Benim Hikâyelerim Kalabalıkların Hikayesi

Gitmek diğer ismiyle My Marlon and Brando ayın iddialı filmlerinden. Bir Türk ile bir Kürt’ün sınırların ötesindeki aşkını konu alan film sizi de hikâyesine ortak etmeye, duyarlı ve arzulu olmaya çağırıyor. “Sinemayı öyle ulvi, yukarıdan bakan bir anlayışla yapmıyorum. Benim hikâyelerim kalabalıkların hikâyesi” diyor Hüseyin Karabey.

Bu ay sizinle birlikte üç tane ekonomi okumuş sinemacıyı konuk ediyoruz. Siz de onlardan birisiniz…

Gerçeği söyleyeyim mi? (gülerek). Üniversitede en çok kontentajını olan bölüm ekonomi, iktisat falandır. Çok genç ve bilinçsiz olduğunuz için açıkta kalmamak için böyle bir tercih yapıyorsunuz. Diğer arkadaşların farklıdır belki bilmiyorum… Ancak ben tamamen bu nedenle tercih etmiştim.

Sonra ne yaptınız?

Okula girer girmez anladım ki ben yanlış yerdeyim.

Bitirebildiniz mi peki okulu?

Hayır. Beşinci sınıfta bıraktım. Çünkü bitirseydim askere gitmek zorunda kalacaktım (gülerek). Zaten diploma çok da umurumda değildi. Ben bunu eğitim sistemimizdeki handikaba bağlıyorum. Eminim on yedi yaşında sinemaya gidip bırakan ve iktisatçı olan insanlar da vardır.

Ancak daha sonra Marmara Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’ne giriyor ve diplomanızı alıyorsunuz…

Şimdi bana hocalarım kızacak ama söyleyeyim. O bölüme de yine askere gitmemek için girdim (gülerek). Bu sefer farkı, sevdiğim bir bölüm olmasıydı. Dediğim gibi diploma benim için bir kriter değil. Kendimi alaylı olarak görüyorum. Bence de sanat, sadece sanat okullarında öğrenilmez. Akademik sürecin elbette faydası vardır ama her şey demek çok yanlış olur. Çünkü akabinde her mezun olan sinemacı olmuyor.

Sinema yapmaya okula girmeden önce karar verdiniz öyleyse…

Evet, bu alanda bulduğum ilk işe girdim. Çünkü kimse size sinema yapmaya karar verdiniz diye iş vermiyor.

İlk işiniz neydi?

Kamerayla ilgili olduğu için düğün salonunda video çekerek başladım. Aslında onlar on altı, on yedi yaşlarında ufak bir çocuk arıyorlarmış. Ben gittim yirmi dört, yirmi beş yaşında… “Biz ufak bir çocuk arıyorduk” falan dediler. “Olsun” dedim, benim için sorun yok. İşi almak için neredeyse üstüne para verecektim (gülerek).

Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Ailem ben doğmadan önce göçmüş İstanbul’a. Babam işçi emeklisi. Ben İstanbul’un kenar mahalleleri diye tabir edilen yerlerde büyüdüm. Çelişkileri olan bir çocuktum.

Hangi kaygıyla film çekmeye başladınız?

Öyle ulvi, yukarıdan bakan bir anlayış değildi kesinlikle. Bizim günlük hayatta yaşadığımız sorunları sinema filmlerimizde göremiyordum. Olanlar da oldukça deforme edilmiş şeylerdi. Çok öfkeleniyordum bu duruma. Sonuç olarak kızgın olmak bir işe yaramıyor, “otur da kendin bir şey yap” dedim kendi kendime. Becerebilirsen devam edersin, olmazsa “en azından çaba gösterdim dersin” dedim.

Nelere kızıyordunuz?

Meselâ günümüzde de Kürt karakterler hep ya terörist, ya da töre cinayeti işleyen taraf oluyor. İşçiler ile ilgili olan konular da aynı şekilde… İstanbul’da on beş milyon insan yaşıyor ama biz hep aynı kısır döngü içindeki hayatları görüyoruz. İnsanların kendi hikâyelerini çok daha iyi anlatabileceğini düşünüyorum. Dışarıdan konuşmak kolay. Ben böyle bir öz eleştiriyle girdim sinemaya. Hâlâ da bu anlayışla devam ediyorum. Ancak yanlış anlaşılmasın, “yazık bu insanlara, gideyim de onlar için bir film yapayım” gibi bir düşüncem olmadı hiçbir zaman. Çünkü bunu ahlâklı bulmuyorum.

İnsanların kendi hikâyelerini anlatmaları, kendi filmlerini çekmeleri için de özel bir çaba gösteriyorsunuz değil mi?

Evet, bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Birkaç arkadaşım ile birlikte Mezopotamya Kültür Merkezi’nde Sinema Bölümü’nü kurduk. Bence sorun insanların kendilerini ifade etmelerine izin verilmemesi, uygun kanalların bulunamaması. Ben bunları aşmamız için elimden geleni yapıyorum. Gençlerin de bu anlayışta olması için haftanın bir günü ücretsiz kurs veriyorum. Meselâ şu an mültecilere kendi hikâyelerini anlatmaları için film yapmayı öğretiyoruz. Çok muhteşem değiller elbette ama en azından samimi şeyler çıkıyor ortaya. Başkalarının yapmasını beklemektense elimizi taşın altına sokmalıyız. Herkes kendi sorunlarını anlatırsa kimsenin kimseye dert yanmasına gerek kalmayacak.

Mültecilikten bahsetmişken doğudan batıya göç konusundaki görüşlerinizi de öğrenmek istiyorum… Batının doğuda yaşayan insanlara yanlış lânse edildiğini mi düşünüyorsunuz?

Evet, film yapmaya başlamamın diğer bir sebebi de bu konu. Batıdaki BBC yada Discovery Channel gibi kanalların gösterdikleri belgeselleri düşünün. Her şey çok rayında görünür. Ama bu insanlar kendi ülkelerinde yaşanan rezilliklerden asla bahsetmezler. Bu tür belgeseller de gençler için bir kılavuz oluyor. Doğuda yaşayan insanlar da batıda daha mutlu olacaklarını düşünüp göç ediyorlar. Sonuçta oralarda telef oluyorlar. Özellikle Türkler ve Müslümanlar bunun sıkıntısını daha fazla çekiyor. Meselâ Almanya’ya göç eden Türkler uyum sağlayamadıkları gerekçesiyle dışlanıyorlar. Ancak uyum sağlamaları için hiçbir şey yapmıyorlar. Gece gündüz çalışıyor insanlar. Bir gün de çalışmayıp bir dil kursuna gitsinler diye düşünmüyorlar. Bir İtalyan ya da Yunanlı aynı sorunu yaşamıyor. Çünkü onlar da Hıristiyan ve onları kendileri için bir sorun olarak görmüyorlar.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Macaristan yapımlı Majdnem Szüz (Ruhuma Asla) isimli filmde de benzer şeyler var.. Filmin bir sahnesinde bir grup Türk var ve neredeyse ilk insanlar gibi karakterize edilmişler…

İşte bir bütünü tam olarak anlatmazsanız bütün ülkeyi öyle zannederler. Zavallı İtalyan barış gelini Pippa Bacca’nın başına gelenler gibi… Bu cinayeti gerçekleştiren kişinin eğitimini, sosyal yaşantısını anlatmazsanız olay bir cani hikâyesi olur. Bu ülkede bir sürü korkunç şey yaşanıyor. Çok zor koşullar altında büyüyor insanlar. Bu şekilde baktığınız zaman o kişinin cani değil de sistem kurbanı olduğunu görebilirsiniz. Yine Majdnem Szüz (Ruhuma Asla) ile ilgili konuşmak gerekirse, nazik olunca bu işler değişiyor mu bir de öyle bakmak lazım. Amerika nazik bir şekilde bir milyon kişiyi öldürdü o zaman. Daha mı medeniler bizden şimdi? Ne yazık ki bunları bilmeyenler yanlış algılayacaklardır.

Sizin sinemaya baktığınız kaygı ile film yapan, dilini ve estetiğini beğendiğiniz yönetmenler var mı?

İlk olarak Yılmaz Güney. Çağının çok ilerisinde bir sinemacı. Hem yaşadığı ülkeye karşı çok duyarlı, hem de genel olarak sinemaya çok katkıları olmuş bir yönetmen. Son dönemde İran Sinemasını çok beğendim. Bir kadının başörtüsü takmasıyla tüm hayatının kararmadığını çok güzel ispat ettiler. Eskilerden Costa Gavras ve Jean Luc Godard’ın ilk dönem filmleri beni çok etkilemiştir. Çok da yeni bir şey değil yaptığım aslında. Onlardan feyz aldım.

Savaşı konu edindiyseniz iki yolunuz var. Ya savaşı, şiddeti tüm vahşetiyle göstereceksiniz ya da daha psikolojik bir anlatım tarzı seçeceksiniz. Sanıyorum siz ikincisini tercih ediyorsunuz. Neden?

Bana göre salt şiddet hiçbir şey ifade etmez. Şiddeti estetize etmek çok tehlikeli bir şey. Savaş görüntülerini televizyonda da izliyoruz. Bence bunun pornografiden bir farkı yok. Söylediğiniz gibi şiddeti iki şekilde anlatabilirsiniz. İlki tahammül edilemez şekilde olan. Bunu yapacaksan tüm vahşetiyle göstereceksin. Öyle vurunca kuşlar gibi düşüp ölmüyor insanlar. Bir insanın ne kadar zor öldüğünü göstereceksin. Şiddeti kuru bir şekilde gösterince hikâyeler, yaşamlar es geçiliyor. Ya da şiddetin psikolojik boyutunu göstereceksin.

Gitmek, bu yolda ilerliyor…

Evet, mesela Hama Ali’yi, Ayça’yı tanıdığınızda onlar için endişeleniyorsunuz. Asıl anlatmak istediğim bu. Orada annemiz, babamız, sevgilimiz, ninemiz gibi insanlar ölüp gidiyor. Belki birisi sevgilisi ile buluşmaya giderken ölüyor. Belki birisi çocuğuna ekmek almaya çıktığı sırada vuruluyor.

Filminiz ile insanların kafasında oluşturmak istediğiniz soru işaretleri neler?

Ben insana güveniyorum. Bilgi etrafımızda dolaşıyor. Yani insanlar Irak’a kimin neden saldırdığını biliyor. Önemli olan doğru soru işaretlerini yaratabilmem. Türkiye’de yaşayan bir insan niye Iraklılar ile ilgilenir? Ben o yolu açabilirsem, o soru işaretini yaratabilirsem amacıma ulaşmışım demektir. Bir şekilde seyirciyi konuya dahil edebilmeliyim. Çünkü insanların artık sebebi, arzusu yok. Ben filmimle bu bağı yeniden kurmaya çalışıyorum.

Film gerçek bir hikâyeden temelleniyor. Peki bu hikâyeyi nasıl öğrendiniz ve neden film yapmak istediniz?

Ben Ayça ile 2000 yılında tanıştım. O sıralarda herkese filmdeki gibi yana yakına Irak’a nasıl gideceğini soruyordu. Ben de o bölgeleri bildiğim için ona bilgiler verdim. Gitti ve ne yaşayacaksa yaşayıp geldi. Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra bu konuyu film yapmayı teklif ettim. “Birlikte çalışalım” dedim. O da kabûl etti. Başladık.

Filmdeki bazı sahnelerin kurmaca olduğuna inanmak bir hayli zor. Meselâ yolda geçen hikâyeler. Özellikle mi bu şekilde tasarladınız?

Bazılarını ben yazdım. Zaten biz bu gerçeklik duygusunu arttırmak için yolda hikâyeler yakalayacağımızı biliyorduk. Spontane, yolda geçen ve yolda olduğunuzu hissettiren sahneler var. Onları da yolda rastladığımız için kaydettik. Zaten Ayça’da kendi yolculuğunda bu tür hikâyelerle karşılaşmıştı. Bize sadece yalın ve saf bir gerçeklik duygusuyla anlatmak kalıyordu.

Çekimler sırasında sizi sıkıntıya sokacak, çekimlerinizi engelleyecek durumlar yaşadınız mı?

Oralar buralar gibi değil tabii. Her bir kilometrede durdurulduk. Olağanüstü güvenlik önlemleri var elbette. Ancak o bölgede yaşayan halkın yaşadığından daha fazla sıkıntı yaşamadık. Yani ben de batılı insanların yaptığı gibi “cesurca Irak’a gitti” falan gibi bir duruma düşmek istemem. Zaten bildiğim yerlerdi. Biz çekim yaparken 2006 yılının sonundaydık ve nispeten barış ortamı vardı.

Hama Ali’nin çektiği filmler ve o sahnelerdeki diyaloglar gerçekten çok keyifli. Savaşa ve tüm sıkıntılara rağmen onların da çok eğlenceli insanlar olabileceğini görmüş oluyoruz…

Elbette, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Onlar da çok neşeli, yaratıcı insanlar. Sonuçta hayat orada da devam ediyor. Aşık oluyorlar, aldatıyor, aldatılıyorlar, film çekiyorlar… Ön yargıları kırmak için gösterdiğim sahneler bunlar. Beni şaşırtanın herkesi şaşırtacağını düşündüğüm için. Siz biliyor musunuz bakın orada ne var, demek için değil.

Filmin kurgusunu Fransız yönetmen Eric Rohmer’in 20 yıllık kurgucusu Mary Stephen yaptı. Nasıl bir araya geldiniz Stephen ile?

Filmin senaryosu Roterdam Film Festivali’nde Hubert Bals Fonu ve Kültür Bakanlığı’ndan senaryo destek ödülleri kazandı. Bunlar benim için referans gibiydi. Mary ile de Fransız yapımcım aracılığı ile tanıştım. Aslında filmde danışman olarak yer alacaktı. O bile bizim için çok onur verici bir durumdu. Senaryoyu çok sevdi. “Çek getir bakalım”, dedi. İzledikten sonra çok beğendi ve benimle çalışmak istediğini söyledi. Çok sevindim tabii. Önce Paris’te başladık sonra İstanbul’a geldik. Mary, İstanbul’u çok sevdi ve çalışmalarımıza burada devam ettik.

Stephen filme nasıl bir açıdan yaklaştı. Çok deneyimli bir isim ama birbirinizi iyi anlayabildiniz mi?

Bizim filmimiz aklınız ile değil duygularınız ile takip edebileceğiniz bir film. Her şeyden önce Mary de bir kadın ve Ayça’yı çok iyi anladı. Benim ne anlatmak istediğimi de… Bir de bu benim ilk uzun metrajım. Belgesellerim ve kısa metraj filmlerim var ama uzun metraj çok farklı. Bu yüzden çok katkısı oldu filme.

Seyirci ile nasıl bir bağlantı kuracak Gitmek?

Benim asıl derdim seyirci ile doğru bağlantı kurabilmek. Seyirci ile buluşan filmler ödül alamıyor. Ödül alanlar da seyirciyle buluşamıyor. Artık üçüncü bir sinemanın varlığı olmalı.

Eksik olan nedir, nasıl var olacak üçüncü bir sinema?

Dikkat edin Türkiye’de ödül alan filmler ülke gerçekliğini görmezden gelen, salt sanat kaygısı taşıyan mikro hikâyeler. Zaten bu şekilde yapanlar büyük bir seyirci beklemiyor. Benim hikâyem ise kalabalıkların hikâyesi. Tabii reklâm, tanıtım da çok önemli ama sanat filmleri için bir rakam varsa onun üzerine çıkacağımıza inanıyorum.

Bundan sonraki hikâyelerinizi de yine aynı duyarlılıkla işlemeye devam edeceğinizi söyleyebiliriz değil mi?

E tabi. Bir sürü hikâye var. Sırası geldikçe anlatılacaklar. Bu hikâyeler de ne yazık ki çok eğlenceli şeyler değil. Öyle olması da gerekmiyor zaten, eğlenceli hikâyeler anlatanlar yeterince var. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)

(18 Eylül 2008)

Gizem Ertürk