Yaratıcı ve Derin Sinemacı: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney, 25 yıl önce bu dünyadan gitti. Mezarı Paris’te. Usta için bu anma yazısında yalnızca sinemacı yönünü değil, yazar ve şair taraflarını da hatırlatmak istedik.

Yılmaz Güney öleli yirmi beş yıl olmuş. 1983 yapımı “Duvar” filmi, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye”yi alamayınca büyük bir sürprizle karşılanmıştı. Bunu büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski “Zaman Zaman İçinde” adlı günlüklerinde, ödülü hak ettiği söylendiği için Yılmaz Güney’e öfkeleniyordu. Tarkovski’nin “Nostalghia-Nostalji”siyle Güney’in “Duvar” filmleri “Altın Palmiye” için yarışıyordu. Ödülü, 1983 yapımı “Narayama-bushi kô-Narayama Türküsü”yle Japon yönetmen Shohei Imamura kazanmıştı. Bu festivalde Tarkovski “En İyi Yönetmen” ödülünü bir başka büyük yönetmen Robert Bresson’la paylaşmıştı. Güney, 01 Nisan 1937’de Urfa’nın Siverek ilçesinde doğdu, 09 Eylül 1984’te Paris’te öldü. Güney, sanatçıların ve büyük entelektüellerin misafirhanesi Père Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor. Güney, 1982 yılında, 1982 yapımı “Yol” filmiyle aldığı “Altın Palmiye”nin yanında, şimdiki değeri 250 bin avro olan para ödülünü Türk Hava Kurumu’na bağışladı.

Güney, okumak için geldiği İstanbul’da sinemamızın büyük ustalarından Atıf Yılmaz’la tanıştı. Ona senaryolar yazdı. Atıf Yılmaz’ın teşvikiyle oyunculuğa da yöneldi. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” filminde başrol oynadı. Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatan bu filmin senaryosunu Güney, Atıf Yılmaz ve Yaşar Kemal’le beraber yazdı. Senaryosunu, bir başka büyük usta Lütfi Ömer Akad’la yazdığı 1966 yapımı “Hudutların Kanunu”nda oyunculuğunun zirvesine çıktı Güney. Yalın bir oyunculuk sergiledi beyazperdede.

Yılmaz Güney’in yazarlığı…

Yılmaz Güney’in sinemasının gölgesinde kalmış en önemli özelliği yazarlığıydı. Güney, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” kitabıyla, 1961’de komünizm propagandası yapıyor gerekçesiyle bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezası aldı. Güney, romanlar ve öyküler yazmayı sürdürdü senaryolarıyla beraber. Güney’in 1971 yılında Dost Yayınları Türk Edebiyatı’ndan çıkan “Boynu Bükük Öldüler” romanı, 1972 yılında Orhan Kemal Roman Armağını’nı kazanmıştı. Güney bu romanını Nevşehir Cezaevi’nde zor koşullarda yazdı. Roman, 1950’li yıllardaki Çukurova’yı anlatıyor. Eleştirmen Fethi Naci bu roman için, Yaşar Kemal bakışı olduğunu belirtmiş. Gereksiz ayrıntıların olmadığı bu romanda, Güney’in gözlemciliği de her an kendini hissettiriyor. Güney Yayıncılık’tan çıkan “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanı, daha sonra Güney’in 1983 yapımı son yapıtı “Duvar” filminde beyazperdede hayat buldu. 1976 yılında Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, sübyan koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor. Güney, bu olayı, isyanın ardından gönderildiği Kayseri Cezaevi’nde “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adıyla romanlaştırdı. Sonra da “Duvar” adıyla filmini yaptı. Güney Yayıncılık’tan 1975 yılında çıkan “Salpa” kitabı, “Selimiye Üçlüsü”nün ilkiydi. Yılmaz Güney’in 1971’de başladığı “Selimiye Üçlüsü”, ancak 1975 yılında basılabildi. Bu serinin diğer kitapları, “Sanık” ve “Hücrem” adını taşıyor. “Salpa”, İstanbul’da yaşayan işçi Mehmet’i anlatıyordu. Sonra düzeni sorgulamaya başlıyordu işçi Mehmet.

Hapishaneden senaryolar…

Güney, 1979 yapımı “Sürü” filminin senaryosunu hapishanede yazmıştı. Bu filmi Zeki Ökten yönetti. Başrollerde de Tarık Akan (Sivan), Melike Demirağ (Berivan), Tuncel Kurtiz (Hamo), Yaman Okay (Abuzer) oynuyordu. Bir sürü, Doğu’dan trenle Ankara’ya getiriliyordu. Sinemamızın teknik olarak geride olduğu 1970’lerde zor koşullarda çekilmesi hâlâ övülmesi gereken bir olay. Birçok dramın ve trajedinin yansıdığı filmde belki de en önemli evrensel görüntü, Atatürk heykeliydi. Atatürk, öne doğru uzanmış eliyle dünyayı yöneten bankaları gösteriyordu. Güney’in hapiste yazdığı bir diğer önemli film, Şerif Gören’in 1982’de yönettiği “Yol” filmiydi. Bu film, Cannes’da Costa-Gavras’ın 1982 yapımı “Missing-Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye”yi paylaşmıştı. Bu film ayrıca, “Altın Küre” ve “Cesar”a da aday olmuştu “En İyi Yabancı Film” dalında. Film, beş mahkûmun cezaevinden bayram iznine ayrılışını, yolculuklarını ve yolculuk sonunda yaşadıkları dramları “çapraz kurgu”yla anlatıyordu. Bu film, estetik taraflarıyla Batılı sinemacıları heyecanlandırdı. Sonraki gelen kuşaklara D. W. Griffith tarzı kurguyu bir daha hatırlattı. Öncelikle 1990’lardan bu yana. Ama, bu filmin en büyük önemiyse “üçüncü dünya ülke” sinemalarının Batı’da farkına vardırmasıydı.

Şair tarafı da vardı…

Güney, 1974 yapımı “Arkadaş” filminde Melike Demirağ’ın söylediği aynı adlı şarkının sözlerini de yazmıştı. Şöyle diyordu bu şarkının ilk dörtlüğü: “Olmasın o ta içten/ Gülen gözlerde yaş/ Bir gün gelip ayrılsak da/ Seninle arkadaş…” Güney’in “Canım” şiiri şöyledir: “Canım, sevdiğim, yüreğim/ Bu duvarlar bizi ayırmaya yetmez bilesin/ Bu kapılar, bu demir parmaklıklar hava inan/ Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü/ Bazen bir serçe kadar güçsüzsem bir nedeni vardır/ Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu/ Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi…” Güney, “Kendim İçin İstemiyorum” şiirinde şöyle der: “hayatı kendim için yaşamıyorum. ve korkmuyorum/ hiçbir şeyden. başıma gelecekleri de biliyorum./ her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız./ Yarın bizim çünkü…”

(07 Eylül 2009)

Ali Erden

Hep Deneyen, Hep Yenilen Ama Daha Güzel Yenilen İnsanlara…

Sezonun ilk Türk filmi Hayatın Tuzu şu günlerde vizyonda… Umuyoruz ki seyirci bu güzel yapıma sahip çıksın. Hem Hayatın Tuzu’na hem de vizyona girecek tüm filmlerimize başarılar diliyoruz ve filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu’na sorularımızı yöneltiyoruz.

Zamanın geçmek bilmediği, kasvetli, boğucu bir şehir Bitlis… Bitlis’te bir nevi mahkûm hayatı yaşayan bir şehir dolusu insan… Burada yaşayan insanların hemen hemen hepsinin ortak noktası olmasını istedikleri hayatı değil, olması gerektiği düşünülen hayatı yaşıyor oluşları… Bu mahkûmiyet onları mutsuzluğun, bunalımın, deliliğin kollarına atıyor. İlk bakışta bir taşra hikâyesi gibi görünen Hayatın Tuzu’nun aslında bir Türkiye portesi çizdiğini görmek zor değil… Hepimiz gitgide daralan bir çemberin içinde nefes almaya çalışmıyor muyuz? Şehsuvar, Sırrı, Harun, Meryem… Tüm karakterler kısırdöngüden nasibini alıyor. Matruşka misali, hayatlar birbirine açılıyor aslında… Biz de film boyunca bu insanlar arasında mekik dokurken arada bir durup kısa çay molaları veriyoruz. Muhabbet koyulaşmadan, çok samimi olmadan kalkıyoruz çünkü daha uğranacak çok durak var…

Yeni sezonda 50’den fazla Türk filmi seyirciyle buluşacak… Hayatın Tuzu, Türk filmleri sezonunun açılış filmi. Keyifli bir duygu olsa gerek…

Aslına bakarsanız bu hiç düşünmediğim bir konuydu, ancak bu yönde tesbitler gelince insan nedenini bilmeden seviniyor. (Gülüyor) Türk filmlerine gelince; üretim, sonucu ne olursa olsun iyidir aslında. Umarım niteliğe de yansır. İçimden bir ses, bu filmlerin arasından çok azının geleceğe kalacağını söylüyor. Yinede bu kadar filmin yapılıyor olmasına seviniyorum.

Okullu bir sinemacısınız, uzun yıllardır sinema ve televizyon sektörünün içindesiniz. Peki, ne zaman “artık ben de kendi filmimi çekmeliyim” deyip bu hayali gerçeğe dönüştürmek için kolları sıvadınız?

Ben lise yıllarından itibaren film çekmek istiyordum. Hayalim buydu. Beni bu hayatta sürükleyen yegâne tutkuydu aslında film çekmek… Yani ergenliğin sonundan beri bu tutkuyla yaşıyorum. Yıllarca sinema dünyasının içinde olmak sadece cesaretimi artırdı. Özellikle yaşadığım set deneyimleri, istediğimi gerçekleştirmem için gereken yegâne şeyin tutkum olduğunu daha da belirginleştirdi diyebilirim.

Son yıllarda ilk filmlerini çeken yönetmenler, kameralarını doğup büyüdükleri taşraya çeviriyorlar. Siz İstanbullusunuz… Filminizi çekmeden önce Bitlis’e, daha da genel bir ifadeyle taşradaki hayata ne kadar hâkimdiniz? Yoksa Ender Özkahraman’ın senaryosunu gördüğünüzde “Bu hikâyeyi mutlaka çekmeliyim” diye mi düşündünüz?

Öncelikle sunu belirtmeliyim ki çocukluğumun -15 yaşına kadar- neredeyse bütün yazları taşrada geçti. Oranın bütün hallerini çocuk gözüyle gözlemledim. İnsanların o hayattan aldıkları huzur ve mutsuzluğun tüm ayrıntılarını bir çocuk olarak görebildim. Yaşım ilerlediğinde de sık sık gidiyor ve kalıyordum Anadoluda… Ayrıca televizyon için çektiğim 9 filmim var. Uzak olduğumu düşünmediğimi belirtmek için söylüyorum bunları. Ayrıca İstanbul’un kenar bir mahallesinde -Fikirtepe- büyüdüm ve orası da en azından son 10 yıla kadar Anadolu’nun bir kasabası gibiydi. En azından ilişkiler ağı için söyleyebilirim bunu. Ender’in senaryosunu okuduğumda bildiğim dünyanın bir başka yansımasını gördüm. Anlayacağınız köylü-işçi ailesinin çocuğuyum. Burjuva bir yaşantı ile bağım yok.

Senaryonun Ender Özkahraman’ın ilk yazdığı haliyle değil, birlikte yaptığınız değişikliklerle bugünkü halini aldığını biliyoruz. Peki, nasıl bir yazım aşaması geçirdiniz? Ender Özkahraman’ın mizahçı kimliği ve sizin yorumunuz senaryoyu nasıl şekillendirdi? Uyumlu bir ikili miydiniz?

Öncelikle şunu söylemeliyim; her yönetmen önüne gelen senaryoyu “kendisinin” senaryosu haline getirmelidir, “kendi” yapmalıdır. Bu yaratıcılığın olmazsa olmazıdır bence. Ancak böyle özgün bir film çıkar veya çıkması umut edilebilir. Bu bağlamda ben de senaryoda değişiklikler istedim. Bana göre aksayan yanları vardı ve çok güzel yanları iç içeydi. Bunlar üzerinde çalıştık açıkçası. Ender’in mizahçı kimliğinden öte çizgi romancı kimliği daha belirgindir diye düşünüyorum. Uyumlu bir ikili gibi olabildik zaman zaman… Kimi zaman da olamadık. Ancak genelde ikimizde iki eski arkadaş olduğumuz için bu senaryo üzerinde çalışmaktan mutlu olduk diyebilirim.

Çekilmeyi bekleyen iki senaryonuz daha olduğunu biliyoruz. Bu projeler yine Ender Özkahraman’la (fotoğrafta sağda) birlikte yazdığınız senaryolar mı?

Hayır, ikisi de kendi senaryom ve ikisi de 12 Eylül darbesi ile ilgili. Bir tanesi bizzat kendi ailemin başından geçen bir olay… Ancak bunların dönem hikâyesi olması sebebiyle bütçe sorunları yaşıyorum. Sırada daha önce çekilecek gibi duran bir başka hikâyem var. Tarlabaşı’nda geçen bir mülteci hikâyesi. Senaryo bitmek üzere ve finans çalışmaları sürüyor. Bundan sonra öncelikle kendi senaryolarımı hayata geçirmek istiyorum.

Hayatın Tuzu, karakterlerinden herhangi birinin hayatına derinlemesine odaklanmıyor. Karakteri tanımak için ayaküstü birkaç soru sorup bir sonrakine geçiyoruz sanki… Neden yakınlaşmamıza izin vermediniz?

Bu senaryonun çok parçalı yapısından kaynaklanıyor. Evet, çok fazla hikâye var ve bu derinlik sorunu yaratabiliyor zaman zaman… Bu meseleyi ele aldığımızda baştan başa yeniden yazmak gerekecekti senaryoyu ve bizim böyle bir zamanımız yoktu açıkçası.

Bana göre, filmde yer alan karakterlerden birisi olan eski seyyar haberci Salman, filmin önemli bir kilit noktası… Salman’ın 12 Eylül 1980 darbesinin yaşandığı yılda takılıp kalması, sonraki yıllarda ülke insanının yaşadığı beyin sarsıntısına adeta ayna tutuyor. Ciddi bir anlamda gelecek kaygısı, kimlik karmaşası yaşayan bir sonraki kuşak için ise durum hiç de iç açıcı değil…

Son derece doğru tespit ediyorsunuz. Çıkışsızlığın, apolitikliğin tüm ülkeye hakim olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar tüm ülkenin kendi kaderini belirleyebileceğini sandığı bir dönemden insanların tek tek kurtuluşu aradıkları bir döneme geldik. İnsanın kendi kaderini eline alması bir diğerinin de bunu başarmasıyla çok ilgilidir diye düşünüyorum.

Filmin sonunda karakterlerimizin akıbetini öğrenemiyoruz. Bu durum sizin kısır döngünün devam ettiğine dair yaptığınız bir gönderme mi?

Dikkat ederseniz filmin başındaki plân ile final plânı birebir benzerdir. Genelde bir çember estetiği kurmaya çalıştım film boyunca. Kamera mizansenlerim de buna dönüktü sık sık. Çıkışsızlığa vurgu yaptığım doğrudur ancak özellikle Harun karakteri aracılığıyla hep deneyen ve hep yenilen ama daha iyi yenilen insanlara hayranlığımı belirtmek istedim. Onların cesaretini alkışlıyorum.

(07 Eylül 2009)

Gizem Ertürk

Kesişen Yollar (Monster’s Ball), Kanal 24’te

Ödül rekortmeni filmler Salı geceleri Tematik Film Kuşağı’nda Kanal 24 izleyicileriyle buluşmaya devam ediyor. Bu haftanın filmi Kesişen Yollar’ı sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan ve Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar, Film Önü’nde değerlendiriyor. Yönetmenliğini Ediz Gülten’in, yapımcılığını Merve Genç’in yaptığı Film Önü, 01 Eylül Salı gecesi 20:45’te; Tematik Film Kuşağı’nda Kesişen Yollar, 21:00’de Kanal 24 ekranlarında. Marc Forster’in yönettiği Kesişen Yollar’da Billy Bob Thornton, Halle Berry, Taylor Simpson, Gabrielle Witcher ve Heath Ledger oynuyor.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kesişen Yollar (Monster’s Ball), Kanal 24’te yazısına devam et
  • Ülkemizde Horizon International’in Gösterime Çıkaracağı “Triage” Toronto Film Festivali’nde

    Horizon International’in ülkemizdeki dağıtım haklarına sahip olduğu, Danis Tanovic’in yönettiği, başrolünde Colin Farrel’ın oynadığı ve önümüzdeki günlerde sinemalarda vizyona girecek olan Triage dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapıyor. Ülkemizden festivale katılacak olan gazeteci ve muhabirlere Colin Farrel ve Danis Tanovic ile röportaj yapma imkânı sağlanacağı Horizon International tarafından bildiriliyor. Akredite olmak için 04 Eylül’e kadar süre olduğu, TV için çekim yapmak isteyen basın mensuplarının kendi kameramanı ile katılması gerektiği belirtiliyor. İlgilenen basın mensuplarının [email protected] e-mail adresinden veya 0533 7497242 no.lu telefondan Ümit Zafer’e ulaşması gerekiyor.

    Cemal Şan’dan Açıklama: “Acı”yı Mutlaka Çekmem Gerekiyordu

    Son yılların aranan senarist ve yönetmeni Cemal Şan 02 Ekim’de vizyona girecek olan Acı filmiyle ilgili açıklama yaptı. Şan, “Acı, sinema filmini çekmeseydim, ömrümde bir daha hiçbir zaman sinema yapmayacaktım” dedi. Bugüne kadar sadece yazdığı ve yönettiği filmlerin ve dizilerin altına imzasını atan ve gerek yazılı, gerek görsel basında yer almayan Cemal Şan ilk defa iddialı konuştu. Acı’da bir dede ile torunu arasında geçen çok kişisel bir hikâye anlattığını söyleyen Şan, Erol Demiröz’ün canlandırdığı karakterin aslında kendi dedesi olduğunu, dedesinin hikâyesini peliküle aktarmakla huzura kavuştuğunu belirtti.

    Yönetmen İsmail Güneş: Aradığım Oyuncuyu Bulamıyorum

    İsmail Güneş, son filmi Ateşin Düştüğü Yer için çalışmalara başladı. Filmin başrolleri için Avrupa Yakası adlı TV dizisinden tanıdığımız Levent Üzümcü’nün yanı sıra Yeşim Ceren Bozoğlu, Elif Tayhan ve iki Alman oyuncu da netleşen isimler arasında. Filmin yapımcısı, senaristi ve yönetmeni İsmail Güneş’i kara kara düşündüren ise 16-17 yaşlarındaki Ayşe karakterini canlandıracak olan ve Levent Üzümcü’nün kızını oynayacak oyuncu. Güneş, “Uzun süredir aradığım 17 yaşındaki karekteri bulamadım. Kafamdaki oyuncuyu bir reklâm filminde gördüm fakat Sırp çıktı. Ulaşmak için çok uğraştık ama sonuç alamadık. Aradığım oyuncu tanınmış olmamalı.” dedi

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • İsmail Güneş fotoğrafları için tıklayınız.