Lincoln
Yönetmen: Steven Spielberg
Kitap: Doris Kearns Goodwin
Senaryo: Tony Kushner
Müzik: John Williams
Kurgu: Michael Kahn
Görüntü: Janusz Kaminski
Oyuncular: Daniel Day-Lewis (Lincoln), Sally Field (Mary), Tommy Lee Jones (Stevens), James Spader (Bilbo), David Strathairn (Seward), Joseph Gordon-Levitt (Robert), Hal Holbrook (Preston), Gulliver McGrath (Tad), Jackie Earle Haley (Stephens), Gloria Reuben (Elizabeth), S. Epatha Merkerson (Lydia)
Yapım: Fox-DreamWorks (2012)
Spielberg’ün, 12 dalda Oscar’a aday olan “Lincoln”, adlı filmi köleliğe karşı savaşları tüm gerilimleri ve ruhuyla beyazperdeye yansıtan önemli bir film. Lincoln, cephede savaş sürerken, mecliste köleliği savunan radikalleri de yeniyor.
Ocak, 1865… Cephede, mavili Birlikçilerle grili Konfederasyoncu askerler kanlı bir muharebeye girişiyorlar. Atlantik’e kıyısı olan Virginia, Birliğe en karşı duran eyalet. Sinemaskop çekilen bu film Virginia’da kurulan setlerde hayat bulmuş. Başkent Washington’a hayli yakın bu eyalette, CIA ve Pentagon merkezleri de var. En çok ABD başkanları çıkartan bu eyalete “Başkanların Anası” adı yakıştırılmış. Virginia, 1861’de ayrılığı ve köleliliği savunan Konfederasyon’a katılmış. İç savaşta en büyük çarpışmalar da Virginia’da olmuş. Savaştan beş yıl sonra, 1870’te Virginia ABD’ye katılmıştı. Virginia, ABD’nin yaramaz çocuğu. Spielberg, iç savaşta çok önemli yer tutan Virginia’dan, o topraklardan savaş anlarını yansıtmış perdeye. Abraham Lincoln, cephede siyah askerlerle konuşurken, genç siyah askerler geleceğe dair endişelerini de iletiyor başkana. Özgürlük ve bilinmeyen gelecek. Seçilme ve seçme hakkı olacak mıydı? 1960’lara kadar siyahlara ve Yahudilere ayrımcı yaklaşım sürdü ABD’de. Köleliğe karşı iç savaştan 144 yıl sonra bir siyah Beyaz Saray’ın konuğu oldu. Lincoln, Mary’yle evli, büyük oğlu Robert Harvard’da hukuk okuyor, bir küçük oğulları Tad var. Lincoln, iç savaş sürerken Temsilciler Meclisi’nde anayasanın 13. maddesini değiştirmek için büyük çaba gösteriyor. Bu anayasal maddeyle köleliği ortadan kaldırmak istiyor Lincoln. Bu o kadar kolay değil. Cumhuriyetçi muhafazakârları ikna ettikten sonra, köleliğin savunucuları Demokratların milletvekillerini aşabilmek büyük mücadele gerektiriyor. Lincoln, kabinesinden Dışişleri Bakanı William Seward yakınında ve büyük destek veriyor. Meclis’te ağırlığı olan Pensilvanyalı Radikal Cumhuriyetçi Taddaeus Stevens da köleliğe karşı olan Lincoln’ün yanında oluyor. Dışişleri Bakanı Seward’ın bulduğu Bilbo, birkaç adamla beraber anayasa değişikliğine destek için seçilme ihtimali az olan milletvekillerine rüşvet öneriyorlar. Rüşvet de milletvekilliğinden sonra iş garantisi. Meclis’te Demokratlarla tartışmalar sert biçimde giderken, cephelerde de çarpışmalar çok sert. Konfederasyon’dan olanlar, barış görüşmeleri için Birlikçilerle müzâkere etmek istiyorlar. Ama, Konfederasyonu devlet olarak dayatıyorlar bir yandan da. Lincoln, barış hemen sağlanırsa köleliğin kalkmayacağı endişesinden dolayı önce kölelik yasasının kalkmasını istiyor. Lincoln’ün endişesi boşuna değil. Demokratlar, şeytansı ve Lincoln’ün ne yapmak istediğini hemen anlıyorlar. Sonuçta yasa kabul ediliyor ve kölelik anayasadan çıkartılıyor. Stevens, Meclis’teki konuşmasını değiştirmek zorunda kalıyor ve istemese de eşitliğin anayasa maddesi olarak kabul ettiğini söylüyor. Stevens, tüm insanların doğuştan eşit olduğunu savunuyor aslında. Ama Demokratlar bu fikre faşizan biçimde karşılar.
Lincoln’e suikast…
Sinemanın büyük yönetmenlerinden Steven Spielberg, seyircileri dönemin ruhunun içine alıyor. Çok az yansıyan savaş sahneleriyle Meclis’teki sert tartışmalar çarpıcı. Filmi seyrederken şaşırıyorsunuz. Demokrat Parti milletvekillerinin köleliği savunan sözlerini duyarken. Günümüz Demokratlarıyla uzaktan yakından ilgileri yok gibi. Aslında Demokratlar, insana yanılsama verebilen politikacılar. Savaş çıkartmakta Cumhuriyetçilerden geri değiller. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombasını atanlar, 1960’larda Vietmam Savaşı’nı çıkartanlar Demokratlardı. Spielberg, derinlikli bir Abraham Lincoln portresi yaratmış. Filozof gibi. Ağırlığı olan. İkna gücü yüksek. Özlü sözleri ve hikâyeleri de etkileyici. Ama, sanki karısı Mary Todd Lincoln’den biraz çekiniyor gibi. Suikasta uğradığı gece tiyatroya gitmeyebilirdi, ama karısı o kadar güçlü ki, sözünden dönemiyor. Filmdeki birkaç çarpıcı sahneyi hatırlamalı. Spielberg, sonlara doğru Virginia’da atının üzerindeki Lincoln’ü gösteriyor. Mavi ve gri üniformalı askerlerin ölüleri arasından yürüyor. Bu an, Kurosawa ustanın 1980 yapımı “Kagemusha-Gölge Samuray” filmini hatırlattı. Kurosawa da 1575’teki Japonya’daki iç savaş üzerine filminde çarpışmaları çok az gösteriyordu. Kurosawa, cephedeki ölü ve yaralı askerleri yansıtıyordu sonra. Savaşın vahşetini daha acı hissediyordunuz. Spielberg de savaş anını sadece girişte doğrudan gösteriyor seyirciye. Aklımızda kalan bir sahne daha var. Öklid kelimesi filmdeki en güçlü kelimelerden biri. Konfederasyon’dan barış görüşmecilerinin Washington’a gelmesi için telgraf çekmeden önce, iki gençten mühendis olana “öklid” üzerine hikâye anlatıyor Lincoln. Ari ırkçı sapkınlar, Lincoln’ün söylediklerine kulak verirken, “öklid” üzerine araştırma yapmalılar. Öklid, “Tüm dik açılar eşittir” demiştir. “Geometrinin babası” olarak anılan Yunanlı büyük matematikçi Öklid (Euclides), M.Ö. İskenderiye’de doğdu. 1809’da doğan ve 15 Nisan 1865’te tiyatronun önünde suikasta kurban giden Abraham Lincoln, ABD’de Cumhuriyetçiler adına doğrudan ilk başkan olmuştu. Köleliğe karşı durdu. Savaşı kazandı. Köleliği kaldırdı. Eyaletler arasında birliği sağladı. Robert Redford, 2010 yapımı “The Conspirator-Suikast” filmiyle Lincoln cinayetini anlatmıştı. D. W. Griffith ustaysa, 1930 yılında sesli çektiği siyah-beyaz “Abraham Lincoln” filminde başkanın hayatını anlatmıştı. Griffith’in filmini 1980’lerde TRT’de görmüştük. Lincoln’ün köleliğe karşı olmasında babasının etkisi olmuş. Babasıyla ilişkileri sınırlı olsa da, küçük çiftçi baba, büyük toprak sahiplerini sevmiyormuş. Çünkü onların yüzlerce kölesi varmış. Spielberg, Hollywood’da klâsik anlatımın önemli yönetmenlerinden. “Lincoln” filminde, klâsik anlatımı ve görselliği yetkin biçimde yansıtıyor. 1959 doğumlu Polonyalı kameraman Janusz Kaminski, Spielberg’le 1993 yapımı Oscarlar kazanmış siyah-beyaz ve renkli “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” filminden bu yana da beraberler. Kaminski’nin ışık düzenlemeleri ve dingin kamera kullanımı dönemin ruhuyla buluşabilmiş. Büyük besteci John Williams’ın da fonda duyulan müzikleri de alabildiğine dingin ve insana iyi geliyor. Film, Pulitzer ödüllü biyografi ve tarih yazarı Doris Kearns Goodwin’in “Team of Rivals: The Political Genius of Abraham Lincoln” kitabından yola çıkılarak çekilmiş. Spielberg ustanın 2012 yapımı “Lincoln” filmi tam 12 dalda Oscar’a aday. Film, yönetmen (Spielberg), senaryo (Kushner), görüntü (Kaminski), müzik (Williams), kurgu (Kahn), erkek oyuncu (Day-Lewis), yardımcı erkek oyuncu (Jones), yardımcı kadın oyuncu (Field), kostüm (Joanna Johnston), yapım tasarımı (Rick Carter-Jim Erickson), ses (Andy Nelson-Gary Rydstrom-Ron Judkins)…
Dev oyuncular…
İrlanda vatandaşlığına geçmiş İngiliz oyuncu Daniel Day-Lewis, 1957’de Londra’da doğdu. Onunla ilk karşılaşmamız kendi adımıza 1990’da İzmir’de oldu. Önce, İzmir Film Festivali’nde Stephen Frears’ın 1985 yapımı “My Beautiful Laundrette-Benim Güzel Çamaşırhanem” filmiydi. Hemen ardından Konak Çınar Sineması’nda Jim Sheridan’ın “My Left Foot: The Story of Christy Brown-Sol Ayağım” filminde, sadece sol ayağıyla hayata tutunan, resim yapan, yazı ve şiir yazan Christy’nin aşka özleminin sıcaklığını hâlâ kalbimizde hissediyoruz. Oyuncu bu filmle Oscar kazanmıştı. Kuzey İrlanda sorunu üzerine iki çarpıcı filmde de oynadı. Sheridan’ın 1993’teki “In the Name of the Father-Babam İçin” ve yine Sheridan’ın 1997’deki “The Boxer-Boksör” filmleri de unutulmamalı. Day-Lewis, gerçekten Lincoln olmuş. Filmi seyrederken, Lincoln’ün ruhu oradaymış gibi hissediyorsunuz.
1946’da Kaliforniya’da doğan Sally Field, 1960’ların başında sinemaya girdi. Ağırlıklı olarak TV dizilerinde göründü 60’larda. Bizde 1980’lerin başında “Smith ve Jones” adıyla TRT’de gösterilen, 1971-73 arasında çekilmiş “Alias Smith and Jones” westwern dizisinde iki bölüm oynadı. Bu diziyi anmamızın nedeni, bu westernin ülkemizde çok sevilmesiydi. Hannibal “Smith” Heyes’i canlandıran Pete Duel’in genç yaşta öldüğü öğrenilince üzüntü vermişti. Field’ın sinemada tam anlamıyla kendini fark ettirmesi ancak 1970’lerin ortalarından sonra gerçekleşti. Hal Needham’ın 1977 yapımı “Smokey and the Bandit-Çılgın” filminde Burt Reynolds’la başrolü paylaşmıştı. Bu film, 1982 güzünde ülkemize uğramıştı. Field, Martin Ritt’in “Norma Rea” filmiyle kadın oyuncu dalıyla Oscar kazandı. Ritt’in 1981’deki “Back Roads-Arka Yol” filminde oynadı ve yanında da Tommy Lee Jones vardı. Ritt ustanın bu filminde mekânların büyüsünü keşfetmiştik sinemaskop perdede. Sydney Pollack’ın 1981’deki “Absence of Malice-Yanlış Karar” filminde başrolü Paul Newman’la paylaşmıştı Field. Bu etkileyici oyuncu, Mary’nin kırılgan ve güçlü taraflarını çarpıcı bir oyunculukla yansıtıyor.
1946’da Teksas’ta doğmuş Tommy Lee Jones’la ilk karşılaşma, 1980’lerin başında Ritt’in “Arka Sokak” filmiydi. Filmografisinde John Flynn’in 1977’deki “Rolling Thunder-Kanca: Ölümden Beter”, Irvin Kershner’ın 1978’deki “Eyes of Laura Mars-Gözler”, 1980’deki Michael Apted’ın “Coal Miner’s Daughter-Madencinin Kızı” önemli filmlerindendi. 1993 yapımı Andrew Davis’in “The Figutive-Kaçak” filmi onun yeniden doğuşuydu ve bu filmle yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Sonra da birbiri ardına filmlerde oynamaya başladı Jones. Peruklu milletvekili Stevens’ı heyecan verici bir oyunculukla canlandıran Jones, bu karaktere derinlik katmış.
Ustaya saygı sunuşu…
Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1946’da Ohio’nun Cincinnatti şehrinde doğan büyük yönetmen Steven Spielberg’le ilk tanışma 1984 yılında İzmir’deki Konak Çınar Sineması’nda oldu. 1982 yapımı “E.T. the Extra-Terrestrial-E.T.” filmiyle ustaya giriş yapmıştık. Sonra da “Indiana Jones” serisi geldi. Spielberg’ün, daha 18 yaşındayken 1964’te çektiği 140 dakikalık bir bilimkurgu filmi var. 500 dolarlık bütçeli “Firelight” bilimkurgu filmini Arizona’nın Phoenix şehrinde çekti. Filmin orijinal adı “şömine ışığı” gibi anlama geliyor. Spielberg, “Lincoln” filminde bolca şömine yansıyor perdeye, belirtelim. “Firelight” filmi için, evlerini ve okulunun yakınlarındaki araziyi mekân olarak kullandı. Bu filmi ilk yapıtı olarak değerlendirilmiyor. Filmin iki makarası kayıp. Spielberg, bu filmden ilham alarak 1977 yılında sinemaskop olarak “Close Encounters of the Third Kind-Tehlikeli İlişkiler” bilimkurgusunu çekti. Filmde büyük yönetmenlerden François Truffaut da oynuyordu.
1968 yılında senaryosunu yazdığı, yönettiği ve kurgusunu yaptığı “Amblin” filminin süresi de 26 dakikaydı. Film sesisizdi ve sadece gitar tınıları duyuluyordu. Bu, hippilik ve aşk hikâyesi, Hollywood’un büyük stüdyolarından Universal’ın ilgisini çekti ve onunla yedi yıllık kontrat yaptı. “Technicolor” ve 35mm çekilen filmde, 68 kuşağının ruhu vardı. Filmin orijinal adına anlam veremiyorsunuz. İngilizcede “ambling” kelimesi var ve anlamı da atın eşkin yürüyüşü demek. Bu kısa filmdeki iki otostopçu genç çoğunlukla yürüyorlar. Spielberg, Amblin Entertainment adındaki film şirketini de 1981 yılında kurdu ve önünü açan “Amblin” filmine minnettarlığını gösterdi. Spielberg, 1994 yılında kurulan DreamWorks Pictures’ın da ortaklarından.
1971’de Universal, televizyon için Spielberg’e “Duel-Bela” adlı sinema formatında televizyon filmini çektirdi. Ama bu gerilim öyle başarılıydı ki, stüdyo filmi hemen sinemalarda gösterdi. Böylelikle “Bela” ilk filmi oldu. 1955 model Peterbitt 281 kamyon, 1971 model kırmızı Plymouth Valiant Signet otomobili ölümcül biçimde takip ediyordu. Kamyon şoförünün yüzü hiç görünmüyordu. Filmde, siyah ve kırmızının simgesel anlamları vardı. Ölüm ve şiddet. Filmdeki benzinciler, dinlenme yerleriyle yol boyunca yansıyan mekânlar, arabanın radyosu, arabanın göstergeleri, yol çizgileri ve dış sesler filmin ruhuna anlam katıyorlardı. Gerilimi ve tedirginliği sadece mekânların yansıyışı değil, stilize kamera açıları da çoğaltıyordu. En önemli simgelerden biriyse, kırmızı otomobildeki David’in benzinciden karısını telefonla aradığı sahneydi filmde. Karısının üzerindeki kırmızı elbise beyaz puantiyeliydi. Kadın evdeki önlüğünü takmış, iki oğlan çocuk da evde oyun oynuyorlardı. Güvenli aile ortamı ve sıcaklığı hissediliyordu. Spielberg filmlerinde anne her zaman güvenli ve sıcak bir limandı. Babaysa çoğunlukla uzaklardaydı. David telefonla konuşurken, karısının üzerindeki elbise gibi üzerinde beyaz puantiyeli kırmızı giyinmiş şişman bir kadın geliyor, David’in yanından geçiyor ve çamaşır makinesinin kapısını açıyor. Dışarıda park halindeki kamyon da fark ediliyordu. Bu filmdeki kırmızı renk şiddeti çağrıştırıyordu.
Spielberg, televizyon filmleri ve dizileri yönetti bir süre. Hatta, TRT’nin bizde “Komiser Columbo” diye gösterdiği “Columbo” polisiye dizisi “Murder by the Book” adındaki ilk bölümünü yönetti. “Harika çocuk” diye anılan Spielberg, gerçek anlamda 1974’te “technicolor” ve sinemaskop “Sugarland Express-Sugarland Ekspresi”yle doğrudan ilk sinema filmini çekti. Böylelikle ustanın iki tane ilk uzun metrajlı filmi oldu. Hatta biz, 18 yaşında çektiği “Firelight” filmini de buna ekliyoruz. “Sugarland Ekspresi” yol ve suç filmindeki araba takip sahneleri de ilham vericiydi. Macar kökenli büyük kameraman Vilmos Zsigmond’un çerçevelerine tutulabilirsiniz belki. Bu büyük üstadın görüntülerinin peşine düşmeli fotoğraf tutkunları. Spielberg’ün yolu, büyük bestecilerden John Willams’la bu filmde kesişti ve bir daha hiç ayrılmadılar. Spielberg’ü tüm dünyada şöhrete ulaştıran, Peter Benchley’in korku-gerilim romanından uyarladığı 1975 yapımı sinemaskop “Jaws-Denizin Dişleri” filmiydi. “Denizin Dişleri” filminde en önemli gerilim öğesiyse, beklenen bir şeyin bir türlü gerçekleşmemesiydi. Canavar köpekbalığı hiç beklenmedik anda ortaya çıkıyor ve mavi okyanusu kırmızıya çeviriyordu. Sonra da gerisi geldi işte Spielberg sinemasında. 1985’te Alice Walker’dan uyarladığı, 1900’lerin başındaki Amerika’nın yoksul siyahlarının trajedisini anlattığı “The Color Purple-Mor Yıllar” anlatımıyla çarpıcıydı. Yedi dalda Oscar kazanan siyah-beyaz ve renkli Yahudi soykırımı üzerine 1993 yapımı “Schindler’s List-Schindler’in Listesi” filminde unutulmaz birçok an vardı. Ama, siyah-beyaz görüntünün içinde renkli görünen küçük kız unutulmazdı. Kalbimiz, yalnız ve trajik bu küçük kız da kaldı hep. Amerikan İç Savaşı’nın önemli temellerinden birini oluşturan siyah kölelerin mahkemede yargılanmasını anlatan 1997’deki “Amistad” unutulmaz filmlerinden oldu.
Hayli uzun kanlı Normandiya Çıkarması’nın önemli yer tuttuğu II. Dünya Savaşı üzerine çarpıcı filmi, 1998’deki “Saving Private Ryan-Er Ryan’ı Kurtarmak” milliyetçi yaklaşımı olduğu için biraz eleştirilmişti. Ama, sinema tarihine geçti ve savaş filmlerine yeni soluk getirdi. Filmi seyrederken, savaşın içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. O vahşiliği yaşıyorsunuz. Spielberg, UCLA’ya sinema okumak için üç defa başvurdu, ama kabul edilmedi. Vietnam Savaşı’na katılmamak için Kaliforniya’da başka üniversiteye gitti. UCLA, Spielberg’ü almadığı için gurur mu duydu, yoksa pişmalık mı? Bu kurum, ikisini de hak ediyor. “Prof”lar her yerde can sıkıcı çünkü. ABD’de Demokrat Parti’ye destek veren Spielberg, kendisine her şeyi sunan sisteme ve ülkesine minnettar.
(08 Şubat 2013)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com