Emek Sineması

Üniversiteyi Ankara’da okudum. İstanbul’a kısa süreli bir gelişimde, Tokat’ta liseyi birlikte okuduğumuz, sinemalara birlikte gittiğimiz, hemen hepsi üniversiteyi İstanbul’da okuyan arkadaşlarıma beni Yeşilçam’a götürmelerini söyledim. Yeşilçam’a geldik, kelimenin tam anlamı ile in cin top oynuyordu. Sonradan birçok kişiden dinlediğim sokağın o hareketli günleri bitmişti. Gerçi sinemamızda Yeşilçam döneminin 80’lerde bittiğini kabul ediyorum şimdi ama takvimlerin o günlere erişmediği, benim ziyaretim sırasında da “sokak” eski hızını, hareketliliğini kaybetmişti. Yalnız bir tek şey hâlâ hareketin nabzını tutuyordu: EMEK SİNEMASI.

Oraya ilk ne zaman girdim, ilk kez hangi filmi seyrettim, hatırlamıyorum. Yalnız Anadolu’da birçok yerde, Ankara’da birçok sinemaya girmiş çıkmışlığım vardı. Çok azında sinemanın doyumsuz zevkini almış, çoğunda ise sadece film seyretmiştim. Samsun’da, açılışında adı Emek olan sonra Konak’a değişen sinemada Cumartesi günleri, saat 18:00’de -adeta bir abonelik- keyifle film seyretmek unutulacak gibi değildi. Samsun’a geldiğim bir gün, teyzem ve eniştenim beni götürdüğü Antonioni’nin La Notte’sini, Cumarteyi izleyen Pazartesi günü saat 14:00’de tekrar izleyecektim. Tokat’ta tahta koltukları ile 600 kişilik Ali Sabri Sineması her ne kadar keyif bakımından diğerlerine erişemez ise de, iyisi ile kötüsü ile birçok filmi perdelerinde bize izletmişti. Bir tanesi unutamadığım bir filmdir: Lindsay Anderson’un This Sporting Life….

EMEK SİNEMASI’na dönersek, dediğim gibi önemli önemsiz birçok filmi ama film izlemenin keyfini çıkararak seyrettiğim yer, mekân… Filmler önemli değildi, filmlerin sunuluşu idi önemli olan. Girişi… koltuklarının rahatlığı, hepsinden önemlisi salonun sinema, film izleme mekânı oluşu… Şimdilerde, eskiden salon olan sinemaları, bölerek otobüse, minibüse benzeten zihniyet, -gerçi o salonun binasını yıkmadılar ama- salonların salonluğunun içine ettiler.

Emek Sineması’nda hiç tek başıma film izlemedim ama o otobüslerin, minibüslerin zaman zaman tek izleyicisi oldum. Emek Sineması’nın bu günleri görmemiş olmasına şükretmemiz mi gerekiyor? Keşke, Emek’in perdesine tekrar projeksiyon yansısa, o otobüs ve minibüsler de yolcusuz kalmasa. (Bu da bir dönem, geçer mi ?) Emek Sineması’nı kesip, biçmek değil niyetleri. Eski ama o güzel binaya dikmişler gözlerini. Biraz ses çıkarılmasa, eylem yapılmasa, Emek Sineması’nı hiç umursanmadan binaya yönelecekler ve daha önce olduğu gibi sonrada başka binalar girecek sıraya. Bırakın 30 – 40 yılı dört yıl sonra İstanbul gibi asırlık bir kente gelenler, bıraktıkları hiç bir şeyi bulamayacaklar. Bize devletin devamlılığından önce kentlerin devamlılığını öğrettiler. Oysa kentler, devletlerden önce de kenttiler.

Eskiden gazetelerden izlerdim, İstanbul’a geldiğimde ise bir çoğunu -eski / yeni, güzel / güzel olmayan, rahat / rahatsız, keyifli / keyifsiz- ziyaret ettim. Filmler seyrettiğim salonların bir çoğu artık eski biçimlerinde değil. Bazıları yavruladı / bölündü, bazılarının adı bile hatırlanmıyor. Ses dergilerinin birinde, yaşını başını almış Atıf Kaptan’ı (sakın “kim bu?” diye sormayın, soruyorsanız, benim yazılarımı okumayın) Beyoğlu’nda gezdirerek, gençliğinin sinemalarını -yerlerinin önünde – anlatıyorlardı fakat üzerinden bir ömür geçmişti. Ama Beyoğlu’nda bile sinemaların birer birer kaybolması için hiç de bir ömür geçmesi gerekmiyor şimdilerde… İşin garibi çoğunluk farkında değil bunun.

Yeşilçam Sokağı’na girip, yolu izlerken, 20 – 25 adım sonra Emek Sineması’nın ışıklarını görememek, camlarına veya iç kısmına konulmuş afişleri görememek, bırakın bunları, bunların hepsinin yerine giderek tozlanan, üzerlerine hiç âlâkasız yaftaların yapıştırıldığı, önü parmaklık da diyemeyeceğim bir şeylerle kapatılmış gibi yapılmış yeri -bizim (benim) için hâlâ Emek Sineması olan yeri- görmek, içimi sızlatıyor. Oysa bu günlerde özenilerek yapılmış bir sessiz / siyah – beyaz filmin de gösterime girdiği sinema alanında, taaa sessiz, siyah / beyaz filmlerden bugünlere kadar ne gelişmelere tanıklık etmiş ne filmler teknolojileri ile O’nun perdesine yansıdılar ve de yansımaya devam edeceklerdi. Binası şimdilik duruyor, sinemamızın elimizden alınması da çok zalimane bir olay, binanın yerinde durması ile avunmamalıyız.

(28 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Ünsal Emre

Günümüz sinema seyircisi Ünsal Emre’yi ne kadar tanır? Televizyonda filmleri gösterilmese bile tanıma olanağı var mıdır? Onlar -onların kuşağı- Yeşilçam’a girdiler; bazısı bir takım dergi yarışmaları ile (Emre’nin girişi böyle) bazısı ise böyle bir neden olmadan… Bazısı uzun süre sinemada kaldı, bazısı daha kısa zaman çalıştı. Sinemamızın geçirdiği aşamalar, bu eski oyuncularını yeni kulvarlarda -televizyon- kullanmaya devam etti, bazıları sinemanın sislenen yapısı arasında yitip gittiler.

Ünsal Emre hakkında yazacaklarım az bir kesim dışında pek kimsenin dikkatini çekmeyecek. Aslında benim de uzun bir Emre incelemesi yapma olanağım -sinemamızın böyle bir mirası yoktur- yok. Bu o kadar öyledir ki, Emre’nin ölümünü üç-dört gün sonra haber yapan Cumhuriyet Gazetesi, yaklaşık 450 filmde oynadığını rahatlıkla yazabilmektedir. “Yaklaşık” denildiğine göre, 50 tanesini görmezden gelirsek, o haberi yazana -her kimse- sormak isterim, Ünsal Emre’nin oynadığı 400 filmin adları nedir?

Sadri Alışık öldüğü zaman 600 filmde oynadığını yazmışlardı, Kadir Savun’u ise “binlerce filmde…” diye. Bu, Türkçe konuşuyorsak, en az 2.000 film demektir. Bugün için çekilmiş film sayısı 8.000’e yaklaşırken yapılacak bir hesapla bu ifade Savun’un yapılan her dört filmin birinde oynamış olması demektir. Emre de 450 filmde oynamamıştır ama sinemamızın bir döneminde (Yeşilçam sürecinde) oyuncudur. Olumlu / olumsuz, baş rol / yardımcı rol, erkek kahramanlı filmler / kadın kahramanlı filmler, çeşitli rollerde oynamıştır. Yeşilçam’ın dallarından biridir. Ölümü ile hatırlanmış olması çok daha üzüntü vericidir. O dönemin, öldüğünde medyamıza haber olacak daha pek çok sinema sanatçısı var-ken, ölümlerinin beklenmesi NİYE?

(28 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Sabahattin Ali O Ormanda Öldü, Bu Ormanda Yaşayacak

İdefix Sanal Kitap Fuarı süresince gerçekleşen Yazar Ormanı anketinin sonuçları belli oldu. Daha önce Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet’in adına iki ormana hayat veren idefix, bu yıl kuracağı ormanı Sabahattin Ali’ye ithaf edecek. İdefix’in Sanal Kitap Fuarı boyunca yaptığı ankette, idefix üyeleri Sabahattin Ali’yi seçtiler. 1948 yılında yasal yollardan yurtdışına çıkma olanağı bulamadığı için ülkeden kaçmaya çalışırken para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından katledilen Sabahattin Ali’nin adını alarak bir kez daha değerlenecek olan bu orman, Nisan 2012’de ÇEKÜL ve idefix’in birlikte belirleyeceği bir alanda yeşerecek.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sabahattin Ali O Ormanda Öldü, Bu Ormanda Yaşayacak yazısına devam et
  • 8. İstanbul Japon Filmleri Festivali

    8. İstanbul Japon Filmleri Festivali, 26 – 29 Ocak 2012 tarihleri arasında Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu’nda düzenleniyor. Festivalde, Bir Milyon Yen Kazanan Kız, Bir Yaz Rüyası, Bizim Unutulmaz Günlerimiz, Güney Kutbundaki Aşçı, İyi Uçuşlar, Kappa ve Sampei, Küçük Cadı Kiki, Noriben: Şansın Tarifi, Rengarenk adlı filmler gösterilecek.
    Japonya İstanbul Başkonsolosluğu tarafından organize edilen festival, Japon Foundation, Beşiktaş Belediyesi ve Tiglon Film’in işbirliği ile gerçekleştirilecek. Festivalde tüm filmler Türkçe altyazılı ve ücretsiz olarak sunulacak.

    8. İstanbul Japon Filmleri Festivali yazısına devam et

    Engin Altan’ın Yorumları Bazı Köşe Yazarlarına Cevap Niteliğindeydi

    2011’in tartışılan filmi Anadolu Kartalları’nın Görüntü Yönetmeni Uğur İçbak, sadibeycom’a konuştu: “Engin Altan’ın yorumları kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarına cevap niteliğindeydi.”

    Siyah gözlükleri, deri ceketi ve vazgeçilmez şapkalarından biriyle tam saatinde geliyor buluşma noktamıza… Öyle bir sıcak gülümsüyor ki, “Ohh diyorsun, tamam bu röportaj iyi geçecek.” Sonra başlıyor anlatmaya, festivaller, filmler, klip ve reklâm çekimleri, kızı Yaz ile baktıkları sokak kedileri, uçuş sevdası derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Uçuş fobisi olan ben; “Aslında bu röportajı gökyüzünde yapmak varmış!” diyorum içimden… Orada nasıl bir Uğur İçbak bulurdum acaba? Ama şimdilik, karadaki hali ve samimi açıklamaları ile karşınızda Uğur İçbak…

    Görüntü yönetmenliği yaptığınız uzun metrajlı ilk filminiz, ‘Denize Hançer Düştü’. Ve bu ilk film size ilk Altın Portakal’ı da beraberinde getiriyor. Film 1992’de çekildi ve baktığımız zaman Türk sinemasının imkânları açısından günümüzdeki kadar rahat olmadığı bir döneme denk geldiğini görüyoruz. “1992 -2012…”, sizce, Türk sinemasında bu zaman sürecinde neler değişti?

    Teknik standartlarımız değişti, kalite arttı. Sinema çok keskin objektifler, yeni kameralar, dünya standartlarında teknik aletlerle tanıştı. Filmlerimiz sesli çekilmeye başlandı. Ülkemiz çok zengin bir kültüre sahip, nereyi kurcalasanız değişik bir hikâye çıkabilir. Örneğin, Hava Kuvvetleri içinde duyduğumuz o kadar çok kahramanlık hikâyeleri var ki, Hollywood’u 20 sene besler. Ama maalesef genel olarak, hikâye, yaratıcı senaryo ve bütçe konusunda hâlâ sıkıntılar yaşıyoruz. Çok yetenekli senaristlerimiz de var ama belki imkân bulamıyorlar. Filmlerimizin bütçeleri dünya standartlarına göre hâlâ çok düşük.

    Bu değişim sürecinde siz de çok önemli filmlere imza attınız. “Eşkıya, İstanbul Kanatlarımın Altında, Organize İşler, Av Mevsimi, Neşeli Hayat” bu filmlerden sadece bir kaçı. Hatta geçtiğimiz aylarda bir sinema dergisinin düzenlediği anket sonucunda “Eşkıya” seyircinin en sevdiği film seçildi. Sizce ülkemizde nasıl bir sinema seyircisi var?

    Bence seyirci Türk filmlerine çok destek oluyor. Özellikle son yıllarda Amerika’da milyonların izlediği filmleri, bekledikleri Türk filmleri için ikinci sıraya atabiliyor bizim seyircimiz. Avrupa sinemasına baktığımızda son yıllarda bir gerileme söz konusu, gişeler çok düşük. Çok iyi işler de yapıyorlar ama seyirci yanlarında değil. Türkiye’de düzenlenen film festivallerinde tanışıp sohbet ettiğim yabancı yönetmen ve yapımcılar Türk filmlerinin gişe başarısına gıpta ederek bakıyorlar.

    Son filminiz Anadolu Kartalları özellikle hava çekimleri ile çok konuşuldu. Öncelikle havacılık tutkunuzu ve pilotluğunuzu konuşalım. Yerli ve yabancı birçok sinema filminin hava çekimlerini gerçekleştirdiniz. Özel pilot lisansınız var. Gökyüzünde olmak bambaşka bir duygu olsa gerek. Nasıl başladı bu tutku?

    Havacılık ve sinema tutkusu çocukluk yıllarımda başladı. Üniversite yıllarında pilot olma hayalimi gerçekleştirebildim. O zamanlar arabam yoktu. Sırf uçaklara daha yakın olabilmek için otostop çekerek Türkiye’nin ilk sivil havaalanına gidiyordum. Pilotluk brövesini almadan önce marangoz bir arkadaşımla o havaalanında uçak yapımında çalıştık. Bu çalışma karşılığı uçuş eğitimlerimi tamamladım. O zamanlar otomobil ehliyetim yoktu, ama uçak kullanabiliyordum. O iş bana çok şey kazandırdı. Meselâ eve tamirci çağırdığımı hiç bilmem, biraz uzun sürse de her işi kendim yaparım.

    Özellikle internette yer alan bazı fotoğraflarınıza baktığımda “kapısı açık helikopterlerden ayaklarını aşağı doğru sarkıtmış görüntü yakalamaya çalışan” bir Uğur İçbak var. Ben ki uçak koltuğunda bile tedirgin olanlardanım, siz hareket halindeki bir helikopterin açık kapısından ayaklarınızı aşağı doğru sarkıtıp görüntü seçiyorsunuz. Kesinlikle herkesin cesaret edemeyeceği bir iş bu ve kuşkusuz büyük bir emek var ortada…

    Helikopter çekimlerinde mesleğimle uçma hobimi birleştirmiş oldum. Meslek olarak sinemacıyım ama uçmaktan çok büyük keyif alıyorum. Bu uğurda da çok emek harcadım. Çok eskiden beri filmlerimizde yer alan hava sahnelerini gerçekleştirmeye çalışıyordum. Sinemamızda hava sahneleri çok yoktur. Çünkü zor ve masraflı bir iştir hava çekimleri. Anadolu Kartalları’nda bir savaş jetinin 1 saatlik yakıt masrafının 6.000 dolar ve 1 saatlik uçuş maliyetinin 30 – 40 milyar arası olduğunu öğrendik. Bu durum hava kuvvetlerimizin tam desteğinin ne kadar önemli olduğunu ve bize sağlanan imkânların para ile satın alınamayacağını gözler önüne seriyor. Görüntü yönetmeni ne çekilecek olursa olsun her durumda filmin atmosferine en uygun görüntüyü sağlayabilmelidir. Helikopter ile çektiğimiz plânlarda kendimi ve kamerayı emniyete alıp, istediğimiz görüntüleri yakalamaya çalıştım. İlk günkü jet çekimlerinde de uçağın içindeki 3 kameradan birisini kullandım ve çekim ekibine ışık yönleri ile ilgili danışmanlık yaptım. Yönetmenimiz ile birlikte storyboardlar üzerinden hava çekim pilotları, bizim pilotlarımız ve kamera operatörü ile çok detaylı toplantılar yaptık ve aynen dünyada olduğu gibi hava çekim ekibini, second unit (ikinci ekip) olarak kullandık. Her gece çekilenleri izledik, yorumladık. Daha sonra görüntü yönetmeni olarak renk programı aşamasında yaklaşık 20 gün, tüm filmin ve hava plânlarının renkleri, tonları için stüdyoda çalıştım. Akşamüstü çekilen bir hava plânının gece fırtınalı bir havadaymış gibi görünmesindeki sorumluluk çekimlerde olduğu gibi, stüdyo aşamasında da görüntü yönetmenindedir.

    Sürekli hareket halinde olan bir makinenin içinde “anları” yakalamaya çalışmak… Bu işin zor yanları neler peki?

    Helikopter sürekli sallanan bir araç, bu aşamada vücudunuz ile helikopteri hissetmeniz kendinizi ve kamerayı ona göre dengelemeniz gerekiyor. Aynı zamanda da hava çekim koordinatörü olarak çalışıyorum. Çekilecek işin öncesinde plânlamasını yapıp, havada sağ kolunuz olan pilotunuz ile sürekli, kulaklıkla konuşup talimatlarla yönlendirmeniz gerekiyor. Çoğu zaman aşağıda çektiğimiz, araç, oyuncu vb. şeyleri de helikopterden telsizle yönlendirmeniz gerekiyor. Uçmayı çok seviyorum, o yüzden bu işler bana hiç zor gelmiyor.

    Filme gelecek olursak, özellikle son haftalarda film üzerinden bir tartışma çıktı. Oyuncu Engin Altan Düzyatan’ın bir televizyon programında yaptığı açıklamalar bazı sinema eleştirmenlerini kızdırdı. Galiba eleştirmenlerin filmle ilgili yorumları sizi de biraz kırdı…

    Engin Altan’ın yorumları ağırlıklı olarak, havacılıkla ilgili yazılar yazan bir havacılık yazarına ve kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarına cevap niteliğindeydi. O havacılık yazarı bir sinema eleştirmeni değil. Sadece teknik yazılar yazan birisi. Yani tüm sinema eleştirmenlerini bağlamıyor aslında Engin’in sözleri. Bu film iki ayda senaryosu hazırlanıp, Hava Kuvvetleri’nin kapısı çalınarak yapılmış bir film değil. Önceden hazırlıkları yapılan ve Hava Kuvvetleri’nin de yüzde yüz desteği olmadan çekilemeyecek bir işti. Ve gerçekten çok zor bir işti. Dünyada sadece 4-5 örneği var bu tarz bir filmlerin. Bu işe başlarken Hava Kuvvetleri’nden üst düzey yetkililer, komutanlar, herkes danışman olarak yanımızda oldu. O üslerde görevli olan yetkililer dışında hiçbirimizin anlayamayacağı ve bizim sökemeyeceğimiz 6 harfli uçağın kuyruk seri numarasına ya da filo amblemine bakıp, “O uçak Dalaman’ın uçağı değil, Konya’nın uçağı ama Dalaman’da uçuyor gibi gösterildi.”, “Oyunculardaki ‘Peç’ denilen armalar o üssün değil.” gibi sığ yorumlarda bulundu havacılık yazarımız. Bu yorumlar, sinema çekim tekniklerini bilmeden, sinemanın kurgusal bir durum olduğunu düşünmeden yazılmış şeyler. Filmi hava kuvvetleri belgeseli zannettiler herhalde. Sinema eleştirisi bile denilemez. Dolayısı ile bu gibi yorumlar üzdü bizi.

    Dünyada da çekimler böyle yapılmıyor mu zaten?

    Evet, tüm dünya sinemacıları, Malta Adası’nda, benim de çalıştığım bir açık stüdyoda su altı ve havuz çekimleri yapıyor ama burayı her filmde başka bir yer gibi gösteriyorlar. Engin’in de o konudaki çıkışı bu eleştiriler üzerine oldu. O havacılık sayfasında yer alan yorumda, çekimler, hava plânları ile ilgili olumlu eleştiriler de var. Ama bir havacı ve filmin görüntü yönetmeni olarak, havacılık yazarımızın film eleştirmenliğine soyunacağına, hava çekimleri, jetlerle çalışmak, jet pilotlarımızın, Amerikalı çekim pilotlarımız bile hayrete düşüren yakın uçuş ve manevra becerisi konularına yoğunlaşıp, havacılar için keyifli olabilecek bir yazı hazırlaması kendi sayfasının konsepti, havacılık tutkunları ve en önemlisi havacılığımız için daha anlamlı olurdu diye düşünüyorum. Bu film hava çekimlerinin 3D animasyona, dijital hilelere gerek duyulmadan birebir gerçek olarak çekildiği belki de dünyadaki tek film. Tüm çekimler gerçek. Ve harcanan bu kadar emek sonrası yapılan yorumlar beni kırdı.

    Sizi kırmışlar gerçekten…

    Sinema eğitimi aldığım yıllarda Lütfi Akad hocamız bir gün derste, “Çocuklar sinemacılar olarak işimiz zor, çünkü Türkiye’de herkes kendi mesleğini bilir, birde sinemayı bilir” demişti. Önce anlayamadık ne demek istediğini ama gerçekten olur olmaz herkes sinema çekimleri vb. konularda yorumlarda bulunuyor.

    Filmde çatışma yoktu ve bu konu da tartışıldı…

    Filmin çatışma ile ilgili eksikliğini yapımcı, yönetmen, senarist baştan beri biliyordu. Bazı sebeplerden ancak bu kadar yapılabildi. Ayrıca film, geçen senenin gişe başarısı olarak 1,185,000 seyirci ile yabancı filmler de dahil olmak üzere 6. filmi. Yani seyirciyi çekecek, izlettirecek, duygulandıracak bir film olduğunun kanıtlandı zaten. Ama beklendiği gibi askeri bir savaş filmi değil, Anadolu Kartalları. Havacılık ile ilgili olması ve hava üssünde geçmesi dışında da TOP GUN ile bir benzerliği yok.

    Geçen yılda Av Mevsimi çok konuşulmuştu…

    Evet. Yavuz Turgul ile geçen yıl Av Mevsimi’nde çok keyifli bir çalışma yaptık. Görsel atmosfer yaratmama izin veren ender filmlerden biriydi.

    O açılış sahnesi geldi şimdi gözümün önüne…

    Asıl çekimlerden önce, o sahnenin provasını 3 kez amatör video kamera ve 1 kez de 35 mm film kamerası ile dört kez teknik olarak çektik. Çok detaylı çalıştık. Ama o film ile ilgili de, yine kendini sinema eleştirmeni sanan bazı köşe yazarlarından garip yıpratıcı eleştiriler geldi. Geçenlerde evde Fight Club’ı izliyorum. Filmde ölmüş adamın nefes aldığını gördüm. Şaka gibi… Yavuz Turgul’un setinde böyle bir şey olamaz!!! Keşke bir filmin yaratım, çekim ve perdeye ulaşım serüveninin en azından bazı süreçlerinde kendilerini konuk edebilsek setlere ve stüdyolara.

    Ben o sahneleri bizim filmlerde de gördüm…

    Av Mevsimi’nde Cem Yılmaz morgda yatıyor. O plânda Yavuz Turgul’dan bildiğin fırça yedim. Ve çok haklıydı hoca. Yani ne kadar incelediğimize bakın. O kadar hassas ki…

    Neden yediniz fırça?

    Fırça yemek işin esprisi ama Yavuz hoca o kadar titiz ki, Cem’in o sahnede nefes almaması gerekiyor, Cem’de normal bir insan olarak aralıklı nefes alıyordu. Herkes iyi niyetli olarak hep bir ağızdan yorumda bulunup fikir üretmeye kalkınca Yavuz hoca, yapımcımız da dahil hepimizi susturdu. Ben de bir yorumda bulundum, “Sen kendi işine bak!” dedi bana. Çok seviyorum onu! Ustamız bizim.

    Bir çok filmin görüntü yönetmenliğinin yanı sıra reklâm ve klip çalışmalarında da görüntü yönetmenliği yapıyorsunuz. İzlediğimiz birçok reklâmda sizin imzanız var. Peki önümüzdeki günlerde Uğur İçbak’ı başka hangi projelerde göreceğiz?

    Şu sıralar reklâm filmleri ve çeşitli hava çekimleri var hayatımda. 2012 için konuştuğumuz netleşmemiş sinema projeleri de var ama kesinleşmiş bir proje yok. Umarım 2012 yılında da ekibimle keyifli bir sinema projesinin içinde yer alırız.

    Teşekkür ederiz.

    (28 Ocak 2012)

    Yeliz Bozkurt

    Fotoğraflar için Uğur İçbak ve Hande Arslan Yazıcı’ya teşekkür ederiz.

    Theo

    Yunanistan komşu bir ülke, tarihin bir döneminde Osmanlı topraklarında kalmış, oraların yaşayanları o zamanlar Osmanlı taba’sından sayılıyor. Fransız Devrimin dünyada oluşturduğu dalgalar nedeni ile başlayan milliyetçilik akımları oralarda da kendini gösterir ve Yunanistan adını alacak topraklar Osmalıdan ayrılır. Tarihin o dönemleri teknolojik olarak sinemanın icat edildiği günler olur ve bizim tarihimiz açısından, önce saraya giren sinema giderek önce gösterim yolu ile halka ulaşacak, sonra konulu film üretimi sıraya girecektir. Aynı günlerde benzer çalışmaların Yunanistan’da da olduğunu, aynı süreçlerin orada da yaşandığını ve Yunan Sineması denebilecek oluşumun başladığını söyleyebiliriz. Sinemamızın başlangıç dönemlerinde Yunanlılarla yapılmış ortak yapımlar (Beyoğlu Güzeli, Kimon Şarlo İstanbul’da), hatta bazı kaynakların Türk filmi olarak gösterdiği (Fena Yol) filminin -daha oluşmamış- Yeşilçam düzeninde gerçekleştirildiği hakkında bilgilere sahibiz.

    Sinemalarımızda o zamanlar gösterime girmiş Yunan filmleri olabilir. Bu konudaki eksik bilgiyi gidermeye henüz sıra gelmedi. Sinema tarihimiz tamamlanmayı / araştırmayı gerektirecek birçok bilgi boşluğu ile dolu. Yine de adı ülke sınırlarını aşan bir Cacoyannis’in adı bizde de duyulmuş, filmleri azımsanacak sayıda da olsa gösterim olanağı bulmuştur. (Bu arada bizde Uçurum adı ile gösterilmiş bir Yunan filmi ile Aliki Vuyuklaki’nin oynadığı Dayak Cennetten Çıkmadır filminin bizde hayli ticari başarı kazandığı anımsadığım bilgiler.)

    Bütün bunların sonunda önce yurtdışı festivallerde görülmüş filmleri ile basınımıza yansıyan Angelopoulos’un yapıtları kısıtlı gösterimlerle de olsa seyircilere ulaşmaya başladı ve hatırı sayılır (sayısının azlığı? -ne kadardır- bunu öğrenmek olanağı var mıdır!) bir seyirci oluşturdu. Bunların bir kısmını sinema sektörünün içinde olanların oluşturması hiç önemli değildir. Aslında, Angelopoulos’un sinemasının ağır tempolu anlatışı, uzun süreli plânları, kameranın nerede ise hareket etmiyormuş gibi hareket etmesi, en önemlisi tüm bu anlattığı şeylerin tarihi, toplumunun -insanlarının da- sorunlarını inceler (gösterir) olması değerlendiriyordu sinemasını. Günümüzün yaşayan sayılı sinema-cılarından (“ustalarından” demiyorum, ustalığı yadsıyacak cürete sahip değilim) olması bunların sonucu idi. (Bana göre) sinemacı olmak salt film çekmekle kazanılabilecek bir sıfat değildir, -Angelopoulos’unkilerle sınırlı değil ama- başka özellikleri de beraberinde bulundurmayı gerektiriyor. (Tüm filmlerini ele aldığımız zaman -birçoğunu da kendisi de beğenmiyor- görünümü başkadır ama sinemamızda Akad’ın usta ünvanını yadsımak mümkün müdür? – İşte…) Angelopoulos da sinemanın yaşayan en büyüklerindendi. En üzüntü verici şey de çekimlerine başladı yeni bir film çalışması sırasında -film dışında- olan bir kazada yaşamını yitirmesidir. Bunu söylediğim zaman, Alican Sekmeç “O filmi tamamlarlar” dedi. Bu doğrudur, o film tamamlanır; Angelopoulos çekmeye başladığına göre yazın aşamasının bitmemiş olduğunu düşünmüyorum -sinema salt yazın aşaması değildir, elbette- ama… Angelopoulos’tan sonra kim tamamlarsa tamamlasın, yazın aşaması bitmiş (!) filmi Angelopoulos’un kafasındaki düzeni ile tamamlaması mümkün değildir.

    Yukarıda yazdığımı tekrar edeceğim; Angelopoulos salt Yunan sinemasının değil, sinemanın yaşayan (ve halen çalışan / ürün veren) bir sanatçısı olarak doldurulamayacak bir boşluk (“ve filmlerini”) bırakarak aramızdan ayrıldı.

    (28 Ocak 2012)

    Orhan Ünser