Ölümün Sesi (Babycall)
Yönetmen-Senaryo: Pal Sletaune
Müzik: Fernando Velazquez
Görüntü: John Andreas Andersen
Oyuncular: Noomi Rapace (Anna), Kristoffer Joner (Helge), Vetle Qvenild Werring (Anders), Stig R. Amdam (Ole), Maria Bock (Grete)
Yapım: Norveç 4 1/2 Film (2011)
Norveç sinemasının önemli yönetmenleri arasına girmeye başlayan Pal Sletaune, “Ölümün Sesi” gerilim filmiyle sinemaseverlere yer yer Hitchcockyen tedirginlikler yaşatıyor. Kuzeyin gizemleriyle kuşanan gerilim çarpıyor.
Oslo’nun banliyösünde, Anna ve sekiz yaşındaki oğlu Anders, Sosyal Hizmetler’den Ole ve Grete’nin gözetiminde bir daireye yerleşiyorlar. Baba, Anders’e şiddet uygulamış. Bu banliyödeki adresi gizli dairede, Anna ve oğlu yeni ama gerilim yüklü bir hayata başlıyor. Anna, sürekli gergin. Ama Anders’in okula da gitmesi gerekiyor. Anna, istemese de oğlunu yakındaki ilkokula yazdırıyor. Seyircinin, okul anlarıyla beraber tedirginlik duygusu da artıyor. Zihinlere kuşkular düşmeye başlıyor. Sessiz ve kırılgan Anna, belediye otobüsünde elektronik ürüler satan bir mağazada çalışan Helge’yle iletişim kurmak zorunda kalıyor. Helge’nin annesi yaşlılıktan dolayı hastanede yatıyor. Bu yaşına kadar annesinden hiç ayrılmamış Helge kendisi için hayatının en zor kararını vermenin sıkıntısını yaşıyor. İşte bu iki insanın yolu kesişiyor ve belki de bu ilişki birbirlerine terapi olur diye düşünüyorsunuz. Ama, Norveçli yönetmen Pal Sletaune’nin beklenmedik finali her şeyi altüst ediveriyor. Helge, annesi dışında bambaşka bir kadının dünyasına girmesinden mutlu oluyor. Belki bir aşk başlayabilir umudu bu. Sürekli tedirgin Anna, oğlunu babasından korumak için paranoyak sınırlarında güvenlik çemberi kuruyor. Helge’nin mağazasından bir telsiz alıyor. Batıda “babycall” denilen bu telsizle Anna oğlunu koruma altına aldığını düşünüyor. Ama, telsizden sürekli bir çocuğun yardım isteyen çığlığını duyuyor Anna. Yönetmenin yazdığı senaryo incelikli ve sonuna kadar olacaklar hakkında fikir geliştiremiyorsunuz. Ama, aralardaki küçük ayrıntıları zihninizde toplayabilirseniz bir yerlere varma ihtimaliniz olabilir. Belki de o küçük ayrıntıları, filmi ikinci defa görünce anlamlaştırabilirsiniz. Polisiye filmlerin sonunda katil umulmadık biri çıkar. İşte bu filmin finali de umulmadık.
Rahatsızlık veren mekân…
Anna ve oğlu Anders’in kaldığı banliyödeki daire en başından itibaren seyirciyi tedirginliğin içerisinde bırakıyor. Sürekli bir şeyler olacak beklentisi, kuzeyin kendine has gizemleriyle tedirginlik duygusunu çoğaltıyor. Daire ve koridorlar, gri mavimsi buz tonunda yansıyor. Fonda duyulan çello ve keman ağırlıklı tınılar insanın kafasının içerisinde dolaşıyor sanki. Filmin sinemaskop görüntüleri de çarpıcı. Yönetmen, seyircilerine sıkıştırılmışlık duygusu verebilmeyi başarmış. Aslında filmdeki hiçbir mekân insana rahatlama vermiyor. Çünkü birçok şey Anna’nın algısıyla yansıyor perdeye. Belki de trajedi sonrasında mekânları gerçek haliyle algılıyabiliyor seyirci. Anna’nın ruh hali tam bir şizofreni. Gerçeklik algısı bozulabiliyor. İsveç yapımı “Milenyum Üçlemesi”yle tanınan 1979 doğumlu İsveçli oyuncu Noomi Rapace (Noomi Rapose okunuyor), gerçekten muhteşem bir performans sunuyor. Yüzündeki o tedirginlik ifadesi mükemmel ve seyirciyi de sürekli diken üstünde tutuyor. Rapace’nin, İspanyol babasının çingene ruhunu da taşıdığı söyleniyor. Rapace’nin annesi de İsveçli bir oyuncu. 1960 doğumlu Norveçli yönetmen Pal Sletaune’nın (Pol Şleterna okunuyor) 2005 yapımı “Naboer-Kapı Komşusu” gerilim filmi ülkemizde de biliniyor. Bu filmin başrolünde de Kristoffer Joner vardı. Norveç’te bu filme “the unreliable narrator”, yani “güvenilmez anlatıcı” denilmiş. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Wayne C. Booth’un “The Rhetoric of Fiction” (Retoriğin Kurgusu) kitabında birisinin algısından düşen anların yanılsaması anlatılır, teorik ve pratik olarak. Tıpkı Sletaune’nın filmindeki gibi. Sinema tarihinde de bu türden filmler bulabilirsiniz. Norveçlilere göre yönetmen, Anna’yı yaratırken, Charlotte Perkins Gilman’ın (1860-1935) “Sarı Duvar Kâğıdı” kitabından da hayli beslenmiş. Gilman’ın bu kitabı, Türkçede bu yıl Otonom Yayınları’ndan çıkmıştı. Kitapta yedi hikâye var.
(Bu yazı 27 Nisan 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
(27 Nisan 2012)
Ali Erden