Kitaplar (Latife Hanım / İpek Çalışlar) yazılıyor, filmler (Mustafa / Can Dündar) çekiliyor. Çekilmeyen filmlerin senaryoları (Gazi ile Latife / Halit Refiğ) yayınlanıyor. Cumhuriyetimizin Kurucu Baba’sının kendisine hakim olmak isteyen, kendisi üzerinde egemenlik kurmak isteyen ve O’nu herkesin yanında “Kemal! Kemal!“ diye azarlayan çok kıskanç genç bir kadınla yürütemediği evliliği odak ya da arka plân alınarak bir dönem gündeme getirilmeye çalışılıyor. Yukarıda sözünü ettiklerim tamamen Türkiye pazarı için üretilen eserler.
Bu arada Kurucu Baba’mıza dünya çapında bir ilgi de yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. Dünya çapında kitapları çok satan bir romancı (“Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini”nin yazarı 1954 doğumlu Louis de Bernieres) O’nu 2004 yılında yayınlanan kitabının (Birds Without Wings – Kanatsız Kuşlar / Altın Kitaplar Yayınevi; Türkçeye çeviren: Bahar Ö. Düzgören) baş köşesine oturtuyor ve ana karakterlerinden biri olarak seçiyor. Üstelik bu romancı dünyanın en iyi yazarlarından Charles Dickens’la kıyaslanan, A+ bir sanatçı, yaratıcı, dahi, düşünür.
Böylece Türk ve Kürt yazarlarımızın bir türlü hayatını, eserlerini, başarılarını, mirasını, iç dünyasını, düşüncelerini konu etmediği ya da nedense konu etmeye fırsat bulamadığı Kurucu Baba’mıza uluslararası bir ilginin milâdı 2004 yılı oluyor.
Kurucu Baba’mız hakkındaki biyografilere daldığınızda O’nun kendisine tapınılmasını asla istemeyecek bir lider olduğunu anlıyorsunuz. “Beni hatırlayınız” sözü de O’na yakışıyor. Ancak sadece hayatındaki facialarla, felâketlerle, fiyaskolarla değil.
Kurucu Baba’mızın başarıları ve eserleri henüz lâyığınca anlatılmadı.
Ne yazık ki durum böyle.
Hataları yok mu? İzmir Suikast girişimi bahane edilerek muhalefet kalıntılarının üzerine “yargısız infaz” anlamına da gelen İstiklâl Mahkemeleri gibi orantısız bir kuvvetle demir yumruk indirilmesini kimse savunmamalı. Eski maliyeci Cavit Beyin suikast girişimiyle bir alâkası olmadığı halde canının alınması vicdanlara sığabilecek bir karar değil.
Nazım Hikmet ve Kemal Tahir’in düşünce suçlusu olarak uzun yıllar hapislerde süründürülmesi de, İnönü döneminde Sabahattin Ali’nin öldürülmesi de çok yanlış uygulamalar.
Kötü niyetli değiliz ve başka örnekler vermeyeceğiz.
Ancak, bunca yıl sonra, kurban edilenlerin ve hakları yenenlerin itibarını iade etmek yapılan haksızlıkları telâfi etmese de gereklidir.
Peki bizler Kurucu Babamızı yeterince anlamayı denedik mi? O’nu anlamaya çalıştık mı? Mirasyedi gibi mi davrandık? Görmemiş, görgüsüz bir hovarda gibi mi mirasını harcadık? O’nun değerini ve kıymetini bilmeyi başarabildik mi?
O’nun en büyük başarıları henüz yeterince anlaşılmamış, yeterince anlatılmamıştır ve anlatılamamıştır.
Bunlar nelerdir?
Kadınlara erkeklerle eşit haklar vermiş ve onları bir çeşit kölelikten kurtarmıştır.
Osmanlı’nın Dolmabahçe Sarayını yaptırmak gibi nedenlerle tefecilerden aldığı ve yüksek faizler işletildiğinden dağlar gibi olan dış borçlarını tümüyle kapatmış ve kendi dönemi boyunca dışa borçlanmamaya, dışa bağımlı kalmamaya özen göstermiştir.
Din ve devlet işlerini birbirinden ayırması nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke için çok önemli bir devrimdir. Bu uygulaması Müslüman dünyada bir ilktir. Ancak İsmet İnönü dahil kendisinden sonra gelen idareciler giderek dozu artan bir şekilde karşı devrimcilere tavizler vermişlerdir.
Savaş acılarını, felâketlerini tattığı için, macera aramamış, mimarı olduğu devleti ve onun vatandaşlarını savaş rüzgârlarının dışında tutmayı ilke edinmiş ve mirasçısı İnönü’yle birlikte Türkiye’ye uzun bir barış dönemi armağan etmiştir.
Özellikle Sovyetler Birliği ve İran gibi güçlü komşularla iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır.
Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın, iyi taraflarını almamız ve o ülkelerin gelişmişliğini, sanayileşmesini, kalkınmasını yakalayabilmemiz için büyük adımlar atmışır ve büyük çabalar harcamıştır.
Çağdışı bir kurum olan monarşiyi sonlandırarak Türkiye’yi bu açıdan İngiltere ve Japonya’nın bile önüne geçirmiştir.
Örnekleri çeşitlendirmeyelim; isteyen tarih kitaplarında daha başka başarılarını da bulabilir.
Bu vatanda yaşayan herkesin nefes alıp verdikçe Kurucu Baba’mızı gönülden sevmesi için pek çok nedeni vardır. O’na minnettarız ve O’na yaşadığımız sürece borçlu kalacağız.
Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun kırk parçaya ayrılmasından O’ndan başka herkes sorumludur. Bunun için hiçbir şekilde O suçlanamaz ve suçlanmamalıdır.
Kurucu Babamız kısa yaşamına “Tek Adam” olarak pek çok başarı sığdırmayı başarmıştır. O’nun ölümünden yedi yıl sonra 1945’te Avrupa, Sovyetler Birliği, Japonya, hatta kısmen Japon işgâlindeki Çin savaş nedeniyle bir baştan bir başa enkaz haline gelmişti. Japon ordusu yüzbinlerce Çinliyi süngü eğitiminde katletmişti. Amerika Birleşik Devletleri ise İkinci Dünya Savaşı sonunda savaş harcamalarından dolayı tamamen ekonomik iflâsın eşiğine ulaşmıştı. O savaşta ölen insan sayısı 70 milyonu geride bırakmıştı.
İspanya, Portekiz, İsveç, İsviçre ve Türkiye gibi ülkeler savaşın dışında kalmayı başarmışlardı. Savaşta harabeye dönen ülkeler çok kısa sürede kalkınmışlık ve gelişmişlik açılarından savaş rüzgârlarının sadece yaladığı Türkiye’ye misli misli fark atmayı başardılar. O ülkelerle aramızdaki farkın dramatik bir şekilde açılmasından ise Kurucu Baba’mızın hiçbir sorumluluğunun olmadığını O’nu sevmeyenler, O’ndan nefret edenler bile kabûl etmek zorundadır. O’ndan sonra gelen tüm idarecilerimiz ekonomik krizden krize savrulmamızdan az ya da çok sorumludurlar.
(05 Kasım 2008)
Hakan Sonok