İki Dil Bir Bavul hızla hayatımıza girdi. Hızla deyince macera filmi sanılabilir. Oysa sakin, dingin bir film. Yine de içinde sessizce ve hatta bazen sözsüzce birçok kelime, canlılık, hareket ve çatışma barındırıyor.
Film yeni mezun bir öğretmenin Urfa’nın bir Kürt köyüne atanmasıyla başlıyor. Öğretmenimiz Türkiye’nin batısından, Denizli’den gelen bir genç. Daha hayatının da meslek yaşamının da baharında. Yeni nesil Türkiye’nin, Türk değerlerinin ve Türk kültürünün temsilcisi. Gittiği köy ise Türkiye’nin en doğusunda, Türk kimliğinin sınırlarının zorlandığı, yerine Kürt kimliğinin hem dil hem kültür hem de yaşam olarak önde geldiği bir yer. Öğretmenle köyün coğrafyaları farklı, iklimleri farklı. Bu da en şirin söylemle “Türkiye mozaiği”nin gerçeği.
İki Dil Bir Bavul bu yer yer artan çatışmayı hiç de sert bir dille anlatmıyor. Usul usul genç öğretmen Emre’nin peşine takılıyor ve ortada olanı kaydediyor. Emre hoca ılımlı ve girişken bir yapıya sahip. Tamamıyla yabancı olduğu köye yerleşiyor, yavaş yavaş uyum sağlıyor, bir yandan da Türkçe konuşamayan çocuklarla derse girmeye başlıyor. Öğrencilerin çoğunun günlük hayatlarında Türkçe yok. Sonra bir gün geliyor, yaşları yedi, sekizi buluyor ve okula geliyorlar, getiriliyorlar ya da çağırılıyorlar. Okulda onlardan Türkçe konuşmaları bekleniyor, derslerini Türkçe işlemeleri gerekiyor. Çok temel bir sorun çırılçıplak ortada duruyor. Bu çocuklar Kürtçe konuşuyor, nereden bakarsak bakalım en azından çift anadilliler. Hatta bir sahnede Kürt bir babanın dile getirdiği gibi anadilleri Kürtçe, yabancı dilleri Türkçe. Peki, elde değil, sormak gerek: Türkiye’nin eğitim sisteminde bu çocukların yeri ne? Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası oluşturduğu eğitim politikasında Türkiye’nin doğusu ve doğunun halkı nerede duruyor? Nerede durduruluyor? Dahası oraya yollanan eğitim ve öğretim elemanları bu sistemin içinde nerede duruyor ve durduruluyor? Başta bir plân varsa bile, şu anda plân bile kendinden habersiz işliyor. Çark dönüyor dönmesine ama giden öğretmenlerle her şeye rağmen okumayı ve yazmayı öğrenmek için gelen öğrenciler sayesinde. Olanlar yeni değil, duyulmamış da değil. Ama İki Dil Bir Bavul hafıza tazeliyor ve yeni sorular sorduruyor. Türkiyeliler’e bazı şeyleri hatırlatıyor ve uzun süredir göz ardı edilen meselelerin üstüne tekrar düşünülmesini sağlıyor.
İki Dil Bir Bavul dingin diliyle hiç sıkmıyor, rahatlıkla izleniyor. Önce Emre öğretmenin ensesinde gezinen kamera insanı şaşırtıyor ama sonra alışıyoruz. Çoğunlukla belgesel dili hakim. İzliyoruz, sakince izliyoruz. Bazı yerlerde saf belgesel dilinin ve metotlarının dışına çıksa da yönetmenlerinin de bir söyleşide söylediği gibi “Kurmaca ile belgesel arasındaki belirsizliği sonuna kadar” kullanıyorlar. Yönetmenler ekliyor: “Gerçek bir hikâyeyi sinemanın bütün olanaklarını kullanarak anlattık.” (1) Özellikle ders sahnelerinin aralarına giren ev sahneleri çok değerli bir kaynak. Günümüz doğusunun çok canlı belge örneklerini taşıyor. Sarsıcı bir şekilde akılda yer ediyor. Dingin bir dille ince ince hafızamıza o evlerin içindeki hayatları örüyor.
İki Dil Bir Bavul yönetmen Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ilk uzun metraj filmi. Görünüşe göre film sadece Türkiye içinde değil, dünyada katıldığı çeşitli festivallerde de çok sevildi. Taze taze 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde bu yıl ilk kez verilen “En İyi İlk Film Ödülü”nü aldı. Aynı günlerde Abu Dhabi’de belgesel jürisi tarafından En İyi Ortadoğu Belgeseli seçildi ve Siyah İnci Ödülü’nü kazandı. Haziran ayında yapılan 16. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney Jüri Özel Ödülü ve Sinema Yazarları Derneği En İyi Film Ödülü’nü almıştı. ZagrebDocs Film Festivali’nde En İyi Genç Yönetmen ve Saraybosna Film Festivali’nde de EDN Talent Ödülünü kazanmıştı. İki Dil Bir Bavul izlenerek ve üzerinde konuşularak çoğalıyor. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın yolları hem İki Dil Bir Bavul’un yolculuğunda hem de yeni projelerde açık olsun.
(1) Cinedergi, Ekim 2009, Sayfa: 62-65, Söyleşi: Banu Bozdemir
(29 Ekim 2009)
Nur Özgenalp