Herkesin Korsanı Kendine …

Karayip Korsanları’nın dördüncüsü de nihayet gösterimde. Üç boyutlu izlemek de mümkün, babadan kalma iki boyutlu haliyle de… Doğrusu, bir-iki bölüm hariç, üç boyutluluk filme pek bir şey de katmamış, ya da gözlüğün verdiği rahatsızlığı dengelemiyor diyelim. Ancak, denizkızları bölümünün (sır vermemek için ayrıntıları makasladım) 3D’yle güçlenmiş olması mümkün. Gene de, bizim İstinye Park’ta izlediğimiz IMAX kopya tatmin ediciydi.

Filmin kendisine gelince, ilk bölümden beri severim. Johnny Depp’in Kaptan Jack Sparrow’u, gördüğüm en komik ve sağlam tiplemelerden biri. Keith Richards çağrışımı da cabası. Kaldı ki, daha önce başka bir Korsan filminde de karşımıza çıkan emsalsiz Richards burada da Sparrow’un babası Kaptan Teague olmuş. Yaşam Pınarı peşindeki oğlu bilgi isteyince, kırış kırış yüzünü kastederek (çok fazla makyaj da gerekmemiş olabilir) kendisinde yaşam pınarından içmiş bir adam hali bulunup bulunmadığını soruyor. Eye-liner tanıtımı gibi dolaşan kaptanımız ise, terbiyeli bir çocuk olduğunu kanıtlayarak, “Işıklandırmaya bağlı,” cevabını veriyor. Öte yandan, Rolling Stones üyelerinin sağ-salim, dimdik ayakta olmaları bile yeterince hayret verici.

“Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides / Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde,” ilk üç filmi yöneten Gore Verbinski’nin değil de, taze kan Rob Marshall’ın imzasını taşıyor. Yapımcıların, ikinci ve üçüncü taksitlerinde, özgün film kadar başarılı olamayan ‘ürün’lerine enerji katma isteklerini doğal karşılıyoruz. Ancak, gişeden yana bir sıkıntıları yoktu, hani. Ayrıca Marshall’ın da bu tür bir filme uygun olup olmadığı tartışılıyordu. Endişeye mahal yokmuş, “Gizemli Denizlerde”nin doğru düzgün aksiyon sahneleri, eskisiyle yenisiyle filme damgalarını vuran karakterleri var. Johnny Depp’in varlığı ise, başından beri serinin temeltaşı olmuştu.

Eskilerden, Kaptan Sparrow’un dostu Joshamee Gibbs (Kevin R. McNally) ve can düşmanı Barbossa (Geoffrey Rush), ona eşlik ediyor. Keira Knightley ile Orlando Bloom artık yok, yaslarını tutmaya da vaktimiz olmuyor. Çünkü perdede iki yeni âşık izliyoruz: bir direğe bağlanmış halde tanıştığımız misyoner Philip (Sam Claflin) ile denizkızı Syrena (Astrid Bergès-Frisbey). Aşkları ikincil bir olay gibi görünse de, hem romantik kalpleri okşayacak, hem de ana hikâyenin gelişiminde önemli bir rol oynuyor.

Kaptan ile Sevilla’daki bir manastırda, ‘romantik’ bir macera yaşadığı anlaşılan korsan Angelica (Penelope Cruz) ve kötülerin kötüsü Blackbeard / Karasakal (“Deadwood”un yıldızı, muhteşem Ian McShane) onları aratmıyor. Hedef ise, Yaşam Pınarı. Rakip gruplar: nedamet getirmiş görünen Barbossa rehberliğinde İngilizler (Kral George’da, bir ‘kameo’da, Richard Griffiths’i izliyoruz), Kral Ferdinand (Sebastian Armesto) liderliğinde İspanyollar, Karasakal ile Angelica, gönülsüz olarak onlara katılsa da Kaptan Sparrow, yelkenlerini püfürdeterek ölümsüzlüğün ardına düşüyor.

Aslında bu pınar için bir kurban, bir muzaffer şahıs gerekli. Bir de gizli ayin. Ponce de Leon’un gemisinden iki kadeh, yaşam pınarı suyu ve bir denizkızından alınma gözyaşı, bu ayinin olmazsa olmazlarını meydana getiriyor. İki kadehe yaşam pınarından alınan su konacak, birine de denizkızının hayli zahmetle elde edilen gözyaşı. Bir kişi diğerinin ömrünü alıp kendininkini uzatırken, diğeri oracıkta can verecek. Herkesin buna ilişkin farklı plânları var.

Bu fanteziden başından beri hazetmeyenler, gene beğenmemiş. İlk filmin dışında Karayip Korsanı tanımayanlar da öyle. Aslında farklı yönlerde gelişen hikâyeler elbette daha hoş olurdu, diyalogların bazen oyuncuları zorladığı da bir gerçek. Öte yandan, kimse de sanat filmi yaptığını iddia etmiyor. Gizemli Denizlerde, serinin diğer filmleri gibi tarihi bir komedi / aksiyon. Oyuncuların performansları da buna uygun. Ben şahsen, çocukluğundan beri sinema salonlarından çıkmamış has bir seyirci safiyetiyle izledim, çok da hoşuma gitti. Besbelli Rob Marshall’ın da iftihar ettiği “denizkızları bölümü”nün gayet etkileyici olduğunu düşünüyorum.

Bu denizkızları, malûm, gemicilerin hem korkulu rüyasıdır, hem de onların çağrısına dayanamazlar. Gizemli Denizler’in, korkutucu bir körfezinde yaşayan denizkızları ise, Ulis’inkilerden de tehlikeli. Ne var ki filme zenginlik katıyorlar, iyi uygulanmış parlak bir buluş olarak varlıklarından hoşnuduz. Meslek hayatına müzikallerde koreograf olarak başlayan Marshall’ın Karasakal’ın asilere iplerle yakalayıp ayakların sallandırdığı sahne ile tekneyi çevreleyen denizkızları bölümünde bu tecrübeden yararlandığı da söylenebilir. Sonuçta yönetmenin, eleştirmenlerin yarıdan çoğunu memnun edemese de, Karayip Korsanları izleyicisine istediklerini sunduğu bir gerçek. İlk hafta açılışı da hiç fena değil. Zaten beşinci filmin senaryosu bitmiş bile. Johnny Depp de, seyirciler beğendiği sürece Kaptan Jack Sparrow’u oynayacağını söyledi.

Dame Judi Dench, kısacık rolünde, Johnny Depp’in cazibesine kapılıp bir anda mücevherinden olan asil kadın sıfatıyla “Hepsi bu mu?” diyordu. Ne diyelim, hem bu, hem değil…

(21 Mayıs 2011)

Sevin Okyay

http://sevinokyay.wordpress.com/

Çiçekli Bahçe: Amador

Amador’un yönetmen, senarist ve yapımcısı Fernando Leon De Aranoa. Olay örgüsünün merkezinde de Marcela karakteri var. Çağımıza ait evrenselleşmiş çelişkilerin ve yaşam koşullarının bize dayatmış olduğu davranış proptotipleri Marcela’yı filmin merkezine yerleştiriyor. Kadın gözüyle bakmanın önemini de belli açılardan vurgulamayı başarıyor. Ama kör gözüm parmağına olmaktan ziyade Marcela’yı kendi içimizde içselleştirebilmemize yönelerek. Kadın olarak hamilelik ve özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor anlatım örgüsü. Filmin başında Marcela her şeyi bırakıp gitmeye yeltenir ama hamile olduğunu öğrenmesi, alacağı tüm kararları engellemesine neden olur. Geçmişi ve geleceği arasına sıkışır ve zoraki bir karar verir. Maddiyata dönük yaşama biçiminin insanoğluna dayattığı davranış kalıplarını da irdeliyor film. Para kazanma tutkusundan öte parayı yaşamak için kazanma çabasına dönüşüyor. Fazlasına ihtiyacımız olmadığını ama ihtiyacımız olana bile ulaşmanın kolay olmadığını vurguluyor. Anne olmak ve özgürleşebilme sorunsalına tekrar dönecek olursak bunun da bireysel olarak atacağımız kararlarla paralel ilerlediğini görüyoruz. Sonuç olarak da hamilelikten ziyade en önemli noktanın kararlarımızın arkasından ne kadar cesur bir şekilde gidebildiğimiz şeklinde nihai bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin açılış sekansından kapanışına kadar oldukça dingin bir anlatımla karşı karşıyayız. Görüntü yönetmenliği, kurgu ve özellikle de oyunculuk su gibi akıyor. Ve çiçeklerden bahsetmeden olmaz. Filmin çoğu sahnesine çiçekler hakim. Ama doğal kokularından ziyade yapay olarak tatlandırılmaya çalışılmış çiçekler. Marcela ise çiçeklerin ortasında yapayalnız ve herkesin onu anlamasından çok uzak bir basitlikte yaşıyor. Doğmamış çocuğunun ultrasondaki halini görünce doktora kendisine benzeyip benzemediğini soruyor. Çiçekler nasıl narinse ve çok çabuk solup giderse Marcela da işte böyle. Onun kaderini çiçekler anlatıyor diyebiliriz. Amador aynı zamanda parçaları birleştirme ya da bütünü tamamen bozma üzerinden de okunabilecek bir film. Marcela’nın Amador’la konuşmaları esnasında Amador’a neden sürekli puzzle yaptığını sorar. Ona göre yapılmışı vardır ve onu yapmak için zaman harcamak boşunadır. Oysa Amador hayatın da bir puzzle dan ibaret olduğunu; doğumdan ölüme kadar geçen zamanda sürekli parçaları birleştirmekle uğraştığımızı söyler.

Filmin başrolünde “Acı Süt” ve “Madeinusa” de de oynayan Perulu aktris Magaly Solier var. Amador biraz kıyıda kalmış bir film de diyebiliriz. 30. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” kuşağında gösterildi. Gerçi ilgi tam yerindeydi. Bu yıl festivalin festivale en yakışan yerinde durmayı başardı.

Yönetmen: Fernando Leon De Aranoa
Senaryo: Fernando Leon De Aranoa
Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille
Yapım: 2010, Renkli, İspanya

(20 Mayıs 2011)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Arka Pencere Dergisi’nden Bir Korku Filmleri Seçkisi

Arka Pencere Dergisi, 81. sayısında, son 11 yılda Avrupa’da çekilmiş en iyi 11 korku filmini seçti. Klâsik bir başyapıtın incelendiği Aşktan da Üstün köşesinde, bu hafta Orson Welles’in sinema sanatının kaderini değiştiren şaheseri Yurttaş Kane var. Tunca Arslan, köşesinde, geçen hafta vizyona giren Devrimden Sonra’ya yakından bakıyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Kutsal Savaşçı, Kar Beyaz, Hayali Aşklar, Küçük Beyaz Yalanlar, Hop ve Çok mu Komik? yer alıyor.
Dergi bir Hitchcock alıntısıyla sona eriyor: “Charles Laughton gerçek anlamda profesyonel bir sinemacı değildi.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi’nden Bir Korku Filmleri Seçkisi yazısına devam et
  • 19 Mayıs’ta TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzesi, Saat 24:00’e Kadar Açık

    Türkiye’ nin ilk ve tek TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzes, 19 Mayıs’ta Müzeler Haftası kutlamalarına özel olarak sabah 10:00’dan, gece 24:00’e kadar açık olacak ve ücretsiz gezilebilecek. Müzenin giriş katındaki sergi salonunda, Turhan KA’nın Sesleri alan Marko Buduris isimli resim sergisi ve Yeşilçam müzikleriyle ziyaretçiler nostaljik anlar yaşayacak. Aynı gün saat 21:00’de ise ziyaretçiler müzenin birinci katında bulunan Ali Efendi Sinema Salonu’nda da yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı, başrollerini Gülşen Bubikoğlu, Erol Evgin ve İzzet Günay’ın paylaştığı Renkli Dünya adlı filmi ücretsiz olarak izleme fırsatı bulacaklar.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    19 Mayıs’ta TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzesi, Saat 24:00’e Kadar Açık yazısına devam et
  • 14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapanış Töreniyle Sona Erdi

    14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 12 Mayıs 2011 Perşembe gecesi Kızılırmak Sineması’nda yapılan kapanış töreniyle sona erdi. “İktidar” temasıyla yola çıkan festivalin, bu yıl üçüncüsünü verdiği “Genç Cadı Ödülü”nü, Çoğunluk filminin oyuncusu Esme Madra kazandı. Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Ödülü ise Belma Baş’ın filmi Zefir’e gitti. Ece Temelkuran, Sırrı Süreyya Önder, Can Dündar, İlksen Başarır, Zeki Demirkubuz, Meral Okay ve Derya Alabora’nın da aralarında bulunduğu 60’dan fazla sinemacı, yazar, gazeteci, akademisyen ve aktivist, festival söyleşilerinde seyircilerle buluştu.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapanış Töreniyle Sona Erdi yazısına devam et
  • Gişe Memuru, Kanaltürk Klak Sinema Programı’nda

    Genç, eğlenceli ve dinamik beyazperde turunun adresi Klak yine dopdolu bir bölümle karşınızda! Gişe Memuru’nun genç yönetmeni Tolga Karaçelik film hakkında merak ettiklerinizi Klak’a anlatıyor. Hangi filmi, niye izlemeli? Kar Beyaz, Kutsal Savaşçı, Beastly ve Küçük Beyaz Yalanlar, Klak 0 Km’de! Paskalya Tavşanı E. B. ülke sınırlarına girdi; Kenan Doğulu’nun seslendirmesiyle Hop, Klak Arkası’nda! Çok daha fazlası Gizem Ertürk’ün hazırladığı Klak’ta! Klak her Cumartesi 15:30’da Kanaltürk’te. Tekrarlar Cumartesi 20:30, Pazar 08:30 ve 01:30’da Bugün TV’de.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Gişe Memuru, Kanaltürk Klak Sinema Programı’nda yazısına devam et
  • Küçük Günahlar

    Düşünüyorum da, günahın “küçüğü”, “büyüğü” vardır doğal olarak, günah daha çok “dinsel”, biraz da “ahlâki / etik” bir kavram, hukuktaki karşılığı olarak “suç”u alırsak, küçüklerine kabahat, bunun dışında kalanlara ve de büyüklerine ilk tanımlamadaki tabirle suç deniliyor. Şöyle bir düşünelim hangimizin -hele de başkaları indinde- küçük günahlarımız yoktur.

    Görmemiş birine bir film nasıl anlatılır, görmüş olması halinde bile onun gördüğü film ile bizim gördüğümüz film farklı olabilirken. Onun için Küçük Günahlar’ı anlatmanın hiç bir alemi yok. Ama… filmlerimizde Kürt motifi çok eskiden beri kullanılmaktadır. Çoğunluk filmin yan karakterinden biri (aslında bunlar karakterden çok tiptirler) özellikle konuşması (biraz da giyimi ile) Kürtleşmeye çalışır, komedi filmlerinde zaman zaman Feridun Karakaya’ya bu tip giydirilmeye çalışılmıştır. İlerleyen yıllarda Kürtlük ağalık sorunu, kaçakçılık olayları ile filmlerde yer aldı ama çoğu kez adı belirtilmeden. Sayılabilinecek çok örnek var.

    Tipik bir örneği, Ümit Elçi’nin Mem-u Zîn’i (1991). Ehmede Xani / Ahmed-i Hani’nin halk söylencelerine dayanan yapıtından yapılan film, gösterime çıkarılmasından sonra ilk kez, Kürtçe dublaj yapılarak güneydoğu Anadolu’da gösterime çıkarıldı (benim hatırladığım böyle, yanılıyor olabilirim), sonra farklı örneklerle kürt imajı gerçek boyutları ile veya geliştirilmiş, idealize edilmiş bölümleri ile filmlere girmeye veya konularını oluşturmaya başladı. Yavuz Turgul, Gönül Yarası filminin başında kahramanı / öğretmeni -görevinin son gününde- köylülerle vedalaşırken Kürtçe konuşturttu ve -sanırım yine ilk kez- konuşmaların Türkçesi alt yazı ile yazıldı…

    Sonraki yıllarda, daha siyasal platformda “açılım” sözleri yokken, sinemamız da “Kürtleşme” hareketleri başlamıştı. Yılmaz Güney, senaryosunu yazdığı, birçok yerde yönetmen (veya ortak yönetmen) olarak adının yazıldığı, Şerif Gören’e yönettirdiği, Cannes -ortak- galibi Yol filminin kurgusunu yapıyor ve filmin bir bölümünde -cezaevinden yola çıkan- kahramanlarından birinin bölgesine ulaştığında -ulaşılan yer- (yazı ile) Kürdistan olarak tanımlanıyordu. Bu bölüm yıllar sonra ülkemizde gösterilen filmden çıkarılmıştı gerçi ama ödül alan filmde bu ibare yazılı idi.

    Mem-u Zîn ile başlayan çalışmalar devam etti ve 2010’lara gelindiğinde artık adı doğrudan Kürtçe konulan filmler vizyona girmeye başlamıştı. Bir yıl önce yurt içi ve dışında birçok ödül toplayan Selen Yüce’nin Çoğunluk filminde, kahramanımızın ilişki kurduğu Kürt kızı ailesi tarafından tepki ile karşılanır. Kız kendi ailesi tarafından da aranmakta ve şehirlerine götürülmek istenmektedir. Kahramanımız ailesinin baskısı ile kızı terk eder, ortada, yalnız başına bırakır. Kız ailesinin yanına götürülecek ve töresel (acımasız) vicdana bırakılacaktır.

    Rıza Kıraç’ın Küçük Günahlar‘ındaki Kürt kızı çok farklı konumdadır. Önce hem avukat sevgilisi ile hem iş yerindeki patronu ile arasındaki -masa sahibi- kadın işvereni ile ilişki içinde olan Melik gibi başına buyruk, nerede akşam orada sabah yaşayan biri, sadece sokakta gördüğü, sabahları penceresi önünden geçen kıza neden (?)tutulur veya -yıllar öncesinin, kızların hiçbir şeyden haberi olmadığı liseli aşıklar gibi- peşine düşüp izler? Ve kızı evinin kapısına kadar izler (fakat kapıyı doğru belirleyemez). Sonradan, kızın şiirlerinden aşık olduğu İsmet’e aşık olduğunu öğrenecektir.

    Sinemamızın en ilginç aşklarından biridir Şilan / İsmet aşkı. Melik hiçbir zaman bu aşkın üçüncü köşesi olamayacak ve bu ilişki bir aşk üçgeni olmayacaktır. Oysa Yeşilçam düzeni -biri çoğunlukla olanaksız da olsa- aşk üçgenlerine bayılır. Şivan tek başına Kürt akrabalarının yanına gidecek, herkesin öldü bildiği akrabasını bulacak ve onun önerisi ile yöresine dönmeyi benimseyecek ve bunu ağabeyinden bile saklayacaktır, tabii İsmet’ten de. Melik’e söyleyecek herhangi bir sözü yoktur zaten -hele bu konuda. Bu arada polisçe gözaltına alınır. Melik ve çalıştığı gazeteci, Melik’in avukat sevgilisi tarafından kurtarılır, daha sonra ise teşhis edilmeyen kişiler tarafından kaçırılarak dövülüp, gece yarısı kırsala terk edilir.

    Melik, Şivan’a ulaşamazsa da İsmet ile ilişkisini ilerletir ve gelinen bir noktada İsmet (Macit Koper), kendisi ile ilgili bir takım bilinmeyenleri, ağabeyi ile ilişkilerini Melik’e anlatacaktır. (Bu sahne Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’inde Haluk Bilginer’in sonradan Kader filmini oluşturacak monoloğunu hatırlattı bana / Koper’i bu sekans ile yeniden keşfetmek, az keyifli değil.) Tüm bunlardan sonra Küçük Günahlar, Yeşilçam’dan farklılaşma kulvarındaki yerini alır. (Koper’e ait not: O’nun oyunculuğunun payı ama diğer oyuncuları -Esra Ruşan, Berke Üzrek, Tülay Günal ve diğerleri de üzerlerine düşeni yapıyorlar.) Veda sahnesinde, İsmet, Şilan’a -ilk (ve son) kez- O’nu sevdiğini “Kürtçe” söylüyor. Bu sahne ile Küçük Günahlar, “aşk filmi” de oluyor.

    Evet, sinemamız Yeşilçam dönemini tamamlamıştır, o günlerin anlayışı ile filmler (özellikle diziler) hâlâ yapılmaktadır ama adına yaygınlaşmamış kalıbı ile Yeni Türk Sineması denilen, sınırları çok esnek (böyle olması çok daha iyi) yeni bir oluşum giderek gelişmektedir.

    Küçük Günahlar’ı bu farklı ortama çeken özelliği, barındırdığı Kürt sorunu değildir, anlattığı olay Yeşilçam’ın nerede ise kalıplaşmış biçimine uymaz öncelikle. Yeşilçam filmleri kabaca aşk, macera, komedi filmi kategorilerine ayrılır ve filmlerin ağırlıklı bir bölümünde aşk olmazsa olmaz… Bir eleştirmenimiz Körebe (Ömer Kavur) filmini eleştirirken, biraz da hayretle “filmde aşk yok” diye yazıyordu. Küçük Günahlar’da “aşk” demeyeceğim ama demem lâzım: Melik ile Şilan arasında aşk yok, oluru da yok! Aşk, Şilan ile İsmet arasında ama yukarıda da yazdım, sinemamızın en ilginç aşkı. Ve Şilan şiirleri nedeniyle aşık olduğu ve aynı şiir kitabını onlarca kere kitapçılardan çaldığı (ve götürüp kendisine verdiği) adamı terk ederek, şehrine / bölgesine, -çoğunluğunu tanımadığı adamların yanına- gitmek için, aşkını terk edecektir. Finalde İsmet ile Melik -orası bir çıkmaza bakan bir arka balkon veya bahçe mi?- yanyana, hiçbir zaman birbirlerine söyleyemeyecekleri şeyleri düşünerek otururlar… (Sinemamızda anlatılmamış bir hikâye anlatılmıştır)… Final jeneriği başlar. (Bu çok iyi, Yeşilçam döneminde uzun, uzun yıllar, filmlerin final jeneriği yoktu. Olay biter ve SON yazardı, bir iki filmde “son” yerine, “bitti” yazısı, Lütfi Akad’ın Gökçeçiçek filminin sonunda ise “Türk Malı” yazısı vardır. Benim gördüğüm bir ilk de Yılmaz Güney’in Umut filmindeydi, finalde “son” yazısı yoktur, film son karelerinde, sağ alt köşede UMUT yazısı çıkar, görüntü kaybolur, siyah film geçerken kadrajda -aynı yerde- “umut” yazısı devam eder… Sonradan Umut filminin sonuna işletmeciler / sinemacılar (?!) “son” yazısını eklediler.

    (21 Mayıs 2011)

    Orhan Ünser

    Sarsıcı Aşkta Büyük Trajedi

    İhanet (Partir)
    Yönetmen-Senaryo: Catherine Corsini
    Müzik: Georges Delerue-Antoine Duhamel
    Görüntü: Agnes Godard
    Oyuncular: Kristin Scott Thomas (Suzanne), Sergi Lopez (Ivan), Yvan Attal (Samuel), Bernard Blancan (Remi), Daisy Broom (Marion), Alexander Vidal (David)
    Yapım: Pyramide-Camera One-VMP (2009)

    Fransız yönetmen Catherine Corsini’nin “İhanet” filmi, tutkulu bir aşka düşen Suzanne’ın trajik hikâyesini anlatıyor. Bu filme 19. yüzyılın reailst romanının ruhu da bulaşmış.

    İngiliz Suzanne, cerrah Samuel’le evlendikten sonra fizyoterapistliği bırakmış. Samuel’den David ve Marion adındaki çocukları olmuş. On beş yıl sonra işine dönmek istetiğinde, o sıradan burjuva hayatı bambaşka taraflarda yol alıyor ve işçi sınıfında Katalan Ivan’a aşık oluyor. On beş yıl önce, Samuel’le evlendiği zaman fizyoterapistliği bırakan Suzanne, işine dönmek için evin kullanılmayan odasını bakımdan geçirdip işini buraya taşımak istiyor. Ustabaşı Remi, onarım işini Katalan Ivan’a veriyor. Ivan’la Suzanne arasında belli belirsiz bir ilişki oluşuyor. Ama önce kaza olması gerekiyor. Kazadan sonra Katolanya’ya, küçük kızını görmeye gitmek zorunda olan Ivan’a yol arkadaşı olan Suzanne’ın, başlarda Ivan’a cinsel istekle başlayan ilişkisi birdenbire tutkulu bir aşka dönüşüyor. Hatta evi, kocasını ve çocuklarını terk etmeye kadar götüren bir tutkuya sürüklüyor. Yönetmen Catherine Corsini, klâsik tarzda hikâye anlatmak istediğini belirtmiş bir konuşmasında. Hatta Lev Tolstoy’un realist romanı “Anna Karenina”sıyla Gustave Flaubert’in romantizmin idealizmine bir tepki olarak yazdığı realist romanı “Madam Bovary”sinin yakınlarında dolaşan bir film yapmak istemiş Corsini. Film, bu iki büyük romanın ruhunun içerisinde dolaşıyor. Orijinal anlamı “Gitmek” veya “Başlamak” olan “Partir – İhanet”, Türkçe adını aşan derinlikte anlamı olan bir film. Sanki, erkeğin bakış açısına yakın bu “İhanet” adı. Kadınlar tarafından baktığınızdaysa, fizyoterapist Suzanne’ın hikâyedeki bu aşkı hak ettiğini hissediyorsunuz. Corsini, Paris’e 74 km uzaklıktaki Eure-et-Loir bölümündeki açıkhava müzesine benzeyen Dreux komününde 1956’da doğdu. Buralarda filmlerini pek göremediğimiz yönetmenlerden o.

    Doğayla bütünleşen aşk…

    Bu filmin hikâyesi, Fransa’nın güneyinde Akdeniz’in sahil şehri Nimes’de geçiyor. Akdeniz güneşi altındaki bu şehirde, evliliği ve ailesi için hayatında her şeyi gerilere atmış Suzanne’ın geç kalmış aşkı yansıyor. Suzanne, işçi sınıfından göçmen Ivan’da belki de doğallığı ve içtenliği buluyor. Sahte burjuva değerlerinin yapaylığında boğulmuş Suzanne, Katalonya’nın doğası gibi doğal Ivan’a neredeyse ipinden boşalmışçasına tutuluyor. Bu aşkın öteki tarafında Samuel var. Belki de karısını “cahil” bir göçmen işçiye kaptırmanın aşağılık kompleksini yaşıyor. Samuel, Suzanne’la Ivan”ın aşkına karşı nüfuzunu kullanıyor ve onlara yaşama hakkı vermiyor. Basit bir suçtan hapiste kalmış Ivan’ın bu durumunu kullanıyor Samuel. Sonunda kazanan hiç kimse oluyor bu trajik aşkta. Sonu açık uçlu olsa da neler olabileceğini tahmn edebiliyorsunuz finalde. Corsini, bu filminde yoğunlukla François Truffaut’nun filmlerinde kullandığı müzikleri kullanmış. Bestecilerse Georges Delerue ve Antoine Duhamel. Filmde, Duhamel’in Truffaut’nun 1969 yapımı “La Sirene du Mississipi – Evlenmekten Korkmuyorum”da yazdığı “L’amour Retrouve” teması da kulaklara geliyor. Delerue’nün Trufaut’nun 1981 yapımı “La Femme d’a Côte – Penceredeki Kadın”la 1983 yapımı “Vivement Dimanche – Neşeli Pazar” için yazdığı birçok tema da duyuluyor. Filmde, Frederic Chopin’den “Andante spianato Op. 22″yi de dinliyorsunuz. Piyanoda da İdil Biret var. Bu müzikler gerçekten etkileyici.

    (Bu yazı 20 Mayıs 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (20 Mayıs 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Mamak’ta ve Kahpe Devran, Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde

    Alanya Sinema Kültür ve Tanıtım Derneği’nin düzenlediği Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali gösterimleri devam ediyor. Alanya Kültür Merkezi’nde dün gösterilen Mamak’ta ve Kahpe Devran’ın gösterimlerine filmlerin yönetmenleri Sezgin Türk ile Cahit Çeçen de katıldı ve seyircilerin sorularını yanıtladı. Mamak’ta, farklı sosyal, kültürel yaşamlardan gelmelerine karşın yolları Mamak Askeri Cezaevi’nde kesişen 12 Eylül mağduru kadınları anlatıyor. Kahpe Devran, ise sıradan üç insan, Musa Karagöz, Hasan Gençer ve Metin Demir’in hayat hikâyelerini Sait Faik’in öykülerinden çıkmışçasına, insancıl bir yaklaşımla anlatıyor.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Mamak’ta ve Kahpe Devran, Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali’nde yazısına devam et
  • Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali

    Dışişleri Bakanlığı’nın İstanbul’da düzenlediği 4. Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı kapsamında düzenlenen Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali’nde dünyanın en yoksul ülkelerinin filmleri gösteriliyor.
    11 – 17 Mayıs 2011 tarihleri arasında düzenlenen festivalde 36 sinema filmi, Beyoğlu Sineması, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve Kadıköy Moda Sineması’nda ücretsiz olarak izlenebiliyor. Avea’nın kurumsal sponsorluğunda gerçekleştirilen festivalde filmleri gösterilen ülkelerin 33’ü Afrika’da, 14’ü Asya’da ve 1’i de Amerika’da bulunuyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali yazısına devam et
  • Ozon’dan Politik Bir Komedi

    Kadın İsterse (Potiche)
    Yönetmen-Senaryo: François Ozon
    Oyun: Jean-Pierre Gredy-Pierre Barillet
    Müzik: Philippe Rombi
    Kurgu: Laure Gardette
    Görüntü: Yorick Le Saux
    Oyuncular: Catherine Deneuve (Suzanne), Gerard Depardieu (Babin), Patrice Luchini (Robert), Judith Godreche (Joelle), Karin Viard (Nadege), Jeremie Renier (Laurent), Elodie Frege (Genç Suzanne)
    Yapım: Fransa-Belçika (2010)

    Fransa’nın kuzeyindeki Sainte-Gudule kasabasında insana dair her şey var. İşçi sınıfı, sadakat, ihanet, çıkar ve birçok şey. İnsanı güldüren bu film, işçilerin hakkını verirseniz her şey güzel olur diyor.

    Fransız yönetmen François Ozon’un 30. Uluslararası Film Festivali’nde de gösterilmiş “Potiche – Kadın İsterse”, mizah yüklü bir politik film. Hikâye, Fransa’nın kuzeyindeki Sainte – Gudule kasabasında geçiyor. Aslında gerçeklikte böyle bir kasaba yok. Ama, gerçeklikte Sainte – Gudule var. M. S. 712’de ölen Brüksel’in koruyucu azize bakiresi o. Ölümü 8 Ocak olduğundan her yıl anma yapılıyor onun için. Nord-Pas-de-Calais bölgesinde, Saint-Amand-les-Eaux komünü içinde sanıyorsunuz Sainte – Gudule kasabasını. Gerçeklikte Ozon bu filmini, Belçika’nın Valon bölgesinde çekmiş. Ağırlıklı olarak da, Brüksel’in Anderlecht ilçesinde. Şu dünyaca ünlü Anderlecht futbol takımının yaşadığı bölgede. Filmin başında, Suzanne’ın “joging” yaptığı, sincaba selâm verdiği, iki tavşanın çiftleştiği yer, Valon bölgesinin ünlü Ardennes Ormanı. Yıl 1977. Le Figaro Gazetesi okuyan burjuva patron Robert Pujol, şemsiye fabrikasında elinden gelse işçilere para vermeden onları köle gibi çalıştırmak isteyen biri. İşçi sınıfı da bu yüzden hakları için greve giderken patronlarını esir alıyorlar. Robert – Suzanne çiftinin sanata yakın duran hümanist oğulları Laurent, babasını esaretten kurtarıyor. Ardından fabrikadaki sorunu çözmek Suzanne’ın işi oluyor. Para harcamaktan başka meşguliyeti olmamış bu burjuva kadını sorunları çözebilir mi? Bir de araya kasabanın komünist belediye başkanı Babin de giriyor ve hikâye karışıveriyor. Suzanne’ın, şimdilerde sekreteri Nadege’le ilişkide olan kocası Robert daima çapkın olmuş. Ya Suzanne, evlilikleri boyunca rahat durmuş mudur? Gençliklerinde, Babin ve Suzanne kısa bir ilişki yaşamış. Bu yüzden Babin, bir ara Laurent’ı oğlu sanıyor. İşte bunları öğrenirken, işçiler hakkını alıyor ve fabrika iyi üretim yapmaya başlıyor. İyi şeyler sonsuza kadar sürmüyor ve Robert, kızı Joelle’in desteğiyle çoğunluk hisselerini ele geçiriyor çok geçmeden. Her şey başa dönerken, Suzanne belediye başkanlığına aday oluyor ve başkanlığı Babin’den alıyor.

    Kadınların zaferi…

    Senaryoyu da yönetmen Ozon’un yazdığı bu politik tarafları olan filmi, kadınların zaferine ve bağımsızlığına bir selâm olabilir. Bu filmin bir yönüyle de Jacques Demy’ye de (1931 – 1990) bir selâm olduğu belirtilmeli. Demy’nin 1964 yapımı müzikali “Les Parapluies de Cherbourg – Cherbourg Şemsiyeleri” filminde Catherine Deneuve başrol oynamıştı ve şarkılar söylemişti. Deneuve, Demy’nin filminde de şemsiyelerle ilgileniyordu. Demy – Deneuve işbirliğinden birçok film çıkmıştı geçmişte ortaya. Catherine Deneuve, Ozon’un filminde de, Fransız şarkıcı Michele Torr’un “Emmene-moi danser ce soir” şarkısına eşlik ediyor. Şarkıda, altı yıldır evli olan bir kadının kocasının ilk zamanlardaki kurlarına özlemi anlatılıyor. Ozon’un filminde Jean Ferrat’nın “C’est beau la vie” şarkısı da duyuluyor. Bu filmin estetiği, az da olsa Remy sinemasına yakın gibi. Ozon, perdede görüntüleri bölerek yansıtmış filminin başlarını. Norman Jewison, 1968 yılında Steve McQueen’i oynattığı “The Thomas Crown Affaire – Kibar Soyguncu” filminde bu tekniği çok iyi kullanmıştı. Filmin atmosferi, gerçekten 1970’lerin ruhunu yaşatıyor. Neredeyse bu filmin 1970’lerde çekildiğini bile söyleyebilirsiniz. Eğlenceli, komik ve politik bu film, Ozon filmlerini sevenleri mutlu edecek gibi.

    (20 Mayıs 2011)

    Ali Erden

    [email protected]