Bunları Yazmak Gerek 2: Hayvanlara Kıymayınız İnsanlar!

İnsanoğlunun, besin zincirinin en tepesinde yer alması hasebiyle doğal dengeleri bozmaya hakkı yok! Bunu uyguluyor mu: Asla! Yok edip bozmaya devam ediyor, kendi türüne işkence yaptığı gibi çoğu kez hayvanlara ve tüm bir tabiata da çektirerek… Bedelini ödeyecek tabii… Etobur insanın protein ihtiyacının büyük bölümünü karşıladığı yiyecekler, hayvanların etlerinden oluşuyor. Vejetaryen olmayıp et tüketen fakat hayvan sevgisi de gelişmiş insanlar, hayvanların modern mezbahalarda acı çekmeden öldürüldüğüne inanıp, bir tür ikiyüzlülükle, düşünmekten kaçınarak tüketiyorlar. Ama bunun dışında göz göre göre işkence, yavru – anne gözetmeden avlanma, boğa güreşleri falan diyerek vicdansızlığa iyice prim yaptırmamak gerek. Hele sanatçılar, üretirken hiç yapmamalı. Yani “nasıl olsa bu dünyada hayvanlar işkence çektirilerek öldürülüyor”, “bir ya da birkaç tane de ben öldüreyim filmimde” dememeli; bunun sonu yoktur. ‘Doğru’ bir tanedir, bu dünyada cana kıymak gibi yanlış yapılan bir şeyi sanatçı tekrar edemez… Geniş kitlelerin gözüne bunu sokamaz!

Hiçbir ama hiçbir film, bir hayvanın canından daha değerli değildir! Doğrudur; yüz yılını devirmiş sinemada milyonlarca hayvanın canına kıyılmıştır. Ve daha da vahimi bazı filmler hayvan düşmanlığını körüklemiştir. Örneğin, kitle heyecanlarını ve hayvan canı alma dürtüsünü ateşleyen “Jaws”, yıllar içinde bilimsel olarak tespit edilmiştir ki, doğal dengede ziyadesiyle önemli role sahip, çok büyük bölümü saldırgan özelliklere sahip olmayan köpekbalıkları türlerinin nüfuslarında -katliamlar sonucu- ciddi azalmalara neden olmuştur (Kaldı ki köpekbalığı insana saldırmaz, sadece yaşam alanına giren yabancı bir varlığı tanımak ister, tek tanıma aracı da ağzıdır).

Dijital teknolojinin sinemada her görüntüyü rahatlıkla yaratabildiği günümüzdeki durum nedir? Öncülüğünü ABD Sineması’nın yaptığı bir sıkı kontrol sistemiyle bu konudaki hassasiyetler dikkate alınıp bir film uğruna hayvan canına eskisi gibi kolay kıyılmamaktadır. Kuruluşu 1877 yılına dayanan AHA (American Humane Association), hayvan ve çocukları korumak amacıyla çalışmalar yapmakta ve Sinema & TV birimi, çekimlerde temsilci bulundurmaktadır: “NO ANIMALS WERE HARMED” (Hayvanlara zarar verilmemiştir), patentli bir cümledir.

ABD dışında, dünyada da genel olarak bu konuya dikkat edildiğini görmekteyiz. Ancak ne yazık ki, Avrupa’dan bazı kötü örneklere son yıllarda tanık olduk. Lars von Trier mesela. “Manderlay”de, John C. Reilly’nin filmi terk etmesine neden olan bir öldürmeye izin verdi, sonra gelen tepkiler yüzünden kurgudan çıkardı yani dik de duramadı kararının arkasında. Von Trier, film için bir eşeğin canına kıydırdı da, Michael Haneke ne yaptı? “Le Temps du Loup”da bir atı öldürttü. Bu örneklere yani hangi filmlerde hayvanların canına gerçekten kıyıldığına, IMDb sitesinin “Actual Animal Killed” başlığından ulaşabilirsiniz. Şimdi -maalesef- bizden de örnekler haberlerde yer almaya başladı. Son günlerde, bir at ve bir köpek, dikkatsizlik ve bilgisizlik sonucu iki filmin setinde öldü. Sözün bittiği yer burası! Kendi adıma, bu filmleri, durumu bile bile izlemeye gitmeyeceğim. Çekimleri sırasında can alınan bir filmin bu dünya ve insanlık için söyledikleri bir değer taşımıyor benim için. Ağızlarından “Allah”ı eksik etmeyip, doğanın yeşilinden nefret eden ve bu yeşilin/ içinde yer alan her tür canlının yok edilip yerini şantiyelere bırakmasından çok mutlu olanların bir değer taşımadıkları gibi.

Hayvanlara kıymayınız. Onlar da anne, baba. Onlar da acı çekiyor… Sanatçı olarak öldürmenin karşısında durması gerekenler sizler, can almaya karar verip alet olmayınız. Aksi olursa, sizin de, filminizin de… (14 Eylül 2008)

Ali Murat Güven’in aşağıdaki yorumu üzerine ek:

Değerli Meslektaşım,

Bilimin somut olarak saptayabildiği kadarıyla küçük mavi gezegenimiz tek yaşam alanımız; moleküler düzeyde de öyle bir düzenlenmiş ki, en üst varlık olan insan, aklını, yüreğini, vicdanını temiz / doğru kullanırsa tüm canlılar mutlu yaşar ve dünya her canlıya yeter. Aslında bu kadar basit! Teoloji alanında haddimi bilirim. Ahkâm kesemem. Ancak, ruhun serüveninin bu yaşamla sınırlı olamayacağını hissedip, idrak edecek kadar anlamlandırabilmekteyim bu mükemmel sistemler bütününü. Dinler, iyi insan olmanın ve bu doğal sistemi kusursuzca devam ettirmek için gerekli olan iman gücünün anahtarları bana göre. Yani ağzından “Allah” kelimesini düşürmeyenler “Allah”tan korkan vicdanlı insanlardır… Ama gerçekte herkes öyle mi? Şimdi takıldığınız tek cümleye bakalım: “Ağızlarından ‘Allah’ı eksik etmeyip, doğanın yeşilinden nefret eden ve bu yeşilin/ içinde yer alan her tür canlının yok edilip yerini şantiyelere bırakmasından çok mutlu olanların bir değer taşımadıkları gibi.” Şimdi soruyorum: Bu cümledeki isyanım, sizin gibi vicdan sahibi samimi Müslümanlara mı, gazetenizin yayın politikasına mı, siyasete mi, dine mi Allah aşkına? Yani çok hassassınız, inanın, satırlarınıza da bunu tüm kalbinizle yansıtıyorsunuz ama siz bu cümledekilerden misiniz ki alındınız? Aklımın bırakın ucundan, yakınından bile geçmez.

Kime isyanım biliyor musunuz? Hani belki anımsarsınız, 12 Eylül döneminden sonra oluşan genel ‘yağ çekme’ ortamında herkes paşalara yanaşırdı. İktidara gelenin borusunu çalma geleneğinin bir parçası olarak, şimdi, muhafazakâr çizgideki yönetime -bana göre yanlış bir değerlendirme sonucu- aynı ‘yağ çekme’ politikalarının bir parçası olarak medyada gözümüze gözümüze sokulan samimiyet dışı davranışların temsilcileri var ya, bunlar dillerinden “Allah” sözcüğünü düşürmezler ama para için acımadan yeşil alanları binalaştırırlar; isyanım onlara. Siz neden alındınız? Bakınız dünyanın sayılı doğal ormanlarına sahip Türkiyemiz’de bu yaz inanılmaz katliamlar yaşandı. Yeşil, bize emanet edilen, bu güzelim dünyanın yeşili ve içindeki canlılar cayır cayır yakıldı ya da yanmasına yol açacak tedbirsizliklere yol açıldı. Bu günahın bedelini kim ödeyecek? Madem gazetenizden söz açtınız; şunu bekliyorum samimi olduğunuz için. Lütfen bu yanan alanlar, aylar, yıllar içinde takip edilsin. Yanan yerler yeniden ağaçlandırılacağına yerine tek bir golf sahası çimi ekilir ya da tek bir temel atılırsa ilân edilsin; haber yapılsın, sorumlular teşhir edilsin! İşte o gün önünüzde saygıyla eğileceğim. Yanlış anlamayın; şimdi de saygı duyuyorum. Ama lütfen ağzından “Allah” sözcüğünü düşürmeyen çıkarcılarla kendinizin aynı kefeye koyulduğunu zannetme hassaslığından sıyrılın… Bakınız son bir örnek vereyim: Astoria Alışveriş Merkezi’ndeki sinemalarda siz de bazen film izlemektesiniz. Lütfen arka cepheden panoramik görüntüye bakınız. Geniş bir alan, yüksek binalar, plazalar falan. Görüntü, kentin önemli bir bölümünü kapsıyor. Tek bir yeşil alan kalmış değerli yazar. Neresi mi? Zincirlikuyu Mezarlığı!

Bu açıklamadan sonra sizi kutlamak istiyorum… Cesaretinizden ötürü! Çünkü ben yazılarınızda adı geçen görüntüleri izleyemiyorum. Çoğu kez düşünüp, inanın o hayvanlardan çok insanoğlu adına üzülüyorum, nasıl bu kadar zayıf, bu kadar zalim, aslında bu kadar acınası durumda olabiliyor diye. Ben kürk giyenlere, “ceset giyen karılar” diyorum en hafif tabiriyle. Düşünün, ‘medeni(!)’ bir dişi insan, o da anne belki, omzunun yanından sallanan bir tilki kafasıyla dolanıyor (yakın zamana kadar bir ünlü yazar)! Bu da sözün bittiği yer!

Değerli meslektaş, yazımda IMDb sitesinin ilgili başlığı olan “Actual Animal Killed” bölümünü önermem, merak edenlerin buraya girerek, tabii ki von Trier ve Haneke ile sınırlı olmayan onlarca örneği görebilmesi içindi zaten. Bu sıralamada, bir numara, aldığı puan nedeniyle “Apocalypse Now”a aittir. Benim iki binli yıllardan iki örnek vermem, hayvan haklarının korunması çalışmalarının, özellikle 1980’lerin ortasında ağırlığı hissettirmesi ve internetin gelişmesiyle paralel tüm dünyada yaygınlaşması dolayısıylaydı. Yani yeni yüzyılda, geçmişte yapılanların benzerlerinin tekrarlanması nasıl olabiliyordu hala? Çünkü dijital teknoloji sinemada her görüntüyü yaratmayı imkânlı kılıyordu. Coppola’nın filmindeki sığırın kurban edilmesi sahnesi belgesel nitelikli bir ayin sahnesidir… 1979 yılında çekilen “Kıyamet” ve daha önce Paramount yönetimince önce karşı çıkılan ama sonra bir kutuda buz içinde sete gönderilen at kafasının kullanıldığı “The Godfather” filmlerinin yönetmeni Francis Ford Coppola’nın bugün bu konuda kabul görmesi olası değildir.

Takdir edilir ki, önemli konularda belli bir bilinç ve aydınlanma düzeyine gelmek bazen uzun sürer. Yıllar önce belki dikkat etmediğimiz konular, bugün uğruna mücadele edecek kadar değer taşımaktadır. Sinema yazarları için de geçerlidir bu durum. Kendi adıma konuşursam, bir filme gitmeden onu inceliyor ve gerçek bir hayvan kıyımı varsa izlemiyorum. “Jaws” ya da hayvan öldürülen bir film, benim bir tercih listemde asla yer alamaz. Hiç ama hiçbir insanı da kimliği dolayısıyla ayırmam. Dikkat buyurun: Son günlerde haberlere konu olan hayvan ölümleriyle ilgili “dikkatsizlik ve bilgisizlik” dedim; “kasten” demedim. İsim zikretmedim. Bu sinemamızın bazı konularda ne denli uzmanlıktan yoksun çalıştığının da kanıtı (bu ayrı bir yazı konusu). Onun dışında Şavata ile ilgili söyledikleriniz tamamen benim dışımda.

Yazımda boğa güreşlerine vurgu yapmıştım zaten. Çok haklısınız! Bu tamamen vahşet! Bunun vahşet olduğunu en iyi belgeleyen sinemacılardan biri de, “The Assassination of Trotsky” (1972) adlı filmle, büyük usta “müteveffa” Joseph Losey’dir. İspanyolların bu özel boğa neslinin devamı için güreşlerin yapılmasının şart olduğu bahanesinin ardına sığınarak işkence ile hayvan öldürmesi, AB üyesi bu ülkeye yapılan uyarılara rağmen sürmektedir. Bu konuda AB kriterleri gezmeye çıkmıştır… Kurban Bayramlarında da “Allah”ın adını ağızlarına alarak şımarık veletlerinin eline bıçakları verip hayvanlara işkence yaptıranların da, ibadet yaptıklarını zannederken -esasen- büyük günah işlediklerini fark ettiklerinden kuşkuluyum inanın. Yani ağzına “Allah” adını alan bir takım samimiyetsizlerin O’nun yarattıklarına bu denli ihanet içinde olmasınadır, isyanım. Ülkemizin yükselen eğiliminde bu tipler -maalesef- çoğalmıştır. Sizin belirttiğiniz “güncel siyaset”e dönük öfke patlamam söz konusu bile değildir. Çünkü bu dünyayı korumak, güncel “kayıkçı kavgaları”ndan daha önemli; öfkem bu dünyayı korumayanlara ve Allah kahretsin, ağaçları cayır cayır yakanlara ve de sonra oraları şantiye haline getirenlere işte!

Sayın meslektaşım, sadece bir tane olan dünyayı bir bütün olarak korumak konusunda aynı düşündüğümüzü fark etmiş bulunuyorum. Desteğinize ve katkılarınıza teşekkür ederim.

(15 Eylül 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sihirli Şehir

Gil Kenan’ın yönettiği ve Bill Murray, Tim Robbins, Saoirse Ronan ile Toby Jones’un oynadığı Sihirli Şehir (The City of Ember), 24 Ekim 2008’de UIP Filmcilik dağıtımıyla Fida Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Filmde Lina ve Doon adlı iki çocuğun iöyküsü anlatılıyor. Onlar, gökyüzünün her zaman karanlık olduğu, güneşin doğmadığı Ember kentinde yaşarlar. Kentteki sokak lambaları ve evlerdeki ışıklar sürekli yanmaktadır. Kentin enerji kaynaklarının tükenmeye başlamasıyla birlikte lambalar da sönmeye yüz tutar. Bunun üzerine iki kardeş, Ember kentinin gizemini çözmek ve insanlara gün ışığı sağlamak için çeşitli ve farklı çareler aramaya başlarlar.

Sihirli Şehir yazısına devam et