Cinedergi 38 Yayında

Cinedergi’nin 38. sayısının öne çıkan başlıkları, Yeşim Ceren Bozoğlu, Hatice Yakar ve Keith Richards. İçinden Fenerbahçe geçen filmler, unutma üzerine yapılmış filmler ve gençlerin balo maceraların anlatıldığı filmler bu sayının dosya konuları. Oyuncu Eric Bana ve Jodie Foster bu sayının portre konukları. Görsele dayanan İşte O An, sinemanın özünü yakalayan Filmin Özü, Türk sinemasının nabzını tutan Sindrella, oyuncuları rolleriyle yorumlayan Rolleriyle Yaşayanlar ve DVD köşesi, hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 38 Yayında yazısına devam et
  • Mutluyum, Devam Et

    Josh Radnor’un yönettiği ve Josh Radnor, Malin Akerman, Kate Mara ile Zoe Kazan’ın oynadığı Mutluyum, Devam Et (Happy Thank You More Please), 17 Haziran 2011’de M3 Film dağıtımıyla Mars Production tarafından vizyona çıkarıldı.
    Yazdığı romanına yayıncı bulamadığı için bunalımda olan Sam’in hayatı metroda karşılaştığı küçük bir çocuğu evine alması ve onunla kurduğu duygusal bağla değişmeye başlar. Sam’in en yakın arkadaşı olan Annie ve kendi ilişkisi de sürprizlerle dolu olan kuzeni Mary, Sam için endişelenmektedirler. Sam bir de Mississipi ile tanışınca hayatı çok daha heyecan verici bir hale gelir.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb
  • Diğer bağlantılara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Mutluyum, Devam Et yazısına devam et
  • Mutlu Azınlık

    Antony Cordier’in yönettiği ve Marina Fois, Elodie Bouchez, Roschdy Zem ile Nicolas Duvauchelle’nin oynadığı Mutlu Azınlık (Happy Few), 17 Haziran 2011’de M3 Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Bir takı mağazasında çalışan Rachel, Vincent’la tanışır ve onun açık sözlülüğünden çok etkilenir. Eşleri, Frank ve Teri’yi de yanlarına alarak bir akşam yemeği ayarlarlar. Birbirleriyle kaynaşan çiftler, kuraları belirlenmemiş bir eş değiştirme programı uygularlar. Ne var ki kıskançlık ve acımasızlık duyguları, yeni tabloda da kendilerine bir yer bulur.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Fatma Murat’ı Kaybettik

    Sinema ve tiyatro oyuncusu Fatma Murat, 29 Mayıs 2011 Pazar günü tedavi gördüğü Antalya Akdeniz Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Sanatçının ailesi, cenazenin 31 Mayıs Salı günü öğle namazını müteakip Antalya Uncalı Mezarlığı Camii’nden kaldırılacağını bildirdi. 1949 yılında Ankara’da doğan Fatma Murat, 1985 yılında İstanbul’a gelerek Levent Kırca – Oya Başar Tiyatrosu’na katıldı. Neşeli Hayat, Şeytan Bunun Neresinde, Son ve Yılın Kadını adlı sinema filmlerinde, Olacak O Kadar ve birçok dizide rol aldı. Merhumeye tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Fatma Murat’ı Kaybettik yazısına devam et
  • Arka Pencere Dergisi, Cannes Film Festivali’ne Bakıyor

    Arka Pencere Dergisi, 83. sayısında, kapağına 64. Cannes Film Festivali’ni yerleştiriyor. Tunca Arslan köşesinde, Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu, 50 yıl önceki Mehmet Dinler filmi Aşk Yarışı’nı hatırlayarak kutluyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Devlerin Günahı, Şeytanı Gördüm, Zor Hedef, Troll Avı, Gönül Avcısı ve Ödünç Sevgili yer alıyor. Dergi bir Hitchcock alıntısıyla sonlanıyor: “Sanıyorum, teknik ‘know-how’ bilgimin kökeni Kiracı’daki (The Lodger) çalışmama kadar uzanır. İşin doğrusu, o zamanda öğrendiğim teknikler ve kamera kuralları daha sonra da yardımıma koştu.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi, Cannes Film Festivali’ne Bakıyor yazısına devam et
  • Kadının Fendi

    Nigel Cole’un yönettiği ve Sally Hawkins, Rosamund Pike, Miranda Richardson ile Geraldine James’in oynadığı Kadının Fendi (Made in Dagenham – We Want Sex), 24 Haziran 2011’de M3 Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Bir Ford fabrikasında çalışan kadınların eşitlik için başlattığı direniş, kısa sürede tüm ülkeye yayılan bir ayaklanmaya dönüşüyor. Hayatları mutfakla fabrika arasında geçen bu sıradan kadınlar, cinsel ayrımcılığa karşı, erkeklerle eşit haklar elde etmek üzere giriştikleri mücadelede patronlarına, kocalarına ve hatta devlete karşı durmak zorunda kalıyorlar.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • sadibey.com yazarlarının eleştirilerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kadının Fendi yazısına devam et
  • Tarihi Bir Olayın Sinemada Anlatımı: Gölgeler ve Suretler

    Yeşilçam dönemi ve sonraki dönemde filmlerde anlatılan olaylar -çoğunlukla- çekildiği günlerdeki olayı / olayları anlatır. Anlatılan olayların, geçmişte olmuş olması, sırf bu özellik bir filmi tarihi film yapmaz. Evet bu tarz filmler görünüşte tarihidir, o zaman “tarih” nedir? Bir filmin olaylarının geçmişte geçmesi, kahramanlarının olay günündeki giysileri giymesi, o günkü gerçek veya yapay mekânlarda çekilmesi de, filmi tarihi olarak nitelemez. Peki tarihi film nasıl olmalıdır? Bir olayın geçmişte -uzun veya kısa süreli- geçmesi, içeriği belirlenmeden tarihi bir nitelik kazanmaz. Tarihte geçen filmler daha çok “kostüme film” olarak anılır. Bir takım filmlerimiz, geçmişte (tarihte) geçmiş bir takım serüvenleri, aşkları veya komik-likleri anlatırken, Yeşilçam döneminin aşk, macera, komedi genel yapılanmasına uygun olarak genel sınıflandırma ile uyuşum gösterir. “Tarihi macera” olarak nitelendirdiğimiz filmler yakın veya uzak tarihin siyasal çatışmaları, savaşları anlatan filmler gibi algılanmış ama bunlar dışında da filmler çekilmiştir. Bu açıdan bakınca Haremde Dört Kadın (Refiğ) hiç bir savaş içermese de, bir konak içinde geçse de (dahili mekânlar) tarihi bir filmdir. Ama Malkoçoğlu-lar olsun, Kara Murat-lar olsun, Karaoğlan-lar olsun, Tarkan-lar tarihi serüvenden öteye gidemezler.

    Derviş Zaim, Cenneti Beklerken’de tarihi filme yeni bir boyut getiren yönetmenler kervanına katılırken, “minyatür sanatını” sinemada ele alma denemesine de girişiyordu. Bu kez son filmi Gölgeler ve Suretler’de kökeni olan Kıbrıs’a giderken tarihsel filme daha yakın bir dönemden olgun bir örnek veriyor. Nokta’da “hat sanatına” değinen Zaim, son filminde gölge oyunu Karagöz’ü leit-motif olarak kullanıyor. Aslında bu motifin olayın anlatıldığı günlerin olayları ile doğrudan bir ilgisi olmasa da (yoksa var mı?) asıl anlatmak istediği, kurulu bir düzenin nasıl zorlandığı ve kontrolden nasıl çıktığı.

    Kıbrıs’ın, Akdeniz’in ortasındaki stratejik konumundan kaynaklanan durumu nedeni ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınması nasıl gerekli ise, alınmış bulunan buraya Türk unsurunun yerleştirilmesi de o kadar normal bir toplumsal / siyasi bir olaydır. Burada yerli (rum) halkın bulunması (?) durumu değiştirmez, zaten -o zaman- bunun önemi de yoktur. İmparatorluğun geçirdiği olaylar sonucu, -filmde bir kaç kere varlıklarından söz edilen- taa uzaktaki İngilizler de devreye girecektir. Akdeniz, İngilizler içinde önemlidir, ister istemez Kıbrıs da. Sonra, dünyanın tarihsel kamplaşması içinde paylaşılmak istenilen İmparatorluk’tan ulusal bir devlet çıkaran Türkler, Kıbrıs’ı siyaseten kaybetmiş olsalar da kimi unsurları ile adada varlıklarını korumuşlardır. Devam eden sükûn içindeki durum, bir takım majör devletlerin siyasetleri gereği kurcalanarak adanın birlikte yaşayan sakinlerini birbirine hasım duruma getirmiştir.

    Hatırladığım kadarı ile ben ilk kez Kıbrıs adını -ve oradan gelmiş birini- ilkokul sıralarında duydum, (50’li yılların ilk yarıları). Gazetelere yansıyan ve giderek artan gerginlikler, Türkiye’de ve Yunanistan’da hareketlenmelere neden olmaya başlamıştı, bunlar olurken adada neler yaşandığını, ancak orada olanlar bilir. Ada, o zamanlar İngiliz kontrolünde olduğu için Türk olsun, Rum olsun ada halkı çoğunlukla İngiliz pasaportu taşıyordu. Fakat bu çoğunluk Rumların kışkırtılmış hareketlerine mani olmadı. Bir defa din farklılaşması vardı -önemli bir faktör. Bu farklılaşma her iki ülkede de yankı buldu, her il’de “Kıbrıs mitingleri” yapılmaya başladı. Kastamonu’da yapılan mitingde konuşan lise müdürü, Antalya-lı olduğunu ve özlemini, geceleri sahile inip Kıbrıs’ın ışıklarını görünce, “yüzerek gitmek arzusu duyduğunu” söyleyerek ifade etmişti. Işıkların görünmesi mümkün mü idi, hiç deneyimim olmadı.

    Zaman geçiyordu, cinayetler işlenmeye başladı. Uluslararası toplantılar yapıldı, Londra / Zürih anlaşmaları imzalandı. Türkiye ve Yunanistan garantör oldu, tabi İngilizler başta idi. Kemal Film, İzmir Ateşler İçinde diye bir film çekti (Yön.: O. Nuri Ergün / 1959) fakat tam anlaşmalar zamanına geldiği için film gösterime çıkarılmadı, yandığı söylendi. Yapımevi, Vatan Ateşler İçinde diye bir afiş hazırlattı, fakat kullanılmadı, zamanın ilerlemesi ile film -ilk adı ile- gösterime çıkarıldı.

    Kıbrıs’ta olaylar gelişiyor, kan akmaya devam ediyordu. Garantörlük hakkını kullanmak isteyen İnönü hükümeti jetleri Kıbrıs’a gönderince, giderek İngiltere’nin yerini alan A.B.D.den tepki gördü ve zamanın Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup yazdı. Bu arada jetlerin Kıbrıs’ı bombalaması sırasında Cengiz Topel’in uçağı düşürüldü ve Topel şehit edildi. 1966’da Göklerdeki Sevgili’yi çeken Remzi Jöntürk bu olayı kullandı ve Kıbrıs’taki mezalimi durdurmak için adaya gitmiş olan kahramanlarımızdan (Cüneyt Arkın), bombalama ile Rum harekâtının durduğunu fakat Cengiz Topel’in şehit edildiğini öğrenince çok üzülür (ve arkadaşı olduğunu söyler.) Kıbrıs’taki Rum harekâtını durdurmak için giden bir başka grup ise On Korkusuz Adam’ı (Tunç Başaran – 1964) oluşturur. Bu film de Kıbrıs’a yapılan bombalama harekâtı ile biterken, film, John Sturges’in The Magnificent Seven adı ile Akira Kurosawa’nın Sichinin No Samurai’sının Japon feodalitesinden, Amerika / Meksika sınırına taşınan uyarlamasının Kıbrıs’a nakledilmiş hali idi. Her iki filmdeki yedi kişilik grup ise on’a çıkarılmıştı. Kıbrıs’a ait pek çok film yapıldı. Akad ise son filmi Esir Hayat’ta, Ecevit harekâtı sonrasi Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan devlette geçen bir aşk hikâyesini anlatıyor ama devletin kurulmasına neden olan çatışmalar hâlâ bitmiş değil…

    Zaim, Gölgeler ve Suretler’de geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında zaman zaman ısınan Kıbrıs çatışmalarının, köylere yöneltilen bir harekâtın görüntüleri ile başlıyor. Köy boşaltılmaya zorlanıyor, buradan kente gitmeye zorlanan köy halkından bir baba-kız gruptan ayrılarak başka bir köye ulaşıyorlar, buradan kente gitmeye çalışırlarken baba-kız birbirlerini kaybediyorlar. Kız, yola çıktıkları köye döner ve babasını araştırmak derdine düşerken, diğer köylerde gelişen olayları yaşamamak isteyen köyün Türk kesiminin ileri gelenlerinden Veli, hem babasını arayan kızı yatıştırmaya çalışırken, hemde kışkırtılmak ve yıldırılmak istenen köyün Türk kesimini, komşusu bir Rum kadının yardımı ile kontrol altında tutmaya çalışır. Yıllardır birlikte yaşamış, kaynaşmış köy halkının günlük yaşayışları devam ederken, jandarmalarla devamlı hissettirilmek istenilen bir takım farklılıların, giderek ısıtılmaya çalışılan varlığı, sonra birden kontroldan çıkacak, silâhlar yöneltildikleri hedefler üzerinde patlayacaktır. Kontrollü yaşam yandaşlarının, olası çatışmaları yatıştırma gayretlerine rağmen, her şeyi bahane ederek çatışmayı kışkırtanlar da -her iki yanda da- bulunmaktadır. Daha çok uluslararası siyasetin çıkarına olan çatışma ister istemez başlayacaktır. Bu arada yöresel çatışmanın başlaması ile kaçarak kente ulaşan grup içindeki kız, ilk kaçışlarından sonra kaybettiği babasına ulaşacaktır. Başlangıçta, Karagözcü olan babasının Karagöz oynatmasını ilgisiz seyrederken ve “zaten ben Karagöz’ü sevmiyorum” diyen kız, babasından ayrı düşüp bir süre sonra çıkan çatışmaları bire bir yaşayacak ve sevdiği kimi kişileri kaybedecektir. Hayatın getirdiği bu değişikler ile olgunlaşan kız, kavuştuğu babasının oynattığı Karagöz’ü bir süre seyrettikten sonra, giderek babasının elinden aldığı Karagöz’ü oynatmaya başlar. Karagöz, sadece, suretlerle yapılan bir gölge oyunu-mudur, acaba!

    (04 Haziran 2011)

    Orhan Ünser

    Claudia Roth, Entelköy – Efeköy Filmiyle İlk Kez Beyazperdede

    Yüksel Aksu’nun yönettiği, Galata Film yapımı Entelköy – Efeköy filminin çekimleri, Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth’un katılımıyla renklendi. Yöreyi ziyarete eden turistlerin de ilgiyle izlediği sahnelerde, Roth, Entelköy’ü ziyaret ederek köy halkıyla görüşen “Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth”u, yani kendisini canlandırdı. Entelköy – Efeköy’ün kadrosunda yer aldığı için büyük onur duyduğunu belirten Roth, “Unuttuğumuz değerleri hatırlatan ve insanlığın doğa ile ilişkisini yeniden sorgulamaya yol açacak bu filmin tüm dünyaya önemli bir mesaj vereceğini düşünüyorum.” dedi.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Cannes

    Türk filmlerinin yurtdışına çıkması, Binnaz’a (Ahmet Fehim / 1919) kadar dayanır ama sonrası, uzun yıllar yurtiçi gösterimlerde kalır. Seden ilk filmi Kanlarıyla Ödediler (1955) ile yurtdışı festivallere katılmak ister, film “aşırı şiddet” içerdiği için elemeleri geçemez. Nihat Aybars, A.B.D.de Hollywood Rüyası (1949 – 1956) adlı bir film çeker. Uzun yıllar sonra, yurtdışına kaçak çıkarılan Susuz Yaz (Erksan), Berlin’de Altın Ayı aldıktan sonra daha önceki kısa süreli gösteriminden sonra tekrar seyirci ile buluşturulur, -bu sefer bir Altın Ayı’sı vardır. Daha önce kazanılmış bir (gümüş) Ayı vardır (Hitit Güneşi / Eyüpoğlu – İpşiroğlu) ama o kısa metraj bir filmdir.

    Zamanla yurtdışı, uluslararası festivallere katılımlar olur. Bu festivallerde elemelerin geçildiği de olur, geçilemediği de… Kırık Çanaklar (Ün), Berlin Festivali’ne katılır. Festival bünyesinde hazırlanan “Almanca” tanıtımlar Anadolu’da filmin gösterimi sırasında tanıtım tablalarında yerlerini alırlar. Ülkemizde seyirciye pek ulaşamayan Denize İnen Sokak (A. Tokatlı), Locarno, Karlovy-Vary, Venedik festivallerine katılır, mansiyon düzeyinde ödüller alır ama orada da çoğunlukla seyirciye ulaşamaz. (“Seyirciye ulaşamayan film” dediğim bu film, yurtdışı festivallere katılmış, Fransızca altyazılı bir kopyasının İstanbul’da bir yazlık sinemada oynadığını duyduğum Denize İnen Sokak, adı hâlâ çok bilinen ama kendisi ortada olmayan bir filmdir.)

    Eskiden, adını duyduğumuz sınırlı sayıda uluslararası festivallere katılıp ödül almış filmler zaman zaman sinemalarımıza düşerdi. Jacques Tati’nın Mon Uncle (Dayım -bizde Amcam diye oynadı-) ile Kurosawa’nın Sichinin No Samurai (Yedi Samuray -bizde Kanlı Pirinç diye oynadı-) bu şekilde sinema seyircisine ulaşmıştı. Uluslararası festival galipleri bu filmler yanında, -niye abartıldığını bir türlü anlayamadığım- bir takım Oscar’lı (kaç tane alındığı önemli değil) filmler çok fazla ilgi gördü her zaman. Yeşilçam’ın eskilerinin bir zamanlar -bazılarının hâlâ- Oscar hayalleri kurması sanırım bundan, olasılığı varmış gibi. Bu arada hayli heyecan uyandıran Reise Der Hoffnung / Umuda Yolculuk -Xavier Köller (1990)- filminin Oscar kazanması çok şaşırtıcı idi. Senaryo Feride Çiçekoğlu, oyuncular Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Emin Sivas, Yaman Okay idi ama film İsviçre / İtalya ortak yapımı idi.

    Uluslararası festivaller tarihi yazmıyorum, aradan zaman geçti, çeşitli filmlerimiz -bizim içinde giderek sayıları artan- uluslararası yarışmalara katıldı, ödüller aldı, alamadı. İstanbul’da gittikçe itibar kazanan bir uluslararası festival düzenlemeyi becerebildik ve becermeye devam ediyoruz. Bu arada Susuz Yaz serüveni tekrar yaşandı. Ülke içinde gösterimi yasaklı, yurt dışına götürülen Yol (Gören) 1982’de Cannes’da büyük ödül (Altın Palmiye) aldı. Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) filmi ile paylaştı ödülü. Senaryoyu yazan (kurgusunu da yapan) Yılmaz Güney adı ile anılan film, sinemamızın yurt dışında başlamış olan başarılarına yeni ilâveler yapılmasına ve (daha fazla) tanınmasına / aranmasına neden oldu.

    Fotoğraf, kısa film derken (hemde unutuldu denen bir dönemde siyah – beyaz) Kasaba (1997) ile uzun metraja geçen Nuri Bilge Ceylan önceki filmi Koza ile de uluslararası festivallere alıştırma yapmaya başlamıştı. Ve 2009 yılına gelindiğinde Ceylan, Cannes’da Üç Maymun filmi ile “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Heyecan verici bir şeydi, öncelikle Ceylan için, saniyen “sinemamız” için. Yurtiçi ve yurtdışı festivalleri çoğunlukla dışarıdan izlediğim için -çünkü aslolan ödül değil, filmdir- Ceylan’ın en iyi yönetmenliği önemli idi ama -işin aslını bu konu ile daha fazla ilgilenen yazarlarımız bilir- bu festivalde (Cannes) her filme “tek ödül” veriliyormuş. Bu nedenle yapılan jüri değerlendirmesinde ödül sayısı kadar filme ödül verileceği sonucu çıkıyor. Tabiki yarışmaya katılan film sayısı ödül sayısından çok. Bu filmler içinden verilecek ödül sayısı kadar film seçilerek jürice değerlendiriliyor ve her birine bir ödül düşüyor. 2009’da Üç Maymun’a (Ceylan’a) “En İyi Yönetmen” ödülü uygun görülmüş -yanılıyor olabilirim ama- bu benim için, hiçbir filme birden fazla ödül verilmemesi ön kuralının bir sonucu, dediğim gibi yanılıyor olabilirim.

    2011’de ise yine Cannes’a çıkartma yapan Ceylan bu kez -daha ülkemizde gösterime girmemiş olan- Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile “Jüri Büyük Ödülü”nü aldı (kazandı). (Eric Dardenme – Luc Dardenme kardeşlerin “Le Gamin au Vélo” filmi ile birkikte). Burada aklıma yine bir soru geliyor, bu konuların yabancısı olduğum için dilerim bilenler beni aydınlatır. Uluslararası Cannes Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Palmiye’dir. Bu festivalde ikincilik, üçüncülük ödülü yok ama Jüri ödülleri var. Biri Büyük, diğeri sadece Ödül (Jüri Büyük Ödülü -yarısı Nuri Bilge Ceylan’a-, birde Jüri Ödülü). Böylece aynı jüri, üç filme ödül vermiş oluyor. Ama bu baştan böyle olduğu için, hiç birimizin buna itiraz etme hakkı olmaması gerekir, zaten öyle bir itirazımız da yok. Şimdi bir an önce Bir Zamanlar Anadolu’da filminin gösterime girmesini beklemekten başka yapabilecek bir şeyimiz yok. “Gösterime girmesi” diyorum, çünkü ben filmi sinemada görmekten yanayım.

    (04 Haziran 2011)

    Orhan Ünser