Bazı yönetmenler herkese hitap etmeseler de, zaten böyle bir niyetleri olmasa da, tutkun hayranlarına daima güvenebilirler. Wes Anderson da onlardan biri. Yedinci filmini çeken ve sıradışı olma çabası harcamadan sıradışı olan yönetmen, “Moonrise Kingdom”la bir adım daha ileri gitmiş. Gerçi böyle bir şey yapmaya da niyeti olmadığını sanmıyorum ama, sonuçta ortaya Anderson hayranı olmayanların da bağrına basabileceği bir film çıkmış.
Yönetmen “Moonrise Kingdom” için, “Olmamış bir şeyin otobiyografisi,” diyor, “Bir hayalin anısı.” On iki yaşındayken sınıfta beğendiği bir kız varmış. Onunla yakınlaşamayınca, o yaşta birlikte olmak için kaçan cesur iki çocuğun macerasını hayal etmiş. Çocuk Anderson’ın hayali karakterleri, yönetmen Anderson’ın filminin iki uyumsuz kahramanı: İzci giysili Sam (Jared Gillman) ile dürbünlü kız Suzy (Kara Hayward),anlamsız hayatlarına önceden anlaşıp birlikte kaçarak anlam katıyorlar. Biri zaten öksüz-yetim, öteki ise anlaşmamayı hayat tarzı haline getirmiş avukat karı-kocanın, Laura ve Walt Bishop’un (Frances Dormand, Bill Murray) en büyük çocuğu. İkisi de hayatlarında anlam bulamıyor, arkadaşları da yok. Kilisenin bir temsilinde ilk kez karşılaşıyorlar. Sam, izci formasıyla, Suzy kuzgun kılığında (öğretmene cevap verdiği için cezalandırılmış). Kaçma kararı alıyorlar. Sam, kızın evinin bulunduğu küçük Penzance adasındaki izci kampına yazılıyor.
Yıl 1965, yer New England. Penzance’ın kendisi, hele hele Bishoplar’ın evi, küçük yaşta ve hayata iyimser gözlerle bakan bir Edward Hopper’ın elinden çıkmışa benziyor biraz. Zaten karakterler de onun resimlerindeki insanlar kadar yalnız, umarsız. Genç âşıklar ile Bishop ailesi dışında, Haki İzci Kampı’nın oymak beyi Ward (Edward Norton) var, örneğin. İşini çok ciddiye alıyor, idealize ediyor, akşamları günlük tutuyor. Yufka yürekli Komiser Sharp ise (Bruce Willis) Laura Bishop ile platonik denebilecek bir ilişki içinde. Esas izci başı Komutan Pierce’de Harvey Keitel’ı, Kuzen Ben’de “Rushmore”un başrol oyuncularından Jason Schwarztman’ı da izliyoruz. Anlatıcıda Bob Balaban, her zamanki sade ve ölçülü oyununa rağmen, en çok rol çalan kişi. Ailesi olmayan Sam’i teslim almaya gelen ve adı da Sosyal Hizmetler olan asker kılıklı hanımı, eşsiz Tilda Swinton oynuyor.
Wes Anderson bize masal dünyaları çiziyor. Küçük dünyalar, ama bu dünyalarda yaşayan karakterler büyük meselelerle uğraşıyorlar: hayat, ölüm, aşk gibi. Sam de, Suzy de yaşlarının ötesinde bir ciddiyetle hareket ediyor. Birinin makyajlı gözleri, ötekinin uyduruk piposuyla bir an önce büyümeye çalışıyor gibiler. Oysa çevrelerindeki büyükler o kadar yalnız ve mutsuz ki, insan niye büyümeye çalıştıklarını düşünmekten kendini alamıyor. Zaten büyükler de onların sorunlu çocuklar olduğunu düşünüyor. İki çocuk plânlarını kurup, maceralarını birlikte yaşamak için yola koyulunca da paniğe kapılıyorlar. Oysa onlar hayatlarından memnun, “Moonrise Kingdom” adını verdikleri küçük koyda, Haki İzciler’in kampında kendisine öğretilen her şeyi hazmetmiş Sam’in kampçılıktaki ustalığı sayesinde, mutlu bir ortak hayata başlamışlar bile. Öfkesini kontrol edemeyen babanın öfkeli kızı (ama zavallıcığın üç küçük erkek kardeşi de var) Suzy, Sam’in yanında kendini güvende ve sakin hissediyor.
Wes Anderson, 1996 yapımı “Bottle Rocket”tan beri bizimle birlikte. Hayranları olarak, bu beraberlikten hoşnut olduğumuzu söyleyelim. Bu son filmi, bize mutlu bir şekilde bir öncekini, ”Fantastic Mr. Fox”u hatırlattı. İkisinde de hoş bir masal havası var. Film başlayıp da Bishoplar’ın New England’daki iğne işine benzeyen bebek evini görür görmez bu masal havası bize sarıyor. Anderson, evi bir yandan bir yana kamerayla tarayarak bir koreograf gibi, karakterlerinin hareketleriyle bize onların nasıl insanlar olduğunu anlatıyor, ailenin bir portresini çiziyor. Oğlanların dinlediği, Benjamin Britten’ın “Orkestra İçin Gençlere Rehber” plâğı bile yeterli aslında.
Anderson hayranlarına söyleyecek tek şey var: Bu bir Wes Anderson filmi. Diğerlerine ise, yönetmenden çekiniyorsalar, dünyasına girmekte şimdiye kadar zorlanmışsalar eğer, çekinmemelerini söyleyelim. “Moonrise Kingdom” canayakın, sade, eğlenceli, dokunaklı bir aşk filmi. Oyuncuları da mükemmel. Yönetmen, küçük aktörler dahil, tuhaf karakterlerini daha da tuhaflaştırma kolaylığına kaçmadan, çok ölçülü oynayan ustalar seçmiş. Şahsen bir filmi izlemem için, başta Bill Murray olmak üzere, bir tanesinin bile varlığı yeterli olurdu. Küçükler de onlardan geri kalmıyor. Bu arada, senaryo yazımında yönetmen ile Francis Coppola’nın oğlu (Schwartman’ın da kuzeni) Roman Coppola’nın işbirliğinin parlak sonuçlar doğurduğunu belirtelim. Genç ikilinin aşkları ve kaçışları, Fransız Yeni Dalgası’na da selâm yolluyor sanki. 1960’lı yıllarda geçmesinin de payı olsa gerek. Anderson’ın kendisi ise Ken Loach’un “Kes”inin etkisinden söz ediyor. Bizim için fark etmez.
(27 Mayıs 2012)
Sevin Okyay