Yaşama hep güzel anlamlar yükleriz; iyilik, güzellik, aydınlık, başlangıç yaşamla anılır. Kötülük, çirkinlik, karanlık ve son hep ölümündür. Alabildiğine kaçınılmaz ve gerçek olmasına karşın ölümü hep dışlamış, görmezden gelmişizdir. Bu psikolojik olarak çok açıklanabilir bir durum. İnsan korktuğu şeyden uzak durur. Korkularıyla yüzleşmekse herkesin harcı değildir.
Tıpkı filmimizin ana karakteri fotoğrafçı Finn gibi… Finn, her insan gibi (aynı zamanda her insana göre değiştiği gibi) yetişkin hayatının çocukluğuna hiç benzemediğinin farkına varıyor. Hatta zamanın akışının bile… Hepimiz için çocukluk sonsuzluk değil miydi? Her şey uzun ve dolu dolu geçmez miydi? Zaman daha yavaş akmaz mıydı? Sonra hepimiz büyüdük ve zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Yine zamanı suçladık. Zaman değişti, dedik… Aslında biz değişmiştik, yaşamımız, alışkanlıklarımız değişmişti.
Yeniden filme dönelim; Finn’i en son kendini ve zamanı sorgularken bırakmıştık. Finn sonrasında maddi tarafı zengin ama manevi tarafı dibe vurmuş zenginliği ve artan kâbuslarıyla yaşamını bilmediği bir noktaya doğru sürüklemeyi sürdürüyor. Kapalı mekânlarda ünlülerin fotoğraflarını çeken, dışarı çıktığında kulaklığıyla ile yine bir çeşit kapalı mekâna geçen Finn, gerçek hayatla ciddi bir iletişimsizlik sorunu yaşamakta. Bu arada hepimizin kapalı mekânda fotoğraf çekmek gibi bir durumu olmasa da, kulaklık takıp müzik dinleyerek dış dünyadan sıyrılma kaygısı zaten çağımızın genel sorunu…
Zihninin derinliklerine ittiği ölüm korkusu Finn’i bir gece arabasında yakalıyor. Yanlışlıkla ölümün fotoğrafını çeken Finn ile ölüm arasında o andan itibaren garip bir çekim başlıyor. Finn’in Düsseldorf’a geçişi ve Palermo’da hayatıyla yüzleşiyor. Ölümün peşine düştüğünü sanan Finn aslında kendisinin ölümün peşine düştüğünü görmesiyle acı bir şekilde sarsılıyor. Aslında bu hepimiz için geçerli. Ölüm bizim peşimizde değil, biz ölümün peşindeyiz.
Palermo’da Yüzleşme ölümün fikrini soruyor, ölüme söz hakkı veriyor. Ölümü ince, nazik, düşünceli ve kırılgan bir adama benzetiyor. Ölüm insanlara hayatın kıymetini bilmeleri için varolduğunu hatırlatıyor. İnsanın kendi kendini ehlileştirebileceği ve kendi ölümünü bile kabûllenmesinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bu arada hâlâ zihnimde 40 yıl önceki Easy Rider filmindeki Dennis Hopper’ı silemediğim aktör Palermo Shooting’de devleşiyor…
Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, sinema dersi sayılabilecek bir filme imza atmış, hatta bu filme nadide bir sanat eseri demek istiyorum, huzurlarınızda… Dıştan bakıldığında oldukça modern hayat tarzıyla yaşadığımız zamanın filmi olan ama sinemasal diliyle bize (adandığı üzere) Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni sineması tadını veren bir başyapıt. Sinema salonunda izleme zevkinden kendinizi mahrum etmeyin, pişman olmazsınız. 🙂
(30 Mayıs 2009)
Gizem Ertürk