Tuva Semmingsen’in büyüleyici yorumuyla “lascia ch’io pianga”yı dinleterek prolog kısmını bize sunuyor Antichrist. Oldukça dingin başlayan görüntüler ve müziğin de hipnotize edici gücüyle damarlarımızda bir ağırlaşma başlıyor. Kolumuzu kaldıramaz oluyoruz. Sanki ihtiras bizi sarmalıyor ama üzerimizdeki o ağırlık yüzünden bedenimizi kontrol edemiyoruz. Kar taneleri mümkün olabilecek en yavaş haliyle perdeden siyah beyaz görüntüler eşliğinde kayıp giderken bedenimiz de hayalimizdeki bedenin içinde tekleşmenin hazzını yaşıyor. Aslında tüm bu açılış sahnesinde bir aldatmaca var. Yaklaşık 10 sn.lik bir görüntü 10 dk. boyunca bize gösteriliyor. Renklerin yaratacağı bir yanılsama yok. Müzik ise başkaca bir şeye konstantre olmamıza engel oluyor. Kullanılan tekniğin istenirse eğer seyirciyi ne derece manipüle edebileceğini de göstermiş oluyor Trier bize. Ama Trier tam da bu noktada her şeyi öylesine bütünleştirici bir etki yaratarak sunuyor ki bize, teknik yanılsamaların içine sağlam fikirlerin ve görsel olarak sinemada görmeye çok da alışık olunamayacak cesur sahnelerin yerleştirilmesiyle bütünsel olarak yönetmenin kişisel mastürbasyonunu da tamamlamış oluyor. İnsanın içindeki hayvani dürtülerin de ne kadar bireyin şahsına münhasır olduğunun başarılı bir şekilde ifade bulduğunun altını çizmiş oluyor. Güçlü yorumu ve bize insanı en uç haz anındaki şeffaflığıyla yüzleştirmesiyle Antichrist’in sırf prolog sahnesi bile sinema tarihinde unutulmayacaklar arasında yerini alabilir. Aynı zamanda naif haliyle de dikkat çeken bu sahneyi fantastik unsurlarla da bezeli bir çeşit vicdan sorgulamasından bağımsız tutmak mümkün değil. Charlotte Gainsbourg’un yüzüne de bu hadise çok yakışmış.
Filmi 3 tema üzerinden incelemek mümkün. Bu temaların dinsel ya da mitolojik temellerinden bağımsız bir şekilde ele alınması ise daha tercih edilebilir bir eleştiriye zemin hazırlıyor. Keder, acı ve umutsuzluk… Süreç, aynen bu şekilde ilerliyor ama biz bu şekilde ilerlediğine episodik anlatımlar sayesinde daha da emin olabiliyoruz. Keder başlıklı bir bölüm açıldığında kedere dair ne olabilecekse zihnimizde hazırlığımızı yapıyoruz ve aynı durum diğer bölümler için de geçerli oluyor. Film üç dilencinin bizden varoluşumuza sahip çıkmasıyla, bize tuttuğu aynayla ilerliyor ve tüm korkularımızla, korkularımızı nasıl alt edeceğimizi sorgulatmakla bizi cezalandırıyor. Filmde kadın karakter ve erkek karakterin isimleri bize hiç söylenmiyor. Duyduğumuz tek isim filmin başında ölen çocuklarının ismi. Yani bizim yarattığımız şeye atfettiğimiz değerin sembolize edilmiş hali. Kendimize ise bir değer biçemediğimiz bu dünyada bencilliklerimiz ve yenik düşmelerimizle anlamsızlaştırdığımız çocuklarımız. Diğer bir okumayla da başkaları tarafından yaratılan bizler ve gittikçe isimsizleşmeye mahkûm edilmiş beyinlerimiz. Tek umursadığımız kendi vicdanımızı rahatlatmak ya da usulsüz olarak bi şeylere sahip çıkmak. Film, insanoğlunun hiçleşmeye mahkûm edildiğinden tutun, aslında hayvani dürtü diye bir şeyin tüm canlıların varoluşunun temelinde yatan bir gerçek olduğuna kadar birçok yoruma açık. Lars Von Trier’in filmografisinde bambaşka bir yerde diyemeyeceğim çünkü zaten Trier’in filmografisi özellikle teknik anlamda kendini geliştirmeye dönük bir yapıda seyrediyor. Dogville, Lars Von Trier’den Beş Engel gibi filmler yapmış, ardından da pek de bir anlam verilemeyen belki de fazla stilize edilmiş Emret Patronum’la bizi selâmlayan bir adamın Antichrist’e kadar ulaşan süreçte ne gibi çılgınlıklar yapabileceğini tahmin eder hale geldik. SİYAD’ın bu yıl 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali için seçmiş olduğu En İyi İlk Filmler kuşağında Trier’in “Suç Unsuru” filmi gösterildi ki 35 mm formatında beyazperdede bu akıl almaz deliliğe şahit olmak kendimi oldukça şanslı hissetmeme yetti de arttı bile. Avrupa’nın hâlâ ortaçağdan kalma skolastik yapısına dem vuruşuyla, hikâye içinde yarattığı hikâyelerle, kurgunun izleyeni ters köşeye yatıran sürprizleriyle sıradışı bir yönetmenin ilk göz kırpışına da tanık olmuştuk. Antichrist’in görsel anlamda çok daha cesur olan anlatımına şaşıramayacağımız kadar orjinal ve kusursuzdu “Suç Unsuru”.
Şimdi de biraz Trier’in kadınlara ne yaptığı üzerine üç beş kelâm edelim. Kadınlar hem suçlu, hem fedakâr, hem anne, hem sadık bir eş hem de yalnızlar bu hayatta. Antichrist’e göre üçgenin tepesinde kadının kendisi vardı. Hayatın merkezi iyiliğiyle, kötülüğüyle kadına odaklı bir bakış açısına sahip. “Dancer in the Dark”ta müzikâllerin dayanılmaz çekim gücüne kapılıp gittik Selma karakteriyle. Göremediğimizi gösterdi bize. Aslında oldukça klâsik bir senaryoyu dramatize ettikçe etti ve çivi çiviyi söker hesabı bizi gözyaşlarına boğdu. Belki de Trier’in dertlerini kadınların çektikleri cefalarla ifade etmek çok daha doğru bir anlam buluyordur. Dogville ile başlayan Fırsatlar Ülkesi Amerika üçlemesinde de kadınlar dünyayı kurtarmaya yelteniyorlar ama battıkça dibe batıyorlar. Antichrist’te de Charlotte Gainsbourg’un oyunculuğu oldukça vahşi. Tıpkı Emily Watson, Björk, Nicole Kidman gibi belli bir ön hazırlık süreci geçirmişe benziyor. Bu konuda da Lars Von Trier’in kendine has çalışma teknikleri de meşhur zaten. Karakteri psikolojik olarak zihinde tam olarak oturtmaya çalışıyor ya da belki de David Lynch misali oyuncunun karakter hakkında bir şey anlamaması işine geliyordur. O ya da bu şekilde sonuç itibariyle olayın süzgeçten geçirilmesi sıkı bir yorgunluğu da beraberinde getiriyor.
28 yaşına hızla yaklaşmak olduğum şu günlerde Antichrist bana ne kattı peki? Ya da katması gerekiyor muydu? Sanırım ikinci soruya verilecek yanıt sinemasal anlamda herkesin ne tarz bir duruşu olabileceğine de açıklık getirir. Ama ben bu sorulara net bir cevap veremeyeceğim. İzlenilen şey bir şeyleri ifade etme derdini bariz bir şekilde ortaya koyuyorsa bana da bir şey katmasını daha bir fazlaca bekleyebilirim. Ama bunların bir sınırı da yok tabiiki. Antichrist çoğu insanın beynindeki tabulara sert bir eleştiri getiriyor. Olduğu kesin olan ama kabûllenilmesi ya da fark edilmesi güç olan noktalara giriyor. Özümüzde varolan bencilliğimizi dışavuruyor. Yer yer simgesel anlatımlarla yer yer de direkt olarak söylüyor derdini. Film ülkemizde “Deccal” ismiyle gösterime girdi. Çok fazlaca bir yorumu öncesinde yapmaktansa şu şekilde bir açıklamaya yeltenmeyi daha uygun buluyorum:
“Deccal*, ahir zamanda farklı inançlara göre Mesih’in veya Mehdi’nin ikinci kez yeryüzüne gelmesinden önce insanlığın dini inançlarını kullanıp saptırarak kötülüğe ve sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce yada varlık. Hadislere göre, Deccal kıyamete yakın bir zamanda Mesih’in dünyaya zuhurundan önce Allah tarafından insanları kötü yola ve imansızlığa çağıran, Âdem ile kıyamet arasındaki vakitte Allah’ın yeryüzüne gönderdiği en büyük fitnedir.”
O halde benim anladığım kadarıyla Antichrist ya da Deccal, nasıl telâffuz edersek edelim bahsedilen kötülük insanı şehvetinin kurbanı yapacak bir kötülüktür. İnsanoğlunun da şehvetinin kurbanı olduğunu itiraf edersek herkesin içinde bir deccal var o halde. Trier içi boş olmayan bir söylevin derdinde. O ya da bu şekilde pek kayıtsız kalınamayacak bir filmle yine aklımızı bulandırabilmeyi başarmış.
* http://tr.wikipedia.org/wiki/Deccal
(22 Haziran 2010)
Görkem Akgün