Umut Sanat Filmcilik, 04 – 06 Eylül 2009 Haftasonu Box Office listesi için tıklayınız.
Günlük arşivler: 7 Eylül 2009
Film – Video Sanatçılarından Bjorn Melhus ve Yvonne Rainer, Pera Müzesi’nde
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, sonbahar Film Etkinliklerine 13 – 26 Eylül 2009 tarihleri arasında Sanat Delisi – Art Mania programında film – video sanatçılarından Bjorn Melhus ve Yvonne Rainer’e yer vererek başlıyor. 13 Eylül Pazar günü saat 16:00’da Bjorn Melhus’un filmleri ve ardından kendisi ile bir söyleşi gerçekleşecek. Bjorn Melhus, 2003’ten beri Kassel Sanat Akademisi’nde güzel sanatlar ve sanal gerçeklikler profesörü olarak çalışıyor. Yvonne Rainer Rainer, 1972’de ilk uzun metrajlı filmini yaptığında, dans ve koreografi dünyasını neredeyse on yıldır etkisi altına almış durumdaydı.
Film – Video Sanatçılarından Bjorn Melhus ve Yvonne Rainer, Pera Müzesi’nde yazısına devam et
Esenkent Sun Flower Sinemaları
Esenkent Sun Flower Sinemaları, 11 – 17 Eylül 2009 seansları için tıklayınız.
Şeytanın Oteli 2
Mats Stenberg’in yönettiği ve Ingrid Bolso Berdal, Marthe Snorresdotter Rovik, Kim Wifladt, Fridtjov Saheim’in oynadığı Şeytanın Oteli 2 (Fritt Vilt 2 – Cold Prey 2), 18 Eylül 2009’da Duka Film dağıtımıyla Duka Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Norveç dağlarının eteklerinde 4 genç korkunç bir şekilde ölür. Aralarından kurtulan genç bir kadın en yakın yerleşim yerine ulaşmayı başarır. Genç kadını, yolda bulan kişi, onu en yakın hastaneye götürür. Bir süre sonra kendine gelmeye başlayan kadın hastanenin koridorlarında dolaşmaya başlar. Hastanede sanki kimseler yok gibidir. Yoksa kâbus hâlâ sona ermemiş midir?
Biray Dalkıran’ın “Cennet” Filmi Amerika’da Ama Afişinde Kriz Var
Engin Altan Düzyatan ve Fahriye Evcen’in başrollerini paylaştığı, Türkiye’yi bir çok festivalde başarılı bir şekilde temsil eden Cennet filmi 13 Ekim 2009 tarihinde DVD olarak Amerika’daki raflarda yerini alıyor. Biray Dalkıran’nın yönettiği Cennet filmi Amerika’da Pathfinder Pictures etiketiyle yayınlanacak. Amerika vizyonu için filmin adı Psycho Love Story (Sayko Aşk Hikâyesi) olarak değiştirildi. Tek sorun yapılan iki afişi de Biray Dalkıran’ın beğenmemesi. Daha önce Biray Dalkıran ve Pathfinder Pictures arasında Araf filminde işbirliği yapılmış, film Amerika’da The Abortion adıyla satışa sunulmuştu.
Biray Dalkıran’ın “Cennet” Filmi Amerika’da Ama Afişinde Kriz Var yazısına devam et
Göztepe Cinemarca Sinemaları
Göztepe Cinemarca Sinemaları, 11 – 17 Eylül 2009 seansları için tıklayınız.
Kadıköy Rexx Sinemaları
Kadıköy Kadıköy Sinemaları
2009-2010 Sezonunda Gösterişli Filmler
Bu sinema sezonunda sinemaseverleri heyecanlı filmler bekliyor. Her türden ve her zevke göre film var. Çağan Irmak, James Cameron, Martin Scorsese, Roland Emmerich, Guy Ritchie son filmleriyle sinemaseverlerin gözlerini pedeye kilitleyecekler.
Bu yılki sinema sezonu, hem pahalı gösterişli filmlerle hem de sanatı öne alan filmlerle sinemasevere heyecanlı bir yıl vaadediyor. Çağan Irmak, sezona geçen yıl gibi iddialı bir film olan “Karanlıktakiler”le giriyor. Pelin Esmer’in “Altın Koza”da ödüllerle dönen “11’e 10 Kala” filmi sezonun iddialı bir diğer filmi. Michael Haneke’nin 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanan siyah-beyaz filmi “Das Weisse Band-Beyaz Kurdele”den henüz bir haber yok. 2009-2010 sinema sezonunda, öncelikle Hollywood gösterişli ve pahalı filmleriyle perdeleri kuşatacaklar. Martin Scorsese’nin “Zindan Adası”, James Cameron’ın “Avatar”ı, Robert Zemeckis’in “Yeni Yıl Şarkısı”, Guy Ritchie’nin “Sherlock Holmes”u, Roland Emmerich’in “2012”si hem pahalı hem de perdede ihtişamlı filmler.
İyi yerli filmler…
“Oyun” adlı filmiyle ödüller kazanan Pelin Esmer’in Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini kazanan filmi “11’e 10 Kala” 25 Eylül’de vizyona giriyor. Başrollerini Nejat İşler ve Mithat Esmer’in oynadığı film, bir koleksiyoncuyla bir kapıcının hikâyesi. Bu iki farklı kültürden insan, birbirlerinin kaderlerini etkiliyorlar. Çağan Irmak’ın son filmi “Karanlıktakiler” dünya prömiyerini sinemanın en prestijli festivallerinden biri olan Montreal Film Festivali’nde yapmıştı. Film Türkiye sinemalarında 2 Ekim’de gösterime giriyor. “Issız Adam” filmiyle geçtiğimiz yılın en çok ses getiren yönetmeni olan Irmak, yine iddialı bir filmle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Egemen, otuzlu yaşlarını aşmış, bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan ve annesi Gülseren’le aynı evde yaşayan bir genç adam. Annesinin zihinsel kararmalarıyla geçen bir hayat Egemen için, evlerinin içine gizlenmiş, belki de sadece onlar için hazırlanmış ufak bir cehennem. “Karanlıktakiler” sanki, yönetmenin “Kâbuslar Evi”nin ruhunu taşıyor. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı “Karanlıktakiler”in sinemaskop görüntüleri ve kurgusu çarpıcı olabilir. Filmin kameramanı da muhteşem görüntü ustası olma yolunda ilerleyen Gökhan Tiryaki. Filmde Erdem Akakçe (Egemen), Meral Çetinkaya (Gülseren), Derya Alabora (Umay) ve Rıza Akın (Ramiz) oynuyor. 10 Ekim’de gösterime girecek “Uzak İhtimal”i Mahmut Fazıl Coşkun yönetmiş. 8. Rotterdam Film Festivali’nde yarışan film, “Tiger Ödülü”nü kazandı. Filmin başrollerinde de Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan ve Ersan Uysal var. Senaryosunu Tarık Tufan, İsmail Kılıçarslan, Bektaş Topaloğlu ve yönetmenin yazdığı “Uzak İhtimal”de İstanbul’a resmi tayini çıkan Musa’nın müezzin olarak Galata’da küçük bir camiye yerleşmesi anlatılıyor. “Üç mesele”, üç farklı insanın hayatını gerçek bir dille anlatırken, sıradışı bir aşkın insani sıcaklığını taşıyor deniliyor filme.
16 Ekim’de gösterime girecek “Coco Chanel ve Igor Stravinsky”, 62. Cannes Film Festivali’nin kapanış filmiydi. Jan Kounen’in yönettiği filmde Mads Mikkelsen, Anna Mouglalis, Anatole Taubman oynuyorlar. Film, 1913 yılında Paris’te açılıyor. Modacı Gabrielle “Coco” Chanel’le Rus besteci Igor Stravinsky arasındaki büyük ve derin aşkı kuşatıyor perdeyi. Bu sezonun “şaşırtıcı” filmlerinden biri olacak denilen “(500) Days of Summer-Aşkın (500) Günü”, Ekim ayında vizyona çıkıyor. Aşka inanmayan Summer ve ona sırılsıklam aşık olan Tom’un hikâyesi, önde gençlik filmi gibi gözükse de, özgün bir film olarak değerlendiriliyor. “Aşkın 500 Günü”, Marc Webb’in ilk uzun metrajlı filmi. Filmin senaryosunu, 2009 yapımı “The Pink Panther 2-Pembe Panther 2” filmini de yazan Scott Neustadter-Michael H. Weber ikilisi yazdı. Bu filme, “Facebook kuşağı”nın filmi de deniliyor. Siyah-beyaz ve renkli bu sinemaskop filmin görüntüleri de çarpıcı. Bu film aşkın sıcaklığını hissettirecek herhalde. Filmde Carla Bruni’nin “Quelqu’un m’a Dit” ve Simon and Garfunkel’ın “Bookends” şarkıları da duyuluyor.
Mahşer yaşanacak…
13 Kasım’da gösterime çıkacak Roland Emmerich’in mahşer filmi “2012”, Mayaların takviminin izini sürüyor. Maya takvimine göre, 2012’de dünya bir kaos yaşayacak ve her şey yerle bir olacak. Binalar toprağa gömülecek, dev dalgalar şehirleri yutacak. Filmin senaryosu, 2008 yapımı “10,000 BC-M.Ö. 10:00”i de yazan Harald Kloser’e ait. Aslında Kloser bir besteci. Birçok filmin müziklerini besteledi. “2012” ve “The Day After Tomorrow-Yarından Sonra” öne çıkanları. “2012”de John Cusack, Thandie Newton, Woody Harrelson, Danny Glover gibi iyi oyuncular var.
18 Aralık’ta gösterime girecek James Cameron’ın “Avatar”, gelecekte Pandora adlı gezegende geçen bir bilimkurgu. Elbette “üç boyutlu” (3D) bir film bu. 1997 yapımı 11 Oscarlı “Titanic-Titanik”in yönetmeni Cameron, “Avatar” için, “sinemada çığır açacak” diyor. Bu panoramik ve “üç boyutlu” film, sinemaseverlere perdede değişik deneyimler yaşatacak gibi. Filmin başrolünde de Sigourney Weaver var. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı bu film, belki de sinemanın ulaştığı “şimdilik” son nokta.
1980’lerdeki “Back to the Future-Gelceğe Dönüş” serisi ve “Who Framed Roger Rabbit-Masum Sanık Roger Rabbit”le unutulmaz filmler yaratan Robert Zemeckis, 20 Kasım’da gösterime girecek “A Christmas Carol-Yeni Yıl Şarkısı”yla İngiliz yazar Charles Dickens’a (1812-1870) bir selâm gönderiyor. Dickens’in 1848’de yazdığı bu eser, Victoria döneminde geçiyor. Victoryen ahlâka eleştiri getiren bu eser, yoksulluk içindeki halkın arasında dolaşırken, sosyal dengesizlikleri de gözler önüne seriyor. Dickens’ın sosyal yönü güçlü bu eseri, bir anlatım ustası olan Zemekis’in ellerinde perdede de umut veriyor. Birbirinden önemli oyucu da performans gösteriyor bu filmde. Elbette en başta da Jim Carrey. Bu büyük oyuncu bu filmde gerçekten de “binbir surat” benzetmesini hak ediyor. Gary Oldman da bu filmde birkaç karakteri canlandırmış. Robin Wright Penn, Colin Firth, Michael J. Fox, Bob Hoskins de diğer önemli oyuncular.
Gerilim dolu…
15 Ocak 2010’da gösterime girecek Guy Ritchie’nin “Sherlock Holmes”u, Arthur Conan Doyle’un defalarca beyazperdeye uyarlanan polisiye romanının son durağı şimdilik. Sherlock Holmes ve korkusuz ortağı Dr. John Watson, İngiltere’yi yok etmek isteyen Lord Blackwood’a karşı mücadele ediyorlar. Hikâye de 1891 yılında geçiyor. Filmdeki karakterlerin daha dinamik hale getirildiği söyleniyor. “Sherlock Holmes”ta Robert Downey Jr. ve Jude Law başrolü paylaşıyor. Filmin kameramanı da Fransız Philippe Rousselot. Bu büyük kameraman, John Boorman’ın 1985 yapımı “The Emerald Forest-Zümrüt Ormanı”, Jean-Jacques Annaud’nun 1988 yapımı “L’Ours-Ayı”, Bertrand Blier’nin 1991 yapımı “Merci La Vie-Teşekkürler Yaşam”, Tim Burton’ın 2005 yapımı “Charlie and the Chocolate Factory-Charlie’nin Çikolata Fabrikası” filmleriyle hatırlanıyor. Guy Ritchie’nin bir önceki filmi “RocknRolla”nın ülkemizde sinemalara gelmemesi sinemaseverler için gerçek bir kayıp olmuştu.
12 Mart 2010’da sinemalara gelecek Martin Scorsese’nin “Shutter Island-Zindan Adası”nın başrolünde Leonardo DiCaprio ve Mark Ruffalo var. Bu film, Dennis Lehane’in aynı adlı romanından beyazperdeye aktarıldı. Yazar Lehane’in “Mystic River-Gizemli Nehir”, 2003’te Clint Eastwood tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Polisiye türün gizemlerinde dolaşan “Zindan Adası”, öncelikle akıl hastanesi temasını kullanan filmler için de iyi bir örnek deniliyor. Filmde, akıl hastanesinde gerçekleşen bir kayıp olayını araştıran iki dedektifin gerilimle karışık hikâyesi yansıyor perdeye. Film, Massachussets açıklarındaki bir ada hapishanesinde geçiyor. Filmde Ben Kingsley, Emily Mortimer, Max von Sydow, Patricia Clarkson gibi iyi oyuncular da yer alıyor. Filmin kameramanıysa, Oliver Stone’la Quentin Tarantino’nun vazgeçemediği Robert Richardson.
(14 Eylül 2009)
Ali Erden
Ukrayna 12. Uluslararası Berdyansk Film Festivali’nden “Janjan”a İki Ödül
Ukrayna’nın Azor Denizi kıyısındaki Berdyansk kentinde düzenlenen 12. Uluslararası Berdyansk Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü Aydın Sayman’ın yönettiği Janjan kazandı. Can Atilla’nın da En İyi Film Müziği ödülünü kazandığı festivalde Moldova filmi Arrivederci ile Valeriu Jereghi En İyi Yönetmen ve İmparatoriçe ve Hırsız filmi ile Catherine Toldonova (Rusya) En İyi Senaryo ödüllerini aldı. 28 Ağustos – 03 Eylül 2009 tarihleri arasında gerçekleşen 12. Uluslararası Berdyansk Film Festivali’ne bu yıl Ukrayna, Rusya, Moldova, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Bulgaristan, Kazakistan, Kırgızistan, Beyaz Rusya, ABD ve Türkiye’den 40 uzun metrajlı film katıldı.
Yeni Nesil Türk Sinemasının Yükselen Yıldızı: Asiye Dinçsoy
Tiyatro kökenli oyuncu Asiye Dinçsoy, geçtiğimiz sezonun başarılı yapımlarından Kazım Öz yönetimindeki Fırtına’da, (Bahoz) sistem karşıtı devrimci öğrenci grubunun liderlerinden Helin olarak akıllarımızda yer etmişti. Bu yıl ise karşımıza; Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği Hayatın Tuzu’nda, ÖSS’nin sillesini yemiş, dershane yollarını aşındıran, -haliyle depresif- sistemzede Meryem rolüyle çıktı. Bu filmdeki oyunuyla 16. Adana Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde Umut Veren Genç Kadın Oyuncu ödülünü de kucaklayan Dinçsoy, sakin ve derinden ilerlediği sinema serüveninde, kendisini yakında çok daha keskin rollerde göreceğimizin sinyallerini veriyor…
Fırtına, Kazım Öz’ün, Hayatın Tuzu da Murat Düzgünoğlu’nun ilk filmi, keza vizyon bekleyen Sedat Yılmaz’ın Press filmi de aynı şekilde yönetmenin ilk filmi… İlk filmlerini çeken yönetmenlerle çalışmak nasıl bir tecrübe oldu?
Evet, şu ana kadar hep ilk filmlerini yapan yönetmenlerle çalıştım. Bu anlamda şanlı olduğumu düşünüyorum çünkü benim de ilk deneyimlerimdi… Bu anlamda birbirimizden öğrenerek ve ilklerin heyecanını yaşayarak -hem sette hem de post prodüksiyon aşamasında- çok iyi vakit geçirdik. Hepsi çok değerli insanlardı benim için. Üçü de her zaman filmlerinde olmak isteyeceğim yönetmenler diyebilirim. Bundan sonra da ilk filmlerini yapan arkadaşlarıma yine destek olmaya devam edeceğim.
Çalışmak istediğiniz başka yönetmenler de vardır mutlaka ve birlikte oynamak istediğiniz oyuncular…
Sorduğunuz soru sanırım daha tanınmış isimlere yönelik. Bu anlamda ise ben isim saymak istemiyorum. Biliyorum ki mutlaka birilerini unutacağım ve onlar da çalışmak isteyeceğim yönetmenlerden biri olacak. Fakat bir Teodoros Angelopulos karesinde olmayı ya da Pedro Almodóvar’ın kadrajına girebilmeyi, Luis Buñuel, Ingmar Bergman, Pier Paolo Pasolini, Andrei Tarkovsky, Federico Fellini, Bernardo Bertolucci ve Ken Loach’ın karakterlerinden biri olmayı elbette çok isterdim. Yılmaz Güney yaşaydı onunla çalışmayı da çok ama çok isterdim. Şener Şen, Erdal Özyağcılar, Yaman Okay, Sumru Yavrucak, Aliye Rona, Kadir Savun, Çetin Tekindor, Erol Demiröz, Settar Tanrıöğen, Kemal Sunal, Adile Naşit, İlyas Salman, Müjde Ar ve adını sayamadığım daha birçok oyuncu var Türkiye’de beğendiğim. Sean Penn, Javier Bardem, Catherine Deneuve, Meryl Streep, Marlon Brando, Judi Dench, Cate Blanchett ise aklıma ilk gelen yabancı oyuncular diyebilirim… Kısacası öğrenerek izlediğim her oyuncuyu beğeniyorum.
Filmografiniz de rol aldığınız yapımlarda seçici olduğunuzu gösteriyor… Filmin bütünün verdiği mesaj, sizin karakterinizin duruşu, sizin için önemli bir kriter değil mi?
Bir oyuncu için çok fazla seçeneğin olduğu bir ülkede yaşamıyoruz. Elbette oynama isteği ve seçenek azlığı önüne gelen projelerin iyi yönlerini yakalamaya itiyor oyuncuyu… Bu anlamda her yönetmenle çalışırım demiyorum ama kendimi ifade edebileceğime inandığım projelerde olmak isteyeceğimden hiç kuşkum yok. Bu ülkede hafızalarımızdan silinmemesi gereken olaylar yaşandı. İnsan olarak yaşadığım toplumun gerçeklerini görmezden gelemem. Toplumsal sorunları doğru bir bakış açısıyla irdeleyen filmlerde yer almak benim için önceliklidir. Sanatsal niteliği olan her proje değerlidir. Samimiyet benim için önemli bir kriter. Bir filmin öyle “kocaman kocaman” mesajlar vermesi gerekmez. Samimi bir ifade ve belli bir estetik düzey benim için yeterli. Zaten iyi bir hikâye politikadan, sosyal yaşamdan; yani toplumun gerçekliğinden ayrı tutamaz kendini. İlk sinema filmim Fırtına (Bahoz) politik bir filmdi. Belli bir döneme ışık tuttu. Hayatın Tuzu ise politik film kategorisinde değerlendirilmese de ciddi bir politik alt yapıya sahip sosyal içerikli bir film. Senaristimiz Ender (Özkahraman) abinin kaleminin ustalığı ve yönetmenimizin (Murat Düzgünoğlu) hikâyeyi iyi kavramış olması bu hikâyeyi daha da güçlendiriyor. Henüz kurgu aşamasında olan Press de politik film kategorisinde bir hikâyeye sahip. 92 – 93 yıllarında O-hal bölgesinde bir grup gazetecinin yaşadıklarını anlatıyor. Ben de filmde politik bir gazetede çalışan sekreter bir kızı canlandırıyorum. Yönetmenliğini Sedat Yılmaz yaptı. Çekimler İstanbul ve Diyarbakır’da gerçekleşti. Filmin bu yıl içerisinde vizyona girmesi plânlanıyor. Oynadığım karakterlerin her birinde farklı dünyalar var. Bu dünyalar gerçekle örtüştüğü oranda insanlara bir şeyler iletebileceğimi umuyorum.
Hayatın Tuzu’nun ise politik film kategorisinde değerlendirilmese de ciddi bir politik alt yapıya sahip sosyal içerikli bir film olduğunu söylediniz. Bu ters köşeye yatırma durumu filmin hoş bir sürprizi. Ben de filmi görmeden taşraya özel bir film bekliyordum ama karşıma ince elenmiş bir Türkiye portresi çıktı. Murat Bey ile yaptığımız söyleşide de değerli oyuncumuz Erol Demiröz’ün canlandırdığı karakterin film için önemli bir kilit noktası olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Yani 12 Eylül darbesinin etkileri günümüzde yaşayan insanların mutsuzluğunun, çaresizliğinin, temelini oluşturuyor diye düşünüyorum. Hâlâ yüzleşmediğimiz 12 Eylül…
12 Eylül bu ülkedeki bütün dengeleri değiştirdi. Bizler o acıları, işkenceleri yaşamadık fakat etkilerini yaşıyoruz. Olayın gizli kurbanlarıyız. 12 Eylül olmasa nasıl bir ülkede sanat yapıyor olurduk? Ya da nasıl ilişkiler yaşardık? Umutsuz kaldı herkes… Sanatçısından öğretmenine, mühendisinden işçisine, çiftçisine kadar… Veba gibi… Hiç kuşkusuz sinema da bundan önemli ölçüde etkilendi. Yılmaz Güney gibi bir usta sansürlendi, vatan haini ilân edildi. 2000’li yıllarda gelişen süreçlerle yeni yeni kendimize gelip bu dönemi yargılar olduk. Oynadığım filmler de bu sorgulama sürecinin bir parçası oldu. Bu dönemde gerçekleştirilen projeler tam anlamıyla baskılardan sıyrılamamış olsa da daha güzel projelerin önünü açacak niteliktedir. Hayatın Tuzu da kendine düşen sorumluluğu Salman karakteri ile yerine getiriyor. Erol Demiröz de bu karakterde tüm ustalığını konuşturuyor. Yılların verdiği tecrübe ve emek ile harika bir performans sergiliyor. Salman’ın hikâyesinin başlı başına bir film konusu olabileceğini düşünüyorum. Minimalist sinema anlayışının yaygınlaştığı Türkiye sinemasında tek bir karakterin üzerinden giden güzel bir 12 Eylül filmi çıkabilir ortaya. Ayrıca 12 Eylül’ün günümüzdeki etkileri böylece sinema perdesine yansımış olur. Hatta ben de üstüme düşen sorumluluğu yerine getirir seve seve rol alırım böyle bir projede…
Siz Aydınlısınız, taşra kültürünü biliyorsunuz… Hayatın Tuzu da bir taşra hikâyesi… Siz kendi deneyimlerinizden yola çıkarak değerlendirecek olursanız nasıl yorumlarsınız? Eskiden taşrada yaşayan insanlar büyük şehirlere göre daha mutlu olarak tasvir edilirdi. Şimdi ise son dönem filmlerinde gördüğümüz üzere orada yaşayan insanların aslında hiç de gösterildiği olmadığını anladık. Aile ilişkilerinin kopukluğundan tutun da gelecek kaygısına değin büyük şehirlerde ne yaşanıyorsa orada da aynısı var… Bu değişimi neye bağlıyorsunuz?
Taşrada doğdum, büyüdüm ve bu anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum. Bambaşka bir yer benim için… Orada ilişkiler bambaşka. Önceden daha mutlularsa bunun sebebi en başta ekonomik durum. Taşrada insanlar ürettikleriyle kendilerine yetebilirlerken mutluydular. Günümüzde durum çok farklı… Nasıl mutlu olabilirler ki? Bildikleri tek şey ellerinden alınıyor. En başta toprakla bağları kesiliyor. Üniversiteye özendirildik her birimiz yıllarca, kazanamadık kendimizi başarısız hissettik, kazandık yine başarısız olduk. Okul dönüşü taşramıza gidemez olduk, gidenler ise iş bulamaz oldular ya işsiz evde oturuyorlar ya da çok komik ücretlerle yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Hal böyle olunca tabii ki taşradakiler mutsuz artık. Büyük şehirlere özendiriliyorlar. Sanki her şey büyük şehirlerde yaşanır duygusu pompalanıyor insanlara. Diğer bir sebebi ise teknoloji… Hiç unutmam küçükken elektriklerimiz kesildiğinde babam derdi ki; “Oh be! iyi ki kesildi de iki sohbet edebiliyoruz.” En güzel hikâyeleri o elektrikler kesildiği zaman dinledim ben. Yaşam teknoloji ile kolaylaştı evet ama diğer yandan da umutsuzluğu, mutsuzluğu bir gömlek gibi giydirdi sırtımıza. Ben pek televizyon izlemem ve iç huzurumu televizyon izlememeye bağlıyorum. Bunun yanında büyük şehirlerde de çoğu insan mutsuz. Umutsuzluk bir salgın hastalık gibi yayılıyor. Hayatın Tuzu filmi bu gerçekliği çok iyi anlatıyor. Bu anlamda da filmi çok beğeniyorum. Ayrıca bir dönem Türkiye’de sinema büyük şehirlere göçü anlatı… Şimdi ise geri dönüş zamanı. Bu anlamda Hayatın Tuzu geri dönüş konulu filmler döneminin ilk filmlerinden olma özelliği ile de sinema tarihine geçecek bir film…
Filmin sonunu seyirciye bırakılıyor… Sizin rolünüz üzerinde örnek verirsek, Meryem’in sınavı kazanıp kazanmadığını öğrenemiyoruz meselâ… Diğer karakterlerin akıbeti içinde aynı durum geçerli tabii…
Filmde bir çok karakter var ve hepsi ayrı bir hikâye konusu ve her biri başlı başına film olabilecek özellikte. Ender (Özkahraman) abinin kalemi umarım karakter yaratmaya devam eder. Meryem taşrada yaşayan her genç kızın başına gelebilir nitelikte bir hayata sahip. Aslında belki de tek yolu okumak, okuyup “bir şey” olmak. Ne olduğu çok da mühim değil. Yeter ki onu bulunduğu yerden uzaklara götürsün. Bu konuda ise yeterince eylem içinde değil. Filmin genelinde tüm karakterlerde bir mutsuzluk hakim. Mutsuzluklarının nedeni istedikleri hayatlara henüz ulaşamamış olmaları. Belki de artık ulaşamayacak olmaları… Medine, çocuklarını evlendirebilmek derdinde; Sırrı, işinden memnuniyetsiz; Harun, tutunamıyor hiçbir yerde; Şehsuvar ise geçmişteki hayallerini hâlâ rüyasında görüyor… Her biri başka bir dünyanın özlemi içerisinde… Meryem de bu duruma dâhil, bunu abisinin (Harun’un) getirdiği cd’lere bakarken annesinin olaya karışması ile öfkelenmesinden anlıyoruz. Çünkü; içinde bulunduğu nesnel koşullar hayalini bile kurdurtmuyor başka diyarların… Bundan dolayı hep bir mutsuzluk ve kızgınlık hali içerisinde… Harun’un dediği gibi “önceden hukuk için çarpışırken şimdilerde sınıf öğretmenliği için yarışıyor” sonunda kazanıp kazanmadığı ile ilgili sorunuza gelince, Ender abinin (Özkahraman) söylemediğini ben söylemeyeyim. Hayat devam ediyor ile bitiyor filmin sonu. Herkes bir sonuç görmek istedi filmde. Bence Ender abi özellikle bunu tercih etti. Çünkü seyirciye bıraktı sonları belki izleyenler Meryem’i büyük bir şehre gönderdiler hayallerinde, belki de evlendirdiler ya da Şehsuvar’a belki günün birinde şarkı söylettiler aynı rüyasındaki gibi ya da devam etti imamlığa… Sinema hayal kurdurma işi ise bunu başardı diye düşünüyorum. Bari sinemada hayal kurabilelim değil mi?
(14 Eylül 2009)
Gizem Ertürk