük şehirden taşraya gelmiş karakterlerinin mutluluk arayışlarını dar kareler içinde anlatmayı tercih etmiş Coşkun. Bu amaçla, öyküye mekân olan Yozgat’ta otantik taşra manzaraları kullanmaktan özenle kaçınmış. Dış mekânlarda geçen sahnelerin büyük bölümünde, kentin eskimiş ve bakımsız pasajlarını kullanma yoluna gitmiş. Yozgat bu haliyle İstanbul’un varoş semtlerinden çok da farklı bir görünümde değil. Bu açıdan Yavuz’un şehre ilk geldiğinde ‘bir de deniz olsa Zeytinburnu’ndan farkı yok burasının’ demesi anlamlı.

    Çok iyi yazılmış, çok iyi oynanmış bir film ‘Yozgat Blues’. Ercan Kesal’ın ince nüanslarla örülmüş muhteşem performansı ‘büyük oyunculuğu sevmediğini’ ifade eden Coşkun’un oyunculuk anlayışıyla birebir örtüşmüş. Oyuncularını büyük ölçüde özgür bırakmış ve bilinçli olarak her sahneyi tek plân olarak çekmiş Coşkun. Bu da onların senaryodan bağımsız kendi cümlelerini kurmalarına olanak sağlamış. Ali Aydın’ın ‘Küf’ filmindeki unutulmaz yorumundan sonra bir kez daha hayranlığımızı kazanan ve Yavuz karakteriyle İstanbul ve Adana Film Festivalleri’nde En İyi Erkek Oyuncu seçilen Kesal’a eşlik eden Ayça Damgacı, Tansu Biçer ve radyocu Kamil’de Nadir Sarıbacak’tan oluşmuş uyumlu dörtlü, bu hüzünlü sonbahar sonatını kusursuz bir biçimde yorumlamışlar.

    Ve ‘L’été Indien’, filmin bir diğer oyuncusu olarak eşlik ediyor bu muhteşem dörtlüye ve film boyunca defalarca yorumlanıyor. Yabancı dilde ‘Hint Yazı’ olarak adlandırılan, bizde ‘Pastırma Yazı’ olarak geçen kış öncesi son sıcaklarda yaşanmış bir aşkın hüznünü, yeniden yaşanma umudunu dile getiren yetmişli yılların bu unutulmaz bestesi, Yavuz’un şarkısı olmasıyla farklı bir anlam kazanıyor. Yoğun hüzün duygusu, final jeneriğindeki özgün versiyondan dinlediğimiz Joe Dassin’in hatırasıyla doruğa çıkıyor.

    [‘Yozgat Blues’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul Beyoğlu Beyoğlu, Kadıköy Rexx, Altunizade Capitol Spectrum, Haramidere Cinetech Torium; Ankara Kızılay Büyülüfener; (13.12 2013 tarihinden itibaren) Bursa Cinetech Korupark Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

    (04 Aralık 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com

    Ölümsüz Aşk (Yönetmen: David Lowery)

    David Lowery’nin yönettiği ve Casey Affleck, Rooney Mara, Ben Foster ile Nate Parker’ın oynadığı Ölümsüz Aşk (Ain’t Them Bodies Saints), 06 Aralık 2013’de M3 Film dağıtımıyla Calinos Films tarafından vizyona çıkarıldı.
    Ruth ve Bob, Teksas’ta yaşayan kanun kaçağı genç bir çifttir. Karıştıkları bir soygunda hamile olan Ruth yanlışlıkla bir polisi vurunca Bob suçu üstlenerek hapse girer. Bob hapisten kaçarak sevgilisi ve çocuğuna kavuşmak için hayatı pahasına bir maceraya atılır. Bu sırada polis memuru Patrick, Ruth’a aşık olur. Ruth, O’nun güvenli hayatı ile aşkı arasında zorlu bir seçim yapmak zorunda kalacaktır.

    Ölümsüz Aşk (Yönetmen: David Lowery) yazısına devam et

    Hakan Haksun’dan Bir Kavuşma Hikayesi

    Kızım İçin filmi 06 Aralık’ta vizyona girdi. Filmin yönetmeni Hakan Haksun ile basın gösteriminin gerçekleştiği Feriye Sineması’nda yaptık bu söyleşiyi. Çok heyecanlıydı. Filmi ilk kez görücüye çıkacaktı. Ama bir o kadar da üzgündü. Çünkü bir gün önce başka sinemada yapılması gereken basın gösterimi, sinemada yaşanan teknik problem nedeniyle yapılamamıştı. Yine de sabırlı bir şekilde cevapladı sorularımı.

    Kızım İçin, Haksun’un ilk filmi değil. 2002 yılında Ercan Durmuş ile birlikte Kolay Para filmini yönetti. 2005’te de başrollerinde Tardu Flordun, Ceyda Düvenci ve Nurseli İdiz’in oynadığı Bir Varmış Bir Yokmuş adlı televizyon filmini çekti.

    Dizi ve sinema sektöründe çok sevilen, en beğenilen birçok yapımda da onun imzası var. Her Şey Çok Güzel Olacak (1998), Kolay Para (2002) ve Kemal Sunal’ın anısına ithaf edilen Balalayka (2000) gibi başarılı sinema filmlerinin senaryoları da ona ait.

    Haksun, Türk dizi izleyicileri tarafından daha çok Bizimkiler dizisindeki Bakkal Halil’in küçük oğlu Nedim olarak hatırlanıyor. Gençlik dizisi Genco, son dönemin romantik dizisi Beni Böyle Sev de dahil olmak üzere birçok dizinin yazar kadrosunda da yer aldı.

    Az zaman değil, dile kolay 27 senedir piyasada aktif olarak çalışıyor Haksun. Ferhan Şensoy, Umur Bugay, Zeki Ökten, Tunç Başaran, Atıf Yılmaz, Kartal Tibet ve Şerif Gören için de “Onlar benim ustalarım” diyor.

    Aile filmi yaptığını söyleyen Haksun, filmi için “Bu film Yeşilçam’a saygı niteliğindedir” diyor…

    “Bu film benim rüyam” diyen Haksun, Kızım İçin’le Türk filmlerinin naif güzelliğini ve aile kavramının ne demek olduğunu hatırlatıyor bize. Filmi izlerken bir anda eski Yeşilçam filmlerini hatırlıyorsunuz. Film boyunca, evin gerçek sahibi gelecek ve basılacaklar diye bekliyorsunuz. Necdet Tosun, Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan, Aliye Rona v.b. geçiyor gözlerinizin önünden.

    “Ben bu filmde biraz köy ilkokulu öğretmeni gibi çalıştım” diyen Haksun filmin sadece senaryosunu yazıp, yönetmen koltuğuna oturmamış. Kostüm seçimlerinden müzik kullanımlarına, oyuncuların vermesi gereken duygudan, filmin tanıtım stratejisine kadar her aşamasında yer almış…

    Yetkin Dikinciler, Eda Ece, İnci Türkay, Berke Üzrek’in başrollerini paylaştığı filmin oyuncu kadrosunda İlayda Çevik, Hakan Altıner, Sefa Zengin, Tayfun Sav, Yakup Yavru ve Güler Ökten de var.

    Filminizin konusunu anlatabilir misiniz? Nasıl bir hikayesi var?

    Film bir kavuşma hikâyesi. Günümüzde ayrılıklar biraz fazlalaştı. Ben kız çocukları için baba faktörünün çok belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bunu toplum içinde ki gözlemlerimde, babasız büyümüş kız çocuklarının veya babasıyla bir şekilde problem yaşamış, ondan uzak kalmış kız çocuklarının hayatının geri kalan kısmında bu sorunu bir şekilde sürekli içlerinde yaşadıklarını gözlemledim. Bu ya onları hayata karşı daha güçlü kılıyor, daha tuttuğunu koparan insanlar oluyorlar ya da tam tersi etki gösteriyor. Ama erkeklerle ilişkilerini kesinlikle etkiliyor. Bunun üzerine bir film hikâyesi kurguladım ama aslında bu bir sosyal sorumluluk projesi gibi değil. Kendi içerisinde merak unsuru, sürükleyiciliği, mizah duygusu, gerilimi olan bir hikâye. Kurmaca bir hikâye. Biraz bir kız çocuğunun gözünden bir hesaplaşma ve kavuşma hikâyesi. O kavuşmanın ardında gizli olan şeyler var. İnsanlar içinde bir takım öfkeleri hayat boyu taşıyabiliyorlar. Birine küsüyorsunuz ve bir daha seninle görüşmeyeceğim diyorsunuz. Ama bunu aynı şekilde anamıza, babamıza ve evlâdımıza veya kardeşimize uyguladığımızda sadece onlara ceza vermiş olmuyoruz, bu kendimize de ciddi travmatik etkileri olan kin duygularına dönüşüyor. Bu diğer ilişkilere de yansıyor. Eşiyle olan ilişkisine, hayatla olan ilişkisine, iş ilişkilerine yansıyor. Dolayısıyla biraz bunun üzerine kafa yordum ben. Film bunları anlatıyor. Böyle mi olmalı, öyle mi, gitmeli mi, kalmalı mı? Tabii ki bunun cevabını vermiyor, seyirciye bırakıyoruz ama bir taraftan da hani bazen ayrılık tek çözüm gibi görülür. Bazen gitmektir çözüm, bazen kalmaktır. Aslında kişiye göre çok değişir ama ikisinin de etkilerini bu hareketlere kalkışanların önüne takkesini koyup düşünmesi gerekiyor.

    Yakın çevrenizde böyle bir hikâye var mı?

    Hayır. Kendi öz yaşam hikâyemden yola çıktım diyemem. Ne öyle ayrılmış veya uzak kalmış bir aileye sahibim, ne kendi ailemde, ne de yakınlarımda da öyle bir şey yok ama öyle bir şey tabii ki çevremde çok var. Ben duruma parmak basmanın ötesinde kendi anlattığım hikâyenin payandası olarak, böyle bir dayanağı olsun diye düşündüm. Çünkü anlatacağım hikâye o kavuşma hikâyesi, o baba-kız ilişkisi aslında böyle bir özdeşlik duygusuna göz kırpıyor. O yüzden ikisini harmanladım. Bir senaryo yazarı olarak, bir hikâyeci olarak benim için öncelikli olan hikâye. Ama hikâyenin temel noktaları hayatın içinden. Hepimizin karşılaştığı, hepimizin yorum yaptığı veya içinde bulunduğu veya karşımıza çıktığında düşündüğümüz durumlar. Ama seyirci bunları sorgulamak yerine hikâyenin akışına kapılsın istiyorum ve ona göre bir kurgu yaptım. Çok sade bir anlatım dili seçtim. Reji olarak da öyle.

    Filminizin yapım öykünü anlatabilir misiniz? Senaryoyu ne zaman yazdınız? Hemen çekebildiniz mi? Yapımcı bulmakta zorlandınız mı?

    Tabii sinemada vizyona çıkacak film yapmak gişe beklentisini birlikte getiriyor. Yani gişe beklentisini oluşturabilmek için de ya bir takım ödünler vereceksiniz ya ona göre bir kast oluşturacaksınız ya da ona göre bir hikâye. Yani şöyle bir şey var, ağlatıyor mu, güldürüyor mu? İkisinin arasına sıkışmış durumdasınız. Ben güzel bir hikâye anlatıyorum ama herkes bir hikâye anlatmaya çalışıyor. O anlamda uzun sürdü diyebilirim. Yani hikâyenin oluşumundan senaryonun yazımı, senaryo üzerine çalışmalar, düşünmeler 4-5 senelik bir süreç dahilinde oldu. Sonrasında da oyuncu görüşmeleri oldu. Hemen hemen ilk görüştüğüm oyuncu Yetkin Dikinciler‘di. Sonra tekrar onunla hayata geçirmek kısmet oldu. Fakat tabi yapım olarak imkânsızlıklar içinde başladık. Bu bir rüya. Herkesin filmi kendinin rüyası aslında. O rüyayı gerçekleştirmek için o rüyayı birilerine inandırmak lâzım. Yani ben bir rüya gördüm, hı hı deyip dinliyor insanlar. Sonuçta ne çıkacağını bilmiyorlar. Sonucunu bilmediği bir şeye de yatırım yapmak her babayiğidin harcı değil. Büyük yapımcılar sonuçta size güvenmek zorunda. İşin istikbaline inanmak zorunda. Hikâyeye, işte ne kadar gişe beklentisi var, bunların hepsini masaya koymak durumundayız. Ben aslında çok profesyonel olmayan yapımcılarla başladım. Biraz heveskâr, içlerinden biri Kemal Seden sektörün içinden, Osman Seden’in oğlu. Onunla beraber yola koyulduk diyebilirim. Sonra Hanefi Aras ve Yunus Oğur destek verdiler. Onlar da inandılar. Kıt kanaat bütçelerle başladık, ekibi kurduk. Sonra benim eski dostum Şükrü Avşar, sağ olsun abim, filmin bir noktasından sonra destek verdi. Bana inandığı için. Bu filmi hayata geçirme noktasında bir destekti. Film, bu şekilde vizyona gelme sürecini tamamladı. Çok büyük prodüksiyon imkânlarıyla değil ama. Film de zaten öyle bir prodüksiyon imkanları gerektiren bir film değil. Samimi, güzel, seyircinin ilgisini çekebilecek bir hikâye.

    Mekânlar da çok sıkıntılı değildi o zaman?

    Mekânlarımız sıkıntılı değil ama görsel olarak seyirciyi tatmin edecek mekânlarda çalıştık. Prodüksiyon imkânları kısıtlı idi, prodüksiyona yansımadı değil. Çok büyük prodüksiyonla da bu filmi çeksem yine aynı şekilde çekerdim. Ne gerekiyorsa yapıldı.

    Çekimleriniz ne kadar sürdü?

    Çekimleri 4 hafta tamamladık.

    Filminizin montajını ne kadar zamanda yapabildiniz?

    Aslında filmin senaryosu, her şeyi belli olduğu için montajın çok çabuk hayata geçmesi gerekiyordu ancak bir takım aksilikler yaşadık. Montaja başladığımız kişilerin başka projeleri olması nedeniyle yeterince zaman ayıramadılar. Dolayısıyla bir türlü biraraya gelemedik, çalışamadık, başka sıkıntılar oldu. Sonunda Akif Özkan ile montajımızı tamamladık 2 haftalık süreçte. Sonra revizyonlarımızla 1 ay gibi bir sürede montajı tamamladık.

    Kaç kopya ve kaç sinemada gösterilecek?

    Filmimiz dijital olarak gösterime giriyor. Bu nedenle dijital gösterim yapabilen sinemalarda Cinemaximum ve Avşar Sinemaları’nda, 50’ye yakın salonda gösterime gireceğiz. Ama bu sayı artabilir.

    Beklentiniz ne? Filminizi kimlerin izleyeceğini düşünüyorsunuz?

    Vizyona giren filmlere baktığımız zaman gerçekten de komedi vaadi ya da melodram vaadi yüksek filmler vizyona giriyor. “Çok güzel ağlattı, bu sene en iyi ben ağlattım” iddiasıyla veya “kahkaha fırtınası, gülmekten yerlere düşeceksiniz” iddiası ile çıkıyor filmler. Romantik filmler var, romantizim yüklü filmler var. Ben bir aile filmi açığının olduğunu düşünüyorum. Ailece de seyredilebilir, bir baba kız elele tutuşup, gelip izleyebilir veya hafta sonu babaları çocuklarını alıp gelebilirler. Anneler gelebilir. Hep birlikte gelebilirler. Aileye dair bir film. Dolayısıyla hani beklentim tabii ki seyirciye ulaşmak. Hem konuşulacağını düşünüyorum bu filmin o anlamda. Çok iddialı cümleler etmek istemiyorum. Sonuçta biz bir film yaptık, kararı izleyici verecek. İzleyenlerin hayal kırıklığı ile çıkmayacağını düşünüyorum.

    Filminizi izleyen babaların etkileneceğini düşünüyor musunuz?

    Yani gitsem ne olurdu diyen babalar da olacak, keşke gitmeseydim diyenler de olacaktır bence. Ama bu film bir hesaplaşma filminden çok konuşma filmi. Hikâyenin akışına baktığımızda bunları sorgulamak yerine, hikâyeye kendini kaptıracağı, çok küçük bir fantastik unsur da barındıran, gizemi filmin sonuna kadar devam eden ve filmin sonunda ne olacak diyeceğimiz, hatta filmi görenlerin o finali söylemeyeceği bir final. Büyük dersler çıkaracaksınız iddiasında değilim. Fakat bir sanat eseri olarak bakıyorsak sinemaya, olması gereken, filmi izleyenlerin içinde bir tat kalması veya kendine bir pay çıkarması. Eğer bu olursa başarmışız demektir.

    Sponsor arayışınız oldu mu?

    Aramadık, ona fırsatımız da olmadı. Ben sponsora da çok inanmıyorum. Sponsorla film çekileceğine de inanmıyorum. Bu olaylar ilişki meselesidir. Yapımcının bir ilişkisi varsa eğer o firmalarla olabilir. Çünkü sponsorun filme inanması lâzım, ürününün karşılığını alabilmesi lâzım. Yani bir sürü denge var onda. Ben öyle bir sürecin içine giremedim açıkçası. O nedenle sponsorumuz yok.

    Temel işiniz senaristlik. Senaryosunu yazdığınız bir çok diziniz ve filminiz var. Senaristlik mi yönetmenlik mi? Aralarında ayırım yapabilir misiniz?

    Aslında bunun bir bütün olduğunu düşünüyorum. Bir film dediğiniz zaman hep şunun sıkıntısını yaşadım ben. Yazılan iki boyutlu metin, perdeye veya ekrana yansıyana kadar bir sürü aşamalardan geçiyor ve o aşamaların her birinde çeşitli katkılar oluyor. O katkılarla ya kaybediyor ya da üzerine konuluyor. Üzerine konulan işler başarılı ve birimlerin iyi koordine olduğu işler. Buradaki koordinasyonu biraz daha elimde tutmak istediğim için ben yönetmenliğini de yaptım. Senaryoma inanıyordum. Bunu birine teslim ettiğim zaman, o süreçte birlikte hareket etmek gerektiğine inanıyorum. Yönetmenin senaryo yazılırken içinde olması lâzım. Bu senaryo bitmişti ve benim onu nasıl göreceğime dair de hayallerim vardı o yüzden kendim resmetmek istedim. Yoksa güveneceğim insanlar mutlaka vardı ama dediğim gibi sürecin oluşumunda bazen şöyle şeyler yaşıyorum. Aynı yerden baktığınızı zannediyorsunuz sonra başka şeyler çıkıyor. Onun bakış açısını bittiğinde görüyorsunuz ama çok geç oluyor. Dolayısıyla biraz daha kontrolümde olsun istedim.

    Kısa bir dönem de olsa oyunculukta yapmışsınız, senaryo yazıyorsunuz, film çekiyorsunuz. Sinema nasıl girdi hayatınıza?

    Ben hayalerle yaşayan ve senaryo üreten bir adamım. Sinema da zaten hayal satmak. Kurduğum hayaller boşa gitmesin dedim. Onları satmaya karar verdim.

    O zaman biraz daha geriye gidelim. Ne zaman başladınız hayal kurmaya?

    Hep öyle derler ama çocukluğumdan beri. Benim içimde zaten hep hayallerin hikâyeye dönüşmesine dair. Oyunlarım bile öyleydi çocukken. Ana okulundan itibaren sürekli sahne önünde, sahne arkasında birşeyler yazarak, birşeyler sahneyelerek var oldum. Benim hobimdi. Hayatımın bir parçası.

    Oyunculuk da yapmışsınız neden oyunculuğa devam etmedinizde arka plânda kalmayı seçtiniz?

    Ben oyunculuk yaparken oyunculuk tarafını görmek için yaptım. Oyuncu yönetimini öğrenmek, senaryo yazarken dialog yazımında onların psikolojisini bilerek yazmak içindi. Senaryoların sette veya sahne üzerinde nasıl hayata geçtiğini görmek için daha çok oyunculuk yapmak istedim. Onun için oyunculuk benim hevesim değil, çok başka bir alan ama şimdi bakıyorum senarist arkadaşlar oyunculuk yapıyorlar. Çünkü bu bir döngü.

    Eğitimiz ne üzerine peki?

    Ben turizim okudum. Aynı zamanda iletişimde de okudum. İkisini de bitirdim. İkisinden de mezunum. Bazı internet sayfalarında farklı şeyler var ama Kıbrıs Uluslararası Amerikan Üniversitesi’nde iletişim okudum, turizm eğitimimi de Marmara Üniversitesi’nde yaptım. Ama bu süreç içinde ben zaten 1986’dan beri, 27 senedir piyasada aktif olarak çalışıyorum. Profesyonel olarak çalışmam 1989’da başladı. 1986’da ben ilk olarak Ferhan Şensoy ile oyunculuğa başladım. Aynı dönemde, Yılmaz Erdoğan da vardı. 1987’de beraberdik orada. Beraber tiyatroya başladık. Ferhan abi bizi aynı zamanda yazarlığa da sevk etmişti o dönem. İşte usta-çırak ilişkisi. Sonra Umur Bugay ile ben uzun süre çalıştım. Umur Bugay benim ustamdır. Aynı zamanda Zeki Ökten. İlk sinema filmimi Zeki Ökten ile yaptım, senaryosunu yazdım. O benim ustamdı. Benim asıl okulum onlardır. Yani ben Yeşilçam’a da bir tarafından değdiğim için Tunç Başaran’la, Atıf Yılmaz’la, Kartal Tibet’le, Şerif Gören’le çalıştım. Çok fazla yönetmenle bir araya geldim, konuştum, proje hazırladım. Onlarla birlikte çalıştım. Ben duvara çarpa çarpa öğrendim. Yani hatalar yaparak, neden olmadığını görerek, yanlışları görerek öğrendim hâlâ öğreniyorum, öğrendiğimi de söyleyemem. Çünkü insanlar değiştikçe, hayat değiştikçe ürettiğiniz eserler ve insanların bakış açısı da değişiyor. Dolayısıyla hemhal olarak birlikte devam ediyoruz. Ben kendimi bu kadar yıldır varım, bu sektörün içindeyim ama belki ufak tefek yapımdan olsa gerek kendimi hâlâ öğrenci olarak görüyorum. Yeni başlamış gibi hissediyorum kendimi. Hem yaşam biçimim öyle, insanlarla ilişkim öyle. Hem de sektörde hep kendimi yeni ve taze olarak görüyorum.

    Yani tiyatroyla başladınız ve buralara kadar geldiniz…

    Dramayı bir bütün olarak görüyorum. Tiyatro, televizyon, sinema… Bunların çok iç içe geçmiş olduğunu düşünüyorum. Tabii ki son kertede sinemanın kalıcılığı hiçbirinde yok. Tiyatro er meydanı derler, efendim televizyon eğlencedir ve para kazanma alanıdır derler ama hepsi bir kenara, sinemanın kalıcılığı, sinemaya verilen değer, bakış açısı olarak insanların, benim de keza aynı şekilde, sinema başka bir yerde tabii.

    Peki bu kadar ünlü isimlerle çalışmışsınız onların dışında beğendiğiniz, etkilendiğiniz ünlü isimler var mı?

    Muhakkak var. Ben o anlamda klâsiktir ama gerçekten çok meraklı ve açığım. Herşeyi izleyip herşeyi takip etmeye çalışıyorum. Bu anlamda da tutucu değilim. Hangi albümü dinlersin, kimi takip edersin? Böyle seçiciliklerim yok. Herşeyi izliyorum. Tabii ki yolundan gitmek istediğim gerçekten üretkenliğine hayran olduğum dünyada da, Türkiye’de de yönetmenler var. Meselâ ilerlemiş yaşına rağmen, her sene ciddi anlamda işler üreten ve sürekli kendini geliştiren Woody Allen’ı çok beğeniyorum. Bir de her türde film üretebiliyor. Avrupa sinemasını da içine alıyor. Avrupalı seyirciye de hitap ediyor. Dünya sinemasına, Amerikalı seyirciye hitap ediyor. Bu anlamda çok başarılı buluyorum ve bir usta olarak görüyorum.

    Yeni projeleriniz var mı? Senaryo, dizi veya film olarak…

    Çok var.

    Pazarlama tekniğiniz ne olacak bu filminizde?

    Açıkçası ben bu filmde biraz köy ilkokulu öğretmeni gibi çalıştım. Onlar hem okulun hizmetlisidir, müdürüdür, öğretmenidir, her şeyidir. Tek başına bir insandır. Burada çok fazla insanla beraber olduk ama her aşamasında ben içinde oldum, hep bana kaldı bir parça idaresi. Pazarlamayı da çok stratejik olarak açıkçası plânlamadık. Seyirciye güveniyorum ama bu tip şeyleri konuşmanın da doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu anlamda bize Pinema ve Avşar Film destek verdi. Filme inandılar. Mars grubundan da Bülent bey filmi izledi daha kurgu aşamasında. Onların inanması beni daha da heyecanlandırdı. Ne kadar pazarlarsanız pazarlayın son kararı seyirci veriyor. Seyirci eğer filmden mutlu çıkarsa en iyi pazarlama da odur diye düşünüyorum. İstediğiniz kadar her yeri afişlerle donatın, arabaların otobüslerin üstünü kaplatın, mutlu bir seyirci varsa hepsinin üstündedir…

    (04 Aralık 2013)

    Serpil Boydak