Yiğit Özşener, Kanal D Cinemania’da

Ömür Gedik’in hazırlayıp sunduğu sinema programı Kanal D Cinemania’da bu haftanın stüdyo konuğu Dedemin İnsanları filminin başrol oyuncularından Yiğit Özşener.
Ünlü aktör, Çağan Irmak’ın babasını oynamayı neden kabul etti? Türkiye’de göçmen olma durumuyla ilgili hangi yorumlarda bulundu? Hangi konuda oldukça kıskanç biri olduğunu söylüyor?
Editörlüğünü Fırat Sayıcı’nın yaptığı programda vizyona giren yeni filmler, haberler, vs. yer alıyor. Ömür Gedik’le Cinemania her Cumartesi Kanal D’de.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Yiğit Özşener, Kanal D Cinemania’da yazısına devam et
  • Alacakaranlık’tan Gençliğe Hitabe

    Twilight serisinin dördüncü filmi Twilight Saga: Breaking Dawn – Part 1 (Alacakaranlık Efsanesi Şafak Vakti Bölüm 1) tıpkı Hary Potter’ın son iki filminde uygulanan taktikte olduğu gibi ikiye bölündü.
    Ve yine beklendiği gibi gişe rekorları kırıyor.
    Tabii Twilight’ın hinlikleri bununla sınırlı değil.
    İzleyici kitlesini özellikle gençlerin oluşturduğu Twilight’ın sondan bir önceki bölümü Breaking Dawn adeta gelenek, görenek ve ahlâk bilgisi dersi gibi.
    Nasıl mı?
    Bir kere gençler kendi hayatlarıyla ya da hayalleriyle bir şekilde bağlantı kuramadığı bir filmi böylesine sahiplenmez.
    Twilight, her ne kadar vampir ve kurt adamlarla dolu fantastik bir hikâye gibi görünse de bu tiplemeleri (görünüşlerindeki gerçeklikten de dolayı) kendi hayatlarında bulmaları olası. Bella ve Edward arasındaki ilişkiyi fena halde ciddiye alıyor ve kendileri de tıpkı Edward gibi bir sevgili bulma hayalleri kuruyorlar.
    Peki Edward’ın vampir olmak dışındaki özellikleri neler?
    Bir kere yaşı büyük ve olgun…
    18 yaş altı genç kızlara bak böyle büyük bir adamla birlikte olursan baştan bir şeyleri kabullenmelisin mesajı veriliyor bir kere.
    Peki, yaptın bir hata ve aşık oldun, o halde mutlaka evlenmelisin.
    Evlilik dışı ilişki yaşamamalısın diyerek okuldu, eğitimdi, kariyerdi her şey bir kenara bırakılıyor.
    Evlilikten önce cinsel bir yakınlaşma kesinlikle yaşanmıyor.
    Bir de işin içine bebek girince, durumun ciddiyeti giderek artıyor.
    Bu yaşta hamile kalan her kıza o çocuğu dünyaya getirmemesi öğütlenir.
    Çünkü kendisi daha çocuktur ama filmimiz sizin günahlarınızı o masum yavru çekmesin diyerek onu dünyaya getirme pahasına annenin ölümü daha doğruymuş gibi gösteriyor.
    Tabii bir de annelik içgüdüleri var.
    Kan içmeler vs…
    Bella’yı yavaş yavaş öldüren bebek önce şeytan sonra da günahsız bir melek oluveriyor.
    Gelenek ve göreneklere uygun düğün hazırlıkları, bebeğe iki tarafın annesinin harflerinden uydurmasyon bir isim türetmeler daha neler neler…
    Kısaca Twilight Saga bu bölümde gençliğe hitabe gibi.
    Tabii bir de genel olarak filmin sinemasal olarak verdiği tattan söz etmek gerekirse, yerle yeksan olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum.
    Filmin 15, hadi bilemediniz 30 dakikası alacak bir mevzu 120 küsür dakikaya öyle bir yayılmış, öyle bir yayılmış ki, bir an kendimi bir brezilya dizisinde sandım.
    Göz göre göre yoluyorlar fanları.
    Filmin maliyeti de ilk gün çıkmıştır eminim.
    Çünkü bütün film neredeyse kapalı mekânlarda geçiyor.
    Bir balayı evi, bir de Edward’ların evi.
    Güzel iş valla.
    Yine de takdir etmek lâzım.
    Bakalım son bölümde nasıl bir taktik uygulayacaklar, bekleyip göreceğiz.

    (01 Aralık 2011)

    Gizem Ertürk

    Bu Benim İlk Filmim Etkinliği Kapsamında Türkiye Sinemasının Yeni Yolculuğu Başlıklı Panel Düzenleniyor

    11 Kasım’da başlayan Bu Benim İlk Filmim etkinliği bugün 19:30’da TÜRSAK toplantı salonunda yapılacak panelle sona eriyor. Yönetmenler, oyuncular ve Telif Hakları Sinema Genel Müdürü Abdurrahman Çelik’in de katılacağı Türkiye Sinemasının Yeni Yolculuğu adlı panelde destekleme politikaları üzerine görüşler sunulacak. Bu Benim İlk Filmim etkinliğinde gösterilen filmlerin yapımcıları herhangi bir ücret talep etmeseler de FİLMYÖN yönetim kurulu filmlerin gösteriminden biriken parayı hak sahiplerine dağıtma kararı aldı ve bu kararın, tüm telif haklarının dağıtılmasına örnek olması dileğinde bulunuldu.

  • Basın Bülteni
  • Etkinlik hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Pembe Hayat KuirFest’te Son Gün: 24 Kasım 2011 Perşembe

    17 Kasım’da başlayan Türkiye’nin ilk kuir festivali Pembe Hayat KuirFest bugün yapılacak gösterimlerle sona eriyor. Gün içinde Kızılay Büyülüfener Sineması’nda Bana Bak (Look At Me), Sevgilimi Ben Vurdum (I Shot My Love), Dönersen Islık Çal, Erkek Gibi Ölmek (To Die Like A Man), Romeolar (Romeos), Yok (Ausente – Absent), 3 – Üç (Three) adlı filmler gösterilecek. Yönetmen Marco Berger son filmi Yok’la, öğretmen-öğrenci, yaşlı-genç ilişkisi gibi ahlâksal tartışmalara yola açabilecek başlıklarla oynuyor ve Hitchcockvari bir gerilim kurararak seyircinin ilgisini ayakta tutuyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pembe Hayat KuirFest’te Son Gün: 24 Kasım 2011 Perşembe yazısına devam et
  • Ahmet Uluçay: Bize Sinemadan Fayda Var

    Henüz Ahmet Uluçay’ın acı kaybına alışamamışken, sinemamızın köşe taşlarından, birçok unutulmaz filmin yaratıcısı usta yönetmen Zeki Ökten’in ölüm haberiyle sarsılmıştık o günlerde.. Şimdi ise Lütfi Akad ustanın ölümünün acısına alışmaya çalışıyoruz. Sinemanın o güzel insanlarının acı kaybı kolay alışılır gibi değildi. Güzel düşlerin izini sürenler birer birer çekiliyordu hayattan ve hayat daha da anlamsızlaşıyor; biz gittikçe daha yalnızlaşıyorduk her ölümle. Ahmet Uluçay da büyük düşlerin izini sürmüştü yaşamı boyunca.

    Hepimizin kalbinde yatan aslan sinemaydı bütün zamanlarımızda, yaşımız kaç olursa olsun. Beyazperdede izlediğimiz filmlerin etkisiyle hülyalara dalar, sinemanın yakıcı aşkı ile kavruluruz.

    Henüz ilkokul yıllarımda, lokum kutularının altını sinema perdesi biçiminde kesip, kutunun iki ucuna geçirdiğim çubuklara gazeteden kestiğim “Bizimkiler” çizgi romanını arka arkaya ekleyip sararak yaşıtlarıma sinema gösterileri yapardım. Ortaokula geldiğimde sinema makinesiyle, film afişleriyle tanışmıştım. Ortaokul arkadaşım Orhan’ın babası okullarda hafta sonları film oynatırdı. Yaşlanan ve yorulan babasından görevi Orhan devralmıştı. Kartal’ın, Cevizli’nin, Maltepe’nin çeşitli okullarında hafta sonları birlikte film gösterirdik. Sinema makinesini, afişleri ve büyük siyah perdeleri birlikte taşır, filmleri birlikte sarardık. Okulun salonunda filmi izleyen çocuklarla birlikte, biz de izlerdik kaçıncı kez izlediğimizi düşünmeden ve sıkılmadan.

    O yaşlarda birçok işte çalışmama karşın, en çok sinemalarda çalışan yaşıtlarıma imrenirdim o günlerde. Çünkü benim gidemediğim, izleyemediğim filmleri onlar hiç kaçırmıyorlardı. Yine de gittiğimiz sinemalarda ‘alaska frigo’ ve gazoz satan o çocuklar kadar iyi tanırdım sinema oyuncularını.

    Ahmet Uluçay’ın yaşamöyküsünü düşündüğümde o günlerimi anımsıyorum. 1950’li 60’lı yıllarda köyleri, kasabaları gezen seyyar sinemacılar vardı. Kimi köy meydanında ya da okul salonunda gösterirdi filmleri. Ahmet Uluçay’ın da yaşam öyküsünden, sinemayı böyle bir seyyar sinemacı sayesinde tanıdığını öğreniyoruz. Bir tutkuya dönüşen sinema düşünü hayata geçirmek için çok beklemez. Her “düşbaz” gibi biraz delidir sonuçta. Onun deliliği dahiliğindendir. “Köyün delisi” diye bellenen kimseler bilge kişilerdir çoğu zaman. Bilge ve dahi sinemacı Ahmet Uluçay da köyün delisi gözüyle bakılabilecek düşünü gerçekleştirme işine koyulur. Dahiliği yaşamı boyunca hepimizin tanık olduğu zekâsı ve yaratıcılığındandır; “deliliği” ise “düşbaz”lığından. 12 yaşında arkadaşı İsmail Mutlu ile üç yıllık bir uğraşın sonunda yaptıkları sinema makinesiyle bir ahırda köylülere film göstermeye başlarlar. Sinema çöplüklerinden film toplayıp, kareleri birbirine ekler, bir kaç saniyelik görüntüler elde ederek; köyün bir ahırında dağları, deniz ve ormanı seyrederler. Ailesinin “sinema zengin çocuklarının işidir” demesi de tutkusunu yok edemez.

    Arkadaşlarıyla “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu oluşturup çok kötü bir kamerayla işe koyulurlar ve ilk filmi “Optik Düşler”i 1992 yılında çeker.

    Ahmet Uluçay’ın kısa filmlerini, belgesellerini 2005 yılında Akbank Kısa Film Festivali, Özel Bölüm’de izleme olanağı bulmuştum. Yaşam öyküsünde yer alan “ilk kez 1994 yılında 6. Ankara Uluslararası Film Festivali’ne katılarak Optik Düşler ve Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak isimli filmleriyle tanındı. Ahmet Uluçay 11 filmiyle 22 ödül kazandı” cümleleri kısa yaşamına ne çok düş sığdırdığını anlamamız için ipucu.

    Bir söyleşisinde “Dünyanın en güzel filmlerini ben çekiyorum. Buna inanıyorum ve dünyanın en güzel filmlerini yine ben çekeceğim.” demişti. Karpuz kabuğundan gemiler yaptı, düşlerini yüzdürdü; bize de dünyanın en iyi filmlerinden birini bıraktı miras olarak.

    Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

    “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filmin kahramanlarından biri olan Karpuzcu Kemal’in, “olmayacak şeylere umut bağlamak” anlamında kullandığı ve kendi uydurduğu bir deyimdir.

    Filmin Öyküsü: Recep ve Mehmet yazları, köylerinin yakınındaki yaz mevsiminde yakınlardaki Tavşanlı kasabasında çıraklık yapmakta olan iki köylü çocuğudur. Recep bir karpuz satıcısının, Mehmet ise bir berberin yanında çıraklık yapmaktadır. Her ikisi de sinemaya delicesine tutkundur. Bu tutkunun bir sonucu olarak geceleri köydeki evlerinin terkedilmiş ahırında bir yandan derme-çatma bir film projeksiyon makinesi yapmaya çalışırken, diğer yandan da hayatlarını tümden değiştirecek olan rejisörlük hayalleri kurmaktadırlar. Köyün delisi Deli Ömer de çocukların bu sinema sevdasının tek tanığı ve destekçisidir.

    Onların bu konudaki uğraşlarını kimse ciddiye almaz: Ne kasabadaki fotoğrafçı, ne aileleri, ne de kasabadaki sinema salonunun sahibi… Fakir köylü çocuklarıdır onlar ve böyle şeylerle vakit geçirmeyerek vakitlerini daha faydalı uğraşlar için harcamalıdırlar.

    Recep bir gün, kasabada oturan ve ineklerine yedirmek için ham karpuzları toplamaya gelen Nezihe adlı iki kız çocuğu olan dul bir kadın ile tanışır. Nezihe’ye her gün kelek çıkan karpuzları toplayıp kendisine getirmek üzere söz verir. Bu sevimli çocuktan hoşlanan Nezihe, Recep’in bu iyiliği karşısında onu sık sık çay içmek veya kahvaltı etmek için evine davet etmeye başlar. Recep bu gelip gitmeler sırasında Nezihe’nin büyük kızı olan ve yaşça da kendisinden büyük olan Nihal’e ilgi duymaya başlar ve onun ilgisini çekebilmek için türlü uğraşlar verir. Nihal ise başlangıçtan beri bu yabancı ve köylü oğlan çocuğun eve girip çıkmasından bile rahatsız olmakta ona elinden geldiğince ters davranmaktadır. Küçük kız Güler ise ablasının aksine Recep’e ilgi duymakta ancak o da bu ilgisine karşılık bulamamaktadır. Önceleri karşılıksız olan bu aşklar, tam anlamıyla gelişmeye fırsat bulamadan Nezihe ve kızlarının aniden kasabadan taşınmasıyla sona erer. Bu sırada zaten işlerini de kaybetmiş olan iki kafadarın ellerinde artık sadece uyduruk projeksiyon makinelerinde hareketli görüntü elde edebilmek ümidi kalmıştır.

    Sinema projeksiyon makinesi konusundaki denemeleri sonunda başarıya ulaşsa da iş ve aşk konularındaki şanssızlıkları bu konuda da yakalarını bırakmaz. Deli Ömer bir kızgınlık anında zorlukla çalıştırmayı başardıkları projeksiyon makinesini parçalar.

    Sonunda, Recep ve Mehmet’in hayatlarında iz bırakarak geçen bir yaz mevsimi sona ermiş ve kahramanlarımız her şeyi kaybetseler de hiçbir zaman kaybetmeyecekleri sinemasal hayalleri ile başbaşa kalmışlardır.

    Film “Optik Düşler”in uzun metraj olarak tasarlanmasıyla oluşur. ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ Uluçay’ın yaşamöyküsüne dayanıyor.

    “Entelektüel olmaya çalışmıyorum. Sinema yaparken bildiklerimi de unutuyorum.” diyordu Ahmet Uluçay. Entelektüel olma beyhude çabası biz ölümlülere özgüydü sonuçta. O, yaradılıştan zeki ve büyük düşleri olan, naif bir sinemacıydı; naif olduğu kadar büyük yaratıcılara özgü bir bilgeliğin sinemamızdaki karşılığıydı.

    (01 Aralık 2011)

    Mesut Kara

    Şükran Ay’ı Kaybettik

    Türk Sanat Müziği’nin 70’li yıllardaki sevilen seslerinden Şükran Ay, tedavi gördüğü Şişli Etfal Hastanesi’nde 23 Kasım 2011 Çarşamba günü hayatını kaybetti. Lütfi Ömer Akad’ın yönettiği Vesikalı Yarim başta olmak üzere sinemamızın bazı filmlerine söylediği şarkılarla sesiyle destek veren Ay, Çingene Aşkı: Paprika, İşte Hendek İşte Deve, Cilalı İbo: Yetimler Meleği, Ver Allahım Ver gibi filmlerde oyuncu olarak görüntüsüyle de beyazperdeye geldi. Cenazesi, 24 Kasım 2011 Perşembe günü Fatih Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip kaldırılacak olan merhumeye tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Şükran Ay’ı Kaybettik yazısına devam et
  • 23. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali’nde 4 Avusturya Filmi Gösteriliyor

    Avusturya, 23 – 30 Kasım 2011 tarihleri arasında düzenlenen 23. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali’ne 4 film ile katılıyor. Daniel Zimmermann’ın yönettiği Stick Climbing’in konusu şöyle: Keyifli bir dağ gezintisi garip bir tırmanışa döner. Çekimler dağcının gözükmediği açıdan çekildiğinden, ağır nefes alışı ile imkânsız gözüken bir yolculuk başlamıştır. Yilin’ın yönettiği Little Precious, Borjana Ventzislavova’nin yönettiği Mavi Yüksek Dağlar, Nehirler ve Altın Ovalar ile Richard Wilhelmer’ın yönettiği Strange Love, Avusturya’nın festivali verdiği diğer filmler.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü krokiye haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    23. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali’nde 4 Avusturya Filmi Gösteriliyor yazısına devam et
  • 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Engelsiz Bir Festival

    2. Malatya Uluslararası Film Festivali 4. gün etkinlikleri kapsamında festival sinemaları ve Malatya Kongre ve Kültür Merkezi Salonları’nda 18 uzun film, 13 kısa film ve 4 belgesel gösterimi gerçekleştirildi. Yapılan söyleşi ve panellerde Malatyalı sinemaseverler sektörün deneyimli isimleri ile birebir tanışma ve sorularını paylaşma fırsatı buldu. Berat İlk ve ekibinin gerçekleştirdiği canlandırma atölyesine katılan öğrenciler sertifikalarını festival onursal başkanı ve Malatya Valisi Doç. Dr. Ulvi Saran’ın elinden aldı. Anemon Otel’de düzenlenen törende de festival sponsorlarına plâketleri takdim edildi.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Engelsiz Bir Festival yazısına devam et
  • Pembe Hayat KuirFest’te Bugün: 23 Kasım 2011 Çarşamba

    Pembe Hayat KuirFest’te 23 Kasım 2011 Çarşamba günü Ankara Kızılay Büyülüfener Sineması’nda Taçsız Kraliçe (The Queen Has No Crown), Bayan Anne Lister’ın Gizli Günlükleri (The Secret Diaries Of Miss Anne Lister), Gerçek Anne Lister (The Real Anne Lister), Birkaç Günlük Mola (A Few Days Of Respite), Dönersen Islık Çal ve Genesis ve Lady Jaye’in Şarkısı (The Ballad of Genesis and Lady Jaye) adlı filmler gösterilecek. Sappho’dan beri edebiyat dünyasında dilendirilmeyen kadın kadına aşkı yeniden sözcüklere döken Anne Lister’ın hayatı iki filme konu oluyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pembe Hayat KuirFest’te Bugün: 23 Kasım 2011 Çarşamba yazısına devam et
  • 6. JCI İstanbul Crossroads Uluslararası Kısa Film Festivali Kısa Film Yarışması Jüri Üyeleri Belirlendi

    Bu yıl 05 – 08 Aralık 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 6. JCI İstanbul Crossroads Uluslararası Kısa Film Festivali bünyesinde düzenlenecek kısa film yarışmasının jüri üyeleri belirlendi. Yönetmen Selim Demirdelen, sunucu ve oyuncu Ebru Akel, senarist Hüseyin Kuzu, oyuncu Yosi Mizrahi, sinema yazarı Sadi Çilingir, Film-San Vakfı Genel Müdürü Kıvanç Terzioğlu, sinema yazarı Ali Arıkan ve yapımcı Bülent Doruker’den oluşan jüri üyeleri festivalin en iyi filmlerini seçecekler. Yarışma sonuçları, 11 Aralık 2011 Pazar gecesi Beykent Üniversitesi Taksim Yerleşkesi’nde yapılacak galada açıklanacak.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Anatolian Film Festivali Ödülleri Belirlendi

    11 – 20 Kasım 2011 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen Anatolian Film Festivali’nin Altın Keçi Ödülleri belirlendi. Ahmet Uluçay Sinema Ödülü, üretim ve dağıtım süreçlerinde bağımsız bir anlayışla, imece usülü çalışması nedeniyle, D filminin yönetmeni Metin Yeğin’e, Sinema Emek Ödülü iş disiplini, özverili çalışması, mesleğe başlayanlara yol açması ve kısa filmlere destek vermesi nedeniyle Ali Salim Yaşar’a verildi. Festival bünyesinde düzenlenen Ulusal Kısa Film Yarışması’nda ise En İyi Film Ödülü’nü Erman Zambak’ın yönettiği Sessizliğin Arkasında filmi kazandı.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Anatolian Film Festivali Ödülleri Belirlendi yazısına devam et
  • Ertan Yılmaz ile Sinema Kitapları Üzerine…

    Dokuz Eylül Üniversitesi Film Tasarımı Bölümü’nde Bölüm Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Ertan Yılmaz, 2011 yılında sinema kitaplığımıza birbirinden önemli beş eser kazandırdı. İlk çevirileri 80’li yıllarda Yarın ve Stüdyo İmge’de yayınlanan akademisyen ve yazar, geçmişte, aralarında Robin Wood’un “Hitchcock Sineması”, Bordwell ve Thompson’un “Film Sanatı” ve Koller’in “Yalnızlık Sineması”nın da bulunduğu çokça çeviriye imza atmış; ayrıca “Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri” ile “1968 ve Sinema” adlı iki kitap kaleme almıştı. Yılmaz’la son dönemdeki çevirilerinin yanı sıra, sinema yazınına dair görüşlerini ve gelecekteki projelerini konuştuk:

    TUNCER ÇETİNKAYA: 2011’de yayınlanan sinema kitaplarının önemli bir bölümüne derleyen ve çevirmen olarak imza attınız. Öncelikle “bu üretkenliği neye borçlusunuz” diye sormadan yapamıyor insan…

    ERTAN YILMAZ: Türkiye’de bir bilgi alanı olarak sinema göreceli olarak yeni bir olgu. Sinema eğitimi vermeye çok geç başlamış bir ülkeyiz. 1917 Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği’nde hemen sinema okulu kurmuşlar. Biz 1970’lerin ortasında bu etkinliğe başlamışız. Akademik alanda çalışan insanlar bilgi üretmekle yükümlüdür. Üretilen bilginin o alanın ya da bizim alanımız olan sinemanın gelişmesine, üretiminin kalitesinin artmasına yaraması gerekir. Türkiye’de bu alanda giderek daha fazla bilgi üretildiği doğru. Ancak yeterli düzeyde olmadığı da bir gerçek. Sinema bilgisi özgün çalışmalarla olduğu kadar çeviri metinlerle de gelişmek durumunda. Bu alanda ülke dışında yazılan çok değerli araştırmalar var ve bunların Türkçeye aktarılması gerekiyor. Beni sinema kitaplarını çevirmeye yönelten o özel olayı anlatmalıyım. 1990’ların ilk yarısında doktora tezim genel olarak 1968 ve politik sinema üzerineydi ve Türkçede doğru dürüst kaynak yoktu. İngilizce kaynak istemek için, ünlü bir eleştirmenin, bir dostu aracılığıyla bağlantı kurarak evine gittim. Evinin kütüphanesine gitti ve dönerek bana bu konuda “bende kaynak yok” dedi. Emin değildim, ama yalan söylediğini, bana kaynak vermek istemediğini düşünüyordum. Çünkü ülkemizde belirli insanlar, özellikle de üniversite hocaları yabancı dilde kitapları okuyup, derslerinde bu kitapları kullandılar ve bir anlamda o kitaplardaki bilgileri tekellerinde tutmanın, yani saklamanın avantajını yaşadılar. Bilginin paylaşılması gerekir ilkesine inanıyorum. İşte bu yüzde o ünlü eleştirmenin evinden ayrılıp yolda yürürken, “madem kaynak var ve Türkçesi yok, o zaman ben çeviririm” diye karar verdim ve o gün bu gündür sinema kitapları çeviriyorum.

    T. Ç.: Akademisyen kimliğiniz olmakla birlikte, geniş sinema okuyucusunun sizi öncelikle, yıllar önce Antrakt tarafından hazırlanan “Vietnam Filmleri” ve ardından gelen “1968 ve Sinema” adlı eserlerle tanıdığını söyleyebiliriz. Çevirilerinizde tercih ettiğiniz yazarlar / konular ile sinema anlayışınız arasında bir paralellik var mı?

    E. Y.: Çevirilerde tercih ettiğim yazarlar ve konular var tabii. Her zaman tercih etmem mümkün olmuyor ama dünya görüşüme, yani sosyalizme yakın bulduğum yazarların metinlerini daha isteyerek ve zahmetsizce çeviriyorum. Bu açıdan çok zor bir metin olmasına rağmen James Roy MacBean’ın Marksist bakış açısından yazdığı “Sinema ve Devrim” kitabını büyük bir hazla çevirdim, çok uğraştırdı ve yayınevinin editörüyle çok boğuştum, ama sonunda istediğim gibi yayımlandığı için mutluyum. Aynı şekilde Robert P. Kolker’ın kitaplarını da, yazar sinemanın, içinde yaşanılan ve insanı örseleyen/kendine yabancılaştıran, hiyerarşik ve baskıcı bugünkü sistemin değiştirilmesinde ve daha insanca ve adil bir düzenin kurulmasında işlev görmesi gerektiğini düşünerek yazdığı için, çok severek tercüme ettim.

    T. Ç.: Dilerseniz çevirilerinize Godard’dan başlayalım. Önce “Konvansiyonele Karşı Modernist Sinema”, ardından da “Sanatçının Yetmiş Yaşında Bir Portresi”… Sizce Godard neden bu kadar önemli?

    E. Y.: Godard başka türlü bir sinemanın yapılabileceğinin hâlâ yaşayan bir örneği. Hiçbir zaman yerleşik sinema anlayışıyla uzlaşmamış bir sanatçı/yönetmen/düşünür. Ancak Godard’ın sinemasını/filmlerini anlamak ve onlardan haz almak kolay değildir. Filmlerini bir kez izlemeniz yetmez, üzerine kafa yormanız gerekir. Ancak onları anlamaya başlayınca da, müthiş bir keyif alırsınız. Marx’ın çok önemsediğim ve birkaç yazıda alıntıladığım bir cümlesi vardır: “Sanattan haz almak istiyorsanız, sanatın kültürüne sahip olmalısınız” der. Ben burada “sanat” sözcüklerinin yerine Godard’ı yerleştiriyorum.

    T. Ç.: James Monaco’nun Batı’da klâsikleşen “Bir Film Nasıl Okunur?”u, sonra da Kolker’den “Film, Biçim ve Kültür”… Bu tür kitapların sinema yazınıyla aktif olarak ilgilenen okuyucuda nasıl bir değişim sürecine yol açacağını tahmin edersiniz?

    E. Y.: Keşke böyle keyifle çevirebileceğim kitaplar bulabilsem, çünkü bu kitapları büyük bir zevkle çevirdim. “Bir Film Nasıl Okunur?” şimdilerde 13. baskısını yaptı. Türkiye’de, özellikle de sinema alanında bir kitabın bu kadar okunması inanılmaz görünüyor. Çok basılmasının en önemli nedenlerinden biri ülkemizde sinema eğitiminin, düzeyi tartışmalı olsa da, yaygınlaşması. Bilebildiğim kadarıyla sinema dersleri veren hocalar genellikle bu kitabı öğrencilerine tavsiye ediyorlar, çünkü Türkçe’de literatür hâlâ çok zayıf. Öğretmek ve öğrenmek için temel bir kitap olduğunu düşündüğüm için Monaco’nun metniyle uğraştım. Başta belirttiğim gibi sinema aynı zamanda bir bilgi üretme ve edinme alanı. Sinemadan anlamak, filmlerden gerçekten keyif almak onun hakkında bilgi sahibi olmayı da gerektiriyor. Çerçeve nedir, objektif çeşitleri nedir, nasıl aydınlatma yapılır, kamera hareketlerinin ne gibi anlamları olabilir, tür nedir, auteur yönetmen kimdir gibi sinemanın birçok yanından haberdar olursanız, yani filmin ne anlattığı kadar nasıl anlattığının farkına varırsanız, o zaman film izleme deneyiminiz ister istemez zenginleşecektir.

    T. Ç.: “Filmde Yöntem ve Eleştiri” de bir başka önemli temel kaynak. Eisenstein’den Griffih’e, Bazin’den Wood’a pek çok önemli isim, konsept dahilinde bir araya getirilmiş. Söz eleştiriden açılmışken, Türkiye’de sinema eleştirisine dair görüşlerinizi alabilir miyiz?

    E. Y.: Türkiye’de sinema kitaplarının sayısı artıyor. Yayınevleri bu kitapları basmakta geçmişe göre daha istekli görünüyor, ancak temel kuramsal metinlerin çevirisi pek yapılmıyor. Düşünsenize, sinema tarihinde auteur yönetmen tartışmasını başlatan Truffaut’nun “Fransız Sinemasında Belirgin Bir Yönelim” adlı yazısı ancak 2010 yılında öğrencim de olan Dr. Rana İğneci Süzen imzasıyla, “Sanat Sineması Üzerine” adlı derlemede yayımlanabildi. Benzer bir durum Cahiers du Cinéma Dergisi editörlerinin ortaklaşa yazdıkları “John Ford’s Young Mr. Lincoln” adlı yazısı için de geçerli. Bu, sinemamız ve sinema kültürümüz açısından gerçekten çok vahim bir durum. Kuşkusuz her hafta gazetelerde kendilerine ayrılmış köşelerde haftanın filmleriyle ilgili yazı yazan insanların yazdığı eleştiriler gazetelerin onlara ayırdığı yer, birden fazla filmle ilgili yazı yazma zorunluluğu gibi nedenlerle önceden koşullanıyor. Ama biz buna zaten popüler eleştiri diyoruz. Bu alanda fazla bir derinlik beklemek boşunadır. Ancak dergilerde, akademik yayın organlarında üzerinde uzun uzadıya düşünülen ve yazılan eleştiri yazıları var. Bunların niteliği çok önemli.

    T. Ç.: “Modernizmi Seyretmek” ve “Değişen Bakış”, sinema tarihinin farklı ve -pek de popüler olmadığı için- çok iyi bilinmeyen dönemlerine ışık tutuyor. Bu eserlerin “Yeni Türkiye Sineması”nda varolduğu iddia edilen eğilimlerin algılanmasına katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?

    E. Y.: Elbette. Çünkü bu kitapların incelediği dönem/yönetmenler/filmler Türkiye’de fazla bilinemedi. Modernist denen yönetmenler 1960’ların sonundan itibaren Sinematek etkinliği sayesinde ve daha sonra da sinema festivallerinde izlenebildi, üzerine yazılar yazılabildi, dolayısıyla sınırlı bir çevre içinde kaldı. Yeni Türkiye Sineması’nı anlayabilmek için bu kitaplarda incelenen dönemlerin, yani modernist sinemanın bilinmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu iki kitap, birincisi Varoluşçuluğu, diğeri ise sol-radikal değişimci bir bakışı temel alarak yönetmenleri etkileyen modernist sinemayı inceliyor. Zaten Yeni Türkiye Sineması’nın ortaya çıkıp kabul görmesinin temelinde de, tıpkı modernist sinemanın kendisini egemen sinemadan koparması ve ona alternatif olması gibi, eski Yeşilçam kalıplarını kullanmamaları, ona karşı gelerek yeni bir sinema estetiği arayışı yatıyor. İşte bu yeni arayışlarında onlara rehberlik eden de modernist sinema. Evet, artık 1920’lerdeki ya da 1960-70’lerdeki gibi filmler yapılmıyor, ama yeni bir sinema estetiğinin oluşturulması da, o dönem yapılanların üzerine inşa edilmek zorunda.

    T. Ç.: Son çalışmanız “Caligari’den Hitler’e” gerçek bir sürpriz oldu. Bir yanıyla sessiz sinemanın en özgün dönemlerinden birine dair eşsiz bir kaynak, diğer yandan da Batı’da üzerine çok tartışılmış bir metni gündeme getiriyor. Türkiye’de çok geç yayınlandığını üzülerek belirteceğimiz bu kitabı yayınlama süreciniz nasıl gelişti?

    E. Y.: Doğrudur, çok geç yayımlandı, çünkü başlangıçta birkaç yayınevine bu kitap için başvurdum, ancak sonuç alamadım. Frankfurt Okulu çevresi çok önemli. Sevgiyle andığım Ünsal Oskay bu okulun Türkiye’de bilinmesi için ömrünü verdi diyebilirim. Ben de bu konuda ondan çok şey öğrendim ve yıllardır bu okulun işlendiği en az dört-beş ders veriyorum. Okul üyelerinin metinlerinin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Nitekim bu metinlerin Türkçe’ye çevrilmesinde yaşanan güçlükleri de anlayabiliyorum. O yüzden Kracauer’in metnine “hakkını verebilir miyim” diye temkinli yaklaştım. Ancak yazarın yazdığı konuyu (erken dönem, 1930’ların ortalarına kadar olan Alman sineması) bir miktar biliyorsanız, içinde yer aldığı toplumsal bağlamından haberdarsanız (Weimar dönemi) yazarı ve yazdığını anlamakta kolaylık yaşıyorsunuz. Burada bahsetmem gereken bir konu var: Örneğin ben tıpla ya da genetikle ilgili metni çeviremem, çünkü bağlamı bilmiyorum. Çeviride ilgili bağlamı bilmek çok önemli bir mesele. Yalnızca dil bilmeniz yetmiyor. Yayınevlerinin bu konuda (sinema kitapları) titiz davranmaları ve çevirileri basarken sinema bilen insanlardan yardım almaları gerekiyor, aksi takdirde önemli çeviri yanlışlarına ve dolayısıyla yanlış bilgilenmeye neden olabiliyor.

    T. Ç.: Önümüzdeki döneme ilişkin yeni projeler, çeviri, derleme ya da özgün çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?

    E. Y.: “Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri” çalışmasını güncelleştirmek istiyorum. Çünkü o araştırmayı yaptığım dönemden (1988-90) bu yana ABD’nin Irak’a ve Afganistan’a müdahaleleri, Irak’ı işgali yaşandı. Bunlarla ilgili onlarca film çekildi. Vietnam Savaşı ile ilgili aldatıcı/yanıltıcı filmler bu savaşlarla/müdahalelerle ilgili olarak yapılmaya devam ediyor. Hollywood’un, istisna filmler hariç, filmlerde ürettiği yalanları deşifre etmek gerekiyor. Ama ne zaman vakit bulurum, açıkçası bilemiyorum. Şu sıralar çevirisini tamamlayıp teslim ettiğim Mike Wayne derlemesi “Sinemayı Anlamak – Marksist Perspektifler” adlı bir kitap var. Birkaç ay içinde yayımlanacağını umut ediyorum. Ayrıca Fransız Sineması Tarihi’ni çeviriyorum ve sonra da İtalyan Sineması Tarihi’ne yöneleceğim. Şunu özellikle vurgulamak isterim: Ele aldığım kitapların büyük çoğunluğunu kendi isteğimle çevirdim ve yayımlatmak için yayınevi aradım. Çok az kitabı bir yayınevinin isteği üzerine çevirdim. Yayınevlerinin sinema kitabı çevirmeye ilgi duymaya başladığını belirttim, ancak benim çevirdiğim kuramsal nitelikteki metinler hâlâ rağbet görmüyor. Oysa yaşam öyküleri, röportajlar vb. kitapların yanında bu tip metinlere de önem verilmesi gerekiyor.

    (29 Kasım 2011)

    Tuncer Çetinkaya
    ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü