9. Türk Film Festivali Frankfurt

9. Türk Film Festivali Frankfurt, 01 – 08 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenleniyor. Festival Hessen Eyaleti Başbakan yardımcısı, Adalet Bakanı ve Uyum ve Avrupa İlişkilerinden sorumlu Devlet Bakanı Jörg Uwe Hanh ile Frankfurt Anakent Belediye Başkanı Petra Roth ve Frankfurt Baş Konsolosluğu’nun himayesinde 8 yıldır başarılı bir şekilde yapılıyor. Türkiye’den T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da destek verdiği festival 01 Kasım’da sanatçının da katılımıyla Türkan Şoray – Sinema Kostümleri Sergisi’nin açılışıyla başlayacak, 02 Kasım, 19:00’da Frankfurt CineStar Metropolis Sineması’nda yapılacak gala ile devam edecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü afiş ve gösterilecek filmler hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    9. Türk Film Festivali Frankfurt yazısına devam et
  • Orada Bir Kürt Köyünde

    İki Dil Bir Bavul
    Yönetmen: Orhan Eskiköy-Özgür Doğan
    Senaryo: Orhan Eskiköy
    Görüntü: Orhan Eskiköy
    Yapım: Peri-San Film (2009)

    Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, dil üzerinden evrensel bir hakkı öne çıkartıyor. Bu yapıt 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü de kazandı.

    Bu belgesel-film, okuldan yeni mezun olmuş Denizlili yeni öğretmen Emre Aydın, uzaklardaki yoksul ve yoksun bir Kürt köyünde hayat kadar zorlu sınavını verişinin gerçek hikâyesi. “İki Dil Bir Bavul”, 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Ayrıca bu belgesel-film, Abu Dabi’de düzenlenen Ortadoğu Uluslararası Film Festivali’nden de “En İyi Ortadoğu Belgesel Film” dalında ödül kazandı. “İki Dil Bir Bavul”, 16. Adana Altın Koza Film Festivali’nde de ödüllerle dönmüştü. Adana’da “Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü” ve “SİYAD En İyi Film Ödülü”nü kazandı bu belgesel-film. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, evrensel bir soruna, anadile bakıyor. İlköğretim öğretmeni Emre, Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe yazıp okumayı öğretmeye çabalıyor. Kışların ve hayatın zorlu geçtiği bu coğrafyada, yoksulluk ve yoksunluk karlar gibi her yeri kuşatmış. Öğrencilerin ailelerinin çoğu da Türkçe bilmiyor. Öğretmen Emre, eğitim çağına gelmiş çocukları muhtarın yardımıyla sınıfına topluyor. Birinci sınıf öğrencileri Türkçe konuşamıyor. Birinci sınıf öğrencileri Zülküf ve Rojda’nın öne çıktığı bu belgesel-filmde, anadilde konuşmanın ve eğitim görmenin evrensel bir hak olduğu hatırlatılıyor.

    O köy bizim miydi?.

    Bu belgesel-filmi seyrederken, insanın aklına 1967 yılında ölen eğitmen Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Orda bir köy var, uzakta,/ O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de, tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleri geliyor. “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filmindeki o uzaktaki köy gerçekten bizim köyümüz müydü? Öğretmen Emre’nin gittiği o uzaktaki köy, buralara ne kadar uzakta!.. Bu belgesel-filmde, güçlü ve gerçeküstücü simgeler de var. Öncelikle, karlar yağmadan önce, genel çekimlerle yansıyan o toz bulutlarıyla. O toz bulutları “gerçeklik” üzerine insanı düşündürtüyor. Ardından karlar düşüyor köyün üzerine. Öğretmen Türkçe öğretmekte hâlâ zorlanıyor sınıfta. Öğretmen, köylülerle de iletişim kurmaya çalışıyor bu zorlu işinde. Zülküf’ün babasıyla öğretmenin arasında geçen konuşmalar da aslında birbirimizi anlayamamanın acı yansıması gibi. Zülküf’ün babası, geçmişte iş bulmak için doldurduğu iş formuna yabancı dil olarak “Türkçe” yazmış. Türkler için de “Kürtçe” yabancı dil değil miydi? Bu belgesel filmi seyredince, Kürtlerle Türklerin kültürel olarak ne kadar farklı olduğunu anlıyorsunuz. Gelenekler, görenekler ve hayatlar birbirlerine öyle uzakta ki. İnsan ne yapacağını, nasıl düşüneceğini şaşırıyor. Bu belgesel-filmi gören bir Türk, bunlar bu ülkede mi yaşanıyor, diye şaşkınlık içerisinde kalacak belki. Bu belgesel-filmde Türkler, Kürtleri keşfedecek sanki. “İki Dil Bir Bavul”u seyrederken, bir yabancı film görüyormuşsunuz hissine de kapılabilirsiniz belki. Irak’tan veya İran’dan bir filmmiş gibi. Yönetmenler, seyircilerini tam anlamıyla yabancılaştırıyorlar bu belgesel-filmleriyle. Bu iyi belgesel-filmde, öğretmenin günlük hayatı da belgesel tadında yansıyor perdeye. Öğretmenin bunaldığı anlarda cep telefonuyla aradığı annesi sığınağı sanki. Zeki Demirkubuz’un devlet bürokrasini eleştirmek için karakolları ve resmi dairelerdeki döküntü halleri göstermesi gibi, “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filminin yönetmenleri de, okulun terk edilmişlik hissi veren içler acısı halini göstermişler. Demirkubuz’un 2001 yapımı “Yazgı” filmindeki gibi kapılar bir türlü kapanmıyordu bu belgesel-filmde de… Yönetmenler, köydeki hayatları da gerçekliğe müdahale etmeden yansıtabilmişler. Oyuncularının köylüler olduğu bu belgesel-film, gösterildiği festivallere heyecan getirdi. Dileriz, sinema salonlarına da bu heyecanı getirir. Ön ve son jeneriklerinde siyah yazıların kullanıldığı bu belgesel-filmin finalindeki anlar, kimilerini çocukluk yıllarına götürecek belki de.

    (21 Ekim 2009)

    Ali Erden

    [email protected]

    Sinematek Derneği’nde Proje Yapım Toplantıları

    Ankara Sinematek Derneği’nde her hafta düzenlenen “Proje Yapım Toplantıları” herkesin katılımına açıldı. Senaryosu olan ve film çekmek isteyen, bir fikri, öyküsü olan ve senaryo yazmak isteyenler Sinematek Derneği’nde toplanıp konuşuyor ve çözümler üretiyor. Film, senaryo üretmek isteyen herkese fikir desteği, ekip ve ekipman desteği veriliyor. Bir projesi olan ya da bir projede yer almak isteyen herkese açık toplantılar yapılıyor. İstanbul toplantıları, Perşembe günleri, saat 19:00’da, “Ortaköy Kültür Merkezi, 4. Kat” adresinde; Ankara toplantıları ise Salı günleri, saat 19:00’da “Büklüm Sok, No: 16, Bahçe Kat, Kızılay” adresinde yapılıyor.

  • Web Sitesi
  • Tolgahan Sayışman, Bergüzar Korel İçin Boğaza Atladı

    Mahmutpaşa’da bir iş hanındaki esnafın yaşadığı hikâyeleri ve bu hikâyelerin yanı sıra Gözde ile Ali’nin aşkının da anlatıldığı Aşk Geliyorum Demez isimli sinema filminde Tolgahan Sayışman, etkilemeye çalıştığı sevgilisi Bergüzar Korel için boğaza atladı. Akıntı sebebiyle boğazın sularında zor anlar geçiren Tolgahan Sayışman, “Boğaza atlamayı bir tarafa bırakın, inanılmaz zor anlar yaşadık. Sahnenin çekimleri sırasında beni en çok zorlayan kısım akıntı oldu. Her konuşma sahnemde su yuttum.” dedi.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Çığlık Çığlığa Bir Sevda: Antalya’da Galalar Sürüyor

    46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışma ve yarışma dışı gösterilen filmlerin galaları sürüyor. Murat Saraçoğlu’nun yönettiği, Tarık Akan ile Şerif Sezer’in başrollerini paylaştığı Deli Deli Olma ve Ülkü Erakalın’ın yönettiği, Ediz Hun ile Selma Güneri’nin başrollerini paylaştığı Çığlık Çığlığa Bir Sevda adlı filmlerin galaları AKM’de sanatçıların katılımlarıyla gerçekleştirildi. Galalar sonrası yapılan sohbet toplantılarında filmlerin yönetmen ve oyuncularının katıldığı söyleşiler halk tarafından ilgiyle izlendi.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Çığlık Çığlığa Bir Sevda: Antalya’da Galalar Sürüyor yazısına devam et
  • Ses

    Ümit Ünal’ın yönettiği ve Selma Ergeç, Mehmet Günsür, Işık Yenersu ile Eylem Yıldız’ın oynadığı Ses, 05 Mart 2010’da Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film – Mars Prodüksiyon tarafından vizyona çıkarıldı.
    Derya, bir bankanın çağrı merkezinde çalışan ve annesi ile birlikte yaşayan genç bir kızdır. Rutin giden hayatı gaipten duymaya başladığı bir SES’in ortaya çıkması ile beraber altüst olur. Genç kız başlangıçta duymazlıktan gelmeye çalışsa da SES genç kızın hayatını kontrol etmeye başlar. Derya’dan işyerindeki patronu Onur’u takip etmesini isteyen SES, genç kızın hayatını kâbusa çevirmeye başlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Gizem Ertürk Yazıyor
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ses yazısına devam et
  • Antakya Medeniyetler Buluşması Film Festivali

    Bu yıl ilki düzenlenecek Antakya Medeniyetler Buluşması Film Festivali, 05 – 12 Aralık 2009 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Yerli-yabancı kısa ve belgesel filmlerin gösterileceği festivalde ayrıca festival şartnamesine uyan ve jüri tarafından seçilen ilk üç yerli filme ödül verilecek. Festival kapsamında düzenlenecek kısa ve belgesel film yarışması için başvurular ise 30 Ekim 2009 tarihine kadar kabûl edilecek. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla, Tike Medya Ajans tarafından organize edilen, Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından desteklenen festival, Antakya-Hatay’da gerçekleştirilecek. Festival ile ilgili başvuru formu ve yarışma şartnamesine www.antakyafilmfestivali.com adresinden ulaşılabiliyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Görsel, diğer bilgi ve haberlere haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Antakya Medeniyetler Buluşması Film Festivali yazısına devam et
  • Antalya Film Festivali’nde Gala, Kortej ve Özel Gece

    46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde İlksen Başarır’ın yönettiği Başka Dilde Aşk’ın galası yapıldı. Saadet Işıl Aksoy ve Mert Fırat’ın başrollerinde oynadığı filmin galası sonrasında AKM önünden başlayan korteje katılan Altan Erkekli, Aytaç Arman, Burcu Kara, Coşkun Göğen, Devlet Devrim, Ediz Hun, Ekrem Bora, Irmak Ünal, Merih Akalın, Nilüfer Aydan, Suzan Avcı, Süleyman Turan, Tanju Gürsu, Tarık Akan, Yüksel Arıcı’ya Antalyalılar büyük ilgi ve sevgi gösterilerinde bulundular. Adam & Eve Oteli’nde verilen akşam yemeğinde ise sevilen sanatçımız Kadir İnanır’a 40. Yıl Onur Ödülü verildi.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Antalya Film Festivali’nde Gala, Kortej ve Özel Gece yazısına devam et
  • Karanlıktakiler

    Çağan Irmak, şüphesiz Türkiye’nin son yıllarda en çok ‘isim yapan’ yönetmenlerinden biri. Ortalama bir sinema izleycisi malûmunuz, sinemada gittiği herhangi bir filmin yönetmeninin kim olduğunu, nasıl filmler çeken biri olduğunu pek bilmez. Ancak bazı yönetmenler, öyle bir biçimde ‘marka’ olmayı başarırlar ki artık filmin bütün tanıtımları zaman zaman oyunculardan bile önce yönetmen üzerinden yapılır. Örneğin Spielberg ya da Tarantino filmine giden izleyici sinema kültürü ne kadar olursa olsun mevzubahis yönetmenlerin isimlerinden haberdardır. Çağan Irmak da artık gittikçe filmleri ‘Bir Çağan Irmak filmi’ etiketiyle sunulmayı başarabilen kişilerden biri oldu gibi..

    Nihayet dün izleyebildiğim Karanlıktakiler, önceki Çağan Irmak filmleriyle oldukça benzer temalar etrafında gezinen, ancak belli noktalarda da farklılaşabilen bir yapım. Film temelde, ciddi ruhsal sorunları olan annesiyle yaşayan, 30’larını aşmış, bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan Egemen’in öyküsünü anlatıyor. Egemen için ‘annesine tahammül etmek zorunda kaldığı bir hapis hayatı’ denilebilecek ev yaşamından uzaklaşılabilinen tek yer iş yaşamıdır. Patronuna ilgi duymaktadır ki annesiyle olan yaşamı düşünülünce, bırakın ‘patronu’ olan bir kadını herhangi bir kadınla birlikte olması fikri bile zaten pek mümkün görünmemektedir. Annesi kendisini dış hayata tamamen kapatmıştır ve oğlundan da öyle olmasını beklemektedir. Zaten oğlundan başka pek birşeyi de yoktur hayatta. Tabii bir de krizler, sürekli bir tedirginlik, gelip giden bir akıl, sakinleştiriciler, mahallenin çocuklarıyla ve hatta ebeveynleriyle uğraşma gibi şeyler…

    Çağan Irmak, önceki filmlerinden alışkın olduğumuz gibi burada da günlük hayatın içindeki anları ve diyalogları inandırıcı kılmayı başarıyor. Özellikle Egemen’in işyerinde geçirdiği zamanlar zevkle seyrediliyor. Filmin ilk yarısı da Egemen’in kâh evdeki karanlık ve boğucu yaşantısı, kâh işyerindeki çalışanlar ve patronuyla olan ilişkileri derken akıp gidiyor…

    Ancak ikinci yarıda ve özellikle de son çeyrekte, annenin geçmişiyle ilgili o ana kadar bilmediğimiz ‘karanlık sırlar’ın açığa çıkışı sonrasında film irtifa kaybediyor ve düşüşe geçiyor. Irmak’ın önceki filmlerinden -ve hatta Kâbuslar Evi serisinden, ki film zaten Kâbuslar Evi’nin herhangi bir bölümü olmaktan o kadar da uzak değil- alışkın olduğumuz karanlık ve içinden çıkılmaz durumları kimi net sebepler göstererek açıklama sevdasının bu filme de damga vurduğunu söyleyebiliriz. Sonrasındaki yemek sahnesi ve ucu açık finaliyle filmin tekrar bir nebze toparlandığı da söylenebilir…

    Çağan Irmak, yine belli bir tonu tutturan anlatımı ve sinema duygusuyla, izlemeye değer, iyi bir film çekmiş. Ancak belli noktalardaki senaryo kaynaklı aksaklıklar tıpkı Issız Adam, Ulak ve hatta Mustafa Hakkında Herşey’deki gibi, burda da filmi yer yer itici kılıyor…

    (19 Ekim 2009)

    Ferit Güney

    Devrimci Gençlik Köprüsü, Belgeselinin DVD.si Çıkıyor

    Yönetmenliğini Bahriye Kabadayı’nın gerçekleştirdiği Devrimci Gençlik Köprüsü belgeselinin DVD.si çıkıyor. Film, 68 kuşağının ruhunu, hayal etme ve hayalleri gerçekleştirme gücünü anlatıyor.
    Belgesel, 1969’da İstanbul’a köprü yapım çalışmaları alevlenmişken 68 kuşağı öğrencilerinin Boğaz Köprüsü yapımına karşı çıkış hikâyeleri ile başlıyor. Boğaz Köprüsü yapımına karşı çıkan gençler, Hakkari’de Zap Nehri üzerine bir asma köprü inşa etmek için Milliyet Gazetesi’nin de desteği ile bir sloganları “Boğaz’a Değil Zap’a Köprü” olan bir kampanya başlatırlar.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Emre Şahin’in Yönettiği “40”, Antalya Film Festivali’nde

    Yönetmenliğini Emre Şahin’in yaptığı 40 adlı filminin 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterimi 16 Ekim 2009 günü saat 14:30’da AKM Aspendos salonunda yapılıyor. Filmin başrollerini Deniz Çakır, dünyada büyük yankı uyandıran Ntare Mwine ve Ali Atay paylaşıyor. İstanbul doğumlu genç yönetmen Emre Şahin, Amerika’da Emerson College’da sinema eğitimi aldıktan sonra ABC, ABC Family, MTV, VH1, The History Channel, Travel Channel ve Discovery Channel gibi kanallarda gösterilen pek çok programın yanı sıra belgesellerde de yönetmenlik yaptı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak

    Ali İlhan’ın yönettiği ve Claudia Cardinale, İsmail Hacıoğlu, Lavinia Longhi ile Teoman Kumbaracıbaşı’nın oynadığı Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak 18 Şubat 2011′de Pinema Film dağıtımıyla Ares Media tarafından vizyona çıkarıldı.
    Yıllar önce oğlunu ve kendisini terk eden kocasından sonra hiçbir erkeği kapısından bile içeri sokmayan Sinyora Enrica, evindeki odaları kız öğrencilere kiralamakta ve pazarda çalışmaktadır. Yıllarca bozmadığı bu kuralı, evine gelen Türk öğrenci Ekin için bozar. Enrica’nın oğlu Giovanni’nin annesine karşı haksız davranışları Ekin’de Enrica’yı koruma duygusuna dönüşür ve aralarında bir gönül bağı oluşur.

    • Basın Bülteni
    • Fotoğraflar
    • Web Sitesi
    • Fragman
    • IMDb
    • Hakan Sonok Yazıyor: 1 / 2

    Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak yazısına devam et

    Antichrist

    Lars Von Trier’in hemen her filmiyle, hem izleyiciyi hem eleştirmenleri ikiye böldüğü artık Avrupa sinemasını ucundan kıyısından takip eden herkes tarafından bilinen bir gerçek. Cannes gösterimlerinin ardından filmin etrafında kopardığı onca yaygara, gürültü vs. bunların farkında olan bizler için pek de şaşırtıcı değildi açıkçası.

    Ancak filmi izledikten sonra Von Trier’i tanıyanların bile kısa süreli de olsa bir duraksama yaşamaması hemen hemen imkânsız gerçekten. Daha sonra kapanışta da duyacağımız ‘Lascia Ch’io Pianga’lı bir prolog ile açılıyor film. Ardından yönetmen filmini 4 bölümde anlatıyor: Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci…

    Çocuklarını kaybeden bir çiftten, kadının ruh sağlığının gittikçe bozuluşu üzerine, onu iyileştirmek için korkusunun üzerine gitmesinin iyi olduğunu düşünen ve bu yüzden onla beraber daha önce de kadının gittiğini sonradan öğreneceğimiz bir dağ evine gitme kararı veren terapist adam öykünün tek karakterleri… Filmin ilk bölümleri ikiliden adamın, kadını kendi yöntemleriyle anlamaya çalışması üzerine kurulu. Bu bölümlerde kadının tuhaf, hatta nevrotik şekilde, olmadık anlarda birdenbire ortaya çıkan sevişme dürtüsüne de tanıklık ediyoruz ki filmin sonunda ancak anlam kazanıyor bu kısımlar. Filmin başlarında Von Trier’in yakaladığı boğucu atmosferin yer yer etkileyici olduğunu kabûllenmek gerek.

    Film ve bölümler ilerledikçe bu psikolojik ağırlık yerini fiziksel anlamda şiddet ve deformasyona bırakmaya başlıyor. Hatta bu ‘ölçüsü kaçmış’ şiddet ve deformasyon sahneleri, her ne kadar önceden film hakkında bolca şiddet ve seks sahnesi içerdiği okunmuş dahi olsa bir yerde şaşırtıyor insanı…

    Bir anlamda ‘huzura varma’ duygusu veren final geldikten sonra görüyoruz ki basbayağı ve de açıkça kadınlığı aşağılayan bir film bu. Sonuçta kadın da erkek de çocuklarını kaybeden birer ebeveyn ve elbette ki kadının böyle acı verici olaylara tepkisi erkekten daha farklı olabilir bunu anlamak mümkün ama yönetmenin yaptıklarına anlam vermek güç (Bu kısımları filmi izlemeyenleri de düşünerek çok da fazla açmayalım.) Yönetmen bir röportajında zaten filmin senaryosunu yazdığı sürelerde bir depresyon geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, filmin ‘hastalıklı’ bir zihnin ürünü olduğunu söylüyor. Bunun etkisi ne derecedir bilinmez ama film ‘hastalıklı’ ve ‘rahatsız edici’ gibi sıfatlardan çok ‘sığ ve derinliksiz’ gibi sıfatları hakediyor. Kaldı ki her filmiyle eleştirmen ve izleyicileri ikiye böldüğünü başta da söylediğim Von Trier’in çoğu filmini o kadar sevmesem de her zaman için felsefeyi en iyi bilen yönetmenlerden biri olduğunu ve çok iyi yaptığını düşünmüşümdür. Bu açıdan benim için oldukça şaşırtıcı bir durum…

    Öte yandan film sinematografik açıdan da diğer Von Trier filmleri gibi deneysel bir yol izlemiyor. Dogma dönemlerinden zaten çoktan uzaklaşan Von Trier bu filmiyle daha da ‘klâsik’ bir görsel yapı kuruyor.

    Sonuçta sevsem de sevmesem de her yaptığı işi merakla beklediğim ve izlemeye koyulduğum Von Trier bu sefer çuvallıyor. Ama sonraki işini gene de merak ediyorum sanırım…

    (19 Ekim 2009)

    Ferit Güney

    Sinemanın Coşkulu Ruhu: Anthony Quinn

    2001 yılında ölen Anthony Quinn, Akademi’den “Viva Zapata” ve “Yaşama Tutkusu” filmleriyle iki defa Oscar aldı. Quinn, enerjisiyle filmlere bambaşka bir hava verdi. Coşkuluydu. Hayatının son dönemlerinde resme ve heykele de yönelmişti. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.

    Anthony Quinn… Sinemanın coşkulu aktörü. Quinn, 21 Nisan 1915’te Meksika’nın Chihuahua şehrinde doğdu. Quinn, 3 Haziran 2001’de Amerika’nın Massachusetts eyaletinin büyülü şehri Boston’da öldü. Annesi Meksikalı, babası da İrlandalıydı. Tiyatro ve sinemada şansını deneyen Quinn, ilk büyük başarısını Hollywood’un ve Paramount’un kurucularından yapımcı-yönetmen Cecile Blount DeMille’in kızı Katherine’le 1937’de evlenerek elde etti. Kayınpeder DeMille, alt sınıftan biriyle evlenen kızına öfkeliydi. Asıl adı Antonio Rodolfo Quinn olan Anthony Quinn’in “Tek Kişilik Tango” (One Man Tango) otobiyografik kitabı 1995 yılında İnkilâp Kitabevi’nden çıkmıştı. Liseyi yarıda bırakmış Quinn, lise diplomasını 1990’larda alabilmiş. Quinn, okuduğumuz “Tek Kişilik Tango” kitabında Orson Welles’e çöpçatanlık yaptığını da itiraf ediyordu. Rita Hayworth’a aşık olan Welles, Hayworth’a ulaşabilmek için Quinn’den yardım istemiş. Hayworth’la Welles’i tanıştıran Quinn, bu iki büyük sanatçının evlenmesine vesile olmuş 1940’larda.

    Tiyatro oyunları ve filmlerde küçük rollerin ardından önü açılan Quinn, başrollere kadar yükseldi. 1930’lu ve 40’lı yıllarda çoğu sıradan bir dolu filmde görünen Quinn, 1945’te önemli yönetmenlerden Edward Dmytryk’in “Back to Bataan-Bataan’a Dönüş” siyah-beyaz savaş filminde John Wayne’le başrolü paylaştı. Bu İkinci Dünya Savaşı filmi 1946’da ülkemizde de gösterime girdi. Quinn, 1950’li yılların başında yoğun olarak televizyon dizilerinde göründü. 1952 yılında Elia Kazan’ın Meksika’daki iç savaşı anlatan siyah-beyaz “Viva Zapata” filmi Quinn’in hem önünü açtı hem de “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında ona bir de Oscar getirdi. Ünlü yazar John Steinbeck’in senaryosunu yazdığı filmde Emiliano ve Eufemio Zapata kardeşler, Meksika Devrimi’ni gerçekleştirirken kardeş kavgasına da tutuluyorlardı. Yönetmen Kazan, Zapata kardeşlerin kavgasıyla iç savaş arasında metafor kurmuştu. Errol Flynn, Maureen O’Hara, Ava Gardner, Gregory Peck, Rock Hudson, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi önemli oyuncuların başrolünde olduğu filmlerde ikinci rollerde görünen Quinn, 1953 yılında İtalya’ya gitti. Orada filmlerde oynadı. Yolu 1954’te büyük yönetmen Federico Fellini’yle kesişti. “La Strada-Sonsuz Sokaklar” filminde Zampanò karakterini canlandırdı. Başrolü de Giulietta Masina’yla paylaştı. İşte bu film tam anlamıyla Quinn’in önünü açtı. Filme de ortak olan Quinn, hisselerini satar ve hayatının en büyük pişmanlığını yaşar. Çünkü, iş yapmaz dediği “Sonsuz Sokaklar”, bugün sinemanın klâsiklerinden ve hâlâ para kazanıyor. Bir süre daha İtalya’da kaldı. Kirk Douglas’la 1954 yılında “Ulisse” filminde oynadı. Mario Camerini’nin yönettiği bu tarihsel filmde Silvana Mangano da oynuyordu. Filmin jeneriğinde “U” harfi “V” gibi yazar. Film, Antik Yunan döneminde geçiyor. Quinn, İtalya’da tarihi filmlerde oynamayı sürdürdü. Pietro Francisci’nin 1954 yapımı “Attila” filminde de Sophia Loren’le başrolü paylaştı.

    Hollywood’a dönüş…

    Quinn, 1955 yılında Hollywood’a döndü. Budd Boetticher’in yönettiği “The Magnificent Matador-Şahane Matador” filminde Maureen O’Hara ve güzel Lola Albright’la başrolü paylaştı. Ardından yine televizyon dizilerinde boy gösterdi Quinn. Sonra da Vincente Minnelli’nin 1956 yapımı “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminde Kirk Douglas’la başrolü paylaştı. Quinn, ressam Gauguin rolüyle muhteşem bir performans ortaya koydu ve bu filmle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kirk Douglas da Van Gogh’u oynamıştı. Bu filmdeki en önemli şeyse, görüntülerin Van Gogh’un fırçasından çıkmış hissini vermesiydi. Russell Harlan ve Freddie Young’ın sinemaskop görüntüleri muhteşemdi. Macar besteci Miklós Rózsa’nın (1907-1995) müzikleri de büyüleyiciydi bu filmde. 1956 yılında, Victor Hugo’nun eserinden uyarlanan “Notre Dame de Paris-Notre Dame’ın Kamburu” filminde de oynadı Quinn. Filmdeki Esmeralda’ysa Gina Lollobrigida’ydı. Sinemaskop ve renkli bu Fransız filminin yönetmeniyse Jean Delannoy’dı. Filmin senarislerinden biri de ünlü şair Jacques Prévert’di. Bu büyük sanatçının, Prévert’in yönetmen Marcel Carné’yle yaptığı tüm filmler sinema tarihine geçti. Quinn, sinemanın büyük yönetmenlerinden Martin Ritt’in (1914-1990), 1958 yapımı “The Black Orchid-Siyah Orkide” filminde Sophia Loren’le oynadı. Sıcak bir yaz mevsiminde İtalyan mahallesinde geçiyordu hikâye. Rose, gangster kocası öldürüldüğü için yas tutar, siyahlar giyer. Quinn’in canlandırdığı Frank, Rose’a “siyah orkide” der bu yüzden. Frank, kadınlara iyi davranan bir centilmendi bu filmde. Dingin anlatımlı bu siyah-beyaz film insana iyi gelen yapıtlardan biriydi. Quinn, Edward Dmytryk’in yönettiği 1959 yapımı “Warlock-Büyücü” western filminde Richard Widmark ve Henry Fonda’yla başrolü paylaştı. Sinemaskop bu film, Batı efsanelerinin yazarı Oakley Hall’ün eserinden uyarlanmıştı. Filmin hikâyesi, 1880’lerde Utah’taki bir madenci kasabasında geçer. Quinn, 1959’da John Sturges’ın yönettiği western-gerilimi “Last Train from Gun Hill-Kan Davasının Sonu”nda yolu yine Kirk Douglas’la kesişti. “Kan Davasının Sonu” adıyla sinemalarda oynayan bu film, “Gun Hill’den Son Tren” adıyla da anılıyor. Karısına tecavüz edilen kovboy, bunun intikamını almak için yollara düşüyor filmde.

    Quinn, Nicholas Ray ustanın 1960 yapımı “technicolor” ve sinemaskop çekilmiş suç-macera filmi “The Savage Innocents-Vahşi Masumlar”ında Britanyalı büyük oyuncu Peter O’Toole’la oynadı. Filmin hikâyesi kuzey kutbunda eskimoların içinde geçiyordu. Film, Hans Ruesch’un “Top of the World” (Dünyanın Tepesi) romanından uyarlanmış. Bu filmin senaryosuna Franco Solinas gibi büyük bir sanatçının da katkısı vardı. Solinas (1927-1982), Giulio Petroni’nin 1968 yapımı “Tepepa”, Costa-Gavras’ın 1972 yapımı “État de Siège-Sıkıyönetim”, Joseph Losey’in 1976 yapımı “Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam” filmlerine de katkıda bulunmuştu. Sinemaseverler bu filmin yönetmeni Nicholas Ray’i (1911-1979), Joan Crawford’un oynadığı 1954 yapımı “Johnny Guitar” ve James Dean’ın oynadığı 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmlerinden hatırlayabilirler. Quinn, yine 1960 yılında bu defa George Cukor ustanın “Heller in Pink Tights-Korkunç Kumpanya” komedi-westerninde oynadı. Başrolü de yine Sophia Loren’le paylaştı. Bu film, Louis L’Amour’un “Heller with a Gun” romanından uyarlanmış. Quinn, 1961’de macera filmlerinin unutulmaz yönetmeni J. Lee Thompson’ın (1914-2002) çok çarpıcı ve unutulmaz İkinci Dünya Savaşı filmi “The Guns of Navarone-Navaron’un Topları” fiminde Gregory Peck ve David Niven’la başrolü paylaştı. Alistair MacLean’in romanından uyarlanan filmde bir Ege adasında komandolar topları imha etmeye çaba gösterirler. Gerilimi yüksek ve öncelikle savaş sahneleri kolay unutulmaz bu filmin. Rod Serling’in televizyon oyunundan uyarlanan 1962 yapımı “Requiem for a Heavyweight-Altın Eldiven” filminde Mickey Rooney ve Julie Harris’le başrolü paylaştı Quinn. Bu boks filmini Ralph Nelson yönetmişti. Yönetmen Nelson, bu filmi daha önce 1956’da “Playhouse 90-Requiem for a Heavyweight” adıyla televizyon filmi olarak çekmişti. 1962 yapımı filmin en büyük özelliği Muhammed Ali’nin Müslüman olmadan önce Cassius Clay adıyla Quinn’le boks yapmasıydı.

    Büyük oyuncularla beraber…

    Quinn, David Lean’ın 1962 yılındaki tartışmalı filmi “Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence” filminde Auda Abu Tayi karakterini canlandırdı. Bu filmde Peter O’Toole (T. E. Lawrence), Alec Guinness (Prens Faysal), Omar Sharif (Şerif Ali) ve Claude Rains (Dryden) gibi önemli oyuncular da vardı. Film, Lawrence’ın hatıralarından yola çıkılarak çekilmişdi. Filmin muhteşem müziklerini de Maurice Jarre usta bestelemişti. Bu film ülkemizi üzdü. Çünkü, 1. Dünya Savaşı dönemlerinde Lawrence Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kaşıyıp sınırları cetvelle çizmiş. Quinn’in yolu 1964’te “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi” savaş filmiyle büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann’la buluştu. Emeric Pressburger’ın romanından uyarlanan filmde Quinn, başrolleri Gregory Peck ve Omar Sharif’le paylaştı. İspanya’nın iç savaşında anarşist Francisco Sabate Llopart’ın hayatından yola çıkıyordu bu siyah-beyaz film. Quinn, 1964’te Yunanlı yönetmen Michael Cacoyannis’in (Mihalis Kakogiannis) “Greek, the Zorba-Zorba” filminde oynadı. Bu siyah-beayz film, Nikos Kazancakis’in (Kazantzakis) aynı adlı romanından uyarlandı. Filmde Alan Bates, Irene Papas ve Lila Kedrova da vardı. Filmin muhteşem ve unutulmaz müziklerini Mikis Theodorakis bestelemişti. Film, 1965 yılında yedi dalda Oscar’a aday gösterildi ve bunlardan üçünü almıştı. Mutsuz Yunan asıllı İngiliz yazar Girit adasına gelir. Burada coşkulu Aleksis Zorba’yla dost olur. Bu filmi United Artists çekecekti, ama başrolde ünlü bir kadın oyuncu yok diye projeden vazgeçince, o dönemlerde Yunanlıların elinde olan Fox bu filmin yapımcılığını üstlendi. Bu filmin başlarındaki yağmurlar insanı büyülüyordu. Finaldeki Yunan dansı da muhteşemdi. Yine aynı yıl “The Visit-Ziyaret” filminde Quinn, sinemanın en güzel kadınlarından Ingrid Bergman’la karşılıklı oynadı. Filmi Bernhard Wicki yönetmişti. Bu siyah-beyaz filmin kameramanıysa İtalyan sinemasının büyüklerinden Armando Nannuzzi’ydi. Film, Friedrich Dürrenmatt’ın “Der Besuch der Alten Dame” (Yaşlı Kadının Ziyareti) oyunundan uyarlandı.

    Denys de La Patellière ve Raoul Lévy’nin ortak yönettikleri 1965 yapımı “La Fabuleuse Aventure de Marco Polo-Marko Polo”nun ortaya çıkmasında İtalya, Fransa, şimdi parçalanmış Yugoslavya, inanılmaz biçimde Afganistan ve Mısır’ın da katkısı vardı. Bu “technicolor” ve sinemaskop filmde Quinn, Kubilay Han’ı, Horst Buchholz da Marco Polo’yu canlandırdı. Filmin kadrosu muhteşemdi: Akim Tamiroff, Orson Welles, Omar Sharif, Robert Hossein. Bu filmin ilginç yönü, Marco Polo karakteri için yola Alain Delon’la çıkılması ve sonra anlaşmazlığa düşülmesi. Hikâye, Venedik’te 13. yüzyılda başlıyor. Barışçıl genç Marco Polo, doğu ve batının barışı için Papa’dan Moğol-Çin İmparatoruna bir mesaj götürüyor. Ama, İpek Yolu tuzaklarla doludur. Quinn’in performansı zamanında övgü almış bu filmle. Quinn, 1965 yapımı “A High Wind in Jamaica-Cinayet Yolu”nda James Coburn’le başrolü paylaştı. Richard Hughes’un romanından uyarlanan filmi Alexander Mackendrick yönetmişti. Sinemaskop çekilmiş bu filmin kameramanıysa, Steven Spielberg’ün “Indiana Jones” serisini çeken Douglas Slocombe’du. Roman, 1929 yılında yazıldı. Özellikle roman sert eleştiri almış yayımlandığı yıllarda. Cinsel tacizi ele aldığı için. Roman, Emin Sınır çevirisiyle Türkçeye “Jamaika’da Bir Fırtına” adıyla kazandırıldı. İngiliz bir ailenin çocukları gemiyle yolculuğa çıkar ve gemi korsanlar tarafından kaçırılır. Hem romanı hem de filmi etkileyici.

    Quinn, 1966 yılında önemli yönetmenlerden Mark Robson’ın “Lost Command-Zafer Yolları”nda Alain Delon’la başrolü paylaştı. Bu savaş filmi, Jean Lartéguy’ün romanından uyarlandı. 1967 yılında yine bir savaş filmi olan “L’Avventuriero-Maceralar Beldesi”nde göründü Quinn. Filmi de, en çok “007 James Bond” serisiyle hatırlanan Terrence Young yönetti. Film, Joseph Conrad’ın “The Rover” romanından uyarlandı. Filmde Rita Hayworth da oynamıştı. Filmin müziklerini Ennio Morricone bestelemişti. Filmin hikâyesi, Fransız Devrimi’nin etkisinin geçtiği yıllarda Fransa’nın güneyinde geçiyor. En iyi savaş filmlerinden biri olan Henri Verneuil ustanın yönettiği 1967 yapımı sinemaskop “La Vingt-Cinquième Heure-25. Saat”, Rumen yazar Constantin Virgil Gheorghiu’nun romanından uyarlandı. Filmde Quinn’in yanı sıra Virna Lisi ve büyük şarkıcı-aktör Serge Reggiani de vardı. Müziklerse Georges Delerue ve Maurice Jarre gibi iki büyük besteciye aitti. Film, 1939 yılında bir Rumen köyünde açılıyor. Yahudi sanılan Johann Moritz çalışma kampına gönderiliyor, sonra “aryan ırk” olarak kabûl ediliyor, ardından da “Waffen-SS” denilen “Silâhlı SS”lere katılıyor. Savaşın ardından da tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanıyordu Moritz. Ancak 1949 yılında serbest kalıp ailesine Almanya’da kavuşabiliyordu Moritz. Quinn, 1967 yılında Elliot Silverstein’in “The Happening-Asiler Beldesi” komedi filminde de oynadı. Quinn’in yolu 1968 yılında Henri Verneuil ustayla yine buluştu. Sinemaskop çekilmiş “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları” westerninde Charles Bronson da vardı. Film, William Barby Faherty’nin “A Wall for San Sebastian” romanından uyarlanmıştı. Filmin müzikleri de büyük usta Ennio Morricone’ye aitti. 1968 yılında, Avustralyalı yazar Morris L. West’in 1963’te Amerika’da çok satarlar listesinin bir numarasına çıkmış romanından uyarlanan “The Shoes of the Fisherman-Balıkçının Ayakkabısı” dramınında Laurence Olivier, Oskar Werner ve John Gielgud gibi önemli oyuncularla oynadı Quinn. Filmi de Michael Anderson yönetti. Filmin hikâyesi Soğuk Savaş devirlerinde geçiyordu. Rus papaz Kiril Lakota (Quinn), yirmi yıl Sibirya’da çalışma kampında kalmış. O sıralarda Sovyet-Çin ilişkileri gerilmiş. Kamenev (Olivier), gelecekteki politik durumlar için Lakota’nın Vatikan’da Papa olması için Papa’nın (Gielgud) ölmesine neden oluyor. Nükleer savaş tehditi, açlık, evrim, Sibirya, politik oyunlar… İşte bu filmde bunların hepsi vardı. Ekim 1971’de ülkemizde gösterime giren Stanley Kramer’in 1969 yapımı “The Secret of Santa Vittoria-Kasabanın Sırrı”, Robert Crichton’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Hikâye, İkinci Dünya Savaşı’nda şaraplarıyla ünlü Santa Vittoria adlı kasabada geçiyordu. Kasabalılar, değerli şaraplarını Nazilerden kurtarmak için büyük bir sırrı paylaşırlar. Filmde Quinn’le beraber İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Anna Magnani ve Virna Lisi de vardı. Filmin bir diğer önemli oyuncusuysa Giancarlo Giannini’ydi. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Giuseppe Rotunno’ya aitti. Rotunno, Luchino Visconti ustayla birçok filmde çalışmıştı kameraman olarak. Quinn, yine 1969’da önemli yönetmenlerden Daniel Mann’ın “A Dream of Kings-Kralın Rüyası”nda da göründü. Daniel Mann (1912-1991), en çok 1959 yapımı “gang melo”su “The Last Angry Man-Son Kızgın Adam” filmiyle hatırlanıyor. Harry Mark Petrakis’in romanından uyarlanan “Kralın Rüyası”nda Quinn, başrolü Irene Papas’la paylaştı. Filmin hikâyesi Şikago’da Yunan toplumunun içinde geçiyordu. Yunan-Amerikan melezi kumarbaz ve halk filozofu Matsoukas’ın yedi yaşındaki oğlu Stavros ölümcül hastalığa yakalanıyor ve Matsoukas de, şifa ve güneş için oğlunu Atina’ya götürüyordu.

    Çöllerin aslanı…

    Quinn’in yolu, 1970 yapımı “Walk in the Spring Rain-Bahar Yağmuru Gibi” filmiyle Ingrid Bergman’la yolu bir daha kesişti. Rachel Maddux’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop filmi Guy Green yönetmiş. Bu filme, David Lean’ın 1945 yapımı siyah-beyaz yapımı “Brief Encounter-Kısa Tesadüfler” filminin tarzına yakın denilmiş zamanında. Quinn, 1972’de “Across 110 th Street-Kirli Sokaklar” suç filminde oynadı. Wally Ferris’in romanınından uyarlanan filmin senaryosunu Luther Davis yazmıştı. Filmde, Harlem’in gizli kumarhanelerinden birini basarak paraları çalan üç siyahın peşine mafya, komiser Frank ve dedektif Pope düşerler. Harekeketli bu aksiyon-polisiyeyi Barry Shear yönetmişti. Richard Fleischer’ın 1973 yapımı “The Don is Dead-Baba Öldü” filmi, Marvin H. Albert’ın romanından uyarlanmasına rağmen, Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir film denilmiş zamanında. Quinn, 1970’lerin ortasında Müslümanların kalbini fethetti 1976 yapımı “The Message-Çağrı” filmiyle. Moustapha Akkad’ın (Mustafa Akad) yönettiği film, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Müslümanlığın yayılışını anlatıyordu. Quinn, Hamza karakterini canlandırdı bu filmde. Sinemaskop bu filmin muhteşem görüntüleriyse üç kameramana aitti: Said Baker, Jack Hildyard ve İbrahim Salem… Müzikleriyse Maurice Jarre bestelemişti. Ekim 1979’da ülkemizde gösterime girmişti “Çağrı” filmi. 1976 yılında “Target of an Assassin-Hedefteki Adam” geriliminde oynadı Quinn. Peter Collinson’ın yönettiği film, Jon Burmeister’ın romanından uyarlanmıştı. Sergio Corbucci’nin yönettiği 1976 yapımı “Bluff Storia di Truffe e di Imbroglioni-Dolandırıcılar Kralı” komedi-suç filminde, büyük şarkıcı Adriano Celentano ve Capucine’le başrolü paylaştı Quinn. Birer “tokatçı” olan Philip Bang ve ortağı Felix’in hayli eğlenceli hikâyesini perdeye yansıtıyordu bu film. Mart 1979’da ülkemizde gösterime giren 1976 yapımı “L’Eredità Ferramonti-Baba, Oğul, Gelin”i Mauro Bolognini yönetmişti. Ennio Morricone’nin müziklerini bestelediği filmde Gregorio Ferramonti (Quinn), gelini Irene Carelli Ferramonti’yle (Dominique Sanda) yatıyordu ve ölümü de gelinin kucağında geliyordu. Filmin hikâyesi de 1800’lü yıllarda geçiyordu.

    Aralık 1982’de ülkemizde gösterime giren 1978 yapımı “The Greek Tycoon-Akdenizli” filminde başrolü Jacqueline Bisset ve Raf Vallone’yle paylaştı Quinn. Filmi de J. Lee Thompson yönetmişti. Quinn, Yunanlı bir armatörü canlandırmıştı. Quinn, yine 1978’de “The Children of Sanchez-Sanchez’in Çocukları”nda oynadı. Geniş bir ailenin babası olan Jesus Sanchez’in hikâyesini anlatan film, Oscar Lewis’in romanından uyarlanmıştı. Filmin senaristleri arasında İtalyan “Yeni Gerçekçi” akımın yaratıcılarından Cesare Zavattini de vardı ve bu filmi de Hall Bartlett yönetmişti. Quinn, James Fargo’nun 1978’de yönettiği “Caravans-Karavan” filminde Michael Sarrazin, Christopher Lee, Jennifer O’Neill ve Joseph Cotten’la başrolü paylaştı. Nisan 1979’da ülkemizde de gösterime giren James Michener’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop macera filmi 2. Dünya Savaşı yıllarında Afganistan’da geçiyordu. Quinn, “Zülfikar” karakterindeydi. Yönetmen J. Lee Thompson’la Quinn’in yolu 1979 yılında “The Passage-Geçit” filminde bir daha buluştu. Mart 1979’da ülkemizde de gösterime giren bu filmin görselliği çarpıcıydı. 2. Dünya Savaşı’nda geçen film, yazar Bruce Nicolaysen “Perilous Passage” romanından uyarlandı. Romanın yazarı senaryoyu da yazdı. Quinn, bu filmde James Mason, Malcolm McDowell, Patricia Neal, Christopher Lee’yle başrolü paylaştı. Quinn, “Çağrı”dan sonra Moustapha Akkad’la yolu bir defa daha kesişti. Ocak 1985’te ülkemizde gösterime girebilen 1981 yapımı “Lion of the Desert-Çöl Aslanı Ömer Muhtar” filminin senaryosunu H. A. L. Craig yazmıştı. Filmde Oliver Reed, Irene Papas, Raf Vallone, Rod Steiger, John Gielgud gibi önemli oyuncular da vardı. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Bu epik filmde, Libya’nın kahramanı Ömer Muhtar, İtalya’da 1929’da iktidara gelen faşist Mussolini hükümetinin Roma İmparatorluğu’nu yaratma hayalini çöle gömüşü anlatılıyordu. Filmin sinemaskop görüntüleri de etkileyiciydi.

    Quinn, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çoğunlukla televizyon dramalarında göründü. Ama sinemayı bırakmadı. Quinn, Chris Columbus’un 1991 yapımı “Only the Lonely-Bekârın Derdi” romantik-komedisinde Nick Acropolis karakteriyle ikinci roldeydi. Filmde John Candy, Maureen O’Hara, Ally Sheedy, Kevin Dunn ve James Belushi de vardı. Ağustos 1991’de bu film ülkemizde de gösterime girmişti. Quinn’in yolu, Hollywood’da siyah sinemanın önemli yönetmenlerinden Spike Lee’yle 1991 yılında “Jungle Fever-Orman Ateşi” filmiyle buluştu. Annabella Sciorra ve Wesley Snipes’ın başrolünde olduğu filmde Quinn’le beraber Tim Robbins, John Turturro, Samuel L. Jackson da vardı. 1995 yılında “A Walk in the Clouds-Bulutların Ötesi” filminde de oynadı. Filmi, Meksikalı Alfonso Arau yönetti. Mart 1996’da ülkemizde gösterime giren filmin başrolünde Keanu Reeves vardı. Son filmi, 2002’de gösterime giren ve başrolünde Sylvester Stallone’un olduğu “Avenging Angelo-Angelo’nun İntikamı”ydı. Bu filmi göremeden bu dünyadan göçtü Quinn.

    (18 Ekim 2009)

    Ali Erden

    [email protected]

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu