Türkiye’nin en köklü sanatsal etkinliği, peşinde sürüklediği bir dizi sinemasal tartışmayla ve ülkenin kültürel tarihine düşürdüğü yarım yüzyıllık derin izlerle sona erdi. Tarihi boyunca “Sinema, yalnızca sinema değildir” deyişini doğrulayan nice örnekle karşımıza çıkan festivalin 2013 serüvenine kimi temel başlıklar halinde yaklaşmak istedik.
Köklere Dönüş
50. Portakal’ın genel çerçevesi çizilirken ilk Altın Portakal’ın eksen alınması yerinde bir karardı. Hafta boyunca 1964 Şenliği’ne damgasını vuran yapımların hatırlanması, dahası çeşitli etkinliklerle dönemin ve yaratıcılarının hatırlanması da öyle… Yalnızca bir şerhle: Açılış Gecesi’nde Safa Önal’ın da işaret ettiği gibi, “Acı Hayat” ve “Gurbet Kuşları” eksenli “mizahi yorumun” (özellikle Refiğ’in filminin günümüzün popüler TV oyuncuları tarafından birebir yeniden canlandırılması) neye hizmet ettiği sorusu boşlukta kaldı.
Yeşilçam’a ve Portakal’ın köklerine saygı duruşu; belgesel, kitap, söyleşi ve panellerle yolculuğunu sürdürürken, olgunun kültürel yaşamımızda ne kadar önemli bir tanık olduğunun hatırlatılması, 50. Festival’in en büyük artısıydı kuşkusuz. Behlül Dal Sinema Müzesi’nin açılması ise çok geç atılmış bir adım olmakla birlikte, önemli bir boşluğu doldurmaya talipti. Bu aşamadan sonra, Müze’yi içerik olarak da güçlendirmek gerektiği unutulmamalıdır. (Bütün bu çalışmalara çok da uzun olmayan bir süre önce başlandığı hatırlandığında, kimi eksiklikler doğal karşılanacaktır. Buna, bu satırların yazarı tarafından kaleme alınan “Altın Portakal’ın Öyküsü” adlı kitap ve birkaç noktada vahim hatalar içermekle beraber, iyi niyetli bir çabanın ürünü olan 50. Yıl Belgeseli de dâhildir.)
Ön Jüri’ler… Ana Jüri’ler…
Dile kolay, 68 filmin başvuruda bulunduğu bir Festival’den söz ediyoruz ve ortaya 10 filmlik böylesi bir seçki çıkıyor. Festival tarihindeki kimi kırılmaları göz önünde bulundurduğumuzda “50 yılın en kötü seçkisi” şeklindeki abartılı ifadelere katılmamakla beraber, mevcut tablonun pek de iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Portakal’ın tarihinde, film yarışmasına böylesi bir yoğunlukta başvuru olmadığı da hatırlandığında gelinen nokta daha iyi anlaşılabilir. Yıl içinde gösterime girecek (ya da büyük çoğunlukla giremeyecek) filmler hakkında bilgiye eriştikçe daha sağlıklı yorumlarda bulunabiliriz; ama ulusal yarışmanın neden sadece 10 filmle sınırlandırıldığını sormak hakkımız diye düşünüyoruz. Ayrıca yıllar önce Engin Ayça’nın söylediği gibi, Ön Jüri’lerin sadece oy verme mekanizmasının dışına çıkarak, gerekçeli kararlarla çalışması gereken kurumlar olduğu tespitini masaya yatırma zamanının geldiğinin de altını çizelim.
Bu yıl, gözlerden ırak tutulmaması gereken olgulardan biri de Ana Jüri’nin oluşumuyla ilgiliydi. Görüş ayrılıklarının ilk kez bu derece yalın olarak gözlemlendiği basın toplantısını hatırlayalım. Şükrü Avşar, yarışmacı filmlerin gösterim olanağı bulup bulamayacaklarına ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün parasal yardımlarına odaklanırken, Jüri’deki arkadaşı yönetmen Reis Çelik, sözünü ettiği kurulun etkin bir üyesi değil miydi? Bağımsız yapımlara küçük yardımlar yerine “büyük” filmlere “büyük” paralar verilmesi gerektiği önerisi alınan kararlarda nasıl bir rol oynadı vs. Bağımsız yapımlar ve gişe filmleri üzerine bitmek bilmez bir dizi tartışmanın odağında bulunan bir Jüri’nin hangi tartışmalardan geçerek bu sonuçlara ulaştığını öğrenmek, hiç kuşkusuz sinemamızın bugününe de ışık tutacaktır. Umudumuz, önceki yıllarda kimi kararları (çoğunlukla haklı olarak) eleştiren Ümit Ünal ve değerli yazarımız Burçak Evren’de sizin anlayacağınız…
Sözün kısası, ön ya da ana jüriler susmasın, pek çok zenginliği de içerdiğini düşündüğümüz kararların nasıl alındığına ya da olası karşı koyuşlarına açıklık getirsin. Çok şey mi istiyoruz? Sanırım evet…
Filmlere ve Sonuçlara Dair
Seçiciler Kurulu’nun kararları bir bütün olarak ele alındığında, “Sev Beni”, “Uvertür” ve “Kısa Film” dışında yer alan tüm filmlerin irili ufaklı ödüllere ulaştığı görülebilir. Bu bağlamda, Jüri’den Yeşilçam öykü sineması ya da onun izdüşümü sayılabilecek diziler ekseninde bir yorum bekleyenleri “ters köşeye yatıran” başlıca filmin “Sev Beni” olduğu söylenebilir. “Kısa Film”in çıkış noktasındaki özgün yapının, 62 upuzun dakikada (!) nasıl yerle bir olduğunu ya da “Uvertür”de hemşireye bitmek bilmez nutuklar atan işverenin, elenen filmleri acilen görme isteği uyandırmasını da geçelim ve diğer sonuçlara göz atalım.
Başarılı; ancak değeri ilk anda anlaşılamayan ilk filminin ardından gündeme gelen “Kusursuzlar”da Bergmanvarî bir yoruma kapı aralayan Ramin Matin; gerek oyuncu yönetimi, gerek de teknik başarısıyla diğer yapımlar arasından sıyrılabilecek bir filme imza atmıştı. Senaryodaki kimi belirsizlikler filmin eksi hanesine yazılsa da, bu yapım ile diğerleri arasındaki makasın hayli geniş olduğu söylenebilir. Yönetmen ödüllerinin de sahibi olan filmin, En İyi Film Ödülü’nü “Cennetten Kovulmak” ile paylaşması, Jüri’nin en büyük yanılgısıydı kanımca. Yalnızca Çocuk Oyuncu dalında ödül alıp, diğer hiçbir temel dalda düşünülememiş bir filme böylesi bir paye vermek şaşırtıcıydı. Ferit Karahan’ın, Kürt sinemasının onca öfkesiyle şu ana dek hemen hiç yanına uğramadığı “meselenin sınıfsal yorumuna” ucundan da olsa yaklaşması anlamlıydı elbette; ama sonraki gelişmeler, subjektivizmin bildik sularına yelken açılmasıyla anlamını yitiriyor gibiydi.
Söz öfkeden açılmışken; teknik aksaklıklarına rağmen önemli bulduğum bir film olan “Mavi Ring”, salonu dolduran “hazır kitlenin” film sonrası ve söyleşi esnasındaki heyecanıyla yelkenlerini şişirmiş gibi görünüyordu, ne var ki bu coşku, filmin lehine ol(a)madı. Söyleşide Semir Aslanyürek tarafından dile getirilen ve yönetmenin filmde karşıt konuşlanmış tutsaklar ve askerlere “mesafeli” yaklaştığı vurgusuna ise tam olarak katılamadığımı belirterek konuyu noktalayacağım. Gerisi vizyona…
Türkan Şoray’ın Başkanı olduğu bir Jüri’nin “Meryem”e kayıtsız kalamayacağı öngörüsü bir bakıma doğru çıkmıştı; “Selvi Boylum Al Yazmalım”la başlayıp, 80’lerin video furyasıyla buluşan “Uzun Yol” ise iki oyunculuk dalında ödüle uzandı; ama Yardımcı Erkek dalında Murat Muslu’nun unutulması, pek unutulacak gibi değildi.
Kararı oybirliğiyle alan üç değerli sinema yazarının elinden çıkan SİYAD Ödülü’nün ve “Kutsal Bir Gün”ün yorumuna şimdilik girmeyeceğim. Yalnızca sonucun benim için bir parça şaşırtıcı olduğunu söylemek istiyorum. “Mavi Dalga”yı ise yolun başında duran iki yönetmen adına heyecan verici bir başlangıç olarak nitelendirebiliriz. Öykünün sınırlarına ve karakterleri ele almadaki bazı belirsizliklere rağmen…
En İyi İlk Film’in “Mavi Dalga”, En İyi’lerden birinin ise (yine bir ilk film olan) “Cennetten Kovulmak” olmasını, son yıllarda iyice belirginleşen Portakal şakalarının bir devamı olarak nitelendirip, bu kadar çok İlk Film’in bulunduğu bir yarışmada, söz konusu ödülün nasıl bir anlam taşıdığı sorusuyla bahsi kapatalım.
Son Bir Parantez
Son paragrafı, Biket İlkan’ın daha önce Adana’da yarışan ve Portakal’da Özel Gösterimi yapılan “Yarım Kalan Mucize”si için açmak istedim. Filme getirilen eleştirilere oranla başarılı bulduğum ve sinemada çok daha fazla işlenmesini arzu ettiğim bir konunun, bir gazetede “Ce Ha Pe’ye destek Adana’dan geldi!” başlığıyla ele alınmasından dolayı şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Atıfta bulunulan diyalogun filmde (bu haliyle) yer almasında soru işaretleri bulunsa da, “dogmatik, dışlayıcı ve eleştiriye kapalı olmak” durumunun “Yarım Kalan Mucize” için değil, böylesi bir yorumu öne çıkaran yazar arkadaşım için geçerli olduğuna inanıyorum. Benzer şeyler, İlhan’ın “aydın kibrine kapıldığı” ifadesi için de geçerli. Kimi zaman “kibirli olmak”, filmi dört kelimeye indirgeyen sinema eleştirisi için de geçerli olabiliyor demek ki.
(12 Ekim 2013)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü