Beyoğlu Emek Nasıl Kaybedildi? Beyoğlu Beyoğlu ve Diğer Beyoğlu Sinemaları Nasıl Kurtulur?

Hürriyet Gazetesi’nden Gülbahar Karakuş “Kelebeğin Rüyası”nın oyuncusu Mert Fırat’a sormuş “Son dönemde neleri kendinize dert ediniyorsunuz?” Mert Fırat şöyle cevap vermiş: “Emek Sineması var. Bir de son dönemde büyük değişim ve dönüşümün içinde, kültürel varlıkların kaybediliyor olması. Sinemanın, tiyatro binalarının bir bir gitmesi…”

Muzaffer Yıldırım Rakamları Konuşturuyor

Mars Entertainment Group CEO’su Muzaffer Yıldırım Beyoğlu’ndaki sinemaların kapanmasına sinema seyircilerinin artık bu bölgedeki salonları tercih etmemesinin neden olduğunu söylüyor ve rakamlar veriyor; Mars Entertainment Group CEO’su Muzaffer Yıldırım’ın söylediğine göre, Beyoğlu bölgesindeki yıllık seyirci sayısı 4 milyondan 600 bine gerilemiş.

En Çok Konuşmaya Hakkı Olan Kişi (Süheyla Kurtuluş) Nihayet Konuştu

Beyoğlu Emek Sineması’nı 35 yıl boyunca işleten Kurtuluş Ailesi’nden Süheyla Kurtuluş’un HaberTürk Gazetesi’nden Mehmet Çalışkan’a söyledikleri de çok aydınlatıcı…

Süheyla Kurtuluş aylık kiralarının dört bin lirayı bulduğunu, Emek’in sonunu müşterisizliğin getirdiğini, seyirci bulamadıklarını, İstanbul Film Festivali’ni ve Film Ekimi’ni düzenleyenlerin Emek Sineması’na yapmaları gereken ödemeyi bir yıl geciktirdiğini, sinemanın masraflarını karşılayabilmek/sinemayı açık tutabilmek için Bağdat Caddesinin en güzel yeri olan Şaşkınbakkal’daki evlerini sattıklarını söylüyor.

Beyoğlu Beyoğlu Sineması’na ve Diğer Beyoğlu Sinemalarına Sinemaseverlerin Sahip Çıkması Gerekiyor

Cercle d’Orient (Serkl Doryan) İnşaatını yapanlar Beyoğlu Emek’in kaybedilmediğini iddia ediyor ve yukarı katlara taşınarak bir şekilde yaşatılacağını söylüyor… Ancak, Beyoğlu’nda kaybedilen sinema salonu o kadar çok ki… Hangi birini sayayım: Saray, Lale, Alkazar, Yeni Melek, Elhamra, Rüya, Lüks, Sinepop yine benim hatırlayabildiğim kapanan sinema salonları… Bunlara Atatürk Kültür Merkezi içindeki sinema salonu da dahil edilebilir.

Yeterince müşteri bulamayan bu nedenle her an kapanabilecek Beyoğlu Beyoğlu Sineması’na ve kapanma tehlikesi olan diğer tüm Beyoğlu sinemalarına sinemaseverlerin filmleri buralarda seyrederek sahip çıkmasını dileyerek yazımı bitirmek istiyorum.

(13 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

8. Uluslararası Dadaş Film Festivali

8. Uluslararası Dadaş Film Festivali, Sinema ve Basın temasıyla 16 – 20 Mayıs 2013 tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Festival, her yıl olduğu gibi bu yılda önemli filmlere ve sanatçı konuklara, yazarlara, basın mensuplarına, akademisyenlere ev sahipliği yapacak. Festivalde sinemamızın değerli isimlerinden Nebahat Çehre, Engin Çağlar, Eşref Kolçak, Şefik Döğen ve Abdurrahman Keskiner’e onur ödüllerini takdim edilecek. Bu yılki teması Basın ve Sinema olan festivalde Ulusal Basın üyelerinden birçok konuk Erzurum’a gelecek ve panel düzenlenecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Tanıtım filmini izlemek için tıklayınız.
  • Diğer basın bültenleri, gösterilecek filmler hakkında geniş bilgiler ve yüksek çözünürlüklü görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    8. Uluslararası Dadaş Film Festivali yazısına devam et
  • Doğaüstü

    Popüler fantastik gerilim filmlerinde hikâyeyi, kamerayı karakterlerden birinin eline tutuşturarak anlatma tarzı ilk olarak 1999 yılında The Blair Witch Project filminde kullanılmıştı. Film her ne kadar olağanüstü yorumlar aldı ve izleyiciyi ters köşeye yatırdıysa da yönetmenler taklitten kaçınma isteğiyle olsa gerek 2000’li yılların başlarında bu “found footage” denilen anlatım tarzına başvurmadılar. Yine aynı yöntemle çekilen 2007 yapımlı Paranormal Activity dünya çapında gişe başarısı elde edince tür filmi yönetmenleri de kameralarını karakterlerine vermeyi hoş gördü. Devam eden yıllarda Amerikan sinemasında el kamerasıyla çekilen fantastik gerilim furyası Quarantine (2008), Cloverfield (2008), The Last Exorcism (2010) ve The Devil Inside (2012) gibi pek çok filmle devam etti ve böylelikle “found footage”, tür sinemasında kendine güçlü bir yer edindi. Bu metodun özellikle fantastik gerilim gibi doğaüstü olayları anlatan filmlerde kullanılmasını da gerçekçilik duygusu uyandırma ve inandırıcılığı artırma çabasına bağlayabiliriz.

    12 milyon Dolar gibi düşük sayılabilecek bir bütçeyle çekilen Chronicle da son dönem popüler “kamerayı karaktere ver” filmlerinden. İlk uzun metraj denemesini yapan Josh Trank yönetmenliğindeki Chronicle, üç gencin yer altında buldukları bir nesnenin etkisiyle telekinezi yetisi kazanmalarını anlatıyor. Gençler birdenbire edindikleri bu güçle adeta kendilerinden geçiyorlar ve ilerleyen günlerde aralarından birinin uçabildiklerini keşfetmesiyle de kendilerini durdurabilecek hiçbir şey kalmadığını anlıyorlar. Bu fantastik ögelerle süslü yüzey örtüsünün altında çok derin sular yatıyor. Özellikle Dane DeHaan’ın abartısız performansıyla Andrew’un aile hayatı ve psikolojisine odaklanan film Andrew üzerinden ezilmiş ve bastırılmış bir kişinin sınırlarının nereye kadar zorlanabileceğini irdeliyor. Filmin en büyük başarısı güç ve tanınırlık olgularının sebebiyet verdiği kişisel çöküşün aile çerçevesi üzerinden incelenmesi. Ayrıca o örümceğe ve neyi sembolize ettiğine dikkat edin derim. En çarpıcı ve etkileyici sahnelerden biriydi.

    Büyük umutlarla izlemeye başladığım Chronicle’ın maalesef daha fazla iyi özelliğini sayamayacağım. Fantastik gerilim türünün çok büyük bir hayranı olmama rağmen Chronicle’ı yeteri kadar beğenemedim. Görsel açıdan bakarsak -özellikle karakterlerin uçtuğu yerlerdeki- yetersiz özel efektleri filmi beyazperdeden alıp televizyon dizisi statüsüne düşürüyor. Karakterlerin, edindikleri bu doğaüstü gücü yadırgamayıp doğrudan “haydi gücümüzü kullanalım” evresine geçişleri, yani kabulleniş evresinin tamamen atlanılması da hikâye akışı açısından çok büyük bir eksik. Ayrıca finaldeki dağınık ve aşırı hareketli kamera çekimlerine maruz kalmış, kolay takip edilemeyen çekişme sahnesi de rahatsız edici.

    Gişe başarısı ve olumlu yorumlarıyla büyük bir beklentiye sokan filmi maalesef yeterince iyi bulmadım; fakat bu filmdeki ‘sorunlu ergen’ tiplemesinden sonra Dane DeHaan’ı The Amazing Spider-Man’in devam filminde Harry Osborn rolünde görmek için sabırsızlandığımı itiraf etmeliyim. Puanı: 5/10.

    (13 Mayıs 2013)

    Kemal Doğukan Sağbaş

    Hatırlamak ve Anlatmak İçin Şehre BAK Projesi, Diyarbakır ve Batman’da İlk Buluşmasını Gerçekleştirdi

    Batman, Çanakkale, Diyarbakır ve İzmir’den gençlerle şehirlerin hafızasına odaklanarak ortak fotoğraf ve video projeleri üretilmesini amaçlayan Anadolu Kültür ve Diyarbakır Sanat Merkezi’nin yeni projesi BAK’ın ilk buluşması, 20 – 24 Nisan 2013 tarihlerinde Diyarbakır ve Batman’da gerçekleşti. Batman, Çanakkale, Diyarbakır ve İzmir’de yaşayan, video ve fotoğrafla ilgilenen 18 – 26 yaşları arasındaki 24 genç, 5 gün boyunca şehir, hafıza, fotoğraf ve video üzerine atölyeler ve etkinlikler gerçekleştirdiler.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hatırlamak ve Anlatmak İçin Şehre BAK Projesi, Diyarbakır ve Batman’da İlk Buluşmasını Gerçekleştirdi yazısına devam et
  • Cannes Film Şenliği Başlıyor

    15 – 26 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan 66. Cannes Film Festivali, yarın akşam Türkiye saatiyle 19:25’ten itibaren NTV’den canlı yayınlanacak açılış töreni ile başlıyor. Ardından açılış filmi olarak davetlilere sunulacak olan Baz Luhrmann imzalı ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’ filminin gösterimi var.

    Avustralyalı yönetmenin punk ‘Romeo Juliet’ uyarlaması ve alabildiğine barok ‘Moulin Rouge’unun ardından, bu kez, ekonomik refahla birlikte sınıf ilişkilerinin giderek keskinleştiği 1920’ler Amerikasının çılgın caz yıllarını, klasikleşmiş F. Scott Fitzgerald metninden yola çıkarak kendine has üslûbuyla nasıl yorumladığı merak konusu.

    Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilecek olan ‘Muhteşem Gatsby’, dünya sinemalarıyla birlikte bu haftasonu bizde de gösterime girecek. Filmin Cannes açılışı öncesinde gerçekleştirilecek olan ülkemizdeki basın gösterimini takiben yorumlarımızı bir diğer yazıda aktarmak üzere festivalin Altın Palmiye için yarışan filmlerine geçelim dilerseniz.

    Yarışmalı bölüm bu yıl 20 filmden oluşuyor. 10 gün sürecek olan festivalde her gün iki yarışma filmi gösteriliyor. Biz de günlük programı takip ederek bu sütunlarda yarışmalı seçkiyi gün bazında tanıtmaya başlıyoruz.

    16 Mayıs Perşembe sabahı basına gösterilecek ilk yarışma filmi François Ozon imzalı ‘Jeune & Jolie (Genç ve Güzel). Bir kez daha aile ilişkilerini sorguladığı San Sebastian şenliği büyük ödüllü hınzır kara mizah denemesi ‘Evde / Dans La Maison’u yakında sinemalarda izleyeceğimiz Fransız yönetmen, senaryosunu da yazmış olduğu bu son filminde, 17 yaşında bir genç kızın kadınlığa geçiş hikâyesini dört mevsime eşlik eden dört popüler şarkı aracılığıyla anlatmayı denemiş. Film bu bilgiler dışında şimdilik kapalı kutu. Yine Cannes’ın gediklisi Fransız sinemacı Christophe Honoré’nin gözde tarzı olan bu tarz müzikal drama (bkz. ‘Aşk Şarkıları / Chansons D’amour; iki yıl öncesinin kapanış filmi ‘Sevgililer / Les Bien-Aimées’) Ozon için de yabancı sayılmaz. 2002 yapımı ‘8 Kadın / 8 Femmes’da Robert Thomas’ın polisiye metnini Fransız sinemasının sekiz ünlü oyuncusunun şarkı ve dansları eşliğinde anlatmışlığı var. Bakalım bu defa neler yapmış.

    Aynı gün yarışma mönüsünde yer alan ikinci yapım, Amat Escalante imzalı ‘Heli’. Bizler Meksikalı yönetmeni, İstanbul Festivali’ndeki gösteriminde hayran olduğumuz 2005 yapımı ‘Kan / Sangre’ adlı çalışmasından hatırlıyoruz. Aynı yıl Cannes şenliğinin ‘Un Certain Regard’ bölümünde gösterilmiş ve eleştirmenler ödülünü almış olan film, küresel kapitalizmin dayatmaları ve Meksika varoşlarındaki dehşetengiz yozlaşma üzerine çarpıcı bir otopsi niteliğindedir. Yönetmenin yine Cannes’da aynı program seçkisi altında gösterilmiş 2008 tarihli ikinci filmi ‘Piçler / Los Bastardos’, Los Angeles’ta kaçak olarak günlük işlerde çalışan iki işçinin kanlı bir çatışmaya dönüşen hikâyelerini anlatır.

    Escalante’nin bu defa Cannes’ın yarışmalı ana seçkisine kabul edilmiş olan bu üçüncü çalışması, yönetmenin yetiştiği, Mexico City’ye 5 saat uzaklıktaki Guanajuato’ya benzer bir yerleşim bölgesinde geçmekte. General Motors’un bir otomobil fabrikası kurduğu, dolayısıyla işçilerin sıkışık ve düzensiz bir şekilde fabrika çevresinde oluşturduğu yeni ve sevimsiz yerleşim birimlerinden birinde.

    İnsanların yüzünde sürekli bir endişenin hüküm sürdüğü, şiddetin günlük hayatın gerçeği olduğu bu ortamda, küçük ‘Estela’ gencecik bir polis okulu öğrencisine delicesine tutulur. İki genç sevdalı buralardan kaçıp evlenmek isterler. Lâkin genç polisin bulaşmış olduğu bir uyuşturucu operasyonu, kızın suçsuz ailesinin kör şiddetle yüzyüze gelmesine neden olacaktır.

    Film, köprü üzerinde asılmış bir adamın görüntüsü ile açılıyor ve uzun bir geri dönüşle yoluna devam ediyor. İlk kez dijital kamera kullanan Escalante’nin filmi şiddet yüklü sahneler, seyri zor bir işkence sahnesi içeriyor. Escalante sert üslubunun gerekçesini ’bu Meksika’nın günlük gerçeği, gazete sayfaları benzer vahşet olaylarıyla dolu’ şeklinde yanıtlamış. Filmin nasıl karşılanacağını biz de merak ediyoruz.

    (14 Mayıs 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com