Gafil Gezme Şaşkın Bir Gün Ölürsün

Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün
Yalan dünya senin olsa ne fayda
Akibet alırlar tatlı canın
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda

Söylersin de söz içinde şaşmazsın
Helâli haramı yersin seçmezsin
Nasibin kesilir de sular içmezsin
Akar çaylar senin olsa ne fayda

Söylersin de el içinde sözün var
Yeler çalışırsın oğlun kızın var
Bu dünyada üç beş arşın bezin var
Bedestenler senin olsa ne fayda

Bir gün alır götürürler evinden
Hakk’ın kelâmını koyma dilinden
Kurtulaman Ezrail’in elinden
Dünya dolu malın olsa ne fayda

Pir Sultan Abdal’ım çıktık oturduk
Kaza lokmasını burda yetirdik
Dünya bizim diye çektik getirdik
Yalan dünya bizim olsa ne fayda

2. Corporate Film Festivali

Patika Yapım tarafından Corporate Film Festivali (Kurumsal Film Festivali) düzenleniyor. 2006 festivalinde yarışacak filmler Kurum Kültürü, Müşteri Memnuniyeti ve Reklam Filmi konu başlıkları altında toplanıyor. Ön eleminasyon standardı bulunmayan festival, firma yöneticileri, çalışanlar, bayiler, tedarikçiler, kamu görevlileri, tüm kurumların temsilcilerine yönelik bir etkinlik. İş çevresinden herkesin katılımına açık olan festival, katılımcılara filmlerini gerçekleştirebilmeleri için 2 gün kamera ve kameraman, 2 betacam kaset, ışık malzemesi, boom mikrofon, 6 saat montaj masası ve montaj elemanı verecek.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Bin Cefalar Etsen Almam Üstüme

    Bin cefalar etsen almam üstüme
    Gayet şirin geldi dillerin dostum
    Varıp yad ellere meyil verirsen
    Kış ola bağlana yolların dostum

    İlâhi onmaya yardan ayıran
    Bahçede bülbüller ötüyor uyan
    Kula gölge olsa Allah’a ayan
    Senden ayrılalı gülmedim dostum

    Pir Sultan Abdal’ım gülüm dermişler
    Bu şirin canıma nasıl kıymışlar
    İster isem dünya malı vermişler
    Sensiz dünya malı neyleyim dostum

    Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

    Koyun beni hak aşkına yanayım
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
    Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

    Benim pirim gayet ulu kişidir
    Yediler ulusu, kırklar eşidir
    Oniki imamın server başıdır
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

    Kadılar, Müftüler fetva yazarsa
    İşte kemend, işte boynum asarsa
    İşte hançer, işte kellem keserse
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

    Ulu mahşer günü olur divan kurulur
    Suçlu, suçsuz gelir anda derilir
    Piri olmayanlar anda bilinir
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

    Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
    O da bizim ulumuzdur pirimiz
    Hakka teslim olsun garip canımız
    Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

    Aldanma Cahilin Kuru Lâfına

    Aldanma cahilin kuru lâfına
    Kültürsüz insanın külü yalandır
    Hükmetse dünyanın her tarafına
    Arzusu hedefi yolu yalandır

    Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
    Gül dikende biter diken gül olmaz
    Diz diz eden her sineğin bal’olmaz
    Peteksiz arının balı yalandır

    İnsan bir deryadır ilimle mahir
    İlimsiz insanın şöhreti zahir
    Cahilden iyilik beklenmez ahir
    İşleği ameli hâli yalandır

    Cahil okur amma alim olamaz
    Kâmillik ilmini herkes bilemez
    Veysel bu sözlerin halka yaramaz
    Sonra sana derler deli yalandır

    Kara Toprak

    Dost dost diye nicesine sarıldım
    Benim sadık yarim kara topraktır
    Beyhude dolandım boşa yoruldum
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Nice güzellere bağlandım kaldım
    Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
    Her türlü isteğim topraktan aldım
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
    Yemek verdi ekmek verdi et verdi
    Kazma ile dövmeyince kıt verdi
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Ademden bu deme neslim getirdi
    Bana türlü türlü meyva yedirdi
    Her gün beni tepesinde götürdü
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Karnın yardım kazma ile bel ile
    Yüzün yırttım tırnak ile el ile
    Yine beni karşıladı gül ile
    Benim sadık yarim kara topraktır

    İşkence yaptıkça bana gülerdi
    Bunda yalan yoktur herkesler gördü
    Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Havaya bakarsam hava alırım
    Toprağa bakarsam dua alırım
    Topraktan ayrılsam nerde kalırım
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Dileğin varsa iste Allah’tan
    Almak için uzak gitme topraktan
    Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Hakikat ararsan açık bir nokta
    Allah kula yakın kul da Allah’a
    Hak’kın hazinesi gizli kara toprakta
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Bütün kusurlarımı toprak gizliyor
    Merhem çalıp yaralarımı tuzluyor
    Kolun açmış yollarımı gözlüyor
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Her kim ki olursa bu sırra mazhar
    Dünyaya bırakır ölmez bir eser
    Gün gelir Veysel’i bağrına basar
    Benim sadık yarim kara topraktır

    Dostlar Beni Hatırlasın

    Ben giderim adım kalır
    Dostlar beni hatırlasın
    Düğün olur bayram gelir
    Dostlar beni hatırlasın

    Can kafeste durmaz uçar
    Dünya bir han konan göçer
    Ay dolanır yıllar geçer
    Dostlar beni hatırlasın

    Can bedenden ayrılacak
    Tütmez baca yanmaz ocak
    Selâm olsun kucak kucak
    Dostlar beni hatırlasın

    Ne gelsemdi ne giderdim
    Günden güne arttı derdim
    Garip kalır yerim yurdum
    Dostlar beni hatırlasın

    Açar solar türlü çiçek
    Kimler gülmüş kim gülecek
    Murad yalan ölüm gerçek
    Dostlar beni hatırlasın

    Gün ikindi akşam olur
    Gör ki başa neler gelir
    Veysel gider adı kalır
    Dostlar beni hatırlasın

    Güzelliğin On Par’etmez

    Güzelliğin on par’etmez
    Bu bendeki aşk olmasa
    Eğlenecek yer bulaman
    Gönlümdeki köşk olmasa

    Tabirin sığmaz kaleme
    Derdin dermandır yareme
    İsmin yayılmaz aleme
    Aşıklarda meşk olmasa

    Kim okurdu kim yazardı
    Bu düğümü kim çözerdi
    Koyun kurt ile gezerdi
    Fikir başka başk’olmasa

    Güzel yüzün görülmezdi
    Bu aşk bende dirilmezdi
    Güle kıymet verilmezdi
    Aşık ve maşuk olmasa

    Senden aldım bu feryadı
    Bu imiş dünyanın tadı
    Anılmazdı Veysel adı
    O sana aşık olmasa

    Fahriye Abla

    Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
    Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
    Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
    Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
    Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
    Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
    Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
    Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
    Güneşin batmasına yakın saatlerde
    Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
    Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
    Bahçende akasyalar açardı baharla.
    Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
    Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
    İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
    Altın bileziklerle dolu bileklerin.
    Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
    Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
    Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

    Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
    En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
    Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
    Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?
    Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
    Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
    Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!

    Hasretinden Prangalar Eskittim

    Seni, anlatabilmek seni.
    İyi çocuklara, kahramanlara.
    Seni anlatabilmek seni,
    Namussuza, halden bilmeze,
    Kahpe yalana.

    Ard-arda kaç zemheri,
    Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
    Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
    Bir ben uyumadım,
    Kaç leylim bahar,
    Hasretinden prangalar eskittim.
    Saçlarına kan gülleri takayım,
    Bir o yana
    Bir bu yana…

    Seni bağırabilsem seni,
    Dipsiz kuyulara,
    Akan yıldıza,
    Bir kibrit çöpüne varana,
    Okyanusun en ıssız dalgasına
    Düşmüş bir kibrit çöpüne.

    Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
    Yitirmiş öpücükleri,
    Payı yok, apansız inen akşamlardan,
    Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
    Seni anlatabilsem seni…
    Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
    Üşüyorum, kapama gözlerini…

    Ben Sana Mecburum

    Ben sana mecburum bilemezsin
    Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
    Büyüdükçe büyüyor gözlerin
    Ben sana mecburum bilemezsin
    İçimi seninle ısıtıyorum.

    Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
    Bu şehir o eski İstanbul mudur
    Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
    Sokak lambaları birden yanıyor
    Kaldırımlarda yağmur kokusu
    Ben sana mecburum sen yoksun.

    Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
    İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
    Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
    Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
    Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
    Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
    Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

    Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
    Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
    Durup köşe başında deliksiz dinlesem
    Sana kullanılmamış bir gök getirsem
    Haftalar ellerimde ufalanıyor
    Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
    Ben sana mecburum sen yoksun.

    Belki haziran da mavi benekli çocuksun
    Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
    Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
    Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
    Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
    Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
    Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

    Ne vakit bir yaşamak düşünsem
    Bu kurtlar sofrasında belki zor
    Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
    Ne vakit bir yaşamak düşünsem
    Sus deyip adınla başlıyorum
    İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
    Hayır başka türlü olmayacak
    Ben sana mecburum bilemezsin

    Kirli Yüzlü Melekler

    sayende sayebân olduk istanbul şehri
    sayende sebil olduk, aç kaldık, sefil olduk
    yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda
    ve yaktı perişan eyledi sine-i sâd-pâremizi
    saplanıp hançer misâli bir hilâl
    sokaklar serseri biz serseri
    yüksekkaldırım da
    bir cezayir şarkısını dile getirdi plâklar
    cadde-i kebir: bütün ışıklarını yakmış bir gemidir
    sinemalar neredeyse boşalacaklar

    vay anam vay
    sen ne dersin istanbul
    sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
    kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı
    sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan
    yol üstünde bir şehvet çarşısı tıklım tıklım
    yol üstünde sevda pazarlığı aşk pazarlığı
    kurtulamadık gitti bu denlü kepaze hayattan
    hep böyle gecelerin koynunda yaşadık
    geceler serseri biz serseri
    karakoldaki aynada safran gibi kirli yüzümüz
    gözlerimiz hasta gözleri ellerimiz hasta elleri
    kırılmış kavala dönmüşüz

    sen söyle serseriler kralı istanbul
    sen söyle iki gözüm
    hangi merhem çâredir şu bizim yaramıza
    yel üfürdü su götürdü gençliğimizi
    elimiz boşa geldi meydanlarda kaldık
    meydanlar serseri biz serseri
    sağımız sefalet solumuz ölüm
    işte geldik gidiyoruz
    kahrolasın
    kahrolasın istanbul şehri

    Cinayet Saati

    haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
    demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
    dört bıçak çekip vurdular dört kişi
    yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

    deli cafer ismail tayfur ve şaşı
    maktulün onbeş yıllık arkadaşı
    üçü kamarot öteki aşçıbaşı
    dört bıçak çekip vurdular dört kişi

    cinayeti kör bir kayıkçı gördü
    ben gördüm kulaklarım gördü
    vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
    hiç biriniz orada yoktunuz

    demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
    on üç damla gözyaşını saydım
    allahına kitabına sövüp saydım
    şafak nabız gibi atıyordu
    sarhoştum kasımpaşa’daydım
    hiç biriniz orada yoktunuz

    haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
    polis katilleri arıyordu
    deli cafer ismail tayfur ve şaşı
    üzerime yüklediler bu işi
    sarhoştum kasımpaşa’daydım
    vapuru onlar vurdu ben vurmadım
    cinayeti kör bir kayıkçı gördü

    ben vursam kendimi vuracaktım

    Sisler Bulvarı

    elinin arkasında güneş duruyordu
    aylardan kasımdı üşüyorduk
    ağacın biri bulvarda ölüyordu
    şehrin camları kaygısız gülüyordu
    her köşe başında öpüşüyorduk

    sisler bulvarı’na akşam çökmüştü
    omuzlarımıza çoktan çökmüştü
    kesik birer kol gibi yalnızdık
    dağlarda ateşler yanmıyordu
    deniz fenerleri sönmüştü
    birbirimizin gözlerini arıyorduk

    sisler bulvarı’nda seni kaybettim
    sokak lambaları öksürüyordu
    yukarda bulutlar yürüyordu
    terkedilmiş bir çocuk gibiydim
    dokunsanız ağlayacaktım
    yenikapı’da bir tren vardı

    sisler bulvarı’nda öleceğim
    sol kasığımdan vuracaklar
    bulvar durağında düşeceğim
    gözlüklerim kırılacaklar
    sen rüyasını göreceksin
    çığlık çığlığa uyanacaksın
    sabah kapını çalacaklar
    elinden tutup getirecekler
    beni görünce taş kesileceksin
    ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

    sisler bulvarı’ndan geçtim sırılsıklamdı
    ıslak kaldırımlar parlıyordu
    durup dururken gözlerim dalıyordu
    bir bardak şarapda kayboluyordum
    gece bekçilerine saati soruyordum
    evime gitmekten korkuyordum
    sisler boğazıma sarılmışlardı

    bir gemi beni afrika’ya götürecek
    ismi bilmiyorum ne olacak
    kazablanka’da bir gün kalacağım
    sisler bulvarı’nı hatırlayacağım
    kırmızı melek şarkısından bir satır
    lodos’tan bir satır yağmur’dan iki
    senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
    seni hatırlatanın çenesini kıracağım
    limanda vapurlar uğuldayacak

    sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
    ağaçları yatıyordu yoksuldu
    bütün yaprakları sararmıştı
    bütün bir sonbahar ağlamıştı
    ağlayan sanki istanbul’du
    öl desen belki ölecektim
    içimde biber gibi bir kahır
    bütün şiirlerimi yakacaktım
    yalnızlık bana dokunuyordu

    eğer sisler bulvarı olmasa
    eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
    sabah ezanında yağmur yağmasa
    şüphesiz bir delilik yapardım
    hiç kimse beni anlıyamazdı
    on beş sene hüküm giyerdim
    dördüncü yılında kaçardım
    belki kaçarken vururlardı

    sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
    sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
    yağmurun altında yalnızım
    ağzım elim yüzüm ıslanıyor
    tren düdükleri iç içe giriyorlar
    aklımı fikrimi çeliyorlar
    aksaray’da ışıklar yanıyor
    sisler bulvarı ayaklanıyor
    artık kalbimi susturamıyorum

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu