Anadolu Kartalları’nın Çekimleri Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı’nda Devam Ediyor

Ömer Vargı’nın yönetmenliğini üstlendiği ve savaş uçağı pilotu olmaya hazırlanan beş genç teğmenin öykülerini anlatan Anadolu Kartalları filminin çekimleri için, Amerikan Wolfe Air şirketinden kiralanan Learjet 25B Konya semalarında çekimler yapıyor. 6 kişiden oluşan ekibiyle dünyada tek özel çekim jeti olan Learjet, daha önce Demir Adam (Iron Man), Kırık Ok (Broken Arrow), Kuzuların Sessizliği (Silence Of The Lambs), Hot Shots, Transformers ve Air Force One gibi dünyaca ünlü Hollywood filmlerinin hava çekimlerini gerçekleştirdi. Filmin başrolünde Engin Altan Düzyatan oynuyor.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Özcan Tekgül’ü Kaybettik

    Antalya’nın Kemer ilçesine yerleşmiş olan bir zamanların ünlü vamp yıldızı Özcan Tekgül, 02 Temmuz 2011 Cumartesi günü geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti. Sedat Kafaoğlu’nun kullandığı otomobil, Antalya – Serik yolu Cırnık Köprüsü yakınlarında karşı yönden gelen otomobille çarpıştı. Yaralı olarak Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Özcan Tekgül hayatını kaybetti ve Uncalı Mezarlığı’nda toprağa verildi. Aralarında Yaşlı Gözler, Garipler Adası, Basmacı Güzeli, Kadifeden Kesesi, Hicran Yarası, Çadır Gülü gibi filmlerin bulunduğu onlarca filmde rol alan merhumeye tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Özcan Tekgül’ü Kaybettik yazısına devam et
  • Film Arası Dergisi’nde Mesut Uçakan: Dinin Babamızın Malı Olmadığını Yeni Anladılar

    Film Arası Dergisi 12. sayısında, Yalnız Değilsiniz isimli filmiyle büyük tartışmalara yol açan ünlü yönetmen Mesut Uçakan’ı ağırladı. Temmuz sayısında özel haberler, röportajlar ve film yazılarıyla okuyucularına dopdolu bir içerik sunan derginin bu ayki ayaküstü röportajı konuğu, ünlü oyuncu Ayşen İnci oldu. Yönetmenler Murat Saraçoğlu, Gökhan Yorgancıgil ve Salih Diriklik’in köşe yazılarıyla katıldığı Film Arası Dergisi’nin dikkat çekici başlıklarından biri de, dergi yazarlarından usta sinema yazarı Burçak Evren’in kaleme aldığı ‘Sinema yazarından yönetmen olur mu?’ başlıklı yazı oldu.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Film Arası Dergisi’nde Mesut Uçakan: Dinin Babamızın Malı Olmadığını Yeni Anladılar yazısına devam et
  • Serseriler (Yönetmen: Peter Mullan)

    Peter Mullan’ın yönettiği ve Conor McCarron, Peter Mullan, Greg Forrest’in oynadığı Serseriler (Neds), 08 Temmuz 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Kendisinden beklenilenlerle, içinde bulunduğu özel şartlar John McGill’i kurbandan intikam alıcıya dönüştürür. Durum artık geri dönülmez bir hal aldığındaysa daha önce yaptıklarının ağırlığı kendi kaderinin şiddetle sonlanmasını kaçınılmaz hale getirir. Sokakların acımasız hayatından intikam alarak yaşamaya başlayan John’un, taşıdığı öfke ve hayal kırıklığı gitgide kendini daha da kontrolsüz halde bırakacak ve duvara toslayacaktır.

    Kadife Filminin Çekimleri Tamamlandı

    Erdoğan Kar’ın yönettiği Kadife adlı filminin çekimleri tamamlandı. Film, Şubat ayında Sivas’ın Divriği, İmranlı ve Zara ilçeleri ile Mardin, Midyat ve Diyarbakır’ı kapsayan geniş bir bölgede çekildi. Kadife Anayı Aytaç Öztuna’nın, torunu Gül Cemal rolünü Yener Çalışkan’ın oynadığı filmin diğer rollerinde ise Emre Özcan, Yavuz Akçay, Serpil Özcan, Özgür Akdemir, Mehmet Ünal, Reyhan İlhan, Barış Ordu, Evin Salgut Şahin, Galip Görür, Yılmaz Yalçın ve Ethem Akpolat oynuyor. Kadife filminde yaşlı kadın, dağdan kaçan 14 yaşındaki torununu kurtarmak için uzun bir yolculuğa çıkar. Kadife Ana torununa yaklaştıkça torunu uzaklaşır. Bugün bir türlü sağlanmayan barış da aynı durumda değil midir?

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Bursa Uludağ Üniversitesi’nde The Fighter

    Bursa Uludağ Üniversitesi Sinema Topluluğu, 06 Temmuz 2011 Çarşamba günü saat 16:00’da İİBF B Blok Bordo Salon’da gerçekleştireceği film gösteriminde David O. Russell’ın yönettiği ve başrollerinde Mark Wahlberg, Christian Bale ile Melissa Leo’nun oynadığı, En İyi Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncu Oscar ödüllerini de kazanmış olan 36 ödüllü Dövüşçü (The Fighter) yer alıyor. Dicky Ecklund efsanevi eski boksördür. Ancak yeteneğini boşa harcamış ve başarı imkânını kaybetmiştir. Mickey Ward ise Dicky’nin üvey kardeşidir. Mickey iyi bir boksör olarak adını duyurmadan önce Dicky onun ustalığını yapmıştır.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • TEMA Vakfı’nın Ülkemizdeki Tarım Arazilerine Birlikte Sahip Çıkıyoruz İmza Kampanyası Devam Ediyor

    TEMA Vakfı’nın Ülkemizdeki Tarım Arazilerine Birlikte Sahip Çıkıyoruz başlığıyla düzenlediği imza kampanyası sürüyor. TEMA Vakfı, Türkiye’nin, verimli tarım topraklarının hep verimli kalmasını, bizleri, çocuklarımızı nesiller boyu beslemesini, insanımızın da bu toprakları koruyarak hep burada yaşamasını istiyor. Ülkemizdeki Tarım Arazilerine Birlikte Sahip Çıkıyoruz imza kampanyasına temsilci ve gönüllülerinin açacakları standlar veya TEMA Vakfı’nın web sitesinden destek verebilirsiniz.

  • Destek için tıklayınız.
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    TEMA Vakfı’nın Ülkemizdeki Tarım Arazilerine Birlikte Sahip Çıkıyoruz İmza Kampanyası Devam Ediyor yazısına devam et
  • Mar’ın Afişi ve Vizyon Tarihi Belli Oldu

    Selçuk Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema mezunu Caner Erzincan, ilk uzun metrajlı filmi Mar’ı bir zamanlar öğrenci olduğu Konya’da çekti. Vizyondan önce yurt içi ve yurt dışı festivallerde görücüye çıkacak olan Mar’ın post prodüksiyon ve afiş çalışmaları tamamlandı. Film, taşrada yaşayan öksüz iki kardeş ve eli kolu bağlı bir babanın hayata tutunma çabasını ele alıyor.
    T. C. Kültür Bakanlığı, Selçuk Üniversitesi ve Konya Şeker’in de katkılarıyla çekilen, Volga Sorgu, Begüm Kütük ve Mahmut Gökgöz’ün oynadığı Mar, Nisan 2012’de Özen Film dağıtımıyla vizyona girecek.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yeşilçam’ın Coğrafyası

    İstanbul, filmlerde “mekân mıdır?” yoksa “dekor mu?” Bu soru bir süre beni meşgûl etmişti; sonunda genelde, çoğunlukla ikinci olasılığın doğru olduğu kanaatine vardım. Yeşilçam filmleri genellikle İstanbul’da geçer veya orada geçen olayları anlatır. Bir ara “köy filmleri” türü için önceleri İstanbul civarındaki köyler veya çiftliklere gidilirken, gerçek köylere gidilmeye başlandı. Bu ise sadece görünüşü (çevreyi) değiştirdi, gidilen “köy”de dekordan öteye gidemedi. Bu konu (mekân / dekor) aslında başlı başına bir araştırma konusu. Bunlar olurken filmlere verilen isimlerde, İstanbul, semtleri, başka iller, giderek başka ülke adları yer almaya başladı. Aslında “Yeşilçam’ın Coğrafyası”nın, başka bir araştırmaya bıraktığımız konu olması gerekirken, isimlerde kullanılan haller ile işin kolayına kaçtık ve İstanbul başta olmak üzere hangi “mekân” isimlerine yer verildiğini araştırmaya çalıştık.

    Eskilerde başlarsak Ertuğrul’un İstanbul’da Bir Facia-i Aşk‘ına gitmemiz gerekiyor. Ertuğrul’un 1922’de çektiği film, İstanbul’da gerçekleşen ve basına da intikal eden gerçek bir cinayet olayıdır. Filmin alt adına bakarsak -“Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli”- olay, daha da görsellik kazanır. Ertuğrul yurt dışı çalışmalarının (içinde sinema çalışmaları da var) dönüşünde, güncel / polisiye (aşk / kıskançlık / cinayet) bir olayı ele alır ve “isim” olarak İstanbul filmlerimize girmeye başlar. Daha sonra 1931’de Ertuğrul sinemamızın ilk sesli filminde İstanbul adını yine kullanacaktır: İstanbul Sokaklarında. Bu ismi 1964’de Kemal Kan da o yıl yaptığı filminde kullanır. Sokaklardan sonra ise sırada kaldırımlar vardır. İstanbul Kaldırımları, Erksan’ın 1964’de, Dinler’in 1968’deki filmlerinde Kaldırımlar konu (isim) edinirler. (Erksan’ın filmi, belirtmek gerekir Zeki Müren’lidir.) Sokaklar, kaldırımlar gezmeye dolaşmaya yarar ise Orhan Elmas da (bu kez komedi) İstanbul Kazan Ben Kepçe‘yi (1965) çeker.

    Bu genel (sokak ve kaldırım) girişten sonra, geçmişe bakarsak İstanbul’un Fethi’ne kadar inebiliriz. Arakon 1951’de ll. Mehmet’in İstanbul’u kuşatarak almasını anlatırken Ulubatlı Hasan’a da, gemilerin bir gece vakti karadan yürütülmesine de! yer vermektedir. Osmanlı için her zaman güncel olan İstanbul’un alınışından sonra bir önemli tarihi dönemeç daha sinemamıza konu olacaktır. Mustafa Altıoklar, İstanbul Kanatlarımın Altında’da (1995) Hezarfen Ahmet Çelebi olayını ele alınırken, Lagari Hasan, Evliya Çelebi, Bekri Mustafa, IV. Murat ve Kösem Sultan da tarih kulisinden çıkarlar.

    Daha yakın bir tarihe gelindiğinde İstanbul Kan Ağlarken “Hrisantos”da (Kıpçak / 1951), İstanbul’da yaşanmış bir gerçek olayın ve kahramanlarının (Hrisantos ve onu yakalayan polis Muharrem “Alkor”) anlatılır. Hrisantos’un karakterlerden biri olduğu bir başka film ise Allahaısmarladık İstanbul’dur. (Evin / 1966). Ah Güzel İstanbul ise iki filmde iki farklı İstanbul’u bize ulaştıracaktır. Geçmişle ilişkili fakat günümüzde (çekildiği günlerde 1966) geçen bir Atıf Yılmaz anlatısı ile bir Füruzan öyküsünden hareketle farklı bir İstanbul’u (daha doğrusu kişileri) anlatan Ömer Kavur (1981) yapımı. Bir de Oğuz Gözen filmi var, Ah İstanbul (1992). Anlat İstanbul (2004) ise günümüz İstanbul’una yedirilmiş dünya klâsiği beş ayrı masalı anlatırken ve çok değişik İstanbul-lar sunarken, birbirine bağlı / kaynaşmış beş masalı beş yönetmenden çekecektir [Ümit Ünal (senaryo yazarıdır da), Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay].

    İstanbul hep bir şeyler anlatır da, kendine yakıştırılan (kelime tamlaması yaptığı bazı) tanımlamaları vardır: Bir polisiye, İstanbul Canavarı (Karamanbey / 1953) ve komediler İstanbul Çiçekleri (Çubukçu / 1952), İstanbul Geceleri (Muhtar / 1950), İstanbul Yıldızları (Muhtar – O. Atadeniz / 1952), İstanbul Havası “Arşak Sulukule’de” (Alpan / 1952). Hemen bunların peşine takılabilecek bir İstanbul’lu film ise İstanbul’da Cümbüş Var (Gültekin / 1968). İstanbul’a gelenler ise hiçte azımsanacak kadar değil: Görünmeyen Adam İstanbul’da (Akad / 1955), Tarzan İstanbul’da (O. Atadeniz / 1952), Drakula İstanbul’da (Muhtar / 1953), Kimon Şarlo İstanbul’da* (Gürses / 1954), Uçan Daireler İstanbul’da (Erçin / 1955), Killing İstanbul’da (Y. Atadeniz / 1967), Süper Adam İstanbul’da (Yalınkılıç / 1972), Karateciler İstanbul’da (Lamp** / 1974), Fantoma İstanbul’da Buluşalım (Baytan / 1967). Görüldüğü gibi bir takım roman veya çizgi – roman kahramanları İstanbul’a gelmişlerdir, Fantoma ise İstanbul’da randevu vermiştir, demek o da gelecektir.

    İstanbul “aşk” yaşanacak bir yerdir, bunu kaçırmayan Süreyya Duru İstanbul’da Aşk Başkadır’ı (1961) yapar. “Aşk”ın başka olduğu yer olarak Volkan Kayhan ise Venedik’i düşünecektir: -kısa bir süre için yurt dışına çıkıyoruz:- Venedik’te Aşk Başkadır (1974). Duru, aşk’ın başka olduğunu düşündüğü İstanbul’da, anlattığı aşk hikâyesinin “dişi” kahramanını yabancı olarak belirler ve öyle de oynatır: Gizella Dali.

    Aşk kenti İstanbul zaman olur artık sevilmez: İstanbul’u Sevmiyorum (Erakalın / 1968) ama İstanbul civarında yazlıkta geçen bir günü anlatan Halit Refiğ, yaşanan aşkların dişi tarafına ağırlık verecektir: İstanbul’un Kızları (1964). Aslında yapılması plânlanan bir film yapılamayınca, yabancılarında bulunduğu ekip toplanmışken İstanbul Macerası (1958) çekilir, yönetmen ise karma ekipten bir yabancıdır Carl Mohner. Aşkların bolca yaşandığı kent aynı zamanda bir tatil kentidir de İstanbul Tatili (İnanoğlu / 1968) (Roma’da bir tatil kentidir, Wyler’de orada Roman Holiday’ı çekmişti.)

    Bu kadar aşk ve maceradan sonra ciddi (?) konulara gelirsek, yıllarca aşk öyküleri anlatan Orhan Aksoy -daha- toplumsal konulara el atar: İstanbul 79 (Aksoy / 1979). İstanbul toplumsallığının yanında “dehşet” unsurları da taşır, İstanbul Dehşet İçinde (Engin / 1966). İstanbul dehşet içinde olur da kabadayısı olmaz mı: İstanbul Kabadayısı – Kara Murat (Kan / 1972) ve de Orhan Veli’yi çağrıştırması yanında, bir zamanlar bir sinema cenneti (!) olmasını da hatırlatıyor -yıllar sonra- İstanbul’un Orta Yeri Sinema (Saydam / 1993).

    Yukarıda İstanbul’un kızlarına değindik, bunlardan biri yıllar önce çöllere kadar uzanacaktır; Çölde Bir İstanbul Kızı, (Kenç – 1957) Arabistan çöllerinde (İstanbul’lu) bir vali kızı ile bir idam mahkûmu aşkı, Karakurt’tun romanından perdeye taşınır.

    Urfa – İstanbul (Ergün / 1968 ) bir miras probleminden çıkarak yol öyküsü anlatır, öykü uzundur, Urfa’dan İstanbul’a gidişte öykünün ikinci yarısı Beşikteki Miras adı ile gösterime çıkarılacaktır. Urfa – İstanbul, bir İstanbul’a ulaşımın öyküsü iken Gözen, kente Bekle Beni İstanbul (1999) der, Güçlü ise kenten uzaklaşmaktadır, Hoşçakal İstanbul (1996).

    Yukarıda İstanbul’da Bir Facia-i Aşk ve İstanbul Havası filmlerinden söz ederken, ikinci adlarını da vermiştik, ilk filmin ikinci adı İstanbul’un bir semtini de kapsayacak şekilde idi. böylece İstanbul ile birlikte Şişli semti de anılmış oluyordu: Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli. İstanbul Havası’nın ikinci adı ise Arşak Sulukule’de olarak Şişli gibi Sulukule semtini adına yazıyordu. Fatih Akın 2005 yılında yaptığı, müzik ağırlıklı belgeseline İstanbul Hatırası adını verecektir.

    Ali İpar’ın 1953 yapımı Salgın’ı ise ilk renkli filmimiz olmanın yanında bir özellik daha taşır, film A. B. D.ye götürülmüş, hatta İngilizce dublajı yapılmıştır, bu dublajlı kopyanın adı ise İstanbul‘dur.

    İstanbul coğrafyasını semtlere indirmeden önce, önceliği olan Beyoğlu’na girmemiz gerekiyor. Tünel – Taksim meydanı arasında uzanan bu cadde bir çok filme hem mekânlık, hem dekorluk etmiştir, gecesi ve gündüzü ile. Ama çoğunlukla ya geçilen bir cadde veya ana caddeye çıkan sokakları (ve sokaklardaki gece klüpleri) ile filmlerimize girmiştir. Göreç, Beyoğlu’nda Vuruşanlar (1966) ve Beyoğlu Canavarı (1968) ile “caddeye” çıkıyor. Beyoğlu Esrarı ise hem Akıncı’nın (1952), hem İnanoğlu’nun (1966) filmlerine konu oluyor. Beyoğlu Güzeli 1953’de Bengü – Laskos ikilisinin bir ortak yapımına (Türkiye – Yunanistan) konu olduktan sonra 1971’de Eğilmez’e yoldaşlık ediyor. İnanoğlu, “güzel”i “piliç”e çevirecek Beyoğlu Piliçleri’ni (1963) yapacak, peşinden Servidal (1979) gelecektir. Ergün 1971’de Beyoğlu Kanunu ‘nu yapacaktır. Eğlence merkezi olduğu kadar çatışma merkezi de olan cadde kokusu ile de öne çıkar: Beyoğlu Kan Kokuyor (Pelit / 1972). Görüntü yönetmeni Salih Dikişçi Beyoğlu’nun Arka Sokakları‘nı (1980) anlatmaya kalkacak ama Gören caddeyi bir gecelik bir sürede ele alacak ve enteresan bir film yapacaktır: Beyoğlu’nun Arka Yakası (1985).

    Beyoğlu’na göre Haliç’in güneyinde kalan azınlıklarında oturduğu, tarihi bir semt olan Balat, sakinlerinden Arif ile adını Yeşilçam coğrafyasına yazdırır: Balatlı Arif (Yiğidin Öfkesi) (A. Yılmaz / 1967). Balat’ın Arif’inden sonra başka semtler ve başka semt sakinleri (!) gelir: Kadırgalı Ali (Kan / 1971), Kasımpaşalı > Kasımpaşalı Recep*** (Akıncı / 1965). Burada bir de Emmanuel oturmaktadır: Kasımpaşalı Emmanuel (Gültekin / 1979). Süleymaniyeli Ali (Seden / 1962), Çeşmeydanlı Ali (Kazankaya / 1966), Galatalı Fatma -lar (Evin / 1964), (Erakalın / 1969) ve mahallelileri Galatalı Mustafa (Gülyüz / 1967), Tophaneli Osman (Erakalın / 1964) (ve) komşuları Tophaneli Murat -lar (Gültekin / 1971), (İnanç / 1972). Tophane’den söz etmişken, “Gül’ü” de unutmamak lâzım: Cilalı İbo ve Tophane Gülü (Ergün / 1960). Yalnız bu “Gül’ün” maceraları Osmanlı döneminde geçer ve Cilalı İbo da o günlere taşınır.

    Topkapı, II. Mehmet’in Fatih ününü alacağı fethinde İstanbul’a girdiği kapıdır, -o zamanda yerleşim yeri olması gerekir-, uzun süre İstanbul’da sur dışının başlangıcı sayılıyordu ama öyle bir kavram anlamsız kaldı… Üsküdar’dan Topkapı’ya (Gülyüz / 1966) filmin adı böyle ama gazino çevresi ve -Yeşilçam’ın vaz geçilmezi- üçlü bir aşk hikâyesi anlatır. Topkapı, bu kadar ama (Jules Dassin’in Topkapi’sini saymazsak), Üsküdar başka filmlerde de karşımıza çıkacaktır. Beşiktaş ve Sarayburnu’nun karşı yakası gibi duran, hemen önündeki Kız Kulesi ile Üsküdar, iskelesi ile girer listelere: Üsküdar İskelesi (Kaner / 1959) peşinden, dilimize bir deyim olarak girmiş olan Atı Alan Üsküdar’ı Geçti (Akbaşlı / 1962) gelir. Alt adı Fırtına olan ve “at yarışları” çevresinde geçen filmin adının deyim olarak dilimize girmesi çok daha eskidir.

    Üsküdar’dan hemen karşıya geçersek iskelemiz bu kez Beşiktaş olacaktır. Beş Dakikada Beşiktaş (Gülyüz / 1976) ama bu Beşiktaş’ın Beşiktaş ile ne ilgisi var bilemiyorum ve “adının” argo deyimimiz ile de…

    Bir dolmuş reklâmını çağrıştıran Kartal Pendik Gittik Geldik (Kan / 1976) ise adı geçen yer adları ile bazı kişilere ilginç gelebilecektir. Erotik komedi tarzında çekilmiş olan bu film ile ilgili bir şehir efsanesi de vardır. Kartal ve Pendik ile ilgili bir belgesel yapılması gündeme geldiğinde, belgeseli yapacak kişiler bu filmi belgesel gibi algılayıp peşine düşmüşlerdir.

    Üsküdar’dan Kartal’a giderken geçersiniz Samandra’dan, burada geçtiği anlatılan Samandra Baskını (Aykut) sinemamız ile ilgili kaynak kitaplara girmemiş bir filmdir. Yönetmeni (aynı zaman da yapımcı – Ömay Film) Ömer Aykut filmlerini 1952 – 58 yılları arasında yönetmiştir. Kaynaklara girmemiş bu filmin, bu nedenle tarihine net olarak -şimdilik- ulaşabilmiş değiliz. (Ayrıca ben bu semtin adını Samandra olarak biliyorum ama şimdilerde semtte dahi adı Samandıra olarak anılıyor.)

    Hemen Haliç’in başındaki sigara fabrikası (şimdilerde üniversite) ile ünlenen Cibali semti, Anadolu’da daha çok Karakolu ile (Muammer Karaca’nın ünlü -yıllarca oynadığı- oyunu ile ünlüdür.) Oyunun bu özelliği sinema uyarlamasına neden olur: Cibali Karakolu (Saner / 1966). Filmde de Muammer Karaca rolünü kimselere bırakmayacaktır.

    Erakalın, Yeşilçam Sokağı’nda (1977) “artist olmak için İstanbul’a gelen iki kafadarın başına gelenleri” anlatmaktadır. Yeşilçam Sokağı, Beyoğlu’ndan (İstiklâl Caddesi) eski Tarlabaşı’na inen sokaklardan biridir. Ülkemizde sinema sektörünün başlangıç günlerinde yapımcı şirketlerin giderek bu sokakta (ve çevresinde) toplanması üzerine spontane olarak sektöre, bu sokaktan ötürü Yeşilçam (sineması) adı verilmiştir. Erakalın 1978’de ise Sormagir Sokağı (?) ile kötü yola düşürülen bir kadının, kendini bu yola sürükleyenlerden aldığı intikamı konu edinir.

    Adalar, Marmara denizinde bulunan adalardan oluşan, İstanbul’un ilçelerinden birisidir. Ada (S. Duru / 1988) bu adalardan Burgaz Ada’da geçen -şimdi boşanmış bulunan- bir karı – kocanın bir günlük buluşmasını anlatır. Olay geriye dönüşlerle (ve başka İstanbul’larda) açıklanır. Adalardan Bir Yar Gelir Bizlere (Palay / 1964) adını bir türkümüzden almasına rağmen, türküye bağlı olmayan olayları ele alır. Türküde geçen “adalar” ise İstanbul’un adalarıdır. Ada Sahillerinde (Örs / 1956) bir aşk hikâyesi anlatırken, hayli eski bir türkünün sözlerini kendisine isim olarak almıştır.

    Asıl ve uyarlandığı romanın adı Nur Baba olan Boğaziçi Esrarı (Ertuğrul / 1922) gördüğü tepkiler nedeni ile isim değişikliğine uğramıştır. Adındaki Boğaziçi, içerdiği olayın İstanbul’da geçtiğini gösterir, Boğaz ise birçok kentte bulunabilir ama İstanbul’daki gibi iki kıta’yı bağlayan / ayıran şekli ile başka bir yerde görülmemekte sanırım. Bu nedenle casusluklara konu olmakta: Boğaziçi Casusları (N. Okçugil / 1969), “aşk”ı ele almakta: Boğaziçi Şarkısı (Saydam / 1966), Boğaziçinde Aşk (Günal /1966), soygunculara mekânlık etmektedir: Boğaziçi Soygunu (Hüsamettin Mustafa / 1969). Üstelik, sonuncu film Boğaz’a hayli uzak bir ülke ile -Mısır- ortak yapımdır ve yönetmeni de yabancıdır.

    Üsküdar kıyılarının hemen karşısındaki Kız Kulesi filmlere hem adını verir, hem de mekân olur: Kız Kulesinde Bir Facia (Ertuğrul / 1923 ), Kız Kulesi Aşıkları (Hera ile Leandros) (Tözüm / 1993).

    İstanbul’u bu kadar dolaştıktan sonra, Ankara’ya kısa süreli bir uğramak iyi olacaktır. Ankara Postası (Ertuğrul / 1928), adında Ankara geçmesine rağmen Kuvay-ı Milliyecilerin faaliyet gösterdiği Adapazarı civarında geçecek, savaşa dair çatışmalar arasında aşk ilişkileri de anlatan bir öykü içerir. Reşat Nuri Gültekin’in Francois de Curel’in, La Terre Inhumaine (İnsafsız Toprak) adlı eserinden Bir Gece Faciası adı ile uyarladığı oyundan alınmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Alsace – Lorraine’de geçen olay Adapazarı’na taşınır. Olaylara karışan Fransız pilot, Türk kurye olarak değiştirilir, tüm olaylar sonunda kuryenin taşıdığı “büyük taarruzun plânları” Ankara’ya ulaştırılır. Ankara ile ilişki bundan fazla değildir. Ankara Casusu – Çiçero (Muhtar – 1951) ise sefirin dosyasındaki gizli belgeleri çalarak Almanya’ya satan bir casusun öyküsünü anlatırken, ‘çalınan belgeler’ sefirin dosyasında olduğuna göre olayların -casusluk olayının- Ankara’da gerçekleşmesi (!) normal görünmektedir. Romanlarından en fazla uyarlama yapılan Esat Mahmut Karakurt’un “nazilerin” cirit attığı bir Türkiye’de (İstanbul – ?!!) geçen, uyarlama filmlerinde, her zaman olduğu çelişkilere dayanan (bu kez nazi casus ile Türk subayı) aşk hikâyesi: Ankara Ekspresi (Arakon / 1952 – Arslan / 1970) ilginç-liği (!!) nedeni ile iki kez uyarlanır. Arakon, bir de 1964’de Ankara’ya varış filmi yapacaktır: Ankara’ya Üç Bilet. (Eroin kaçakcıları… sivil polisler…). Bir casusluk olayı ve yine Ankara: Hedef Ankara (N. Okçugil / 1966). İsimlerinde Ankara adı geçen filmler, görüleceği gibi burayı sadece bir isim, hedef olarak almakta öykülerini Ankara’ya yerleştirmemektedirler. Tamamı Ankara’da çekilmiş Tuzsuz Deli Bekir (Y. Atadeniz / l972) ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Teoman / 2011) gibi filmlerin isimlerinde ise Ankara sözü geçmez.

    1959 yılında Türkiye gündeminde Kıbrıs önemli bir sorundur. 50’li yıllarda Kurtuluş Savaşı filmleri sinemamızın üretim potansiyalinde belirli bir yer tutar. İşte, Kıbrıs nedeni ile Londra – Zürih görüşmeleri devam ederken yapılan İzmir Ateşler İçinde (Ergün / 1959) filminin başına bir takım işler gelir. Filmin çekilen bir kısım parçaları yanar, daha önemlisi görüşmeleri devam eden antlaşmalar nedeni ile film yasaklanır. Film adında geçen İzmir, zaman zaman filme fon oluşturur ama yasaklama nedeni ile gösterime giremeyen filme Vatan Ateşler İçinde diye afiş hazırlanır fakat kullanılmayacaktır. Zaman içinde serbest kalan film, ilk adı ile gösterime girer. İzmir’in Kavakları (Gültekin / 1966) sinemamızın diğer bir alt grubu olan efe filmlerindendir ve o özelliği ile kalır. İzmir Sokaklarında (Ener / 1953) ise Özgüç’ün “hiçbir kaynakta konusuna rastlayamadık” dediği filmlerden biridir. (s. 86)

    İzmir’in semti Eşrefpaşa bir sakini aracılığı ile İstanbul’da geçen bir filme konu olur: Eşrefpaşalı (Tokatlı / 1966), tipik bir Yılmaz Güney filmi olmaktan ileri gitmez. Eşrefpaşalılar (Yavuz / 2009) ise yine İstanbul’da geçen bir dayanışma ve mücadele öyküsüdür. İzmir’in bir semtini, çocukluğunu Bornova’da geçirmiş olan İnan Temelkuran Bornova Bornova adlı filmine mekân olarak seçer.

    (Adanalı) Tayfur, Öztürk Serengil’in Yaman Gazeteci (Bolan / 1961) filminden beri getirdiği ve Davutoğlu’nun Adanalı Tayfur (1963) ve Adanalı Tayfur Kardeşler (1964) filmlerinde geliştirdiği, İstanbul’da yaşayan, hovarda ama Adana’da yaşayan babasından çok korkan bir tiptir. Komedi türündeki filmler, Tayfur tiplemesi başta olmak üzere çevresindeki tiplerle açılımlar yaparak gelişir ve türün beylik trüklerini kullanır. Helal Adanalı Celal (Eğilmez / 1965), zıt karakterli birbirlerine çok benzeyen iki kardeşin birbirini izleyen -durum komedi-lerinden oluşur. Adana bu filmlerde Tayfur ve Celal’in kenti olmaktan başka lahmacun ile de değerlendirilir. Adanalı Kardeşler (Gülgen / 1972) Trabzonlu kardeşler ile mücadele edeceklerdir. Adana – Urfa Bankası (Dinler / 1976) ise Ökkeş ile Haydar’ın (bunlar arkadaş) güldürü alanı olacaktır.

    Antepli (Saylav – 1981), Henry King’in The Gunfighter filminin, Ferit Ceylan’ın İkisi de Cesurdu (1963), Fikret Hakan’ın Sürgün (1976), Cüneyt Arkın’ın Sürgündeki Adam (1987) filmleri gibi bir uyarlaması. Kahramanı, Antepli de olay nerede geçiyor?

    Ferit Edgü’nün O romanından alt adını kullanarak Hakkâri’de Bir Mevsim (1982) filmini yapan Erden Kıral, romana bağlı kalarak “bir mevsim” (bir öğrenim yılı) boyunca Hakkâri’nin bir köyünde askerlik hizmetini öğretmenlik olarak yapan bir İstanbul’lunun öğrettiği bir çok şey yanında hiç bilmediği şeyleri öğrenmesini anlatıyor. Hakkâri haritada bir nokta olmaktan çıkıyor, adını bilmediğimiz köyü, insanları ile -sinemacı gözü ile- tanıyoruz.

    Onların James Bond’u varsa bizimde Cezmi Bant’ımız var, numarası da 007,5; Cezmi Bant 007,5 Kayseri’den Sevgilerle (Gültekin / 1965). Adı ile Rusya’dan Sevgilerle’yi çağrıştırsa da tipik bir Öztürk Serengil filmi ve Kayseri hiçbir zaman mekân olamıyor. Kayseri, İstanbul Çiçekleri’nin (Çubukçu / 1952) önceki adı olarak da (Kayseri Bülbülleri) aynı özelliği taşıyor.

    Mevsimlik bir tatil beldesi olan Bodrum, yine böyle bir dönemde İstanbul’lu misafirlerinin yaşadığı aşklara, hayal kırıklıklarına mekânlık eder: Her Gece Bodrum (Berksoy / 1992). Selim İleri’nin romanından hareketle yapılan film, romanın ötesinde Bodrum’u görselleştirir. Bir başka Bodrum öyküsü ise gerçek bir olaydan hareket eder ama tamamen sinemamız kurallarına, star sistemine uyarlanır, ayrıca yaşamın (yargının) normal akışına uymayan gelişmeler gösterir: Bodrum Hakimi (Asla ve Daima) (Şoray /1976).

    Hayri Esen müzikli bir aşk öyküsünü anlatırken Bergama’yı kendisine mekân mı (?) seçmiştir? Filmin adına bakarak karar vermek ne kadar doğru olur: Bergama Sevdalıları (Esen / 1952). Yaygın bir türkünün sözlerinden kalkarak anlatılan Çarşambayı Sel Aldı (Aslan / 1970) bölgenin yetiştirdiği Yıldıray Çınar’ı kullanırken -en azından- kısmen de gerçek mekânları kullanmıştır. Keşanlı (Palay) yapılmış bir filme -acele ile konulmuş- bir addır. Filmin afişlerine bakıldığı zaman adı Keşanlı Ali gibi görülür, fakat “Keşanlı” ile “Ali” aynı boyda olmalarına rağmen farklı renklerle yazılmıştır. Ve, “Keşanlı”nın hemen altına yazılmış “Ali” ibaresinin solunda çok küçük harflerle “kamera” ve sağında ise “Yaver” yazmaktadır: “Kamera: Ali Yaver”, bu ise filmin görüntü yönetmenidir. Yani filmin adı afişe uzaktan bakıldığı gibi Keşanlı Ali değil, Keşanlı’dır. Bunun nedeni aynı yıl yapılan Keşanlı Ali Destanı (A. Yılmaz / 1964) filmidir. Haldun Taner’in epik, müzikal oyunundan yapılan filmin çekim çalışmaları yapılırken basına yansımış ve bu arada piyasaya, afişlere göre adı Keşanlı Ali, gerçekte ise sadece Keşanlı olan film çıkarılmıştır. Yeşilçam seyircisi bunu değerlendirmiştir, araştırılması gerekli bir konu.

    Türk edebiyatının en güzel romanlarından biri olan Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u 1985’de sinemaya uyarlanır. (Önemli edebiyat eserleri -mutlaka- sinemaya uyarlanmalı mıdır?) Feyzi Tuna’nın Kuyucaklı Yusuf’u belki -iyi niyet ile yapılmıştır ama- edebi başarısına ulaşamaz. Annesi babası gözünün önünde öldürülen Yusuf, kaymakam Salâhattin Bey tarafından himayesine alınır ve kızı Muazzez ile birlikte büyür, fakat hiç bir zaman -Salâhattin Bey’e saygısına rağmen- kim olduğunu unutmaz ve kendisi olmaya kararlıdır. Zamanın ve çevrenin (ailenin de, “eşinin”) Salâhattin Bey’e hazırladığı tuzaklar, Salâhattin Bey’in ölümüne, karısı vasıtası ile Muazzez’in de (artık Yusuf’un eşidir) safahata sürüklenmesine neden olur. Bir iş (yol) dönüşü Yusuf, olayların tüm müsebbiplerini vururken Muazzez’i de yaralar ve dağlara götürür, yolda O’nu da yitirecektir.

    Şukûfe Nihal Başar’ın Domaniç Dağlarının Yolcusu isimli gezi notlarına dayanan kitabından Şakir Sırmalı’nın yaptığı Unutulan Sır (Domaniç Yolcusu) (1948) filminde Kurtuluş Savaşı sırasında işlenen bir cinayetin (bilmeden bile olsa düşmana yardım ettiğini öğrendiği oğlunu çarşı ortasında vuran ve kayıplara karışan bir köylü kadınının olayının) gerçek olup olmağını araştırmak için yöreye giden yazar bir sonuç alamaz ama hiç bilmediği bir Türkiye ile karşılaşır. Sinema için enteresan bir konu, yazılı metne ne kadar sadık kalınmıştır bilemiyorum ama hiç olmazsa dağlar arasında kalmış Domaniç’i gündeme getirmiştir.

    İskilipli Atıf Hoca (Kelebekler Sonsuza Uçar) (Uçakan / 1993), Cumhuriyet’in ilk yıllarında “şapka kanunu”na karşı çıktığı için Giresun’da yargılanıp beraat eden sonra ise Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde idama mahkûm edilip cezası infaz edilen Atıf Hoca’nın serüveni anlatılırken, hocanın, memleketi İskilip adı ile anılması, İskilip’in coğrafyaya girmesine neden oluyor. İmralı, bir ada, eskiden de ceza infazları için kullanılırdı, buradaki bir mahkûmun, şimdi hapishane müdürünün karısı olan eski sevgilisi ile olan aşkını anlatır İmralı’dan Doğan Güneş (Havaeri / 1952).

    Ağrı Dağı, çeşitli nedenlerle sinemamızın ilgisini çeker. 1973’de Zeki Ökten, Ağrı Dağı’nın Gazabı’nda bir oba beyinin iki erkek arasında kalan kızının öyküsünü anlatır. Yaşar Kemal’in “baş verilir, Hak yadigârı verilmez” temasından hareketle yazdığı Ağrı Dağı Efsanesi (Ün / 1975), çoban Ahmet ile han kızının aşkını ele alır. Çoban’a Ağrı Dağı’nda (tepede) ateş yakmak koşulu öngörülür. (Ateş yakma sahnesi, yağlı boya resmi yapılan Ağrı Dağı’nın resminin arkasında tutulan yanan bir mum ile yapılmış, film bu hali ile gösterime çıkarılmış, yapılan ağır eleştiriler sonucu “ateş yakma” sahnesi yeniden çekilmiştir.) Yönder ise söz konusu dağı trajik bir olay nedeni ile ele alır: Ağrı’ya Dönüş (1993). Yıllar önce üsteğmen olarak görevli bulunduğu Ağrı Dağı yakınlarında, sisli bir gecede, civarda öğretmenlik yaparken kaybolan ve bulunamayan eşini hâlâ unutamayan şimdinin emekli albayı, oralarda doğmuş oğlu ve hamile gelini ile birlikte tekrar Ağrı’ya döner. Gül Dağı nerededir bilemiyorum ama Ener 1951’de Güldağlı Cemile’yi bir dram olarak çeker.

    İstiklâl Savaşı parça parça birçok filme konu olmuştur. İsminde ele aldığı olayın geçtiği veya finalde ulaşacağı yer olarak gösteren Kocatepe’nin Beş Atlısı (Eraslan / 1952) ve Kocatepe’nin Üç Süvarisi (Yalınkılıç / 1964) bu filmlerden sadece ikisidir.

    Dünya savaş ve politika tarihinde önemli bir yer tutar Çanakkale Savaşı. Yabancılarında ilgisini çeken konu 2004 yılında dramatik / belgesel olarak Gelibolu adı ile Tolga Örnek tarafından sinemalaştırılır. Yıllar önce yapılan Çanakkale Aslanları (Demirağ – Eraslan / 1964) ise savaş sahnelerinin bir asker yönetmen (Eraslan), sair sahnelerin ise bir sivil yönetmen (Demirağ) tarafından çekilmiş olmasına -üstelik o yıllarda hemen yok derecede olan- ve renkli olmasına rağmen fazla ilgi çekmez ve ses getirmez.

    Mekân olarak Anadolu’nun gösterilmesi ise fazla ilginç sonuçlar doğurmaz. Anadolu Çocuğu’nun (Seden / 1964) ilk adı Dört Paşalılar’dır. Paşalılar ise, Davutpaşa, Gedikpaşa, Kocamustafapaşa gibi İstanbul semtlerinden gelen kişilerdir, dördüncü paşalı ise İzmir, Eşrefpaşa’dan gelir. Aslında öykü Üç Silahşörler öyküsüdür. Eşrefpaşa’lı Anadolu çocuğuna evrimleştirilir, Anadolu ile böylece ilişki kurulur. Anadolu Ekspresi (Göreç / 1973) bir “kabadaılık” öyküsü anlatır. Anadolu Kanunu (Kazankaya / 1966) ise namus anlayışı üzerine bir öyküyü ele alır. Anadolu Kızı (Cantürk / 1967), Anadolu kadınının bitmez sorunları… Anadolu Evliyaları (Aktunç / 1969) dinsel bir öyküyü belgesele yaklaşan bir anlatışla verir. Anadolu Soygunu (Yorgancılar / 1969) tarihi eser kaçakçıları ile mücadele. Anadolu / Kini (Figenli / 1970) kin, kan davası. Yiğit Anadolu’dan Çıkar (Havaeri / 1969), köyde bir değirmen suyu kavgaların nedeni olur.

    İstiklâl Savaşı sırasında dağınık kuvvetleri bir araya toplama gayretlerini ele alır Ege Kahramanları (Akıncı / 1951). Aşkları Ege’de Kaldı (Güçlü / 2002) ise Ege kıyılarında bir kasabada yaşayan Rum bir çiftin 6 – 7 Eylül olaylarından sonra duydukları tedirginlik ile özellikle kocanın Yunanistan’a geçme isteği ve sandalla karşıya geçerken Türk sanılıp Yunanlılarca vurulması, kaybolan çocuğu, kanun kaçağı bir Türk’ün bulup getirmesi ve annesi ile ilişki kurması ama sonunda polis tarafından vurulması, tüm bunların bir yönetmen tarafından film yapılması sırasında, olayın kahramanlarını oynayan oyuncular arasında huzurlukluk yaşanması, anlatılır.

    Karadeniz Postası (Ener / 1949) deniz ve gemi bağlantılı öyküsünde, gemiden atılan mühendisin ölmediğinin anlaşılması ve sevgilisi ile ilişkileri anlatılır. Nur Dolay, Çernobil felâketini, kentleri denizlerden koparan “sahil yollarını”, doldurulan deniz ve dereleri, vadileri yok eden barajları, ormanlardaki çöp çukurlarını, kentlerdeki betonlaşmayı ele almış Off Karadeniz (2010) adlı -ilginç!- adlı filminde. Peşinden hemen Amerikalılar Karadenizde 2 (Tibet) geliyor. Evet 1.si olmayan bir filmin 2.si bu. Daha önce Gören “Amerikalı”da yapmak istemişti “2” esprisini ama yapamadı. Görüldüğü gibi bu da yapıldı. Karadeniz’e Amerikalılar gelirse neler olur, orasını bilemiyorum da, bu film bana hep Norman Jewison’un Russian Comming Russain Comming filmini çağrıştırır – alâkası yok tabi…

    Akdeniz Korsanları’nda (Ögelman / 1950 ), Türk denizci Davut’un esir aldığı düşman gemisindeki Maria ile aşkları, Akdeniz Güneşi’nde (Uçanoğlu / 1990), yıllar sonra karşılaşıp birbirlerine düşman olan aşıkların öyküsü, Akdeniz Kartalı’nda (İnanç / 1977), Amman’da tarihi eser kaçakçıları ile mücadele eden bir Türk ve Arap polisin uğraşıları anlatılır. Akdeniz Şarkısı (Saydam / 1963), evli bir adamın yurt dışında (bir gemide) tanıştığı kızla yaşadığı yasak aşkın hikâyesidir.

    Kızılırmak Karakoyun bir halk söylencesinden sinemaya yansırken zaman içinde çeşitli versiyonlarla seyirci karşısına çıkar. Ertuğrul 1946’da başlatır söylenceyi, Akad 1967’de ikinci versiyonu yapar, Gök 1993’te yine bir tekrar yapacaktır. Yayla köyü, birbirini seven çoban ile oba beyi kızı, çobana koşulan “tuz yedirilmiş koyunları” (kara koyunu) su içmeden dereden geçirmek… Obadan alacaklı şehir ağasının aynı kızı görüp istemesi, oba beyinin buna boyun eğişi, tam kızın götürülmesi sırasında kararından vaz geçmesi ve almaya giden grup ile gelin alayının Kızılırmak köprüsünde buluşamaması… Köprü -bile- dayanamaz yıkılır… Fırat’ın Cinleri (Yurtsever / 1977), Osman Şahin’in öyküsünden uyarlanır. Fırat bir yöreye hem can verir, hem kurbanlar alır. Karısı doğum yaptırılırken mikrop kaparak hastalanan köylü, cin’ci-lerden medet umanlar yüzünden karısını kaybedince (Fırat’a atlar) olayların -biraz da- sebebi olan ağayı bıçaklayarak, Fırat’a atlayacaktır. İstanbul, Aydın ve İzmir arasında geçen bir aşk öyküsünde buluşma noktası, Ege’deki Menderes ırmağı üzerindeki köprü olacaktır: Menderes Köprüsü (Gültekin / 1968).

    Kıbrıs, 50’li yılların ikinci yarısından sonra gündelik yaşamımızda yer almaya başlar. Sinemamızda Kıbrıs olaylarını konu alan filmler bu dönem ve sonrasında her zaman olmuştur. “Kıbrıs” adının anıldığı filmler azınlıkta kalmaktadır, 1959’da Dal, Kıbrıs Şehitleri’ni, 1965’de U. Ozon, Kıbrıs Volkanı’nı, 1968’de N. Okçugil Fedai Komandolar Kıbrıs’ta’yı, 1974’de Arıkan, Kıbrıs’ta Türk Aslanları’nı ve Saylav, Kıbrıs Fedaileri’ni çeker. 1959’da Hançer’in çektiği Kıbrıs’ın Belası Kızıl EOKA, o günlerin siyasi ortamının gerginliği nedeni ile sansür edilir, sonradan adı Vatan Uğruna olarak değiştirilerek vizyona girer. Kıbrıs konulu burada anılan ve birçoğu anılmayan filmler Kıbrıs olaylarının tarihsel süreci içinde zaman zaman ön plâna çıkarsa da çoğunlukla -yapılan Kurtuluş Savaşı filmleri gibi- sıradan yapımlar olmaktan öteye geçemezler.

    Tarihe ve yurt dışına yönelen sinemamız, çoğu serüven ağırlıklı bir dizi filminde zaman zaman yer adları da kullanır. 1965 yapımı iki filmde Horasan’dan Gelen Bahadır (Baytan), Horasan’ın Üç Atlısı (Başaran), Cüneyt Arkın atraksiyonlarla ön plâna çıkar. İlkinde Ebu Müslim’un (Horasani) intikam öyküsü ele alınırken ikincide Hz. Osman’ın öldürülmesi ile başlayan kan davası anlatılacaktır. Horasan, İran’ın kuzey doğusunda bulunan bir il olarak girmiş ansiklopedilere. Macaristan’ın kuzey batısındaki bir diğer kent (ve kale) Estergon ise 1950’de Bengü, 1972’de Kan ile sinemaya taşınır: Estergon Kalesi. Osmanlı tarihinde önemi olan ve olayları ile tarihe geçen bir kaledir. Deliorman ise Deliormanlı (Hançer / 1970) ile tarihsel macera kervanına katılır.

    Yeşilçam ilk günlerinde ortak – yapımlar yapmıştır, bunların bir kısmı ortaklık yapılan ülkelerde çekilmiştir. Bu ortaklık yapılan ülkeler bazen yakın, bazen uzak olabilir. Bu filmlerin bir kısmı ortaklık yapılan ülkelerde çekilebilir ve ortaklık yapılan veya filmin çekiminin (tamamen veya kısmen) yapıldığı ülke (veya şehir) isimleri filmlerde belirgin olarak yer alır. Tamamına yakını Almanya’da çekilen Almanya Acı Vatan (Gören / 1979), kısmen Almanya’nın ikinci vatan olduğunu belirtirken, Almanya’da çalışan işçilerin (özellikle kadın işçilerin) karşılaştıkları durumlara değiniyor. Almanya’daki işçilerimizin (mükerrer) gönül ilişkileri de Almanya’da Bir Türk Kızı’nda (Pekmezoğlu/ 1974) kendine konu ediniyordu. Zengin bir Alman kızı ile bir Türk işçisinin aşkı ise Almanya’lı Yarim’de (Aksoy / 1974) seyirciye ulaşacaktı. Ülkemizde bir seriye dönüşen Cilalı İbo filmleri kahramanı çeşitli maceralardan sonra Almanya’ya da gidecektir: Cilalı İbo Almanya’da (Seden / 1970).**** Turist Ömer ise 1966’da işçi olarak Almanya’ya gidecek ve Helga’ya aşık olacaktır: Turist Ömer Almanya’da (Saner / 1966). Bir Türk gazetecisinin Almanya’da başından geçenler ise Almanya Macerası’nı (Gözen / 1990) oluşturur. Ali Avaz, Almanya Avrat 40 bin Mark’da (1988) Almanya’yı ele alır. Almanya’da yaşayan Tevfik Başer, Türk oyuncularla Almanya’da bir kapalı mekânda (bir apartman dairesi) çektiği 40 m2 Almanya’da (1986) yabancılık ve kadınlık sorunlarını ele alır. Almanya’daki bir Türk ailesinin problemleri ise Berlin in Berlin’de (Çetin / 1992) Almanya’dan Berlin’e inilerek incelenir.

    Şehirlere yöneliş devam eder: Dr. Alyanak’ın 1963’de çektiği Kezban’ı 1968’de yeniden çeken Aksoy, Kezban’ı 1970’de Roma’ya (Kezban Roma’da), 1971’de Paris’e (Kezban Paris’te) götürecektir. Sinema tarihinin en eski masallarından Bağdat Hırsızı, 1968’de Ertem Göreç tarafından bizde de çekilecektir: Bağdat Hırsızı. Aynı yıl Kan, dramına o yılların moda şarkısının adını verir: Bağdat Yolu (1968).

    Yurtdışına çıkışlar başlayınca Seden de NewYork’a gider ve yıllar önce İstanbul’da çektiği Ne Şeker Şey’i (1962) New York’ta çeker: New Yorklu Kız (1971). NewYork sonraki yıllarda Mahsun Kırmızıgül’e set-lik yapacaktır: New York’ta Beş Minare (2010).

    Hollywood bir sinema cenneti midir? Yılların tiyatrocusu Nihat Aybars, A. B. D.de bulunduğu yıllarda çektiği yarı belgesel yarı dramatik Hollywood Rüyası (1949 – 1956) tek sinema çalışması olarak kalır. Hollywood Kaçakları (M. Özer / 1996) ise sinema merakının çocuklardaki boyutlarını araştırır.

    Maceranın sınırı yoktur, Tahran Macerası (İnanoğlu 1968) bir soygun öyküsünü Tahran macerasına dönüşür. Altın Çocuk (Ün / 1966) ile başlayan MİT ajanının öyküsü ikinci bölümde yanına eklenen bir kadın ajan ile birlikte Beyrut’ta devam eder: Altın Çocuk Beyrut’ta (Göreç / 1967). Altın Çocuk bir şehirde duracak bir ajan değildir, petrol casusları ile mücadelesinde Orta-Şark’ı dolaşacaktır: Orta-Şark Yanıyor (Davutoğlu / 1967). Turist Ömer, Almanya’dan sonra Arabistan’a gidecektir: Turist Ömer Arabistan’da (Saner / 1969). Arap yarım adasının alt ucuna inilince, bir zaman İmparatorluk toprakları arasında bulunan Yemen, gün gelir kaybedilen topraklar arasına girer, burada kalan kahramanların mücadelesi: Yemende Bir Avuç Türk (Y. Atadeniz / 1970), macera adamı Behçet, Cezayir’e kadar uzanır: Behçet Cezayir’de (Figenli / 1972), tekrar kuzeye çıkarsak Mısır’dan gelen bir gelinimiz olacaktır: Mısırdan Gelen Gelin (Seden / 1969).

    Diziye dönüşen Murat Aslan’ın Maskeli Beşler’i Irak’a (Maskeli Beşler Irak’ta / 2006 ) ve Kıbrıs’a (Maskeli Beşler Kıbrıs / 2008) gidecekler. Aslan seyahatlerine güneye inerek devam eder ve siyah kıtaya ulaşır: Türkler Çıldırmış Olmalı (2009). Dizisi devam ederken ekibini koruyarak zaman zaman sinemada da kendine yer arayan Kurtlar Vadisi ülkemizin Güney Doğusuna yolculuklarını ihmâl etmeyecektir: Kurtlar Vadisi Irak (Akar / 2005), Kurtlar Vadisi Filistin (Şaşmaz / 2011).

    Karaoğlan, Altaylardan gelen bir yiğit olarak, elinde kılıcı ile maceradan maceraya atılır, genç kızların kalbini çalar: Altay’dan Gelen Yiğit – Karaoğlan (Yalaz / 1965). Asya’daki Bizans İmparatorluğu günlerinde geçen bir macera destanında Baybars (!?!) ön plâna çıkacaktır: Asya’nın Tek Atlısı: Baybars (Kan / 1971). Asya’nın kahramanları bitmez: Asyalı Dişi Cengaver (Arıkan / 1969). Asya sırf tarihi bir bölge değildir, oradan uyuşturucu kaçakçılığı için İstanbul’a da gelinir: Asya Ejderi (Eldek / 1983).

    1970 yılında Almanya’ya uğrayan Cilalı İbo yola devam eder A. B. D.ye ulaşır: Cilalı İbo Teksas Fatihi (Seden / 1970).

    Not: Film isimlerinde kullanılan yer isimlerinden kalkarak -pek de gerçekçi olmayan- bir derleme yaptım. Bazı filmler için yapılan alıntılar Sn. Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’ndendir, kaynak belirtilmemiş olsa da. Listeye alınmayan, gözümüzden kaçmış “yer” isimleri olabilir, zaten hepsini aldığımız gibi bir iddiamız hiç bir zaman olmadı.

    —–

    * Kimon Şarlo İstanbul’da: Yunanistan ile ortak yapılan bir filmdir. “Şarlo” rolünü Kimon Spathopulos isimli bir Yunanlı oyuncu oynamaktadır, filmin afişteki adı, “Kimon” Şarlo İstanbul’da – dır.

    ** Lamp, tam adı ile Victor Lamp. Karateciler İstanbul’da, Uzak – Doğu ülkeleri ile ortak yapılan bir filmdir, adı anılan yönetmenin yanında başkaca yabancı oyuncular da bulunmaktadır.

    *** Kasımpaşalı > Kasımpaşalı Recep (Akıncı) aslında tek filmdir, uzun olduğu için iki bölüm olarak gösterime çıkarılmış, ikinci bölümde “Kasımpaşalı”ya “Recep” eklentisi yapılmıştır.

    **** Cilalı İbo Almanya’da filmine bazı kaynaklarda Cilalı İbo Avrupa’da adıyla da rastlamak mümkün.

    (10 Temmuz 2011)

    Orhan Ünser

    Eğitim Sistemine ve Otoriteye Karşı

    Serseriler (Neds)
    Yönetmen-Senaryo: Peter Mullan
    Müzik: Craig Armstrong
    Görüntü: Roman Osin
    Oyuncular: Conor McCarron (John), Peter Mullan (Bay McGill), Greg Forrest (Çocuk John), Joe Szula (Benny), John Joe Hay (Fergie), Garry Lewis (Russell), Marianna Palka (Beth Teyze)
    Yapım: Film4-Wild Bunch-UK Film (2010)

    İskoç aktör – yönetmen Peter Mullan’ın “Serseriler” filmi, İskoçya’nın kayıp ve geleceksiz kuşaklarını gerçekçi bir dille anlatılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de anlamakta zorlanacaksınız.

    Bu yılki San Sebastian Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü kazanan 2010 yapımı “Neds – Serseriler”in hikâyesi, İskoçya’nın en büyük şehri Glasgow’da geçiyor. Britanya sineması, işsizlik ve kötü eğitim sistemiyle geleceksizlik üzerine sağlam filmler yapan bir sinema. Yönetmen Peter Mullan, bu sinemanın sağlam birikimiyle, hikâyesi 1970’lerde geçen çarpıcı bir geleceksizlik filmi yapıyor. Glasgow’un varoşlarında toplu konutlarda yaşayan eğitim çağındaki gençler ve çocukların çeteler kurup mahvoluşa gidişlerinin hikâyesi bu. Yoksulluk her tarafta hissediliyor. Öncelikle de okulda. Film, 1972 yılında, ilkokul öğrencilerinin ödül töreniyle başlıyor. Küçük John McGill, Canta tarafından tehdit ediliyor. John’un abisi Benny, bir çetenin içinde karizmatik bir lider. John, Canta’ya ders verdiriyor. Aslında John, çok çalışkan bir öğrenci. Okul katı disiplinli, öğretmenlerse despot. Öğretmenler, öğrencilerin en küçük hatasında avuçlarına kemerle vuruyorlar. Okulda, evde ve dışarıda sürekli şiddet var. Ned kelimesi, İskoçya’da, gerçekten serseri anlamıyla özdeşleşmiş bir kelime. Ned, “Non – Educated Delinquent”ten geliyor. “Eğitimli Olmayan Suçlu” gibi bir anlamı var. Aşağılayıcı, ayrımcı bir şey bu ve ayrıca anti-sosyal anlamına da geliyor. Filmi seyrederken hepsini fark ediyorsunuz. Bu kelimenin ilk kullanımı, İkinci Dünya Savaşı öncesine, ekonomik bulanımın olduğu yıllara kadar gidiyor. Kenar mahallelerdeki bu çeteler derimont ve spor elbiseler giyiniyorlar.

    Yine de tek çıkış…

    1959 doğumlu İskoç aktör, yönetmen ve senarist Mullan, 1998 yapımı “Orphans – Yetimler” filmiyle ilk filmini yönetti. 2002 yapımı “The Magdalene Sisters – Günahkâr Rahibeler”le beraber “Serseriler” onun sinema yönetmenliğinde üçüncü film. Oyuncu olarak, Ken Loach’un 1998 yapımı “My Name is Joe – Benim Adım Joe” çıkışı oldu. “Serseriler” filmi, yönetmenin kendi gençliğinden ilham almış. Mullan’ın bu filmi, eğitim sistemine ve bu sistemin şiddete yönelten otoriterliğine tepkili olsa da yine de elde çıkış için bir tek yol bu var. Filmin derinliğinde genç John üzerinden bunu anlıyorsunuz. John, okulun en çalışkan öğrencilerinden. Sürekli ders çalışıyor. Başka kitaplar okuyor. Ama, hemen yakınlarında dolaşan çetelerden ve şiddetten uzak kalamıyor. Hatta bu şiddet, annesini aşağılayan mutsuz ve sarhoş babasına bile yöneliyor. Lisede, orta sınıftan bir gencin arkadaşı olan John, arkadaşının annesi kendisinin nerede oturduğunu söyleyince bu arkadaşlık da sınıfsal farklılıktan pek uzun sürmüyor. Ardından kendini çeteler içinde buluyor John. Dermontunu giyiyor, ezeli rakip aşağı mahallenin gençleriyle ölümüne dövüşler yapılıyor. Filmde konuşulan sokak İngilizcesi de pek anlaşılamıyor. İngilizce hayli bozularak konuşulmuş filmde. Danny Boyle’un 1996 yapımı “Trainspotting” ve Ken Loach’un 2002 yapımı “Sweet Sixteen – Afili Delikanlı” filmlerinde de sokak İngilizcesi konuşuluyordu. Bütün bu filmler İskoçya’da geçtiğini de belirtelim. Bir de bu filmde inanılmaz küfürler var. Altyazı bile nokta nokta yazılmış. Ama bu konuşmalar filme gerçeklik katıyor. Filmin gerçeküstü finalindeki aslanlar acaba neyi simgeliyordu? Düşünmek gerek.

    Mullan, bu filmi için geçmişinden ilham alsa da, Britanya sinemasında kayıp kuşaklar üzerine çarpıcı ve vurucu filmler var. İngiliz “Özgür Sinema”nın önemli yönetmenlerinden Tony Richardson’ın 1962 yapımı siyah – beyaz “The Loneliness of the Long Distance Runner – Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı”, geleceksiz çocuklar üzerine en önemli filmlerindendi. Geleceksizlik ve yoksulluk üzerine derin bir film olan Ken Loach’un 1969 yapımı “Kes – Kerkenez” filmi de hemen akla geliyor. Elbette Lindsay Anderson’ın 1968 yapımı “If… – Eğer” filmi de eğitim sistemine kamera çeviren filmlerdendi. Britanya sineması, işsizlik, yoksulluk ve geleceksizlik üzerine sahici filmler ortaya koyan bir sinema. Bunda, bu sinemanın köklerinde, genlerinde olan belgeselcilik duygusunun güçlü olması var. Bu sinemaya boşuna tutkun değiliz. Filmin sinemaskop görüntülerine de övgü göndermeli. Alman kameraman Roman Osin, geniş açıyla yansıttığı mekânlarda bile kasvet duygusu yaşatıyor perdede. Hatta dış mekânlarda bile. Bulutlu gökyüzü, serpiştiren yağmur, ıslak sokaklar ve kanlı dövüşler. “Serseriler” filmi, sinemaseverlerce değer verilmeyi hak ediyor.

    (Bu yazı 08 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (08 Temmuz 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değildir

    Kiracı (The Resident)
    Yönetmen: Antti Jokinen
    Senaryo: Robert Orr-Antti Jokinen
    Müzik: John Ottman
    Görüntü: Guillermo Navarro
    Oyuncular: Hilary Swank (Juliet), Jeffrey Dean Morgan (Max), Lee Pace (Jack), Christopher Lee (August), Aunjanue Ellis (Sydney)
    Yapım: Paramount-Icon-Hammer (2011)

    Finli yönetmen Antti Jokinen’in “Kiracı”sı, zaman zaman gerilimi ve korkuyu üst noktaya çıkartan karanlık atmosferli bir film. Hilary Swank’in performansı da muhteşem.

    Hastanenin acil servisinde çalışan doktor Juliet Devereau, New York’un Brooklyn bölgesinde kiralık ev ararken, bir mesaj alır ve o adrese gider. Dairenin tamiratını yapan Max’le ve büyükbabası August’la tanışan Juliet, kirası uygun bu daireye hemen taşınıyor. Max, gizemli ve içine kapalı bir insan. Dedesi de gizemli olsa da, sanki gözleriyle bir şeyler anlatmak istiyor. Başlarda her şey öyle iyi gidiyor ki. Max’in ilgisi, mutlu bir iş hayatı ve muhteşem New York. İnsan başka ne isteyebilir ki? Juliet’in bu dünyadaki tek mutsuzluğu, ayrıldığı kocası Jack. Ama, her şey böyle göründüğü gibi mutlu mesut mudur? Elbette, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Juliet, karizmatik Max’le yakınlaştığı anda, yönetmen müzik klipçiliğinden gelme deneyimiyle bu ana kadar olan her şeyi geriye sararak seyirciye gözden kaçırdıklarını gösteriveriyor. Buna sinemada çarpıcı kurgu deniyor.

    Çarpıcı iç mekânlar…

    1968’de Finlandiya’nın kalabalık şehirlerinden olan Nurmijärvi’de doğan Finli yönetmen Antti Jokinen, televizyon dizileri ve belgeseller çekti çoğunlukla. Celine Dion ve Anastacia’ya müzik klipleri de yaptı. Amerika’da çektiği 2011 yapımı “The Resident – Kiracı”, yönetmenin ilk sinema filmi. Jokinen, apartmanı, özellikle Juliet’in dairesini Max’in zihinsel dışavurumu gibi inşa etmiş. Koridorlar ve duvarların arkası Max’in iç dünyası gibi. Bu filmin estetiği, hem dışavurumcu hem de gerçeküstücü. Juliet’in dairesi ve duvarların arkasındaki kasvetli ışık düzenlemeleri dışavumcu. Ama, pencereden yansıyan ve içeri düşen gölgeler gerçeküstücü. Filmin bazı kurgu denemeleri de gerçeküstücü estetikten besleniyor. Görüntünün hızla geriye sarılması gibi. Filmin Meksikalı kameramanı Guillermo Navarro da önemli. Guillermo del Toro’nun 2006 yapımı “El Laberinto del Fauno – Pan’ın Labirenti” filmindeki iç mekân çalışmaları hemen akla geliyor. Kameraman Navarro’nun, Quentin Tarantino’yla 1997’deki “Jackie Brown”, Shawn Levi’yle 2006’daki “Night at the Museum – Müzede Bir Gece” filmlerindeki iç mekân çalışmaları da hatırlanıyor. Navarro, Tarantino’nun dostu Meksikalı yönetmen Robert Rodriguez’le de birçok defa bir araya geldi bu sinema yolunda. John Ottman’ın da fonda duyulan müzikleri bu filmdeki gerilimi üst noktaya çıkartıyor. Sanki bu müzikler, Max’in zihninden dışarı çıkıyormuş gibi. Yönetmen Jokinen’in bu gerilim – korku filminde hikâyeyi anlatmak gereksiz. Çünkü, merak duygusu ve gerilim azalabilir. Psikopat bir kişiliği olduğu fark edilen Max’in geçmişinden bilinmeyenler de hikâyeye katkıda bulunuyor. Max’in zayıf kişilikli babası annesini öldürmüş. Max, kendindeki bu zayıf kişiliği babasından almış. Max, anti – sosyal bir insan. Kendini, iç dünyası gibi iç mekânlara hapsetmiş. Kadınsız ve de sevgisiz. Hasta büyükbabasına bakıyor. Filmi seyrederken, belki Zebercet aklınıza gelebilir. Ömer Kavur, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” romanını 1986’da etkileyici bir dille perdeye aktarmıştı. Zebercet, bu romanın / filmin özel şahsiyetlerindendi. Kanadalı Ermeni yönetmen Atom Egoyan’ın, İrlandalı yazar William Trevor’dan uyarladığı 1999 yapımı “Felicia’s Journey – Felicia’nın Yolculuğu” filmindeki Bob Hoskins’in canlandırdığı Joe Hilditch de Zebercet gibiydi. Zebercetler evrensel. Bu travmatik ve trajik filmin final bölümünün nefes kesici bir ölüm kalım savaşı olduğunu da belirtmeliyiz. Yönetmenin ortak senaryo yazdığı Robert Orr da, Patrick Tatopoulos’un 2009 yapımı “Underworld: Rise of the Lycans – Karanlıklar Ülkesi: Lycan’ların Yükselişi” filminin senaryo yazarlığıyla hatırlanıyor. Apartmandaki tüm iç mekânlar, New Mexico’daki film stüdyolarında kurulan setlerde çekilmiş. Ama, New York görüntüleri sahici.

    (08 Temmuz 2011)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Beni Unutma (Yönetmen: Özer Kızıltan)

    Özer Kızıltan’ın yönettiği ve Mert Fırat, Açelya Devrim Yılhan, Tuba Ünsal ile Kenan Ece’nin oynadığı Beni Unutma, 11 Kasım 2011′de Özen Film dağıtımıyla AFS Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Olcay iş hayatında başarılı, genç ve bekâr bir kadındır. Ciddi bir ilişki yaşadığını düşündüğü sevgilisi Hakan’ın kendisini aldattığını acı bir şekilde öğrendiğinin ertesi günü Sinan’la tanışır. Olcay’ın ilişkisinin bittiği gün Sinan da ani bir kararla nişanlısı Ebru ile evlenmekten vazgeçer. Olcay ve Sinan aşka inançlarını kaybettikleri bu günlerde tanışırlar ve bu tanışma, planladıklarından çok farklı şeyler deneyimlemelerine neden olur. Birbirlerinden etkilenirler ve duygusal bir ilişki yaşamaya başlarlar.

    Beni Unutma (Yönetmen: Özer Kızıltan) yazısına devam et

    Tek Notalık Adam, Universal Channel’da

    Türk prodüksiyonlarına kapılarını açan Universal Channel, kısa film dalında birçok ödüle sahip The One Note Man – Tek Notalık Adamı ilk kez televizyon ekranına taşıyor. Şehsuvar Aktaş’ın başrol oynadığı ve Dağhan Celayir’in yönetmenliğini üstlendiği film 04 Temmuz 2011 Pazartesi günü saat 20:45’te Universal Channel’da gösteriliyor. Senfoni orkestrasının en arka sırasında çimbalo çalan The One Note Man, orkestranın farkedilmeyen bir üyesidir. İzleyicileri arasındaki kadının dikkatini çekebilmek için sadece tek bir notası vardır.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.