Yeşilçam dönemi ve sonraki dönemde filmlerde anlatılan olaylar -çoğunlukla- çekildiği günlerdeki olayı / olayları anlatır. Anlatılan olayların, geçmişte olmuş olması, sırf bu özellik bir filmi tarihi film yapmaz. Evet bu tarz filmler görünüşte tarihidir, o zaman “tarih” nedir? Bir filmin olaylarının geçmişte geçmesi, kahramanlarının olay günündeki giysileri giymesi, o günkü gerçek veya yapay mekânlarda çekilmesi de, filmi tarihi olarak nitelemez. Peki tarihi film nasıl olmalıdır? Bir olayın geçmişte -uzun veya kısa süreli- geçmesi, içeriği belirlenmeden tarihi bir nitelik kazanmaz. Tarihte geçen filmler daha çok “kostüme film” olarak anılır. Bir takım filmlerimiz, geçmişte (tarihte) geçmiş bir takım serüvenleri, aşkları veya komik-likleri anlatırken, Yeşilçam döneminin aşk, macera, komedi genel yapılanmasına uygun olarak genel sınıflandırma ile uyuşum gösterir. “Tarihi macera” olarak nitelendirdiğimiz filmler yakın veya uzak tarihin siyasal çatışmaları, savaşları anlatan filmler gibi algılanmış ama bunlar dışında da filmler çekilmiştir. Bu açıdan bakınca Haremde Dört Kadın (Refiğ) hiç bir savaş içermese de, bir konak içinde geçse de (dahili mekânlar) tarihi bir filmdir. Ama Malkoçoğlu-lar olsun, Kara Murat-lar olsun, Karaoğlan-lar olsun, Tarkan-lar tarihi serüvenden öteye gidemezler.
Derviş Zaim, Cenneti Beklerken’de tarihi filme yeni bir boyut getiren yönetmenler kervanına katılırken, “minyatür sanatını” sinemada ele alma denemesine de girişiyordu. Bu kez son filmi Gölgeler ve Suretler’de kökeni olan Kıbrıs’a giderken tarihsel filme daha yakın bir dönemden olgun bir örnek veriyor. Nokta’da “hat sanatına” değinen Zaim, son filminde gölge oyunu Karagöz’ü leit-motif olarak kullanıyor. Aslında bu motifin olayın anlatıldığı günlerin olayları ile doğrudan bir ilgisi olmasa da (yoksa var mı?) asıl anlatmak istediği, kurulu bir düzenin nasıl zorlandığı ve kontrolden nasıl çıktığı.
Kıbrıs’ın, Akdeniz’in ortasındaki stratejik konumundan kaynaklanan durumu nedeni ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınması nasıl gerekli ise, alınmış bulunan buraya Türk unsurunun yerleştirilmesi de o kadar normal bir toplumsal / siyasi bir olaydır. Burada yerli (rum) halkın bulunması (?) durumu değiştirmez, zaten -o zaman- bunun önemi de yoktur. İmparatorluğun geçirdiği olaylar sonucu, -filmde bir kaç kere varlıklarından söz edilen- taa uzaktaki İngilizler de devreye girecektir. Akdeniz, İngilizler içinde önemlidir, ister istemez Kıbrıs da. Sonra, dünyanın tarihsel kamplaşması içinde paylaşılmak istenilen İmparatorluk’tan ulusal bir devlet çıkaran Türkler, Kıbrıs’ı siyaseten kaybetmiş olsalar da kimi unsurları ile adada varlıklarını korumuşlardır. Devam eden sükûn içindeki durum, bir takım majör devletlerin siyasetleri gereği kurcalanarak adanın birlikte yaşayan sakinlerini birbirine hasım duruma getirmiştir.
Hatırladığım kadarı ile ben ilk kez Kıbrıs adını -ve oradan gelmiş birini- ilkokul sıralarında duydum, (50’li yılların ilk yarıları). Gazetelere yansıyan ve giderek artan gerginlikler, Türkiye’de ve Yunanistan’da hareketlenmelere neden olmaya başlamıştı, bunlar olurken adada neler yaşandığını, ancak orada olanlar bilir. Ada, o zamanlar İngiliz kontrolünde olduğu için Türk olsun, Rum olsun ada halkı çoğunlukla İngiliz pasaportu taşıyordu. Fakat bu çoğunluk Rumların kışkırtılmış hareketlerine mani olmadı. Bir defa din farklılaşması vardı -önemli bir faktör. Bu farklılaşma her iki ülkede de yankı buldu, her il’de “Kıbrıs mitingleri” yapılmaya başladı. Kastamonu’da yapılan mitingde konuşan lise müdürü, Antalya-lı olduğunu ve özlemini, geceleri sahile inip Kıbrıs’ın ışıklarını görünce, “yüzerek gitmek arzusu duyduğunu” söyleyerek ifade etmişti. Işıkların görünmesi mümkün mü idi, hiç deneyimim olmadı.
Zaman geçiyordu, cinayetler işlenmeye başladı. Uluslararası toplantılar yapıldı, Londra / Zürih anlaşmaları imzalandı. Türkiye ve Yunanistan garantör oldu, tabi İngilizler başta idi. Kemal Film, İzmir Ateşler İçinde diye bir film çekti (Yön.: O. Nuri Ergün / 1959) fakat tam anlaşmalar zamanına geldiği için film gösterime çıkarılmadı, yandığı söylendi. Yapımevi, Vatan Ateşler İçinde diye bir afiş hazırlattı, fakat kullanılmadı, zamanın ilerlemesi ile film -ilk adı ile- gösterime çıkarıldı.
Kıbrıs’ta olaylar gelişiyor, kan akmaya devam ediyordu. Garantörlük hakkını kullanmak isteyen İnönü hükümeti jetleri Kıbrıs’a gönderince, giderek İngiltere’nin yerini alan A.B.D.den tepki gördü ve zamanın Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup yazdı. Bu arada jetlerin Kıbrıs’ı bombalaması sırasında Cengiz Topel’in uçağı düşürüldü ve Topel şehit edildi. 1966’da Göklerdeki Sevgili’yi çeken Remzi Jöntürk bu olayı kullandı ve Kıbrıs’taki mezalimi durdurmak için adaya gitmiş olan kahramanlarımızdan (Cüneyt Arkın), bombalama ile Rum harekâtının durduğunu fakat Cengiz Topel’in şehit edildiğini öğrenince çok üzülür (ve arkadaşı olduğunu söyler.) Kıbrıs’taki Rum harekâtını durdurmak için giden bir başka grup ise On Korkusuz Adam’ı (Tunç Başaran – 1964) oluşturur. Bu film de Kıbrıs’a yapılan bombalama harekâtı ile biterken, film, John Sturges’in The Magnificent Seven adı ile Akira Kurosawa’nın Sichinin No Samurai’sının Japon feodalitesinden, Amerika / Meksika sınırına taşınan uyarlamasının Kıbrıs’a nakledilmiş hali idi. Her iki filmdeki yedi kişilik grup ise on’a çıkarılmıştı. Kıbrıs’a ait pek çok film yapıldı. Akad ise son filmi Esir Hayat’ta, Ecevit harekâtı sonrasi Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan devlette geçen bir aşk hikâyesini anlatıyor ama devletin kurulmasına neden olan çatışmalar hâlâ bitmiş değil…
Zaim, Gölgeler ve Suretler’de geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında zaman zaman ısınan Kıbrıs çatışmalarının, köylere yöneltilen bir harekâtın görüntüleri ile başlıyor. Köy boşaltılmaya zorlanıyor, buradan kente gitmeye zorlanan köy halkından bir baba-kız gruptan ayrılarak başka bir köye ulaşıyorlar, buradan kente gitmeye çalışırlarken baba-kız birbirlerini kaybediyorlar. Kız, yola çıktıkları köye döner ve babasını araştırmak derdine düşerken, diğer köylerde gelişen olayları yaşamamak isteyen köyün Türk kesiminin ileri gelenlerinden Veli, hem babasını arayan kızı yatıştırmaya çalışırken, hemde kışkırtılmak ve yıldırılmak istenen köyün Türk kesimini, komşusu bir Rum kadının yardımı ile kontrol altında tutmaya çalışır. Yıllardır birlikte yaşamış, kaynaşmış köy halkının günlük yaşayışları devam ederken, jandarmalarla devamlı hissettirilmek istenilen bir takım farklılıların, giderek ısıtılmaya çalışılan varlığı, sonra birden kontroldan çıkacak, silâhlar yöneltildikleri hedefler üzerinde patlayacaktır. Kontrollü yaşam yandaşlarının, olası çatışmaları yatıştırma gayretlerine rağmen, her şeyi bahane ederek çatışmayı kışkırtanlar da -her iki yanda da- bulunmaktadır. Daha çok uluslararası siyasetin çıkarına olan çatışma ister istemez başlayacaktır. Bu arada yöresel çatışmanın başlaması ile kaçarak kente ulaşan grup içindeki kız, ilk kaçışlarından sonra kaybettiği babasına ulaşacaktır. Başlangıçta, Karagözcü olan babasının Karagöz oynatmasını ilgisiz seyrederken ve “zaten ben Karagöz’ü sevmiyorum” diyen kız, babasından ayrı düşüp bir süre sonra çıkan çatışmaları bire bir yaşayacak ve sevdiği kimi kişileri kaybedecektir. Hayatın getirdiği bu değişikler ile olgunlaşan kız, kavuştuğu babasının oynattığı Karagöz’ü bir süre seyrettikten sonra, giderek babasının elinden aldığı Karagöz’ü oynatmaya başlar. Karagöz, sadece, suretlerle yapılan bir gölge oyunu-mudur, acaba!
(04 Haziran 2011)
Orhan Ünser