Alıcı gözüyle çok film seyretmeyi, gözün bakan kısmının kabuğunu soyup gören kısmı aydınlığa kavuşturma egzersizi olarak kabûl edersek, sinemanın ve edebiyatın en şanssız türü polisiye olacaktır. Külliyatından hallice faydalanmış olmak analiz kabiliyetini kuvvetlendireceğinden, polisiye eser klişelerden arındırılmış, meselesine ekstrem bir orijinallikle bakan bir iş de olsa vakanın çözümü çok erken vakitte kapımızı çalabilir dolayısıyla bu durum bulmacanın doğası gereği alınacak keyfi minimize edebilir.
Bana kalırsa son dönem polisiye filmlerin ve romanların en önemli farklılığı da, bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için gittikleri taktik değişikliği. Bu işler, serim ve düğümü aşina olduğumuz şekilde (ilk akla gelecek örnekler envai çeşit Chandler ve Agatha Christie işi olabilir) sunuyorlar. Ortada bir vaka oluyor, görevi onu araştırmak ve nihayete kavuşturmak olan bir kahramanımız ve vakanın çember içine aldığı çeşitli cemiyetlerden tipler var ve kahraman çizilmiş çemberin içini muhatap alarak karineleri takip ediyor.
Değişiklik çözümde kendini belli ediyor. Eski işlerde kahraman yalnızca elinde olanlarla kıvrak zekâsını ve açıkgözlülüğünü aynı potada eritip noktayı koyardı, fakat “yeni” çemberin dışını da muhatap alıyor ve elde olanların hiçbir işe yaramayacağı hissini okuyucuya / izleyiciye aşılıyor. Başlarda bir ipucu bulunuyor, üzerine şüphe gölgesi düşmüş birileri ele geçiriliyor. Fakat biz biliyoruz ki esas kahramanları heyecana sevk eden bu durum hiç de dişe dokunur bir sonuç doğurmayacak. Çünkü asıl infilâk finalde. Çünkü biliyoruz ki finalde -bir kelime bir kavram bu kadar kısa bir sürede ancak bu kadar eskitilebilir- bizi bir sürpriz bekliyor.
Evet, sürpriz kavramı bilinen ilk polisiye işlerde de türün gereği olarak karşımıza çıkardı ama “yeni”nin sürprize bakışı, bilinen görünen her şeyin deforme edilmesi. Elinizdekilerle çözümün en ufak parçasına kani olamazsınız çünkü meğerse hiçbir şey bilmiyorsunuzdur. Kahramanın sizin (belki de kendinin) bilmediği bir özelliği ortaya çıkar, hatırlamadığı / hatırlamak istemediği bir anı peyda olur, zannedilmeyen tanışıklıklar, alışverişler bazı fitilleri ateşler, iyi aslında kötü, kötü aslında iyidir. Ve olayların nedenleri, kaynak arz eden bir kavramla temasallaştırılır.
Maxime Chattam, Jean-Christophe Grange, Tess Gerritsen gibi yazarlar bahsettiğimiz nedeni saf kötülükten beslenen bir ruh haliyle temasallaştırır, bizim edebiyatımızdan Ahmet Ümit ise kötülük kavramını temasına, ruh haliyle özdeşleştirmeden vuku bulan çok katmanlı bir dokunaklılıkla yerleştirir.
Av Mevsimi’ne bu girizgâhın ışığında bakarsak, Yavuz Turgul’un tercihleri “yeni”den ve dokunaklılıktan yana oluyor. Fakat Av Mevsimi’nin zayıf bir film olmasının sebebinin temeli bu tercihlerde değil, Yavuz Turgul’un bu tercihlerini kendi sinema görüşünden bağımsız bir şekilde servis etmesinde gizli. Nedir bu farklılıklar?
İlk olarak, Av Mevsimi’nde Turgul’un gözde teması yok. Yani düzenin eskittiği / istemediği adam yok, düzeni istemeyen adam var. Eski – yeni çatışması yok, tam tersine iki eski toprağın mücadelesi var. Bu olumsuz bir durum mu? Tabii ki değil ama bu değişikliğin ibresini olumsuz tarafa yatıran ikinci bir farklılık var: Turgul’un bir işinde ilk kez “karakter” yok. Sembolik isimleri dışında Avcı’nın hüviyetindeki basiret ve taraf olduğu cevval karşıtlığı, Deli’nin fütursuzluğu, Battal’ın nefse itimadı, Asiye’nin kesin kararlılığı, Çömez’in geçmek bilmeyen obsesyonu, bu karakterleri çevreleyen çemberin dışındaki karakterlerin birbirleriyle olan tahmin edilmez bağlantıları… Beklenen eksantrik sonda hepsi bir yere oturtuluyor, evet ama tüm bunlar bilâkis suni ve yalnızca oturtma telâşına hizmet eden bir resim çizmeye mahkûm. Turgul’un fıtri meziyetlerinden biri olarak kabûl görecek diyalog yazımı da bu karakter yoksunluğundan kaynaklanan yavanlıkta. Bu eksiklik en çok, Turgul’un en nefes alıp vermeyen antagonisti Battal’ın Avcı’yı izaz ettiği sahnelerde ve Avcı – Deli – Çömez’in çeşitli evveliyatlardan günümüze hareketle içlerini döktükleri anlarda kendini belli ediyor.
Üçüncü ve bence en önemli farklılık / eksiklik ise filmin tam olarak ne bir tema, ne bir cümlenin peşinde olması. Filmin tanıtımlarında kullanılan ve filmi açan, estetiği fetişizm boyutundaki sahnenin akla getirdiği tek şey var, o da gizem. Fakat filmin hareket ettiği cümle “Bir cinayetin hayatınızı sonsuza dek değiştireceğini bilseniz yine de peşinden gider misiniz?” muallâkı ve bu cümle gizem hissiyatıyla kesinlikle koşut değil ve cinayet hikâyesi tek katmanlı olup, değişen hayatlar da salt dramatiklik ve sinir harplerine yüklenince bu ikilinin geçimi zorlaşıyor, istikbâlleri parlak görünmemeye başlıyor.
Bu elzem eksikliklerin dışında popüler sinema gramerini çok iyi bilen bir adamın filminde tahmin edilemez poplukta sahnelerin yer alması (Deli’nin Ete Kurttekin parçasıyla özdeşimi), hareketli kamera kullanımındaki yapaylığın plân kesim ve plân bağlamalardaki uyumsuzlukla birleşmesi, bazı sahnelerin dekupajında ciddi sıkıntıların olması, Av Mevsimi’ni zayıf hazırlandığından ötürü çeşitli kutuların boş kaldığı, bazı durumlarda dolu kutuları da hesaba katmamızın gerektiği, bu yanlışlıkların çeşitli harflerin üzerinden başka harflerle geçmemiz zorunluluğunu ortaya çıkardığı, hevesle elimize aldığımız ama tüm bu aksaklıklardan ötürü zihnimize beklediğimiz jimnastiği yaptırmadan elimizden bıraktığımız keyifsiz bir bulmacaya dönüştürüyor.
Av Mevsimi’nden önceki Yavuz Turgul sinemasına getirilebilecek tek eleştiri “Bu adam farklı hikâyelerle hep aynı filmi yazıyor / çekiyor” olabilirdi.
Ama bu eleştiri onun o filmleri çok iyi kotarmasına engel teşkil etmiyor, çeşitli zorlukların altından en zor zamanda alnının akıyla çıktığı gerçeğini de değiştirmiyor.
Bir düşünün, Eşkıya’yı başarma olasılığı, o zamanlarda milyonlarca kişinin değerini bilmediği bir şeyin hayranlık uyandıran bir olaya dönüşmesiydi ve yaşananları hatırlıyorsunuz.
Tüm bunlardan hareketle Turgul’un önceki altı filmlik filmografisinde en iyi filmi olarak Muhsin Bey’i başa koyup, en alt sıraya da Gölge Oyunu’nu yerleştirdiğimde, Av Mevsimi’nin en zayıf işi olmasına karşılık Gölge Oyunu’nun altında yer almayıp yeni bir filmografinin en alt basamağına namzet olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu durum Yavuz Turgul sinemasında yeni bir yolu işaret ediyor mu bilinmez fakat şayet öyleyse o yol Ridley Scott’ın Thelma & Louise, Christopher Nolan’ın Memento ve Shyamalan’ın Signs sonrası girdiği tarzda yollarla kesişmez umarım.
(07 Aralık 2010)
Ahmet Can Yıldız
[email protected]