01 Ocak 2010 Haftası

“Adalet Peşinde”, somut kanıtlar ve yüzde yüz emin tanıklar olmadan suçluları mahkûm ettiremeyen hukuk sisteminde, karısını ve kızını öldüren katille ‘anlaşma yaparak’ suç ortağını idama gönderen fakat onun birkaç yılla çıkmasını sağlayan ‘yıldız’ savcı ile tüm bir sistem uygulayıcılarına, on yıl sonra savaş açan adamın hikâyesi zaaflarla dolu. Sürprizleri açıklamak istemesem de, şunu söyleyebilirim ki, adaleti gerçekleştiremeyen devlet yapılanmasına karşı kendi bireysel yargısını oluşturan ‘canı yanmış’ insanlara dair filmlerin bu son halkasında, seyircinin iki önerme arasında ‘sıkışması’, filmin gerçekçilik çizgisinin sürekli kesintiye uğraması nedeniyle, pek sağlanamıyor. Çünkü film, bir yerden sonra, müthiş plânlarını uygulamaya koyarak yetkililerle uğraşan adamın olağanüstü yetenekleriyle bir heyecanlı kedi-fare oyununa dönüşüyor. Peki, ama nerede bizleri yeniden ciddi tartışmaların içine yollayacak şu hukuk denilen tuhaf oyuna dair tartışma? Filmin yanıtı: Canım soruları attık ya ortaya, yeter işte; şimdi arkanıza yaslanın ve eğlencenin tadını çıkarın; hem aksayan yanlarını tartıştığımız hukuk sitemimiz mevcutların içindeki en iyisi, idare edin! İyi çekilmiş bir gerilim – polisiye olduğu yadsınamaz, fakat bir yanıyla düş kırıklığı yazık ki.

“Aşkım”, 1. Dünya Savaşı öncesi, yirminci yüzyıl başında, “güzellik çağı”nın son gülüşlerinde, zengin erkeklere sundukları ‘dostluk’larla onlar üzerinden servet sahibi olan kadınların arasına konuk ediyor; ‘uslanması’ için annesinin yakın arkadaşının himayesine verilen 19 yaşındaki güzel çocuğun, görmüş geçirmiş kadınla yaşadığı aşkın ışıklarını sıçratıyor perdeden… Çok hoş, ince, şık, zarif olsa da kadın yaşlanmakta… Ve şimdi de, altı yıldır birlikte yaşadığı ‘Cheri’sini bırakmak zorunda olmasının acısını çekmektedir. “The Queen – Kraliçe” ile son soyluların duvarlarından içeriye sızan Stephen Frears, yüzündeki çizgiler derinleşmekte olan Michelle Pfeiffer’le, seyirciye, yaşlanmanın onulmaz hüznünün ve aşkın annelik şefkatine doğru değişiminin duygusal basamaklarını çıkarıyor. “Cheri”, her sahnesi, her mânâda güzelliğe adanmış, ateşlerle bozulup çirkinleşmeden önceki bir dünyanın son masum hali. Enfes bence.

“Soul Kitchen”, Hamburg şehrinin capcanlı hücrelerinin sıcaklığı içinde, aşkı, tuhaf ilişkileri, şansı / şanssızlıkları, tesadüfleri ve müziği, dansı, yemek kültürünü ve de bir arada bulunup paylaşmayı ‘yaşayan’ ortalama insanları, doğal görüntülerle, abartısız bir aksiyonla, aksamayan bir ritimle anlatıyor. Fatih Akın, filminin ruhunu giderek plâstikleşen kentin eski / kirli köşelerinde dolaştırmayı bilmiş. Hoş, sürükleyici, eğlenceli ama o kadar; izledikten sonra yüreğinizde kalan bir şey yok! Yani, abartmak doğru değil bu filmi. Çünkü eşdeğer, bazen de daha iyi öyküler ve performanslarla önümüze her yıl epey Hollywood filmi geliyor. Örneğin ben Digiturk’ün film kanallarında öyle benzerlerini izledim ki… Basın gösterimindeki aşırı ilgi, Fatih Akın isminden kaynaklanıyor. Yoksa aynı filme tanınmayan bir yönetmenin adını yazın, kimse gelmez bile. Tiraja odaklanmış, acayip bir basın işte!

“Yahşi Batı”, Türkiye’nin en önemli komedyenlerinden biri olarak, sinemada da değerli işler yapacağının ve giderek olgunlaşacağının sinyallerini verdiği “Hokkabaz”dan sonra, nedendir bilinmez, yeni kuşaktan biriyle yani Şahan Gökbakar’la yarışmaya soyunması, Cem Yılmaz için parasal değil ama sanatçı olarak tam bir geriye gidiş! Yapım olarak Türk Sineması ortalamasının üzerinde, fakat argoya sığınmış güldürme yöntemleri iyice diplerde ve zekâ barındırmayan, ucuz şovenizm numaralarını bile beceremeyen bu filme imza atması üzücü! Seyirci gitsin gülsün tabii, böylece örneğin at y…rağına konan kelebeğin nasıl nazikçe alındığını da görür… Her şeyi gişelere endeksleyen hırs ne fena!

(30 Aralık 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]