Kategori arşivi: Yazılar

Moebius ya da Kim Ki-Duk Usulü Cinsellik ve Şiddet

Kim Ki-Duk filmleri hep merakla beklenir. Lakin son çalışması ‘Moebius’, hikâyesi nedeniyle ülkesi Güney Kore’de sansür engeline takılarak zar zor gösterim izni alabilmiş olması nedeniyle izleyici karşısına çıkmadan fenomen haline geldi. İlk kez geçtiğimiz Eylül başında Venedik Şenliği’nde görücüye çıkan olay film, sadık takipçilerinin hiç de yabancısı olmadığı, cinsellik, şiddet ve ensest gibi üstadın gözde temalarını barındırıyor. Hiçbir sinema eğitimi almadan otuzlu yaşlarında çekmeye başladığı 15 küsur filmle marjinal karakterlerin, fahişelerin, sokak kabadayılarının dünyasını resmeden Kim Ki-Duk, Venedik Şenliği büyük ödüllü bir önceki çalışması ‘Acı / Pieta’da, ana ile suça bulaşmış oğulun şiddetten şefkate dönüşen ödipal ilişkisi çerçevesinde kötülük ve iyilik, günah ile kefaret, intikam ile acıma duygularının çatışmasını irdeler. Uzakdoğulu usta sinemacı ‘Acı’nın kaldığı yerden devamla, bu kez cinsellik sorunsalı üzerinden iktidar mücadelesi veren bir çekirdek ailenin şiddet yüklü hikâyesini anlatmaya soyunmuş. Bu son çalışmanın yönetmenin önceki işlerinden temel farklılığı hiçbir diyaloga yer verilmemiş olması. Bizde gösterilmemiş ‘Amen’de denemeye başladığı bu yöntemle ‘filmin görüntüler yoluyla hissedilmesini’ hedeflediğini belirtiyor yönetmen. Nitekim, haykırışlar, çığlıklar, gülme ve ağlama gibi efektler dışında insan sesine yer yok bu filmde.

Tamamı repliksiz çekilmiş bu aile dramının karakterleri, karısını aldatan koca, aldatılmaya tepki gösteren karısı ve olanların pasif izleyicisi ergenlik çağındaki oğuldan oluşuyor. İntikam peşindeki anne, babanın cinsel organını kesmeye yeltenir. Başaramayınca kendi öz oğlunun penisini yok etmek suretiyle babayı cezalandırır. Trajedinin ikinci ve üçüncü perdeleri daha da karanlık, daha da sersemletici. Cinsel organ nakli araştırmaları, bedene eziyet verme yoluyla orgazma ulaşma yöntemleri, annenin oğlunun cinsel tatmini için kendini ortaya koyması benzeri gelişmeler Kim Ki-Duk’un burjuva değerlerine ve aile kavramına alaycı yaklaşımından izler taşıyan, anlatıyı zaman zaman uç noktada bir kara güldürünün eşiğine getiren unsurlar. Cinselliğin ve onun sembolize ettiği ölümcül iktidar tutkusunun yerini Buda’ya saf yakarışın aldığı bölümlerde ise üstadın ‘İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar’ ya da ‘Boş Ev’ gibi yapıtlarının ruhani havası filme egemen oluyor.

Kim Ki-Duk sinemasına aşina olmayanlar için zor bir deneyim ‘Moebius’. Freud ve Lacan öğretisi doğrultusunda phallus, cinsellik, iktidar ilişkisi üzerine kafa yormak için de iyi bir fırsat öte yandan.

(Bizde ilk kez 12. Filmekimi programında izleyici karşısına çıkmış olan ‘Moebius’, bu haftadan itibaren tek kopyayla Beyoğlu Sineması’nda vizyona giriyor.)

(09 Ekim 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

50 Yıl 50 Altın Portakal

1964

“1960 öncesi yönetmenleri ile 1960’ta işe başlayan yönetmenler, iyi niyetle bir şeyler yapma çabasıyla işe hevesle sarılıp, toplumsal sorunlara odaklanmaya başlamışlardır. Böylelikle 1960–1965 yılları arasında Türk sinemasında ilk kez toplumun sorunlarını perdeye yansıtmaya çalışan bir dizi film çevrilmiştir.”

Nijat Özön’ün tespitleri ışığında ilk Altın Portakal’ın sahibi Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” olur. Kahramanmaraş’tan İstanbul’a göç eden bir ailenin büyük kentte tutunma mücadelesini konu alan film, çok önemli bir toplumsal soruna parmak basmış, iç göç olgusunu mercek altına almıştır. Refiğ’in filmografisindeki en başarılı eserlerden olan “Gurbet Kuşları”, Turgut Özakman’ın “Ocak” adlı oyununa dayanmakta, senaryoda Orhan Kemal’in de katkısı bulunmaktadır.

1965

“Şehrimizde devam etmekte olan film festivali dolayısiyle aşırı sol zihniyet, sanatı kendi ideolojilerine âlet etmek üzere yeni bir tertibe başvurmuşlardır. Halen film festivali dolayısiyle şehrimizde gösterilmekte olan filmlerden Karanlıkta Uyananlar isimli eserin bir gizli maksat dolayısiyle festivale iştirak ettirilip önceden alınmış bir kararla mükâfatlandırılması plânlanmıştır. Şirin Antalyamızın asil masumiyetini de istismar eden aşırı sol zihniyetin bu emellerine ulaşacaklarına kâni değiliz.”

Milliyetçi Antalya Gençliği başlıklı bildiri, Vedat Türkali’nin senaryosunu kaleme aldığı, sinemamızın emekçi sorunlarına değinen ilk filmini hedef alır. Sonuç, bildiriyi dağıtanlar adına başarıdır. Ödül, Turgut Demirağ’ın “Aşk ve Kin”ine gider.

1966

Lütfi Ö. Akad, Ertem Göreç, Tarık Dursun K, Mehmet Dinler, Metin Erksan, Erdoğan Tokatlı, Fevzi Tuna, Ayla Algan, Beklan Algan, Nilüfer Aydan, İzzet Günay, Asaf Çiğiltepe, Selma Güneri, Ayfer Feray, Ertem Eğilmez ve Fethi Naci’nin de aralarında bulunduğu bir topluluk Altın Portakal’ın protesto edilmesini ister. Festivalin başlamasının ardından sahneye çıkan kimi grupların “Haremde Dört Kadın”, “Ben Öldükçe Yaşarım”, “Murad’ın Türküsü” ve “Toprağın Kanı” filmlerini kara listeye aldıklarını açıklamaları ve bu eserlerin sinemalardaki gösterimine izin vermeyecekleri iddiaları, 1965 yılına damgasını vuran diğer olaylar arasında yerini alır. Refiğ’in filmini oynatan Saray Sineması basılır, film parçalanır. Emniyet Müdürü, “Endişenize mahal yok. Çünkü jüri sizin protesto ettiğiniz filmi birinci seçmez” der.

İddialara göre “Toprağın Kanı” birinci seçilmiş; ama jürinin ABD’li temsilcisinin “Türk-Amerikan ilişkileri bozulur” dediği, petrol sorununu merkezine alan film, bir gece yarısı operasyonuyla alaşağı edilmiştir. Ödül, Haldun Dormen’in “Bozuk Düzen”ine gider.

1967

Portakal tarihinde ilk ve tek olarak kalacak bir uygulamayla kategoriler arttırılır. Buna göre filmler; Dram, Tarihi ve Komedi olarak sınıflandırılarak ödüllendirilmiş (O zamanki isimleriyle “Milli ve Tarihi Filmler”, “Dram, Melodram, Terbiyevi ve Öğretici Filmler”, “Komedi, Müzikal, Avantür Filmler”), bu durum “herkesin gönlünü alma çabası” şeklinde nitelendirilmiştir.

Yılmaz Duru’nun “Zalimler”ini birinci seçen jürinin, Akad’ın “Hudutların Kanunu”nu unutması, Batı cephesinde yeni bir şeyin olmadığını kanıtlar niteliktedir. Portakal, Yeşilçam’ın kurt yapımcılarının ihtiraslarına kurban gitmiştir yine.

1968

“Vesikalı Yârim” ile “İnce Cumali” arasında ikiye bölünen jüri, sonuçların açıklanmasının ardından bildiri savaşı başlatırlar. Gelinen noktayı en iyi açıklayan isim Faruk Kenç olur: “Bunlar belirli bir fikre sahip olmuşlar, onu empoze etmeye çalışıyorlar. Yaptıkları bence ayıptır. En az hatalı olan filme oy verdik. Hatalı olduğumu düşünmüyorum.”

Böylece En Az Hatalı Film kategorisi keşfedilmiş olur. Ön Jüri tarafından elenen filmler arasında “Seyit Han”ın da olduğu düşünüldüğünde fazla yoruma gerek kalmamaktadır. Yolculuk bildik yöntemlerle devam eder.

1969

Sinemacıların değil; Aysel Tanju, Özcan Tekgül, Nana gibi dansözlerin plâjda soyunarak verdikleri çıplak pozların damgasını vurduğu festival için, Antalya plajlarında bikinili güneşlenenlerin bile olmadığı 60’lardaki gazetelerin manşetleri çoktan hazırdır: “Antalya Festivali’ni dansözler bile kurtaramadı!”

Onca kavga ve gürültüye ve yapımcı tehdidine rağmen jüri direnir, En İyi Film’i bulamaz! Ödül gecesi herkes birbirine girer, Venüs Heykelleri havada uçuşur. Kaybedenin çok olduğu Portakal’dan zaferle dönen, bir kez daha Yılmaz Duru olmuştur.

1970

Yılmaz Güney, “gelirse öldürürüz” tehditlerine rağmen saatlerce kortejde kalır, halkı selâmlar. “Bir Çirkin Adam” ödüle ulaşırken, festivalin gerçek yıldızı, jüri üyesi Işık Aras’tır. Seçici Kurul’a Devlet Tiyatrosu kadrosundan dahil olan Aras’ın, kimi iddialara göre kurumla alakası yoktur. Antalya sahillerini çıplak pozlarıyla şenlendiren şahsiyet için manşetler bir kez daha hazırdır: “O jüri üyesi hanım da olmasa yanmıştık!”

1971

“Seks Yıldızlarının Antalya’yı İşgâl Etmesinden Korkuluyor” haberleri bir yana, 12 Mart’tan sadece üç ay sonra başlayan Portakal’ın galibi, askerlik melodramı olan “Ankara Ekspresi”dir. Fazla söze gerek var mı?

1972

Yapımcılar kapışır, filmler gösterimden çekilir, dönemin festival basın sözcüsü Ümit Utku’nun oğlunun rol aldığı “Afacan Küçük Serseri”, Ön Jüri tarafından Şeref Filmi ilân edilir, kıyamet kopar, protestolar artar vs.

Her yıl yarı evrensel bir festivale yönelme eğilimi gösteren Antalya Belediyesi, yerli artistlerden umut kesince, bu kez de festivale uluslararası bir hava vermek amacıyla Yunanistan ve İsrail’den artist çağırmıştır. Ancak gelecekleri önceden açıklanan iki ünlü Yunan yıldızı Aliki Vuyuklaki ve Zoe Laskari yerine, çıka çıka Zorba filminde küçük bir rol oynayan Eleni Anusaki adlı bir figüran çıkmıştır. Kazanan Atıf Yılmaz’ın “Zulüm”ü olur.

1973

10. yılına basan festivalin ilk uluslararası yıldızı Silvana Pampanini Antalya’ya ayak basar! Kendisi, en büyük şöhreti ünlü komedyen Toto’nun sevgilisi olarak yapmıştır!

Beş büyük yapım şirketinin boykotu sönük bir festival yaşanmasına neden olurken, Orhan Aksoy’un “Hayat mı Bu?” adlı melodramı ipi göğüsler. Bir dönemin sonuna gelinmiştir ve hemen hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır artık.

1974

Yerel seçimler sonucu işbaşına gelen Selahattin Tonguç’un damgasını vurduğu Altın Portakal’da ilk adım Prodüktörler Birliği ile yolların ayrılması olmuştur. Türkiye Yazarlar Sendikası, Türkiye Film Emekçileri Sendikası ve Sinematek işbirliğinden kuvvet doğar; Ön Jüri skandallarına son vermek adına müracaatta bulunan 23 filmin tamamı yarışmacı olarak belirlenir. Akad imzalı “Düğün”, tartışmasız bir başarı elde eder. (Üçlemenin ilk filmi “Gelin”, önceki yıl şenliği boykot etmiş ve yarışmaya katılmamıştır.)

Ali Kocatepe’nin Portakal’la özdeşleşen “Antalya’ya Koş” şarkısı bu dönemde bestelenir.

1975

İlk üç filmin tamamında (“Endişe”, “Arkadaş”, “Zavallılar”) imzası bulunması nedeniyle Yılmaz Güney yılı olduğu söylenebilecek 1975’in Ödül Töreni’nde büyük olaylar çıkar, Fatoş Güney’in teşekkür konuşması yapması engellenmeye çalışılır, Başkan’a taşlı saldırı olur. Antalya Sanat Şenliği Plastik Sanatlar Sempozyumu’nun temelleri, Kuzgun Acar’ın ünlü El Heykeli ile birlikte bu yıl atılır; Fakir Baykurt, Asım Bezirci, Adnan Binyazar, Erdal Öz ve Sadun Tanju’dan oluşan Seçiciler Kurulu, rekor sayıda katılımın olduğu (170 eser) öykü yarışmasını sonuçlandırır. Üçüncülük, genç yazar Orhan Pamuk’undur!

1976

Tartışmalı sayılabilecek bir kararla Ödül Heykeli değiştirilir. Resim ve heykel çalışmaları artarak devam eder; ancak eserler kısa sürede malûm çevrelerin tepkisini çekerek saldırıya uğrar. Sanatçılar durumu protesto etse de, devreye giren dönemin Valisinin kimi çalışmaları savcılığa şikâyet etmesi, saldırılara arka çıkar niteliktedir. Festivalin siyasi bir çerçeveye oturduğu gerekçesiyle kimi yapımcıların protesto edildiği bu dönemde ödül Atıf Yılmaz’ın “Deli Yusuf” adlı filmine gider. Ne var ki “Kara Çarşaflı Gelin” sansüre uğramış ve yarışmadan uzaklaştırılmış. Bu, sansür ile Portakal’ın mücadelesinde başlangıç noktası anlamına gelmektedir.

1977

Gelin, ihtişamlı bir dönüş yapar; Danıştay kararıyla yarışmaya dâhil olur ve En İyi Film seçilir. (Danıştay tarafından bilirkişi tayin edilen Prof. Dr. Özdemir Nutku, Ömer Atilla Sav ve Hakkı Demirel raporlarında filmin gerek hikâye, gerek çekim niteliğiyle bir sanat yapıtı olduğunu belirtmişlerdir.) Sempozyum uluslararası hale gelir, eserler büyük tablolara yapılır, Sinematek ise tüm varlığıyla Altın Portakal’ın yanında yer alır.

1978

Festivalde doruk yılı… Barış temalı Portakal’da sempozyum devam eder, grafik ve edebiyat etkinlikleri göz doldurur, her mahallede bir konser verilir, bir müzik yarışması düzenlenir (kazanan Yavuzer Çetinkaya olmuştur!), film yarışması ilk kez uluslararası olur. Katılan ülkeler arasında Bulgaristan, Filistin, Fransa, Romanya, Macaristan, Polonya, SSCB de vardır. Onat Kutlar’ın “Halk Şenliği” adını verdiği 15. Festival’de ödül, dönemin ruhuna uygun bir yapım olan Yavuz Özkan’ın “Maden”ine gider. Filmin makaslanması son anda engellenmiş ve yarışmaya katılması sağlanmıştır. Önemli bir kazanımdır bu; ama bir yıl sonra yaşanacak olayların habercisidir.

1979

Çocuk temalı Portakal, politik muhtevasından dolayı ilk darbeyi alır. “Yolcular”, “Demiryol” ve “Yusuf ile Kenan”ın yarışmaya katılmasının engellenmesi nedeniyle, başvuruda bulunan 12 filmin tüm yapımcıları ortak bir kararla festivalden çekildiklerini açıklarlar. Sinemamızda sansüre karşı verilen ilk büyük mücadele kazanılmış, kamuoyu yaratılmıştır. Ama…

1980

13–20 Eylül tarihleri arasında yapılması planlanan Altın Portakal, “bizim çocukların” başarılı darbeleri nedeniyle ikinci kez kesintiye uğrar. Konukların bir bölümü Antalya otellerinde mahsur kalır. Bir dönemin sonuna gelinmiştir artık. Toplumsal muhalefetin adım adım sindirildiği bu yıllardan rövanş almak için 30-31 yıl beklemek gerekecektir.

1981

Darbe yönetiminin Antalya’daki ilk icraatı, Kenan Evren’in tepkisini çeken Orhan Taylan’ın “Prometheus”unun yok edilmesi ve kimi ünlü heykellere savaş açılması olur. Jüri üyesi tespit etmenin bile çok zor olduğu günlerde, Portakal’ın varlığı büyük tehlikeye girmiştir. Olanca yoksunluğa rağmen “devam” kararı veren bir avuç iyi niyetli yöneticinin çabalarıyla yolculuk sürer. En İyi Film bulunamamış, İkincilik Ödülü Ömer Kavur’un “Ah Güzel İstanbul”una gitmiştir. Örtülü sansür, “Bereketli Topraklar Üzerinde”yi vurur.

1982

Gözlerden uzakta, az sayıda filmin katıldığı Portakal’da En İyi Film ödülünü alan “Çirkinler de Sever”in yönetmeni Sinan Çetin tarafından söylenen sözler ilginçtir: “Aslında ben Yeşilçam’da güzel güzel ilerliyordum; fakat günün birinde ödül aldım. Antalya Film Festivali’nde ödül almak o kadar büyük suçtu ki -hâlâ öyledir belki, bilmiyorum- bir gecede bütün dostlarımı kaybettim. O zaman nefret ediliyordu ödül kazanan filmlerden.”

1983

20. yıl, silkinmenin başladığı dönem olarak hafızalara kazınır. Ödülü alan yapım, 12 Eylül ekonomik politikalarının iflâsa sürüklediği ülkenin özetini sunmakta ve Banker felâketini masaya yatırmaktadır: “Faize Hücum” (Zeki Ökten).

1984

“Sivil” yönetim, Yener Ulusoy’la işbaşındadır. Tek parti iktidarının Belediye Başkanı, organizasyon için Atilla Özdemiroğlu ve Egemen Bostancı ile anlaşır. Konserler ve müzikaller film festivalini arka plâna itmesi nedeniyle bir avuç azınlık tarafından eleştirilir. “Bir Yudum Sevgi”, 12 Eylül sonrası kadın temalı filmlere giriş anlamı taşımaktadır.

1985

Antalya Kültür, Sanat ve Turizm Vakfı’nın (Birinci AKSAV) kurulur ve etkinliklerin merkezi konumuna yükselir. Atıf Yılmaz’ın kadın filmleri olanca hızıyla sürmektedir. Ödül, Müjde Ar’ın performansıyla dikkat çeken ve erotizmiyle öne çıkan “Dul Bir Kadın”ın olur.

1986

Eurovision’un tahtına göz diken ve üç yıl sürecek olan Akdeniz Akdeniz Müzik Yarışması başlar, Antalya pop müziğin uluslararası yıldızlarına ev sahipliği yapar. Sinemanın gündemden düştüğü günlerde, Atıf Yılmaz’ın seri birincilikleri “Aaahh Belinda” ile devam eder.

1987

Filmler açısından çok verimli geçen bir yıldır. Ödül “Muhsin Bey”in (Yavuz Turgul) olur, İkincilik “Anayurt Oteli”ne (Ömer Kavur) gider. Müzik yarışmasının büyük rakamlara mal olması nedeniyle eleştirilerin dozu yükselmiştir.

1988

Çeyrek yüzyıllık Portakal iki büyük skandalla sarsılır. Müzik Yarışması’nda puanlama rezaleti yaşanmış, Türkiye’nin danışıklı olarak birinci seçildiği iddiaları, organizasyonu canlı yayında izleyen milyonlar tarafından dile getirilmiş ve dahası katılan ülkelerin protestolarına neden olmuştur. Akdeniz Akdeniz’in sonu anlamına gelen bu durum bir yana, Film Yarışması’nda ödüllerin bir gün önce basına sızdırılması ve Jüri hakkında soruşturma başlatılması bir başka skandalın yaşanmasına neden olur. Fikret Hakan’ın “Portakal Öldü, Başınız Sağolsun!” sözleriyle de hatırlanan Festival’de ödül Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu”nun olur.

1989

Hasan Subaşı’nın işbaşına geldiği 10 yıllık bir dönem başlamıştır. İlk AKSAV borçlar yüzünden kapatılır, festival Yürütme Kurulu ile yoluna devam eder, sinemaya ağırlık verilir. Ön Jüri tartışmalarına sahne olan 1989’da Ertem Göreç görevinden istifa etmiş ve karşılıklı suçlamalar birbirini izlemiştir. 12 Eylül’le ilk büyük hesaplaşmanın yaşandığı bu yıl, “Uçurtmayı Vurmasınlar” ödüle uzanır.

1990

Ödül, Halit Refiğ’in “Karılar Koğuşu”na gider, Perihan Savaş ve Hülya Avşar, Hülya Koçyiğit’in Kadın Oyuncu Ödülü almasına itiraz ederek yönetime dilekçe verirler. Halit Refiğ, Yönetmen ödülünün paylaştırılmasına isyan eder, Yılmaz Güney filmlerini göstereceğini açıklayan Yürütme Kurulu’nun Emniyet’ten izin alamadıkları iddiası ortalığı karıştırır. Ortada resmî bir yasak yoktur!

1991

Kültür Park yapımı hızlanır, altyapı sorunları giderilmeye çalışılır. “Gizli Yüz”le ödül alan Ömer Kavur, izleyiciden “sabır ve dikkat” ister. Eleştirmenler, Jüri’yi “Yeşilçam’ın klâsik melodram geleneğine anlamlı bir tavır” alması nedeniyle övgüye boğmuştur.

1992

Cinsel ve Dinsel Filmler yılı olarak belleklere kazınan Portakal’da her şey çok güzel başlamıştır. Danışma Kurulu sinemanın sorunlarına çareler arar, bildiri yayınlar. Ama bir süre sonra Duygu Asena’nın deyişiyle Jüri Meydan Savaşları başlar, Burçak Evren, “hayatımda böyle jüri görmedim” diyerek kuruldan çekilir. Milli / Beyaz Sinemacılar sonuçlara isyan eder, Portakal’ı “dini filmlere karşı art niyetli, antidemokratik, sübjektif ve sinemadan anlamayan, kokuşmuş bir kurum” şeklinde niteler. Ödül, İrfan Tözüm’ün “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”nin olmuştur. Bu festival, İlyas Salman’ın tek kişilik protesto eylemiyle de anımsanmaktadır.

1993

30. yılda, kimsenin itiraz edemeyeceği bir Jüri oluşturulur, sinema merkeze alınır, Ön Jüri uygulamasına son verilir, polemikler azalır. Ödül, Erden Kıral’ın Halikarnas Balıkçısı’nı konu alan “Mavi Sürgün”üne verilir.

1994

Fikret Hakan’ın Başbakan ve yardımcılarına hitaben söylediği, “televizyon yasasına, her televizyon için belli sayıda film ve dizi yapma mecburiyeti konmazsa Türk sineması seneye burada yoktur, ölecektir” sözleriyle de hatırlanan 31. Altın Portakal’ın kazananı Yavuz Özkan’ın “Yengeç Sepeti”dir.

1995

İkinci AKSAV kurulur, Uluslararası Kısa Film ve Video Festivali, Portakal’a eklenir. Ümit Elçi’nin “Böcek”i En İyi Film seçilmiştir.

1996

Son yıllarda sinema merkezli organizasyon meyvelerini vermeye başlamış, Festival sansasyonel konulardan çok başarılı etkinlikleriyle öne çıkmaya başlamıştır. Reis Çelik ve ekibinin “Işıklar Sönmesin”e duyarsız kalındığı eleştirileri bir yana, ödülü kazanan “Tabutta Rövaşata” (Derviş Zaim), Yeni Türkiye Sineması’na giden yolda önemli bir dönemeçtir.

1997

Eski-Yeni kavgası baş gösterir. Ödül Töreni sonrası, Tanju Gürsu’nun ödül almasını -rol, Müşfik Kenter tarafından seslendirildiği için- protesto eden Güven Kıraç’ın, Cüney Arkın tarafından dövüldüğü iddiaları gündeme bomba gibi düşer. Benzer bir durum, Haluk Bilginer’in Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü almasında da yaşanır, durum sahneden eleştirilir! Kazanan, Ferzan Özpetek’in “Hamam”ıdır.

1998

SODER ve ÇASOD, Altın Portakal’ı protesto ederek o yılki etkinliklere katılmayacağını bildirir. Sebep, organizasyonun parasal destekte bulunmamasıdır. Kortejde televizyonun ünlüleri vardır artık. Jüri başkanı Hülya Koçyiğit’in “Yeni kuşak, yeni soluk, genç sanatçılar, yönetmenler geliyor. Bundan mutluluk duyuyoruz. Ödülleri belirlerken çok zorlandık” açıklamasının ardından ödül, Yılmaz Arslan’ın “Yara” adlı filmine verilir.

1999

Bekir Kumbul’un işbaşında olduğu yıllar başlamıştır. Gani Şavata’nın jüriye saldırma eylemi karakolda sona erer, ödüle değer bulunan “Salkım Hanım’ın Taneleri” (Tomris Giritlioğlu), resmi tarih tezine zarar verdiği gerekçesiyle TBMM’nin gündemine gelir ama en önemlisi Ödül Töreni’nde sahneye çıkan sanatçıların kılık-kıyafetlerine getirilen eleştiridir. Bir yıl sonra törenlere koyu renk elbise zorunluluğu getirilir. Yılın sözü Nuri Bilge Ceylan’a aittir: “Piyasadan uzak ve geleneksel anlayışın dışında film üreten biri olarak, gelenekçi, farklılıktan hoşlanmayan, uluslararası bir boyutu olmayan Antalya Film Festival’i hiçbir zaman fazla ilgimi çekmedi.”

2000

Tema bir kez daha Barış’tır. Türk ve Yunan milletvekilleri ortak etkinlikler düzenler. Metin Akpınar’ın, kendisini kaldığı otelin balkonunda çıplak görüntüleyen gazetecilere ödül töreninden sonra “beklentilerimin cevabını bu gece aldım, filmde galiba yeteri kadar soyunmamışım” dediği Ödül Gecesi’nde En İyi Film, Zeki Ökten’in “Güle Güle”sinin olmuştur.

2001

Dünya Festivali olma yolunda adımlar atılır; Akdeniz’e Kıyısı Olan Ülkelerin Görsel – İşitsel Etkileşim Platformu (OCCAM)’a üye olunur. Ödül almaya gelen sanatçıların çok az olması sıkıntı yaratır, En İyi Film Ödülü “Büyük Adam Küçük Aşk”a (Handan İpekçi) verilir.

2002

Film üretme sayısında keskin düşüş, Altın Portakal’a da yansır ve “başka festivallere katılmama şartı”nın gözden geçirilmesi istenir. Ceylan’ın “Uzak”ı En İyi Film seçilirken, Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödül alan M. Emin Toprak’ın birkaç ay sonra talihsiz bir kazada yaşamını yitirecek olması üzücüdür.

2003

40 yılı geride bırakan Festival’de 2. Türk Sinema Kurultayı düzenlenir, sorunlar masaya yatırılır. En İyi Film Ödülü’nü “Karşılaşma” ile kazanan Ömer Kavur, eserinin Halk Jürisi tarafından da En İyi Film seçilmesi karşısında şaşkınlığını gizleyemez.

2004

Menderes Türel’in Başkanlığı’nda düzenlenen 41. Portakal’dan en çok akılda kalan şey, Ezel Akay’ın dâhiyane (!) fikri ile 68 kişilik jürinin göreve getirilmesidir. Neyse ki sonuçlar tartışmalı olmaz; ödüllere Uğur Yücel’in “Yazı Tura”sı damgasını vurur.

2005

AKSAV ve TÜRSAK işbirliği başlamıştır. 1. Uluslararası Avrasya Film Festivali düzenlenmeye başlanır, Film Market çalışmaları hız kazanır. Hükümet desteğinin büyük parasal oranlara yükseldiği iddiaları, Türk sinemasının ikinci plâna atıldığı iddialarına karışır. Ödül Heykeli’nin değiştirilmesi ise belli kesimlerce tepkiyle karşılanır. Bir başka iddia da Avrasya Ödül Gecesi yaşanır; Hollywood’un iki ünlüsü Michael Madsen ve Woody Harrelson kuliste yumruklaşmış, kavgayı Kung-Fu David Carradine önlemiştir! Ödül, dijital çekilen Ulaş İnaç’ın “Türev”ine gider.

2006

Taylor Hackford, Helen Mirren ve Faye Dunaway ağır konuklar arasındadır. “İklimler” filminin gala gösterimi sırasında fırtına ve yağışın etkisiyle dev ekranın bulunduğu platform devrilmesiyle facianın eşiğinden dönülür, ödül, Zeki Demirkubuz’un “Kader”ine verilir.

2007

Portakal, bir başka dünya devini ağırlamaktadır: “Baba” Coppola Antalya’dadır! Ümit Ünal, filmi “Ara”nın, Atilla Dorsay dışında isimleri açıklanmayan Ön Jüri tarafından elenmesine isyan eder. “Yumurta” (Semih Kaplanoğlu) En İyi Film seçilir.

2008

Kevin Spacey’den Adrien Brody’e, Marisa Tomei’den Mickey Rourke ve Köpeği’ne (!) pek çok Hollywood şöhretine evsahipliği yapan Altın Portakal’ın kazananı, pek çok eleştirmeni şaşkınlığa uğratacak biçimde “Pazar: Bir Ticaret Masalı” olur. Bu, Portakal tarihinde yabancı bir yönetmenin (Ben Hopkins) kazandığı ilk ödüldür.

2009

Prof. Dr. Mustafa Akaydın’la başlayan sürecin ilk adımı Venüs Heykeli’nin yeniden ödül olarak belirlenmesidir. Vecdi Sayar, Festival Yöneticisi olur, Avrasya ve TÜRSAK Dönemi sona erer. Çoğunluğu ilk filmlerden oluşan yarışma filmleri arasından ilk kez iki filme ödül paylaştırılır: “Bornova Bornova” (İnan Temelkuran) ve “Kosmos” (Reha Erdem). İlk kez Kürtçe bir film (“Min Dit”) yarışmacı olmuş, içeriğinde bulunan kimi ifadelerden dolayı söyleşide tartışmalar yaşanmıştır.

2010

Festival’e Kusturica krizi damgasını vurur. Üç ay kadar önce Bursa’ya davet edilen ve herhangi bir itirazla karşılaşmayan ünlü yönetmenin Antalya’ya gelişi, (savaş ve politika konusunda söylediği iddia edilen sözlerden dolayı) belli kesimleri ayağa kaldırır, Açılış Gecesi olaylar yaşanır. Ertuğrul Günay’ın kendisini hedef gösterdiğini iddia eden sanatçı, bir konserin ardından apar topar ülkesine döner. Seren Yüce’nin Venedik’te de ödül alan “Çoğunluk”unun En İyi Film seçildiği Portakal’da hemfikir olunan konu, Derviş Zaim’in “Gölgeler ve Suretler”inin görmezden gelindiğidir.

2011

30–31 yıl önce Sansür ve Darbe dolayısıyla yapılamayan festivaller, yerinde bir kararla tekrarlanır, Ödül Töreni’nde unutulmaz anlar yaşanır. 1979 için “Demiryol” (Yavuz Özkan) ve “Yusuf ile Kenan” (Ömer Kavur), 1980 içinse “Sürü” (Zeki Ökten) En İyi Film seçilirler. Festivalin teması Kadın’dır. Bu doğrultuda pek çok etkinlik düzenlenir, Jüri bile tamamen kadınlardan oluşur. Buna rağmen Müjde Ar’ın Başkan olduğu kurulun son derece hatalı bir okumayla “Güzel Günler Göreceğiz”i (Hasan Tolga Pulat) ödüllendirdiği ve Ümit Ünal’ın “Nar”ını es geçtiği vurgulanır.

2012

Önce, 2011’de Ön Jüri tarafından elenen “Ateşin Düştüğü Yer” tartışmalara neden olur, ardından da Jüri Başkanı seçilen Hülya Avşar’ın merkezinde olduğu bir dizi sorun baş gösterir. Çağatay Tosun’un “Derin Düşün-ce” adlı filmini ahlâki açıdan sakıncalı bulan (!) Avşar’ın, yapımı yarışmadan attıracağını söylediği iddia edilir. Bu durumu doğrularcasına filmi psikologa izlettiren Başkan’ın tavırlarına en büyük tepkiyi Jüri üyeleri gösterir ve konuya ve sansürcü zihniyete dair bir bildiri yayınlarlar. Ödül Töreni de tartışmalara neden olur; 12 yaşındaki Abdülkadir Tuncer’in En İyi Erkek Oyuncu seçilmesi ve Hüseyin Tabak’ın “Güzelliğin On Par’Etmez” adlı filminin Türk yapımı olmadığı iddiaları uzunca bir süre gündemi meşgul eder.

2013

Festivale rekor düzeyde film başvuruda bulunur, 68 yapım arasında 10’u yarışma filmi olarak seçilir. Jüri Başkanı Türkan Şoray’dır. 50. Yıl’a ilişkin pek çok etkinlik düzenlenmesi plânlanmaktadır.

Nice yıllara Altın Portakal!

(09 Ekim 2013)

Tuncer Çetinkaya

Meryem

Öncelikle şunu yazayım ki, “Meryem” isimli bu film, aynı adı taşıyan -benim tesbit edebildiğim- 4. film. Aynı isimli filmler daha önce, 1960 (A. Baki Çallıoğlu) ve 1973’de (Fikret Tınaz ve Yavuz Yalınkılıç) yapılmış. Bu üç filmi de görmedim. (*) Bu filmler konuları itibariyle, tipik Yeşilçam filmleridir. Yeşilçam bitmiştir ama ülkemizde film çekimleri devam etmektedir. Bazı Yeşilçam yönetmenleri, hâlâ sinema çevresindedirler ama yeni bir yönetmen kuşağı gelmiştir ve film-ler (bir kısım direnen kişilerce eski tarz filmler yapılmakta ise de) eski tarz filmler değildir. Bir defa yapım ilişkileri değişmiştir ve yeni gelen kuşak eskilerin (çoğunlukla) kendilerini sıkı sıkıya bağlı saydıkları konulara itibar etmemektedirler; ya tamamen değişik, şimdiye kadar ele alınmamış konularda veya (başlangıçta eski gibi görünse de) eski konuları yepyeni gelişmeler içinde ve biçimlerle ele almaktadırlar.

Bunlardan sonra şunu söylemek isterim ki; Atalay Taşdiken’in “Meryem”i bir Yeşilçam filmi değildir. (İyi ki de değildir…) Taşdiken ilk filmi “Mommo”da da bir Yeşilçam yönetmeni olmadığını ortaya koymuştu; “Meryem”de bu işi daha ileriye götürüyor. Ne filmin konusundan, ne de oyunculardan söz edeceğim ama Taşdiken’in sinemasından söz etmemek olmaz.

Öykü bir Anadolu kasabasında geçer, çevre ve mekân-lar konunun içinde ve işlevsel şekilde gösterilirler -sinema da görsel bir sanattır. Oyuncular, özellikle Meryem’i canlandıran kadın oyuncunun (Zeynep Çamcı) sessiz, durgun (durağan) bazen baş, bazen boy plân çekimlerinde, işlevsizlik söz konusu değildir. Filmi anlatmaya kaldığınız zaman bu sahneler için hiç bir şey söyleyemezsiniz ama bu sahnelerin hiçbirini de filmden çıkaramazsınız. O zaman bu sahnelere “işlevsiz” diyemezsiniz. Hiç bir şey olmaması (ne demek?) bu sahneleri -birçok Yeşilçam filminde bol bol olan ve rahatlıkla kullanılan- boş sahne haline getirmez, bilâkis işlevli kılmaktadır ki, bu Taşdiken’in sinemasına önem kazandırmaktadır.

Benzeri sahnelerin Taşdiken’in sonraki filmlerinde olması gerekli değildir, ola ki o filmler (daha hiç biri yapılmadı) böyle bir sahneyi gerektirsin. Söz ettiğim sahneler “Meryem” için gerektir -veya Taşdiken tarafından gerekli görülmüştür. Bu yönetmenin film yapma hakkı ve biçimidir. Bu haklarını (ve biçimi) kullanan Taşdiken, “Meryem” ile iyi bir sinema örneği vermiş, iyi bir film yapmıştır. (Yeni bir senaryo -bu yazılış aşamasından başlar- kendi biçimini belirler.)

Oyunculardan söz etmeyeceğim dedim ama yukarıda Zeynep Çamcı’nın adından söz ettim. “Meryem”de, kocasının evinde -tek başına- bırakılmış “gelin”i hakkı ile canlandırıyor. Kocasının babası ise O’nu gelin’den farklı, “insan” olarak görüyor ve bu rolde Mustafa Uzunyılmaz rol yapmıyor, adeta yaşıyor -ve canlandırdığı kişi, sırf gelini için değil işi nedeniyle- karşılaştığı kişiler için de canlı bir kişi, insan. Burada bir soru: İsmail Hacıoğlu’nun canlandırdığı kişiyi (Murat) Yeşilçam dönemi oyuncularından, kaç başrol (?) oyuncusu oynar DI?

Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Zeki Ökten’in yönettiği Sürü filminin finalinde (aşiret reisi?) Tuncel Kurtiz her şeyini kaybetmiş olarak Ankara’nın kalabalığında yalnız kalır, ne olup bittiğini de anlamamıştır. Meryemde ise Meryem, her şeyini kaybetmiş, aradığını bulamayacak bir şekilde, annesinin kendisine verdiği erzakı da “benim değil” diyerek otogarda terk ederek, elinde yalnızca valizi ile (içinde ne vardır ki?) İstanbul’a giriş yapar. Nereye gidecektir, ne yapacaktır, bilenmez ama bu bilmemezlik ani bir bilmemezlik değildir; taaa yola çıkarken, “baba” dediği kayınpederinin -ki gerçek yol eden odur- , kayınvalidesinin, annesinin elini öperken -avucuna bir miktar para sıkıştırılır- itiraz edemez, askıntısı Murat ile ilişkisinin mutlaka olduğu düşüncesini her zaman taşıyacak olan görümcesi ile vedalaşırken, bütün bunları bilmektedir fakat yine de İstanbul’a gidecektir. Çünkü, kayınvalidesinin olmadığı bir akşam, yemekten sonra, babasının çocukluk arkadaşı da olan kayınpederinin ilk defa anlattığı ve babasından söz ettiği gibi, “inandığını yapan” ve doğru, dürüst, namuslu bir adamın kızıdır.

İstanbul, birçok Yeşilçam filminin başlangıcında gelinen -umut dolu- bir şehir değildir bu kez, filmin sonunda gelinen, hem de ne yapacağını -belki bilmeden ama- ne yapmayacağını bilerek gelinen -meçhullerle dolu- bir şehirdir.

* Özgüç, konuları şöyle veriyor: 1960 (Çallıoğlu) “Birbirlerine aşık olan bir balıkçı kızıyla bir gencin acı öyküsü” (s. 160); 1973 (Tınaz) “Öldürülen kocasının intikamını alan hamile bir kadının öyküsü” (s. 506); 1973 (Yalınkılıç) “Kan davalı iki ailenin çocuklarının aşk öyküsü” (s. 506) (Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü 1914 – 1973 / c.1 – 2. basım)

(01 Ekim 2013)

Orhan Ünser

Tuncel Kurtiz

Bir sinema oyuncusu ve yönetmen… ama öncesi bir tiyatro oyuncusu. İstanbulda bir tiyatro kurulur, adı İHO olarak duyurulur. İstanbul Halk Oyuncuları diye okumak gerekir, açık okumak gerekirse. Turne için Ankara’ya gelirler bir süre oyunlar oynarlar ve Ankara’ya yerleşirler, isimlerinden “İ”yi çıkarırlar, Halk Oyuncuları’dır adları artık. Bu arada daha Ankara’ya yerleşme olmadan, bu tiyatronun bir oyununu izledim, yazarını anımsamıyorum, bilen bilir… Oyunun adı Samanyolu… İki kişi tarafından oynanıyor. Oyunculara bakın: Tuncer Necmioğlu ve Tuncel Kurtiz… Bir akıl hastahanesinde geçiyor. İki doktor konuşuyorlar ve bir hastadan söz ediyorlar. Bu hastanın nasıl bir süreç sonucunda hastaneye geldiğini anlatıyorlar seyirciye.

Doktorlardan biri (Tuncer Kurtiz) hastayı -hastalanmadan öncesini-, diğeri ise anlatılan süreçte hastalanacak olan kişinin karşılaştığı kişileri oynayacaktır. Hastalanacak olan kişi, gurbetten (yoksa askerden mi?) dönerken, köyün altındaki meyhanede mola veriyor ve meyhaneci ile sohbet sırasında -hasretle kavuşmayı beklediği- nişanlısının evlenmiş olduğunu öğreniyor [bir çeşit Ezo Gelin öyküsü (*)] ve köye hiç çıkmadan geri dönüyor. Sonra bir bandoda tamburmajörlük yaparken en büyük gösterisi sırasında, tam da gösterinin en önemli izleyici önünden geçerken, elindeki sopasını düşürüyor. Ondan sonra her şey tersine gitmeye başlıyor. Sonunda bir panayırda iki kişi motosikletle, bir çember içinde yere paralel durumda hız yaparak gösteri yapıyorlar. Birisi meyhaneden yüz geri dönen, hastalanacak olan kişidir… Ve bir gün yine gösteri yaparlarken, bu gösterinin bitmesine rağmen hızını kesmiyor ve normal sürenin (ve turun) çok fazlasını yapmaya devam ediyor. Arkadaşlarının ikazlarını dinlemiyor, diğer (motosikletli) arkadaşı yeniden yanına çıkıp birlikte dönerken ikna etmeye çalışıyor, fayda vermiyor, sonunda saatlerce döndükten sonra, motosikletin benzini bitmesi ile başı üzerine yere çakılıyor… Ve bunun için hastalanıyor. (İşte böyle hastalanacak olan kişiyi oynuyordu Tuncel Kurtiz…)

Aradan yıllar geçti, aynı oyunun Ankara Devlet Tiyatrosu’nca Yeni Sahne’de (şimdilerde kapanmış olmalı, o zaman Kızılay’da idi) oynandığını gördüm. Artık yurtta kalmıyordum, evde kuzenlerim ve annemle kalıyordum. Hepsini topladım, oyunu öve öve tiyatroya sürükledim. (Keşke gitmez olaydım, eğer tek başıma olsaydım, ilk fırsatta tiyatrodan kaçardım…) Nerede o Kurtiz ve Necmioğlu’nun eşsiz oyunları, nerede bu. Tam bir hayal kırıklığı… Tiyatroda aslolan “oyuncudur” kanısı bende daha çok yerleşti.

Halk Oyuncuları’nın bir başka oyununa daha gitmiştim, bu kez yerli bir oyundu. Yine -diğer oyuncularla beraber- Kurtiz de oynuyordu. Bir sahnede, bir anlık bir duraklamadan sonra Kurtiz oyun ile ilgili başlayıp, sözü uzatmaya başladı -oyun Adana çevresi, Çukurova’da geçmeli-, Adana Demirspor’da futbol oynayan Füze Selâmi’ye (dilerim yanlış hatırlamıyorumdur) getirdi sözü. Nasıl top oynadığı, O’nu kendisinin yetiştirdiğini anlatıyordu, sahneye biri girdi ve oyun devam etti… Sonraki konuşmalarımızda, Kurtiz’in bu -uzun- konuşmalarının olmadığını öğrendim… Oyun oynanıyor, bir oyuncu sahneye girecek ve oyun devam edecek ama beklenen oyuncu sahneye girmeyince, susup beklemek yerine, “Kurtiz”, denen o tiyatro kurdu oyuncu, o an aklına gelen -başka bir şey de gelebilirdi- şeyleri söyleyerek, sahnede sessiz kalan diğer oyuncuları da rahatlatarak, seyirciyi de oyundan (!) koparmadan, geciken oyuncuya açığını kapatma fırsatı veriyordu…

Kurtiz’in iyi tiyatrocu olduğunu yazmayacağım, bir oyunu (Samanyolu) nasıl benzerlerinden ayrıcalıklı duruma getirdiğini (getirdiklerini) ve bir oyun sırasında oyunu kurtarışına tanıklığımı yazmak istedim sadece… Sonra sinema oyunculuğu var. Gazetelerde okudunuz, bir kısmını gördünüz, bir kısmını görmek olanağı -kısmet olur- elinize geçebilir, görebilirsiniz. Bunları yazmak yeterli demiyorum, yalnız ilâve edeceğim şu: Kurtiz yurtdışında yabancı filmlerde oynamıştı: Bunlardan İsrail filmi Kuzunun Gülücüğü ile 1986’da Berlin Film Festivali’nde “gümüş ayı” ödülü kazanmıştı. Bu filmde, Arapça bilmediği halde, Arapça konuşan bir bedeviyi oynamıştı. (Film ülkemize geldi mi?…)

Sonra, gelelim yönetmenliğine: Gül Hasan (1979). Uzun metraj dalında yaptığı tek yönetmenlik çalışmasında Almanya’da Türklere yönelik bir dolandırıcılık olayının (sanırım? sinema piyasında?) ortaya çıkarılması anlatılıyordu. Film, o zamanlar yeni başlayan teknikle, sesli olarak çekilmişti. Film, Türkiye’de gösterime girdi. Girdi ama ben Samsun’da filmi görmek istediğimde, filmin seks filmi olması nedeni, “aile!?” için bilet verilmedi bana… Daha sonra filmi tek başıma seyrettiğimde (hiç de seks filmi değildi!), ses bandının çok kötü olduğunu, nerede ise konuşmaların hiç anlaşılmadığını gördüm fakat film, 1981’de 18. Antalya Film Festivali’nde 3. En İyi Film seçilirken en iyi senaryo ödülünü de alıyordu. Hâlâ zaman zaman adı anılan filmi düzgün bir şekilde tekrar izlemek olanağım olmadı ama Kurtiz, sadece bir tek film demek değil ki… Kurtiz sırf oyuncu değildi, oyunculuğu aşmış fakat bırakmamış, tiyatro, sinema, televizyon… geçerli yerleri. Her zaman ve her kuşak, her tür seyici için oyunculuğunu devam ettirmişti, yine de sadece oyuncu olarak kalmadı… “Sanatçı”-lık sorumlulukta ister.

(*) Bizim Ezo Gelin-lerimiz:
Alevden Gömlek (Ezo Gelin) / Orhan Elmas /1955
Ağlayan Gelin / Orhan Elmas / 1957 (Ezo Gelin uyarlaması)
Ezo Gelin / Orhan Elmas / 1968
Ezo Gelin / Feyzi Tuna / 1973
Doğrudan Ezo Gelin öyküleri bunlar fakat sinemamızda başka (farklı isim ile) uyarlamaları da var.

(02 Ekim 2013)

Orhan Ünser

Kadim İran Kültürünün Sinemasından

Dünya sinemasında saygın yeri olan İran sineması, altyapısı ve dünyaca ünlü yönetmenleriyle coğrafyamıza onur veriyor. Bu saygın sinemaya birkaç filmle selâm göndermek istedik.

İran sineması, bugün dünyada saygın bir yerde. Bu kadim kültür, her devirde kültüre ve sanata katkıda bulundu. Sineması dünyaca tanınmış önemli yönetmen çıkardı. Altyapısı da sağlam olan İran sinemasında yönetmenler, iktidarların baskısına rağmen yaratıcılıklarını ortaya koyup, saygın ödülleri kazanıyorlar. Cafer Panahi, Mohsen Makkmalbaf, Abbas Kiarostami gibi büyük yönetmenleri var. Bu sinema araştırılmayı ve takip edilmeyi hak ediyor.

Şaşkın Köpekler…

Makhmalbaf ailesi, İran sinemasının içerisinde özel bir yere sahip. Çünkü Mohsin Makhmalbaf önemli bir yönetmen. Eşi Marzieh Meshkini yönetmen. Bir de bunun üstüne kızları Hana da yönetmen. Samira da var, ama anne Meshkini değil. Meşkini’nin 2000 yapımı “Roozi ke zan Shodam-Kadın Olduğum Gün”den sonra çektiği 2004 yapımı “Sag-haye Velgard-Şaşkın Köpekler”de savaştaki Afganistan’a bakıyor. Taliban rejimi çökmüş ve ortalıkta Batılı koalisyon askerleri var. 1969 Tahran doğumlu yönetmen, arka plânda savaş izlerini yansıtırken, ön plândaysa iki çocuk aracılığıyla evsizliği ve yoksulluğu gösteriyor. Yoksulluk basit bir kelime değil. Dibine kadar vurmuş bir yoksulluk bu ve ötesi de yok. Meşkini, gerçek mekânlarda belgesel tadı veren ve dramatik yönü güçlü bir film ortaya koyabilmiş gerçekten.

Yedi yaşındaki kız çocuğu Gol-Gotai ve ağabeyi Zahid’in insanın yüreğine oturan hikâyesi anlatılıyor filmde. Onlar aracılığıyla tüm Afganistan’ın acılarını hissediyorsunuz. Afganlar, tıpkı Vietnamlılar gibi Batılıların kendilerine layık gördükleri trajedileri yaşadılar on yıllarca. Hindistan’dan kopan Afganistan, bir dolu aşiretten oluştuğu için istikrara bir türlü kavuşamadı. İşgâller başladı sonra. Önce Sovyetler, sonra da Amerikalılar geldi. Arada da Taliban’ın şeriatıyla ezildi bu toplum.

Film, elleri meşaleli çocukların kaniş cinsi bir köpeği kovalamalarıyla başlıyor. Bu köpek İngilizlerin olduğu için Taliban sempatizanı çocuklar köpeği infaz edip intikam almak istiyorlar. Köpek, canını kurtarmak için bir kuyuya sığınıyor. Bu kimsesiz güzel köpeği yine güzel bir kız çocuğu Gol-Gotai kurtarıyor. Köpek, iki kardeşin yoldaşı oluyor film boyunca. Ne ekmek, ne de başka bir şey yiyor bu güzel köpek. İngilizlerin mamalarıyla beslenmiş çünkü. İki kardeş, gündüzleri çöplükten odun parçaları toplayıp fırınlara satıyorlar. Odun karşılığında da ekmek alıp karınlarını doyuruyorlar. Geceleriyse hapisteki annelerinin hücresine gidip uyuyorlar. Anneleri hapiste olan çocukların babaları da koalisyon güçlerinin hapishanesinde yatıyor. Babaları da Taliban tarafından. Annenin hapiste yatmasının nedeni de Taliban’ın katı şeriat kanunları yüzünden. Baba beş yıl ortadan kaybolunca, anne çocukları evsiz barksız kalmasın diye bir adamla evlenmiş. Bu, şeriat yasalarına göre suçmuş. Gol-Gotai ve Zahid, annelerini affetmesi için babalarından şefaat diliyorlar ama ne yazık ki dinin katı kuralları üstün çıkıyor bu hayatlarda. Bir akşam çocuklar hapishaneye alınmıyorlar ve dışarıda kalıyorlar. Gidecekleri ve sığınabilecekleri hiçbir yer yok. Dışarısı soğuk ve güvenli değil. Yanlarında İngilizlerin köpeğiyle oradan oraya sürükleniyorlar. Evsizlerin sığındığı tabuttan evciklerin birinde bir gece kalıp donmaktan kurtuluyorlar ama sorunlarını çözmüyor bu. Annelerinin yanında olabilmek için tek bir yol kalıyor. O da hırsızlık yapmak. Tabuttan evcikleri kiralayan çocuğun önerisiyle konusu hırsızlık olan bir filme gidiyor kardeşler. Vittorio de Sica’nın 1948 yapımı siyah-beyaz “Ladri di Biciclette-Bisiklet Hırsızları” filminde bisikletlerin nasıl çalınacağını öğrenen iki kardeş, sinemadan çıktıktan sonra bir bisiklet çalıyorlar. Sonrasında her şey daha kötüye gidiyor kardeşler için. Yönetmen Meshkini, İtalyan sinemasının içinde doğan “Yeni Gerçekçilik” akımından beslendiğini gizlememiş. “Şaşkın Köpekler”, sizleri ağlatmadan yüreğinizde ince bir sızı hissettiriyor. Müzikleri Muhammed Rıza Dervişi yapmış. Kamerada da İbrahim Ghafori, Maysam Makhmalbaf var.

Kaplumbağalar da Uçar…

Kuzey Irak. Türkiye sınırındaki otuz haneli Kürt köyünde yüzlerce Kürt mülteci çadırlarda kalıyor. Türk askerleri de gözetleme kulelerinden Kürtleri gözetliyorlar gece gündüz. Kış ayları. Savaş yaklaşıyor. Evet, İran sinemasının yetiştirdiği 1969’da Bane’de doğmuş İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi, 2000 yapımı “Zamânî Barâyê Asbhâ / Dema Hespên Serxweş-Sarhoş Atlar Zamanı” filminden sonra bir defa daha perdelerimizi onurlandırmıştı. Belgesel sinemadan gelen Ghobadi, anlattığı insanların, mekânların ve coğrafik bölgenin
ruhunu perdeden seyircisine ulaştırmayı başarıyor. Daha da ileri, sanki perdeden içeri girip, o coşkunluğu ve trajediye dokunuyorsunuz. 2004 yapımı “Lakpost-ha hem pervaz mi-konend / Kûsî jî Dikarin Bifirin-Kaplumbağalar da Uçar”, insanın duyarlılığını çoğaltan ve suçluluk duygusu veren bir yapıt. Saddam despotizminin çizmeleri altında ezilen, üzerlerine kimyasallar atılan, köyleri yakılan bu halk, şimdi mutluluğa ve huzura kavuşabilecek miydi? Ghobadi, savaş öncesinin Kürtlerine, kamerasını içten ve coşkulu bir biçimde çeviriyor. İnsana kederli bir mutluluk veriyor film. O acıların ve trajedilerin içinde bile mizahı ortaya çıkartabilmiş yönetmen.

Köydeki mülteci kampında iki kolu kopmuş Hengav (Hiresh Feysal Rahman), kız kardeşi Agrin (Avaz Latif) ve Agrin’in gözleri görmeyen gayri meşru bebeği Riga da var. İki kardeş Halepçe’den gelmişler bu kampa. Daha bir çocuk olan Agrin sürekli kâbuslar görüyor. Köylerini basan Saddam’ın askerleri birçok insan gibi ona da tecavüz etmişler. Agrin hamile kalmış ve Riga’yı (Abdülrahman Kerim) doğurmuş. Abisi Hengav kampta “kahin” olarak anılıyor ve mayın toplamada uzmanlaşmış. Filmin ana karakteri on beş yaşlarındaki Satelite (Soran Ebrahim), Hengav’ı bir rakip olarak görüyor. Satelite, bir televizyon anteni uzmanı. Köyün tüm antenleri ondan soruluyor. En önemli işi de çocuklara mayın toplatıp hurdacıya satmak. Aslında Satelite de, Hengav ve Agrin gibi kimsesiz. En yakınında olan iki insan, bir ayağı kopmuş Peşo’yla (Saddam Hüseyin Feysal) Satelite’ye sürekli sorular soran sevimli çocuk Şikruh. Kürt köyünde Kürt mültecileri anlatan bu film, gerçekliğe fazla müdahale etmeden, var olan gerçekliği uç noktada dramatize etmeden yansıtabiliyor perdeden. Çok hassas Agrin karakterini bile duyguları sömürmeden, melodramın tuzaklarına düşmeden doğrudan gerçeklikle yansıtabiliyor yönetmen. Kürt köyünde mülteciler var. Onlar, Kürt olsa bile mülteci. Satelite, Hengav’dan tümüyle nefret etmiyor, çünkü onun kız kardeşi Agrin’e içten içe vurgun. Agrin, Satelite’nin kendine doğru esen temiz aşkına kalbini kapar sürekli. Çünkü o kendini “kirli” hissediyor. Agrin, “piç” dediği bebeği Riga’dan kurtulmak istiyor hep. Agrin’in trajedisi, tüm trajedilerin üstüne çıkıyor filmde. Finalde Saddam devrilip, ABD’liler kuşatıyor Irak’ı. Başka bir trajedi başlıyor. Ghobadi, tüm acıların ve trajedilerin içinde gerçekten unutulmaz karakterler yaratmış. Satelite, Şikruh, Peşo, Hengav, Agrin gibi. Bu belgesel tat veren film, sinemanın özel yapıtlarından. Estetik düzeyi de insanı çarpıyor. Bu fotoğraflar Şehriyar Assadi’den. Müzikleri de Hüseyin Alizadeh yapmış.

Seks ve Felsefe…

1957’de Tahran’da doğan Mohsen Makhmalbaf, Abbas Kiarostami gibi İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden. 2005 yapımı “Sex & Philosophy-Seks ve Felsefe”, doğrudan doğruya aşk ve felsefesi üzerine bir film. Makhmalbaf’ın filmi müthiş bir girişle açılıyor. Birbirinden bağımsız anlar olsa bile, filmin girişiyle final bölümünün birbirine bağlanması ancak büyük yönetmenlerin yaratabileceği bir zanaat. Sanki bu filmde John’un uzun rüyasını seyrediyorsunuz. Giriş bölümüyle final bölümü kısır döngüyü yaşatıyor. Makhmalbaf’ın filminde öyle muhteşem anlar var ki. Usta, bu filmiyle hem aşka hem de sinemaya saygı sunmuş. Makhmalbaf, “Aşk yeryüzünden siliniyor mu” diye soruyor. Modern insan hiçbir şeyi, aşk da dâhil derinlikli yaşayabilir miydi? Aşkın gizemi bitmiş miydi? Ya sinema? Negatifler yok olursa sinema nereye gidecekti? Her şey dijitalleşecek miydi? Makhmalbaf’ın bu filminde sinema adına yarattığı anlar ve derinlik duygusu bir daha yaşanabilecek miydi? “Seks ve Felsefe” filmi, aşk ve sinemaya bir ağıt gibi sanki.

Müzik hocası John (Daler Nazarov), kırk yaşına girmiş. Şehrin içinde ağaçlıklı yolda üstü açık Amerikan arabasıyla yol alırken (arabasında mumlar da yanıyor), sevgililerini tek tek arıyor. İlk aradığı Meryem. Ona mesaj bırakıp bir gülle yaşadığı yere davet ediyor. John’un yaşadığı yer orman içinde hem ev hem de dans okulu. Meryem (Mariam Gaibova), John’un mesajını dinler. O an Makhmalbaf, kamerasını şiir yazıyor gibi sağa ve sola çevirerek gezindiriyor. John’un sonraki aradığı sevgilisi Farzana (Farzona Beknazarova), hüzünlü bir genç kadın. John ona, “Hüznünü bırak da gel” der. Sonra Tahmineh’i (Tahmineh Ebrahimova) arıyor. Ardından da bu üç genç kadından daha olgun Melahat’ı da (Melohat Abdulloeva) davet ediyor doğum gününe. Seyirci, ilk anlarda John’un yüzünü hiç görmüyor. John, yol alırken arabasına âmâ akerdeoncuyla yaşlı kadını alıyor, müzik dinliyor. Sevgiller de tek tek John’un mekânına, dans okuluna geliyorlar. Farzana’nın ayaklarındaki ayakkabıların biri kırmızı, diğeri beyaz. Meryem gülle geliyor. Tahmineh kendini getiriyor sadece. Kırmızı şarap getiren Melahat, gramafondaki plâğı da çalıyor. Hem kırmızı şarap hem müzik filmin başrolünde sanki. Kırmızı şarap, Makhmalbaf’ın üzerine kamerayla şiir yazdığı muhteşem bir şey. Aslında Makhmalbaf, Tacikistan’da çektiği bu filminde, İran’da yapamayacağı her şeyi yapmış. Kadınlar alabildiğine özgür ve kendilerini giysilerin arkasına gizlemiyorlar. Danslar ve müzikler onlar için. Kadınlar gibi, şarabı da bol bol yakın plânla çekmiş yönetmen.

John’un mekânında öğrenci kızlarla dans yapan sevgililer de John’la yaşadıkları aşkları bir daha yaşıyorlar. Makhmalbaf, hem geçmişe hem şimdiye sık sık dönüş yapıyor filminde. Önce Meryem’le tanışması ve aşkı yansıyor John’un. Meryem bir hostes. John havaalanına geldiğinde hiç yolcusu olmayan uçağa biniyor ve Meryem ona “Hoşgeldiniz” diyor. John etkileniyor. Ama, Meryem’in gözlerinde soğukluğu da fark ediyor. Cebinden, mutlu anlarını kaydettiği kilometre saatini çıkartan John, aslında Meryem’le mutlu anları az olmuş. John’a göre her aşk bir rastlantı. Farzana’yla tanışması da öyle oluyor. Bir şairle şiir üzerine konuşup kırmızı şarap içtikten sonra dışarıda şairle dolaşırken Farzana’yı fark ediyor birden. Sonra onun peşinden gidiyor. Farzana, römork-evine çekiyor John’u. Şarap içiyorlar. Konuşuyorlar. Hüzün yüklüdür Farzana. Üçüncü sevgilinin adı Tahmineh. Adı gibi gizemli, sürprizli ve en güzeli Tahmineh. Onunla da tanışmaları rastlantıdan başka bir şey değil John için. O gün ishâl olmasa, o anlar yaşanmayacak ve ayrılık da olmayacaktı. Tahmineh bir doktor. Kendini, Tacikçeden çok Rusça daha iyi ifade eden John, en derin aşkı Tahmineh’le yaşıyor. Onunla şehirde dolaşıyor, yağmur altında şairin şiirini dinliyor, ona süt banyosu yaptırıyor ve en çarpıcı ayrılığı da onunla yaşıyor John. Şehirde dolaşırken kilometre saatini satın aldığı antikacıya götürüyor Tahmineh’i John. Antikacı, Lenin’in tablolarını haraç mezat satıyor acı biçimde. Antikacı John’a Tolstoy’un, Çehov’un kilometre saatlerini gösteriyor, ama Tahmineh Stalin’in torunununkini istiyor John’dan. Tahmineh, gizemiyle birçok erkeği tutkuyla kendine bağlayabilecek bir “aşk tanrıçası” gibi. Evet, sonuncusu. Daha olgun olan Melahat’la yaşanmış anları yansıtmıyor yönetmen. Ayrılığı, bitişi simgeliyor Melahat. Aşktan geriye kalan sadece yalnızlık mıydı? Rastlantıyla bulunan aşk, bittiğinde geride yalnızlık bırakıyordu sadece.

Gerçeküstücü anlatımı olan filmde, kamerayı öne ve geriye sıkça kaydıran usta, bu filminde çoğunlukla kamerasını yana doğru pek kaydırmamış. Ama, sabit kamerayı sağa ve sola sürekli çevrindirmiş. Makhmalbaf, çoğu anda oyuncularını çerçevenin içerisinde dramatik yapıya uygun olarak hareketli oynatmış. Bu yüzden oyuncu performansları çarpıcı. Dans bölümleri dışında da sinema adına özel anlar var. Farzana’nın römork-evinde yaşanan anlar sinemanın armağanı. Sanatseverlerin belki de hayatları boyunca unutamayacağı çok özel çekilmiş bir anı da var. Vince takılı kamera, yukarıdan sürekli öne doğru kayarak, John ve Tahmineh’i izliyor. Bu sekans, sadece görsel çarpıcılığıyla değil, bir ayrılığı da seyirciye tanıklık ettiriyor. John’un arabasında geçen tüm anlar da sinema sanatı adına özel sahneler. Görüntüler Ebrahim Ghafori’ye ait. Müzikleri Daler Nazarov ve Nahid Zeinalpur ortak yapmışlar. Bazı müzikler aşina gelecek.

Persepolis…

İran İslam Cumhuriyeti’nin yasakladığı 2007 yapımı siyah-beyaz ve renkli animasyon filmi “Persepolis”, 1979’dan günümüze kadar İran’a sosyopolitik açıdan bakıyor. “Persepolis”, İranlı kadın grafik roman yazarı Marjane Satrapi’nin kendi hayatından anımsadıkları üzerine. “Persepolis” de bir grafik roman. Satrapi, Fransız yönetmen Vincent Paronnaud’yla beraber bu animasyon filmini ortak yönetmiş. Satrapi, 1969 yılında Tahran’da doğmuş ve uzun zamandır Paris’te yaşıyor. Paronnaud’ysa, 1970 yılında La Rochelle’de doğmuş. Film, 1979 yılında açılıyor. On yıllardır süren şah dönemine karşı halk ayaklanması başlıyor. Her taraf tam bir savaş meydanına dönüyor. Ardından, Humeyni iktidarı ele geçiriyor. Halk, baskıcı şah yönetimininden kurtuldukları için bayram yapmaya başlıyor. Ama bu kısa sürüyor. İran İslam Cumhuriyeti, düş kırıklığını hemen gösteriyor halka. Kaosun içinden iktidarı ele geçiren mollar, şeriat kanunlarıyla yeni baskıcı bir yönetim oluyor. İslami değer en önemli değer. İnsanları ötekileştiriyor. İslam polisi, faşistçe halka hayatı cehennem ediyor. Kız çocukları bile örtünüyor. Çok geçmeden Irak, İran’a saldırıyor. Böylece yaklaşık on yıl sürecek bir trajedi de başlamış oluyor. Bu trajedinin garip değil, gerçek tarafı savaş sonrasında ortaya çıkıyor. Batılı ülkeler, savaş boyunca her iki ülkeye de silah satmış. Kazananı olmayan bu savaşta kaybeden iki gariban halk olmuş. Elbette gerçek kazan da var. O da Batı.

Tüm bunlar olurken, küçük Marjane ve ailesinin de hikâyesi öne çıkıyor filmde. Marjane on yaşında. Vücudu güzel kokması için göğsüne yasemenler koyan büyükannesini, çok sevdiği Anuş amcasını, anne-babasını ve devrimi anımsıyor Marjane. Amcası, tıpkı dedesi gibi İranlı bir demokrat. Dede gibi amca da komünist diye yıllarca hapiste yatmışlar. Dede, baba şah, amcaysa oğul şah döneminde pek hapisten çıkmamışlar. Şah devrilip yeni bir iktidar gelse de Satrapilerin kaderi değişmiyor ve amca yine hapse giriyor. İslâm polisi de göz açtırmyor halka. Her yerdeler. Neredeyse yatak odasındalar. Anne-baba Satrapiler, kızları Marjane’yi hemen Avrupa’ya gönderiyorlar. Avusturya-Viyana’da rahibeler okuluna yazdırılan Marjane, okulun İran’dan farksız olduğunu görüyor ve kendini okuldan attırıyor. Sonra başka okula giden Marjane, büyümeye de başlıyor. Viyana’da hayatının erkeğine aşık oluyor. Ama hemen düş kırıklığına uğrayıveriyor. Çünkü aşık olduğu erkek bir eşcinsel çıkıyor. Ardından bir başka aşk. Entelektüel görünümlü ve yazar olma hayaliyle yanıp tutuşan bir gence aşık olan Marjane, aşk konusunda düş kırıklıkları yaşıyor. Marjane, entelektüel bulmadığı Viyana’da Batı’nın önyargılarını ve ikiyüzlülüğünü de keşfediyor. Sonra yine Tahran’a dönüyor Marjane. Bu cephede de bir değişiklik yoktur. İçine kapanmalar, iletişimsizli ve depresyondan sonra yine Avrupa yolları gözüküyor Marjane’ye. Bu sefer yol Paris. Belki de Paris’e gitmesi, onun hayat yolunu da açan bir karar oluyor. Viyana’da bulamadığı entelektüelizm ve sanat, hayata dair yeni keşifler yaptırıyor Marjane’ye.

“Persepolis”, gerçek anlamda bir muhalif film. Sadece İran’a değil, dünyadaki tüm baskıcı rejimlere eleştiri getiriyor. Batı’daki önyargılara ve ikiyüzlülüğe de sert eleştiri gönderiyor “Persepolis…” Her şeyiyle dürüst ve samimi bir film olduğu için de Fransa, 2008’de Oscar aday adayı seçti “Persepolis”i. Filmi gördükten sonra “Persepolis”e Batı’nın İran’a bir oyunu olarak yorumlayamayız herhalde. İçtenliğini en başından sonuna kadar hissettiriyor bu film. Persepolis ne demek? Neden bu film kendine bu adı seçmiş? Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M. Ö. 6 yüzyılın sonlarına doğru Pers kralı Darius tarafından kurulmuş. M. Ö. 331’de Büyük İskender Persleri yenerek Persepolis şehrini yakmış. Yangın yerine dönen İran’la metafor kurulabilir belki.

Utanç…

Mart 2001… Talibanlar, Afganistan’ın Bamiyan Vadisi’ndeki binlerce yıllık antik Buda heykellerini bombalayarak yerle bir ettiler. Hana Makhmalbaf’ın 2007 yapımı “Buda as Sharm Foru Rikht-Utanç” filmi, Buda heykellerinin bombalanmasıyla başlıyor. Hana Makhmalbaf, 1988 yılında Tahran’da doğdu. Bu filmi yaptığında daha yirmi yaşında bile değildi. Babası ünlü İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf. Anne de adı duyulmuş bir yönetmen Marzieh Meshkini. Makhmalbaf’ın yönettiği “Utanç” filmi, ilham verici. Hem hikâye anlatımıyla hem de görselliğiyle. Bu film, 2008’deki 27. İstanbul Film Festivali’nde “Genç Ustalar” bölümünde de gösterilmişti.

Bu film, altı yaşındaki kız çocuğu Baktay’ın bir gününü anlatıyor. Yoksul Afganlar, mağaralardaki odalarda hayatlarını sürdüyorlar. Baktay, ailesiyle bu mağaraların odalarında kalıyor. Baktay, annesi su almaya gittiğinde komşularının oğlu Abbas’tan (Abbas Alijome) okulda öğrendiği hikâyeleri dinliyor. O da okula gitmek istiyor. Ama, bu o kadar kolay mı? Abbas’ın önerisiyle yumurtaları alıyor onları bakkala verip defter alarak okula gitmek istiyor. Sonunda başarıyor ve erkeklerin olduğu sınıfa gidiyor. Elbette hoca onu kızların olduğu derenin öte tarafındaki okula gönderiyor. Baktay, yolda Talibancılık oynayan çocukların ellerine düşüyor önce. Çocuklar, Talibanlardan ne görmüşseler bunları Baktay’ın üzerinde deniyorlar. Hatta recm bile etmeyi düşünüyorlar. Çocukların esir aldığı yalnızca Baktay değil. Başka kız çocukları da var. Sonunda Baktay, çocukların ellerinden kurtulup kızların gittiği okulu buluyor. Hayat öyle zor ki. Yönetmen Makhmalbaf, bu zorlukları altı yaşındaki bir kız çocuğunun gözleriyle ve bakış açısıyla yansıtabilmeyi başarıyor “Utanç” filminde. Filmi seyrederken, bir toplum hakkında en azından birazcık sosyolojik bilgi edinebiliyorsunuz. Çünkü, Taliban yönetimi altında kadın olmak, dünyanın en zor işi. Çocuk olsanız bile neredeyse. Baktay, Abbas’la eve dönerken Talibancılık oynayan çocuklara yine yakalanıyor. Abbas, Baktay’ın ardından “Ölürsen özgür olursun” diye haykırıyor. Gerçekten bu sözün çok derin anlamı var. Makhmalbaf, kamerayı küçük Baktay’ın bakış hizasında tutuyor genelde. Seyirci de Baktay’ın bakış açısıyla yorumluyor dış dünyayı. Filmin kamera kullanımı ve kurgusu da estetik olarak iyi. Filmin kameramanlığını da Ostad Ali yapmış. Fonda duyulan ezgiler de insanın yüreğine oturuyor. Müzikleri Tolibon Shakhidi yapmış. Baktay’ı oynayan Nikbakht Noruz’un küçük, ama altın değerindeki oyunculuğu da kolay unutulacak gibi değil.

Bir Ayrılık

Orijinal anlamı “Nadir’in Simin’den Ayrılması” olan, 2011 yapımı “Cudaye Nadir az Simin/Nader and Simin, A Separation-Bir Ayrılık”, Tahran’daki bir mahkemede, orta sınıftan Nadir’le Simin’in boşanma davası üzerine açılıyor. Simin, yurtdışına yerleşmek istemeyen kocası Nadir’den ayrılmak istiyor. Hâkim, boşanma nedenlerini yeterli bulmadığından boşanamıyorlar. On dört yıllık evliliklerinden de on bir yaşında Termeh adında bir kızları var. Nadir’in yurtdışına gitmemesi için nedenleri var elbette. Yaşlı babası Alzheimer hastası ve ona oğlundan başka bakacak kimsesi yok. Simin, annesinin evine taşınırken, Nadir kendisi bankada işteyken babasına bakılması için bir bakıcı tutuyor. İşte her şey bundan sonra raydan çıkıyor ve seyirciler için de beklenmeyecek yerlere kadar gidiyor hikaye. Raziye, dört yaşındaki kızıyla bakıcılık işine başvuruyor. Hamile olan Raziye, bu işe işsiz kocası Hocat’tan habersiz başvurmuş. Dinine bağlı Raziye, işin ayrıntılarını bilmeyince zorluklar da başlıyor. Bir kadın, yaşlı olsa da yabancı bir erkeğin tüm bakımını yapabilir mi? Bir yandan dini baskılar, bir yanda işsiz köşker kocasının bu işten haberli olmaması Raziye’yi ikilemlere sürüklüyor. Ama yoksulluk her şeyin önüne geçiyor sonunda. 2011’deki 61. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ve 2012’de 84. Akademi’den “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanan bu ilk İran filminde yönetmen Asghar Farhadi, hikâyesinde boşluklar bırakmış. Yönetmen, filmin bir yerinde boşlukta kalanları dolduruyor. Belki de bu filmin kurgusu ve hikâye anlatma biçimi sinema yoluna düşenlere ilham verebilir. “Bir Ayrılık” filmini seyrederken, gerçekten önemli bir yapıt karşısında olduğunuzu hissediyorsunuz.

Olayların gelişimi gerçekten tahmin edilemez gibi. Filmin açık uçlu son sahnesi de bu başyapıt filmin değerini çoğaltıyor. Filmdeki anlar, karakterlerin o sahnedeki yansıyışları ve hikâyedeki küçük ayrıntılar, bu “Bir Ayrılık” filmine bağlanmamıza yardımcı oluyor. Hikâyenin içinde gelişen küçük bir ayrıntı, bir an hikâyenin ortasına oturuveriyor ve derin trajedilere sürüklüyor. Trajedi her zaman kanlı olmaz. Hocat ve Raziye’nin belirsiz geleceği de bir trajedi. Neyin ne olduğunu bilmediği ve görmediği bir olay anının sonrasındaki gelişmeler seyirci için gerçek anlamda sürpriz. Yönetmen, bu filminde hem gerçek adalet hem de seyircilerin zihinlerindeki adaletle, yani vicdandaki adalet duygusunu sürekli çarpıştırıyor. Mahkeme anları, sinemada gördüğümüz mahkeme sahnelerinden daha çarpıcı. Çünkü yönetmen, belirlediğimiz gibi seyirciyi de zihinsel anlamda sürekli muhakeme içinde bırakıyor. Filmdeki tüm mahkeme ve Nadir’in evinde geçen sahneler sinematografik açıdan etkileyici. Ama, alt sınıftan Hocat’la Naziye’nin evinde geçen final bölümündeki “kan parası” sahnesi insanı yüreğinden vuruyor. Final anıysa bu muhteşem filmin armağanı oluyor. İnandırıcı ve ayrıntılı oyuncu performansları da mükemmel. Kameraman Mahmoud Kalari’nin çerçeveleri, öncelikle iç mekânlarda seyirciyi büyülüyor. Fonda duyulan Sattar Oraki’nin tınılarına da kulak vermek gerek.

(30 Eylül 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hayat Bizi Kıskanır

Filmekimi 2013’ün sürpriz filmlerinden biri ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’. Onyedi tanesi son Cannes Şenliği’nde görücüye çıkmış seçkin filmlerden oluşan bu yılın muazzam programında biraz gölgede kalmış bu Belçika yapımının yönetmeni tanıdık. Felix van Groeningen üç yıl öncesinin 29. İstanbul Film Festivali’nde ‘Şeylerin Boktanlığı / De Helaasheid Der Dingen’ özgün adıyla gösterilmiş çalışmasıyla büyük ödül Altın Lale’ye layık görülmüştü. Ticari gösteriminde ‘Çölde Kutup Ayısı’ ismini alacak olan bu sıradışı yapım, Tanrı’nın unuttuğu Reetveerdegem adlı ücra kasabada yaşayan 13 yaşındaki Gunther’in kara komedi tadındaki ergenliğe geçiş hikâyesi üzerinedir. Bir baltaya sap olamamış baba ve üç amcasına vefakâr babaannenin kol kanat gerdiği alabildiğine uçuk ancak bir o kadar da eğlenceli aile ortamına büyük bir sevecenlikle yaklaşır Van Groeningen ve filmini, yetişkin Gunther’in küçük oğluna bisiklete binmeyi öğrettiği nefis bir finalle noktalar.

Belçikalı yönetmen Filmekimi’nde yer alan son çalışmasını yine sıradışı karakterler üzerine kurmuş. Bir önceki filminin kahramanları gibi Amerika hayranıdır Didier. Hayalperestlerin ülkesi olarak tarif ettiği kıtaya ulaşanın yeni bir başlangıç yapabileceğine inanır. Bluegrass müziği tutkunudur. Özellikle yoksul Appalachia bölgesinde yaşayan ve dünyanın dört bir köşesinden gelmiş göçmenlerin çığlığı olan bu çok daha saf country türünü icra eden bir grupta kovboy kılığında çalar, sadece telli çalgılardan oluşan akustik icraya banjosu ile eşlik eder. Daha ilk görüşte aşık olduğu Elise ise vücudunun her santimini kaplayan dövmelerden kazanır hayatını. Delidolu ve sevgi dolu bir birlikteliktir sürdürdükleri. Kızları Maybelle’in dünyaya gelişiyle yaşamları değişir, karavandan çıkıp yerleşik aile hayatına geçer çiftimiz. Elise’in sözleriyle ‘herşey gerçek olamayacak kadar güzeldir’ önceleri. Lakin hayat kaybedişler üzerinedir de. Küçük kızın 6 yaşındayken yakalandığı amansız hastalık çekirdek ailenin üzerine bomba gibi düşer ve genç çiftin dünyalarını karartır. Yine Elise’in sözleriyle, hayat onları kıskanmış, onlara ihanet etmiştir. Romantik ateist Didier ile çok daha gerçekçi Elise bu noktadan itibaren hem aşklarını, hem inançlarını sorgulayacaklardır.

Van Groeningen bu dokunaklı oyun uyarlamasını geriye dönüşler ve zaman atlamalarını yoğun olarak kullandığı bir kurgu düzeninde sinemaya aktarmış ve düz bir akıştan çok daha etkili bu yöntemle, merak ve gerilim unsurunu hep canlı tutmuş. Bluegrass müziğinin neşeyi ve hüznü bağdaştıran duygusallığından, iki baş oyuncusunun (Didier’de Johan Heldenbergh, Elise’de Tribeca ödüllü Veerle Baetens) mükemmel yorumlarından büyük destek almış. Kaçırmamaya çalışın ‘Kırık Çember’i. (28 Eylül Cumartesi 13.30 ve 02 Ekim Çarşamba 11.00’de Nişantaşı City’s AVM City Life; 29 Eylül Pazar 13.30’da Beyoğlu Atlas; 05 Ekim Cumartesi 16.00’da Beyoğlu Beyoğlu Sinemaları’nda gösteriliyor).

(26 Eylül 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Özlemin Eski Tadı Var: Debra Winger

Işığıyla perdeyi hep kuşatmış Debra Winger, filmleriyle beyazperdede iz bırakan oyunculardan. Şimdi küskün. Filmlerden uzak. Bu büyük oyuncuya “Şehir Kovboyu”, “Subay ve Centilmen”, “Çölde Çay” filmleriyle saygı sunuyoruz özlemle.

Debra Winger sinemanın özel oyuncularından. Yokluğu her zaman fark edilen muhteşem bir oyuncu o. Bizim için, 1980’lerde sinema perdesinden kalan Julie Andrews ve Zühal Olcay’la beraber en unutulmaz oyuncu. Bu büyük oyuncunun sadece dört filmini sinema perdesinde görebildik. Bu yazıda dokunduğumuz üç filmini İzmir’de Konak Çınar Sineması’nda gördük. Karel Reisz’ın “Everybody Wins-Kaybeden Yok” filmini Eylül 1990’da Kemeraltı Konak Sineması’nda gördüm. Bu filmin özel hatırası vardı. Üniversiteyi kazanmıştım bu film vizyona girdiğinde. Fakültenin ön kayıt sınavının son gününde, sabah son sınava girdim. Öğleden sonra sonuçlar belli olacaktı. Boşluğu Debra Winger’la değerlendirdim. Dönüşte sinema okuluna girmeyi başardım. Bu muhteşem ve özel oyuncunun James L. Brooks’un 1983 yapımı “Terms of Endearment-Sevgi Sözcükleri”, Bob Rafelson’ın 1987 yapımı “Black Widow-Kara Dul”, Costa-Gavras’ın 1988 yapımı “Betrayed-İhanet”, Richard Attenborough’un 1993 yapımı “Shadowlands-Gölge Topraklarda” filmleri de çok değerli. Winger, 1955 yılında Cleveland-Ohio’da doğdu. Küskünlüğü var. Zaman zaman yardımcı rollerde görünüyor, televizyon dizilerinde oynuyor. O muhteşem ve özlenmeyi hak eden bir insan.

“Şehir Kovboyu…”

Hollywood, 1980’li yıllara havalı bir filmle, “Urban Cowboy-Şehir Kovboyu” filmiyle giriş yapmıştı. James Bridges’in yönettiği bu film, Hollywood’un büyük stüdyolardan Paramount’a da nefes aldırmıştı. “Şehir Kovboyu”, seyirci tarafından ilgiyle karşılanmasaydı, bugün Paramount yoktu. Yeni yetme devirlerimizde Paramount’a katkı için bu filmi 1983 yılında İzmir’deki Konak Çınar Sineması’nın perdesinde iki defa görmüştük. İstanbul’da 1982 Aralık ayında vizyona girmişti film. O zamanlar filmler İzmir’e gecikmeli geliyordu. Paramount’un, Tony Scott’a yönettirdiği 1986 yapımı “Top Gun” propaganda filmini gördükten sonra hayal kırıklığına uğradık elbette. TRT, Nisan 1985’te bu filmi göstermişti. Eski zamanlardaki, hatta 12 Eylül’deki TRT, şimdinin
TRT’sinden çok çok iyiydi. Geçmişin o muhteşem siyah-beyaz ve sonradan renklenmiş devirlerinin TRT’sini paylaşmak isterdik. Şimdinin TRT’si insana keder veriyor sadece. Türkçeleri de kötü. “Oldukça”, “aynen öyle” gibi uyduruk lâfları bolca kullanarak da dilimizin hızla bozulmasına katkıda bulunuyorlar. Maalesef… “Oldukça” kelimesi Türkçede asla tek başına kullanılmaz. TRT Radyo 1’deki “Radyo Tiyatrosu”nda şair-yazar Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi” eserinde bu kelime tam karşılığıyla kullanılıyordu. Abla, en küçük kız kardeşine, “Ben oldukça bunu asla yapamayacaksın” diyordu. “Oldukça” kelimesi sadece olumsuz cümlelerde kullanılıyor dilimizde. “Çok” anlamına da gelmiyor. Eskiden “hayli”, “bir hayli”, “gayet”, “son derece” ifadelerini kullanırdık “oldukça” yerine. “Aynen öyle” ifadesini de rahmetli Barış Manço nakarat için uydurmuş 1990’larda. Eskiden bu ifade yerine “kesinlikle öyle”, “tamamiyle öyle” gibi benzeri ifadeler için kullanırdık. Evet, John Travolta kurtarıcıydı. Onun yanında da Debra Winger vardı.

Hikâye Teksas-Pasadena’da geçiyor. Houston’a yakın. Petrol rafinerisinin olduğu yerde bir hikâye seyircilerin kalbine doğru akıyordu. Bud’la Sissy’nin aşkıydı bu. Spur’dan siyah Ford pikap arabasıyla çalışmak için amcası Bob’ın (Barry Corbin) kasabasına gelen sakallı genç Teksaslı Buford Uan Davis, isimlerinin baş harfleriyle Bud (John Travolta), petrol rafinerisinde amcası Bob’ın yardımıyla işe giriyor. Bir süre amcasının evinde kalıyor. Yengesi Corene (Brooke Alderson) kafa dengi bir insan. Rafinerinin çevresinde işçi sınıfının bir dolu karavan-evi var. Rafineride çalışmak için gelen işçiler bunlardan satın alıp hayatlarını kuruyorlar. Kasabada bir şey daha var. O da Gilley’nin Yeri. Bu barda mekanik boğa da var rodeo yapmak için. Pisti de alabildiğine geniş. İnsanlar için buluşma yeri de orası. Aşkı buldukları yer de. Sakalını kesen Bud, barda kırmızı Ford Mustang’i olan hayatının aşkı Sissy’yle (Debra Winger) tanışıyor. Hayatı anlam kazanıyor. Çıkmaya başlayan işçi sınıfından bu iki güzel insan çok geçmeden evleniyorlar ve onların da karavanları oluyor hemen. Ama bir sorun da var. Birbirlerine âşık bu iki genç birbirlerini hiç tanımıyorlar. Sevişmeler ve eğlenmeler yolunda giderken başka dertler çıkıyor çok geçmeden. Sissy, ne yemek yapıyor ne de temizlik. Kirli çamaşırlar ve bulaşıklar dağ gibi. Ama Sissy de çalışıyor. Hayat müşterek değil miydi?

Kasabalılar için bardaki mekanik boğa her şeyden çok ilgi görüyor. Bud’ın da. Hikâyeye rodeocu Wes (Scott Glenn) girince her şey değişiyor ve fırtınalar da başlıyor. Wes, sert ve karizmatik biri. Üstelik usta bir rodeocu Wes. Hikâye derinleştikçe Wes’in gizemi de dağılıyor. Banka soyguncusu Wes, şartlı tahliye olmuş ve her an her şeyi yapabilecek biri. Dağınık Sissy’den annesi gibi bir kadın olmasını uman Bud’la Sissy kavga ediyor. İnatçı Sissy kendini Wes’in yatağında bırakıyor öfkeyle. Wiston sigarası içen sert kovboy Wes, sakin kovboy Bud’a hiç benzemiyor. Beraber yaşadıkça Wes’i daha iyi tanımaya başlayan Sissy’nin kafası karışsa da ondan kurtulması imkânsız gibi. Bud’ın da hayatına Pam (Madolyn Smith) giriyor Sissy’nin kederi sürerken. Pam, kovboyunu arayan petrolcü kızı. Her şey melodram çizgisinde akıp giderken, finaldeki ödüllü rodeo yarışı yola ışık düşürüyor. Sissy’yle Meksika’ya gitme plânları yapan Wes, eski alışkanlığını hatırlayınca mutluluk kaldığı yerden devam ediyor Sissy ve Bud için.

Film, Aaron Latham’ın hikâyesinden uyarlanmış. Senaryoyu da yazarla beraber yönetmen Bridges ortak yazmışlar. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Rey Villalobos’un. Gerçekten fotoğraflar etkileyiciydi. Ülkemizin en özel ve en güzel sinema salonu olan Çınar’ın perdesi inanılmaz büyüktür ve sinemaskop filmleri hakkını vererek belleğinize yazarsınız. Bridges, sadece kasabada değil, bardaki sahnelerde de alabildiğine geniş objektifler kullanarak o atmosferin içine alıyordu seyirciyi. Bud’ın, amcası Bob’ın trajik ölümünden sonra düştüğü boşluğu hissettiren açılar gerçekten büyüleyiciydi. Elbette sinema perdesinde daha da etkileyiciydi. Amcasının evinin önünde kederini yaşayan Bud’ın, üzerinde devasa gri gökyüzü, önünde de sonsuz yeryüzü uzanıyordu. Ruhani bir şey gibiydi. Bud’ın sakalını kestikten sonra, kovboy şapkasıyla Amerikan barın önünde ayakta durduğu an, sinemada az bulunur ikonik fotoğraflardandı bir de. Sissy de, ışığa gelen pervaneler gibi bu ikonik görüntüye doğru yürüyordu askılı kırmızı elbisesinin içinde. Filmi seyredince Amerika’yla ülkemiz arasındaki sosyokültürel farklılar da hemen kendini fark ettiriyor. Filmde bunu görüyorsunuz.

“Şehir Kovboyu” filminde duyulan müzikler de çoğunlukla bardaki country çalan müzisyenlerin. Fonda da Ralph Burns’ün tınıları da duyuluyor filmde. Debra Winger, filmin ışığıydı. Alabildiğine dingin haliyle oyunculuğunu sinemaya armağan etti bu filmle. Filmdeki son sahne üzerine derinlikli düşünebilir insan. Pikaba binip bardan uzaklaşan Sissy ve Bud’ı takip etmeyen kamera, barın önünde park halindeki arabaların üzerinde kalıyordu. Sanki Amerikan rüyası ve aşk kazanıyor diyordu yönetmen perdeden sıcaklık gönderirken. Büyük yönetmenlerden Tarantino, 1980’lerde Hollywood’un inanılmaz katı kuralcı olduğunu ve bu yüzden 1980’lerde film çekebilmeyi istediğini belirtmişti “Iconoclast” belgeselinde. 1981’de Ronald Reagan iktidara gelmişti Cumhuriyetçi Parti’den. Reagan eski Hollywood aktörüydü. Reagan döneminde, hepsi olmasa da çoğu film Hollywood’da stüdyolar tarafından aşırı denetimcilikle üretiliyordu. Reaganizm her yeri kuşatmıştı. Hollywood, 1950’lerde yaşadığı korkunç deneyimleri hatırlamıştı belki de. 1980’lerin Hollywood filmlerini politik açıdan incelemek gerekecek. Reagan yönetimi, Soğuk Savaş gerilimini en üst noktada tuttu ve de Hollywood birbiri ardına şaşırtıcı sağ politik filmler üretti. Ama, Hollywood’da liberal yönetmenler de vardı. Yoksa 1980’ler cehennem olarak anılacaktı sinema için.

“Subay ve Centilmen…”

Taylor Hackford’un 1982 yapımı “An Officer and a Gentleman-Subay ve Centilmen”, Paramount’un döneme uygun kuralcılığı hissettiren filmlerden. Hackford, stüdyonun baskılarına rağmen yer yer özgürlüğünü koruyabilmiş. Belki de bu yüzden “Subay ve Centilmen” filmi sıcaklığını hâlâ hissettiriyor. Filmin senaryosunu Douglas Day Stewart yazmış. Müzikler Jack Nitzsche’ye, görüntülerse Donald Thorin’e aitti. Bu filmi 1986 yılında Konak Çınar Sineması’nda görmüştük ve seyretmeye doyamamıştık. O zamanlar sinemalar ucuzdu. Seyretmeye doyamadığınız filmleri üç defa bile görebiliyordunuz. O hafta vizyona çıkan tüm filmlere de gidebiliyordunuz 1980’lerde. Şenlik bitiverdi 1988’de birden, çünkü Amerikalılar gelmişti. Bilet fiyatları yükselince çoğu filmin afişlerine bakar olduk çok geçmeden. Dünyanın en pahalı sinema bileti ülkemizde satılıyordu çünkü.

Pasifik kıyıları. Washington eyaleti. Hikâye Seattle şehrine yakın kasabada geçiyor. Sağ kolunda kartal dövmesi olan motosikletli serseri Zack Mayo (Richard Gere), hayatındaki büyük karar öncesi denizci çavuş babası Byron’ı (Robert Loggia) ziyarete gelmiş. Babası, çocukluğundan pek değişmemiş. Hâlâ çapkın. İtalyan-İrlandalı karışımı Zack, yatakta uyuyan babasını seyrederken çocukluğunu hatırlıyor. Görüntü soluklaşıyor. Annesi, hep uzaklarda olan Byron’ın çapkınlığından yorulmuş ve sonunda intihar etmiş. Çocukluğunda Filipinler’deki babasının yanına gitmiş Zack, genelevlerin yakınında büyüyen bir serseriye dönüşmüş. Şimdiyse 28 yaşında ve kayıp giden hayatını yakalamak için denizci pilot olmaya karar veriyor Zack. Babası karşı çıksa da bir saat ötedeki okula katılıyor Zack. Yeni insanlar, yeni hayat ve aşkla tanışan Zack’in önüne mutluluk seriliyor. Deniz Topçu Çavuş Foley’nin (Louise Gossett Jr.) insanı ezen talimlerini irade savaşıyla aşıp denizci pilot teğmen olmayı başarıyor Zack. Çünkü gidecek başka yeri yok onun.

Altı yıllık eğitimin ilk dokuz ayı Çavuş Foley’nin cehenneminde geçiyor başta. Onu aşanlar, geriye kalan yılları daha da sıkı bir eğitimden geçerek denizci pilot oluyorlar. Zack, okulda Sid’le sıkı dost oluyor. Sid (David Keith), duygusal bir insan. Abisi subay olmuş ve ölmüş. Babası da subaymış. İçinde ezilmişlik duygusu yaşıyor Sid. Bir şeyleri kendisine değil de babasına kanıtlamak istiyor sanki. Bu iki arkadaş, kasabada ambalaj fabrikasında çalışan işçi sınıfından Polonya kökenli Paula (Debra Winger) ve Lynette (Lisa Blount) onların aşkı oluyor. Fabrikada çalışan kızların da tek umudu pilot adaylarını kendilerine âşık edip iyi bir gelecek kurmak. Onlar için de tek çıkış yolu bu. Paula Polonya göçmeni. Paula’nın annesi Esther (Grace Zabriskie) yıllarca önce bir subay adayıyla ilişkiye girmiş ve kendisi doğmuş. Babası da ortadan kaybolmuş. Anne, kızının yanlış karar vermesini istemiyor. Öte tarafta Lynette hamile kalıyor. Sid de telâşa kapılıyor. Hamileliğin gerçek olmadığı anlaşıldığında her şey için çok geç oluyor. Programdan çekilen Sid, Lynette’in hayal kırıklığıyla karşılaşıyor ve motel odasında kendini asıyor. Bu, Zack için büyük bir yıkım oluyor. Paula’ya dönmeli mi, yoksa haber vermeden çekip gitmeli miydi? Ama aşk çok güçlüydü.
Yönetmen Hackford’un bu filmi bir başyapıt. Belki de bu filmi Amerikan rüyasına övgü olarak değerlendirenler olabilecek. Görünüşte öyle. Amerikan sisteminde, az veya çok bir çıkış bulma ihtimaliniz olabiliyor. Bu ülkemiz için çok uzak bir ihtimal. Çünkü birçok şeyde gerilerde kalmış bir ülkeyiz. Hayatta hiçbir yere ulaşamamış insanlara bizim ordunun fırsat verebileceğini düşünebiliyor musunuz hiç? Bizdeki sistem daha acımasız ve de adalet duygusundan yoksundur belki de. Amerika, demokrasi kültürü gelişmiş bir göçmenler ülkesi.

“Subay ve Centilmen” filminin estetiği de çarpıcıydı. Foley’nin yaşattığı aşağılayıcı eğitim anlarında o atmosferin içine düşüyorsunuz. Adeta pilot adayları gibi savaştan çıkmış gibi yoruluyorsunuz. Yönetmen Hackford, gerçek talimlerin belgeselini çekmiş gibi sanki Oyuncuların yorgunlukları yüzlerine yansıyor çoğu anda. Foley’yi canlandıran Louise Gossett Jr, bu filmindeki başarısıyla Akademi’den “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar almıştı. Filmin şarkısı “Up Where We Belong” Oscar’a uzanmıştı. “Subay ve Centilmen”, sinemanın unutulmaz modern klâsiklerinden. Debra Winger için de bu film önemli bir yerde. Onun sakin oyunculuğu büyülüyor her daim.

“Çölde Çay…”

Büyük İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin Amerikalı yazar Paul Bowles’ın (1910-1999) 1949’da yazdığı romanından uyarladığı 1990 yapımı “The Sheltering Sky-Çölde Çay”, melankolik bir başyapıt. “Technicolor”un sunduğu sarımsı fotoğraflar, Port’un ruhuyla buluşuyor filmde. Senaryoyu yönetmenle beraber Mark Popleo yazmış. Zaman zaman Port’un, zaman zaman da Kit’in içinde dolaşan müzikleri büyük Japon besteci Ryuichi Sakamoto bestelemiş. Bu büyük besteciyi, Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filminde esir kampı komutanı Yüzbaşı Yonoi olarak hatırlayabilirsiniz. Bu büyük besteci, Brian de Palma’nın filmlerine de ruh katmıştı. Sinema perdesinde o etkileyici “Technicolor” fotoğraflarsa, Bertolucci ustanın birçok filminin gözleri olan Vittorio Storaro’ya ait. Bu filmdeki sarı tonların tadına sinema perdesinde ulaşabiliyorsunuz. 1991’de Konak Çınar Sineması’nın perdesinde dokunmuştuk bu muhteşem fotoğraflara vakti zamanında.

Filmin İngilizce adı “Esirgeyen Gökyüzü” anlamına geliyor. Bu ad ruhani bir his veriyor insana. Bowles’ın romanı bizde “Çölde Çay / Esirgeyen Gökyüzü” adıyla 1991’de Simavi Yayınları’ndan çıkmıştı. İtalyanlar bu romanı “Il Te nel Deserto / Çölde Çay” diye yayımlamışlar zamanında. Bu romanı okuduktan kısa bir süre sonra Konak Çınar Sineması’nda gördük bu filmi. Küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Çünkü Kit, romanda sarı saçlıydı. Bertolucci, bu filmiyle bir ders de vermişti. Öğrenmiştik, yönetmen romana sıkı sıkıya bağlı kalmayabilirdi. Böyle yönetmenlere yaratıcı yönetmen deniliyor zaten.

Film, New York’tan siyah-beyaz fotoğraflar ve görüntüler üzerine açılıyor mavi ön jenerik yazılarıyla. İkinci Dünya Savaşı sonrasından yansıyan refah toplumu ve zenginlikler. Caddelerden arabalar akıyor, halde bolca balık, mağazalarda elbiseler, metrolar, mikrodalga fırınlar, yolcu gemileri, şehirden huzurlu kış manzaraları fonda duyulan orkestra müziğiyle birbiri ardına yansıyor. Ardından kamera, fonda hocanın Kuran okuyan sesi duyulurken, uyanan Port’u gösteriyor zihinleri karıştırarak. Hikâye, Port’un algılarıyla mı, yoksa Kit’in gezi notlarıyla mı takip ediliyordu? Bertolucci çok geçmeden, liman kahvehanesinde yazar Paul Bowles’ı gösteriyor ve onun iç sesi duyuluyor Port’u (John Malkovich) ve Kit’i (Debra Winger) anlatırken. Anlatıcı olan yazar. Port ve Kit, savaştan iki yıl önce evlenmişler. Ekonomik olarak iyi duruma gelmişler. Şimdiyse savaştan iki yıl sonra Mağrip’e, Kuzey Afrika’ya gelmişler yanlarındaki genç işadamı Tunner’la (Campbell Scott) beraber. 1947 yılı. Kit, Port’la kendisine gezgin diyor. Port ve Kit, otellerde ayrı odalarda kalıyorlar. Port, Tunner’ın peşlerine takılıp gelmesinden pek mutlu değil. Aralarında bir şey olduğundan şüpheleniyor Port. Hikâyeye, beyaz Mercedes arabaları olan gezi yazarı anneyle (Jill Bennett) oğlu Eric (Timothy Spall) katılıyor. Nazi artığı ırkçılar. Eric, annesinin baskısına karşı koyabilmek için sürekli içiyor. İçki için de paraya ihtiyacı var. Arada bir karşılaştığı Port’tan para kopartıp duruyor Eric.

Yolculuklar, şüpheler ve hastalıklarla çöl, bu filmin ruhu ve anlamı. Çölü ve insanları izlerken, ön jenerikteki refah toplumu Amerika’yla çöldeki yoksul insanları zihninizde karşılaştırıyorsunuz. Çölde ne kadar yoksulluk varsa batıda o kadar refah var sanki. Buraların kaynakları oralara, refah ve mutluluk götürüyor. Çölü ve insanlarını gözlemlemek öğreticiydi. Bertolucci, çöl ve insanlarını batılı kibirle yansıtmamış. Filmde Kur’an sureleri, ezan sesi ve Arap müzikleri de duyuyorsunuz. Fransız askerlerinin tutukladığı Cezayirli direnişçileri bile yansıtıyor filminde yönetmen batı emperyalizmini gösterebilmek için.

Can sıkıntısıyla şehirde kaybolmak ve unutmak için Arap müziği altında dolaşan Port, bir Arap fahişeyle (Amina Annabi) sabahladıktan sonra kederine dönüyor otele. Her şeyden çok sevdiği karısı, kendini Tunner’la aldatıyor muydu? Port, aslında daima karısına yakın olmaya çabalıyor. Ama, uzakta duransa Kit. Bertolucci, Port’un kuşkusunu seyirci için bir yerden sonra ortadan kaldırıyor beklemeden. Port, Eric ve annesiyle arabada yolculuk yaparken, Kit ve Tunner trenle yola çıkıyorlar.Tren tünelden çıktığında zihniniz karışıveriyor bir an. Sinema psikolojisinde tren tünele girdiğinde seviştiklerini anlıyorsunuz. Ya tren tünelden çıkıyorsa? Elbette sonra sevişeceklerini çıkarıyorsunuz. Bertolucci, otel odasında, Kit ve Tunner çırılçıplak uyuyorlarken gösteriyor aynı yatakta. Bortolucci filmlerinde genellikle turuncu renk tonları hep cinselliği çağrıştırıyor. Çöl sarısı, bazen turuncumsu tonlara dönüyor. Filmin son bölümlerinde Sahra Çölü, bir kadını çağrıştırıyor. Sadece kıvrımlarıyla değil, beklenmedik öfkesiyle de. Gerçekten çöl bu filmin ruhuydu. Son bölümdeki çöl şairlere ilham verecek belki. Filmin hikâyesi, Fas ve Cezayir topraklarında geçiyor. Mekânlar gerçekten büyülüyor.

Port, yavaş yavaş hastalanıyor. Cezayir’de Bou Noura’ya otobüsle giderlerken Port’un ateşi artıyor. Sonra da Cezayir’e, El Ga’a’ya gidiyor çift. Hastalığı çoğalan Port, Tunner’ı atlattıkları için mutlu olsa da tifo onu eritmeye başlıyor. Kit, Port’un iyileşmesi için kervansarayda büyük çaba gösterse de trajedi gecikmiyor. Valiziyle tek başına ortada kalan Kit, çölde kervancıların arasına katılıyor. Genç Arap onu devesine alıyor. Köye gelirken erkek kıyafetleri giydiriyor Kit’e. Gözlerden uzaklarda, her tarafı kapalı odada Kit’le de bol bol sevişiyor Arap genç. Arap kadınlarsa bu gizemi çok geçmeden çözüyorlar ve Kit yine yalnız kalıyor. Gözünü hastanede açıyor sonra. Amerikan elçiliğinden bir kadın görevli onu oteldeki Tunner’a götürürken, Kit arabadan iniyor, Fas’ın Tanca (Tangier) şehrindeki pazarın yakınında küçük sinema salonu Cinéma Alcazar’ın önünden geçerek filmin başındaki kahvehaneye geliyor, yazarını görüyor o mekânda. Hikâye ve karakteri yazarına dönmüş oluyor böylece. “Çölde Çay”, bugün modern klâsikler arasında. Unutulmaz bir film. Debra Winger’a doyamayacağınız filmlerden biri ayrıca.

NOTLAR: Bu yazının başlığı, Fransız sinemasının büyük oyuncularından Simone Signoret’nin “La Nostalgie n’est plus ce Qu’elle Etait / Özlemin Eski Tadı Yok” anı kitabından aklımıza düştü. Bu kitap 2007’de Es Yayınları’ndan çıkmıştı. Debra Winger’a da çok yakışıyor.

James Dean üzerine “Lütfen geri dön Jimmy Dean” yazısının başlığının zihnimize nereden yerleştiğini bir türlü bulamamıştık. Robert Altman ustanın 1982 yapımı “Come Back to the Five and Dime, Jimmy Dean, Jimmy Dean” filminden geldiğini sonradan hatırladık. Su, bir yerde yolunu mutlaka buluyor.

(25 Eylül 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

We’re The Millers

Etraf komedi filmi kaynıyor olabilir; fakat sinemaseverler iyi bir komedi filmi bulmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Oyuncuları iyi olacak, sevilebilen samimi karakterleri olacak, “burası çok saçmaydı” dedirtmeyecek, arada seyirciyi şaşırtacak, çıkışında yüzünde ufak bir gülümseme bırakacak… Bir filmin bunları ve daha da fazlasını bünyesinde barındırması çok inanılır değildir ve her komedi bunu başaramaz. Bu yüzden ayda yılda bir rastlanılan The Hangover (2009), Ted (2012) ve The Heat (2013) gibi komedi filmleri, diğerlerinden “farklı” bir tatta olduğu için gişe getirileri de yüksek olur. We’re The Millers da ülkesi Amerika’da vizyona girdiği ilk dört haftada yüz milyon Dolar barajını aşarak benim dikkatimi çekmiş ve vizyondayken görmem gerektiğini düşündüğüm filmler arasına girmişti.

We’re The Millers’ta uyuşturucu satıcısı David Clark’ın (Jason Sudeikis) hikâyesini izliyoruz. David, patronuna olan borcunu kapatmak için onun önerdiği uyuşturucu kaçakçılığı işini kabûl etmek zorunda kalır ve sınırdan geçerken göze batmamak için de bir aile babası rolüne bürünmesinin iyi olacağını düşünür. Bunun için deneyimli striptizci Rose (Jennifer Aniston), karşı cinsle tecrübe yaşama konusunda çekingen on sekiz yaşındaki Kenny (Will Poulter) ve evden kaçmış asi ergen tipli Casey’den (Emma Roberts) yardım ister.

Mrs. Doubtfire (1993), White Chicks (2004) ve She’s The Man (2006) filmlerinde olduğu gibi bilinçli olarak farklı bir kimliğe bürünen karakterlerin başından geçen komik olaylar silsilesi tanımıyla basit bir ana konuya indirgenebilecek filmin en büyük başarısı karakterlerini sevdirebilmesi. Komedinin en önemli kozlarından birisinin oyuncuları olduğunu düşünürsek eldeki malzemeyi dozajlı mimik ve jestlere dönüştüren kaliteli oyuncular çoğu zaman senaryonun önüne geçerek izleyiciye karakteri sevdiren ana unsur olur. Başroldeki Jason Sudeikis sonunda Hollywood’a büyük komedyenler armağan eden Saturday Night Live’ın kaymağını yemeye başlamış gibi gözüküyor. Ünlü komedi filmlerinde genelde küçük rollerde görmeye alıştığımız oyuncu, rolüne çok yakışmış. Jennifer Aniston, Jennifer Aniston olmakta yine çok başarılı ve Jason Sudeikis ile dinamik bir ikili oluşturuyorlar. İkili sayesinde Danny ve Rose’u önemsemeniz ve yolculuklarının keyfini sürmeniz çok kolay oluyor. Yeni keşif sayılabilecek Will Poulter, “nerd”/salak/talihsiz tiplemesinde gayet başarılı ve selefi Christopher Mintz-Plasse gibi bir kariyer süreceğe benziyor. Ailedeki en zayıf halka ise sanki başka bir filmden çıkıp gelmiş gibi duran Emma Roberts. Güzel aktris karaktere kendine özgü bir şey katmadığını hissettiyor ve komediyi elinde tutma ve sürdürmede Sudeikis-Aniston-Poulter üçlüsünün çok gerisinde kalıyor. Kathryn Hahn ise yine iyi bir komedyen ve yardımcı, tamamlayıcı oyuncu olduğunu gösteriyor.

Bir noktada yol filmi olarak nitelendirebileceğimiz We’re The Millers, karakterlerini yakınlaştırırken Hollywood komedi ve romantik komedilerinin suyunu çıkardığı “ilişkileri dramatize etme” ve “kapanışa yaklaşırken duygusala bağlama” olaylarına sadece göz kırpmakla yetiniyor ve karakterlerinin değişim süreçlerini izleyicinin gözüne sokmuyor. Film, başlangıcından itibaren çabucak ilerlemeye başlıyor ve gereksiz sahnelerle izleyici sıkmadan bitiveriyor. Buna rağmen, bol ve düzeyli kahkahaların arasında, komedi filmlerinin düştüğü birkaç hatayı da esgeçmiyor. Filmin sonunda karakterlerin geçirdiği değişimlere paralel olarak verilmesi gereken “güçlü”, “yürekli” ve “akıllı” sıfatları tıpkı Emma Roberts gibi farklı bir filmden gelme havası yaratıyor. Ayrıca yönetmen, karakterlerini düşürdüğü yaratıcı kötü durumların bazılarını çok basit, inandırıcılıktan uzak çözümlerle takip ediyor. Dolayısıyla “hop, karavanın altından birileri çıkınca sınır görevlisini konudan TAMAMEN uzaklaştıralım”, “hop, bilim projesi diye bahane bulalım ve koskoca narkotikçi bundan gıdım şüphelenmesin”, “hop havada atılıp tutulan tabanca tam yerine nişan alsın” gibi basit hamleler We’re The Millers gibi iddialı bir yapıma yakışmıyor.

We’re The Millers, komedi filmlerine uygulanan genel yöntem uygulanarak fazla düşünmeden izlenirse iyi vakit geçirilebilir. Gelmesi muhtemel devam filmine de bu filmde gülünen pek çok sahne hatırlanarak gidilir mi, gidilir. Ne olur ne olmaz; ne kadar düşük beklenti, o kadar fazla keyif.

Puanı: 7/10.

(20 Eylül 2013)

Kemal Doğukan Sağbaş

Bu Ülkede Sinema Yapabiliyor Olmak Gerçekten Başlı Başına Teşekkürü ve Ödülü Hak Eden Bir İş

İlk filmi ‘Kız Kardeşim: Mommo’ ile Uluslararası başarıyı yakalayan Yönetmen Atalay Taşdiken’in ikinci filmi Meryem Cuma günü vizyona giriyor. Maalesef filmi basın gösteriminde izleyemediğim için sevgili Emel Göral’ın yardımlarıyla AT Yapım’da izleme şansını yakaladım. Bir gazeteci için hem lüks hem de tedirgin edici bir durum bu Meryem aslında. Sektörden birkaç arkadaşla beraber Meryem filmini yönetmenin ofisinde izleyeceksiniz, hatta o birkaç kişi gelmeyecek, siz yalnız kalacaksınız. Tek başına gösterim, büyük lüks! AT Yapım’a teşekkürlerimi bir borç bilirim. ‘Tedirginlik’ dedim ama aslında Atalay Taşdiken’i gördüğüm an tedirginlik falan kalmadı bende. ‘İçi dışı bir insan’ derler ya işte aynen öyle biri Atalay Taşdiken… Filmi izledim, hemen ardından sıcağı sıcağına yönetmeni ile söyleşi şansını yakaladım. Sinema onun yaşam şekli olmuş. Anlatırken pırıl pırıl parlıyor gözlerinin içi… Bana da her zaman olduğu gibi bu keyifli röportajı sizlere aktarmak düşüyor…

Mommo çok başarılı bir filmdi. Şimdi yola Meryem ile devam ediyorsunuz. Peki, neden Meryem’in hikâyesi?

Mommo’daki hikâye gerçek bir hikâyeydi. O benim çok yakından şahit olduğum, gelişmelerini takip ettiğim beni çok etkilemiş bir hikâyeydi. 4 yıllık bir aradan sonra Meryem’e başladık. Çünkü o süreçte üzerimizde biraz da ilk filmin başarısının baskısı vardı. En az Mommo kadar iyi bir film yapmak zorundaydık. Seyircinin beklentisi ilk filmle birlikte yükselmişti. Meryem de kahramanını iyi tanıdığım bir hikâyeydi ve Mommo ile akrabalığı olan bir öyküdür. Mommo’yu seven insanlar eminim ki Meryem’i de çok sevecekler.

Mommo’daki abartısız anlatım dili bu filmde de var…

Son derece sade ama sıradan olmayan, derinliği olan, küçük ayrıntılarda insanları etkileyebilen bir film oldu. Ayrıca kadın seyirci üzerindeki etkisinin daha fazla olacağını tahmin ediyorum.

Film bize Türkiye’nin sadece İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerden ibaret olmadığını ve hem bu şehirlerde hem de Anadolu’da nice Meryemler olduğunu da gösteriyor.

Kesinlikle. Ben kentte yaşayan kadının da bunu çok iyi ayırt edebileceğini düşünüyorum. Çünkü sonuçta kentte yaşayan insanlarında çoğunun kökeni taşra. Burada doğmuş büyümüş insanların da ya annesi ya anneannesi taşralı. O kadını aslında kentte yaşayan insanda çok iyi tanıyor. Siz onun inanacağı, onun kafasında oluşturduğu Anadolu kadınını koyduğunuz zaman kentteki kadın da onu çok sevecek ve sahiplenecek.

Sinematografik açıdan da zengin bir film olmuş.

Bu biraz da hikâyenin ve filmi çektiğimiz kasabanın imkânları ile de ilgiliydi. Filmin çekildiği atmosferin bize büyük katkısı oldu. Mekânlar sinematografik bir çaba harcamamıza da olanak sağladı.

Siz de Beyşehirlisiniz. Doğup büyüdüğünüz yerler, bildiğiniz mekânlar. Bunların da artısı olmuştur sanırım…

Evet bir sinemacı için çok avantajlı bir durum bu. Sonuçta bildiğiniz coğrafyada çalışıyorsunuz. Aslında senaryoyu yazarken tamamen Beyşehir tasarlanmıştı fakat göl dışında mimari açıdan Beyşehir maalesef bu hikâyeye hiç uygun kalmadı. Çünkü Beyşehir geçmişten gelen bütün mirasları tüketmiş. Akşehir bize kapısını açtı. Filmin dokusuna çok uygun bir mahalle ve ev bulduk. Ben eminim ki filmi izledikten sonra insanlar gidip bu filmin çekildiği mekânları görmek isteyeceklerdir

Zaten Akşehir Belediyesi kültür ve sanata destek veren bir belediye.

Çok uzun yıllardır Nasreddin Hoca Şenliklerini yapıyorlar. Onlar kültür ve sanatın bir çevreye ne tür bir katma değer sağlayacağını iyi anlamış durumdalar. Beyşehir maalesef daha bu durumun farkında değil. Dolayısıyla Akşehir bize kapılarını açtı ve çok önemli destekler sağladı.

Oyunculuk anlamında da destek sağlamışlar. Bence yerel halk filme çok da yakışmış. Mommo’da da görmüştük ama bu kez daha fazla yer vermişsiniz.

Ben oyuncu olmayan, yerel insanlarla çalışmayı seviyorum. Aynı dilden konuştuğunuz zaman da iletişim kurmanız çok kolay oluyor. Herhalde bu durum benim artı bir yeteneğim. Onlarla iyi anlaşıyorum ve iyi neticeler alıyorum.

Türkü söyleyen biri vardı. Epey uzun sahneleri vardı onun meselâ…

Çok uzun replikleri ve önemli bir sahnesi var. O da oyuncu değil.

Ana karakterler de çok iyiydi ama…

Zeynep benim Meryem ile ilgili düşündüğüm en favori oyuncuydu. Zeynep dışında da pek çok oyuncu ile görüştüm. Ama iyi ki de Zeynep’le çalışmışım diyorum. Baktığınız zaman sanki o kasabadan genç bir gelin gibi oldu. İsmail de senaryoyu yazmadan önce karar verdiğim bir isimdir. Onun dışındaki oyuncuların hepsi de çok düşünüp, üzerinde kafa yorup seçtiğim oyuncular. İki başrol oyuncusunun dışında olan isimler belki gişede karşılığı olmayan isimler olabilir ama hepsi de oyunculukları ve bugüne kadarki kariyerleri asla tartışılmayacak insanlar. Ve Meryem’deki karakterlerin elbiselerini hepsi çok rahatlıkla giydiler. Ben oyunculuklar anlamında da çok temiz bir iş çıktığını düşünüyorum.

Ben filmi izlerken kendi kafamda yaptım bu karşılaştırmayı ne kadar ilgili bilemem ama Mommo’da meşhur bir hamam sahnesi vardı burada da havuz. Filmde tam da kırılma noktalarında mekân ve konuyu öyle bir buluşturuyorsunuz ki… Özellikle düşündüğünüz bir şey miydi bu?

Orası Beyşehir, Eflâtun Pınar. 3000 yıllık bir Hitit Anıtı’dır. Öyle bir eser Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olmuş olsa sadece orası ile ilgili bile çok büyük bir turizm ekonomisi oluşturulabilir. Anadolu’nun orta yerinde muhteşem bir eser sahipsiz ve kimsenin bu eserden haberi yok. O sahneyi filme özellikle taşıdım. Bir de tabii ki çocuk meselesi ile ilgili bir durum var. Ben gerçekten var olduğunu bilmeden yazdım fakat çekmeye gittiğimizde yanımdaki köydeki kadınlar geldi “Evet burada böyle bir efsane var, yalnız havuza girerek değil taşın etrafında döner kadınlar ve buna inanırlar.” dedi. Ben bunu bilerek yazmamıştım ama belki de müthiş bir tevafuk oldu.

Film, festivallerde yarışacak öyle değil mi?

İlk olarak Antalya ile başlıyoruz. Sonrasında yurt dışında da devam eder diye düşünüyorum. Ama tabi Mommo’nun ödül sayısı, seyircilerde bıraktığı etkiyle kıyaslamak gerekirse gerçekten şu anda bir şey söyleyemem. Ve çok samimi duygumda da şudur: Meryem’i ben Mommo’dan daha fazla ödül alsın diye yapmadım. Meryem benim için insanların gözünde Mommo’nun bir tesadüf olmadığını göstermek meselesidir. Asıl meselem odur. Sadece bir festival filmi olarak da tasarlamadım bu filmi. Şuna çok inanıyorum ki festival filmlerinden hoşlanmayan sinema seyircisi de çok rahatlıkla gidip bu filmi izleyip seveceklerdir.

Gişe kaygınız var mı?

Elbette ayaklarımız yere basıyor. Üç aşağı beş yukarı bir gişe filminin kodları nedir onu biliyorum. Bu film elbette ki çok büyük gişe yapacak bir film değildir. Ama en azından Mommo’dan daha fazla bir iş yapmasının benim bundan sonraki filmim için ciddi bir motivasyon olacağını düşünüyorum. Daha da değerlisi şu bence, kaç gişe yapar, kaç kişi izler bilmemem ama gidip izleyen çoğunluğun bu filmle ilgili güzel duygular beslemesi ve aynen Mommo’da olduğu gibi sinemadan çıktığında bu filmin kafasından silinip gitmeyen bir film olmasını isterim.

Bu kadar aşkla sinema yapmak Türkiye’de biraz da şövalyelik değil mi?

Kesinlikle öyle. Yaptığınız işler size parasal olarak dönmüyorsa artık çarkı çevirmeniz çok zor olur. Film iyi olur, kötü olur orası tartışılır. Birisi kalkıp film yapıyor ve sinemaya sokabiliyorsa bir kere şu hakkı teslim etmek gerekir ki bu ülkede sinema yapabiliyor olmak gerçekten başlı başına teşekkürü ve ödülü hak eden bir iş.

Yeni projeleriniz neler peki?

Yeni bir işimiz var evet. Kasım’da başlamayı düşündüğümüz bir proje. Onun senaryosu da bitti.

Onun senaryosu da size mi ait.

Evet ben yazdım. Kendimde çok iyi bir mizah duygusu olduğunu biliyorum, beni yakından tanıyanlarda bilir bunu. Üçüncü filmim bir kent hikâyesi. Bir İstanbul hikâyesi ama komedi olarak yapacağım. Bu filmin biraz daha geniş kitlelere ulaşacağını ve daha çok gişe yapacağını düşünüyorum. Ama tabii komedi derken elbetteki ilk akla geldiği gibi güldürelim de nasıl olursa olsun mantıyla değil, temiz, küfürü olmayan insan durumlarından çıkacak bu güldürü. Ama yaklaşımı itibari ile de bir yanıyla bizim içimizi de acıtacak. Ertem Eğilmez sinemasına daha yakın duran bir komedi filmi olacak diyebilirim. 2014’ün ilk çeyreğinde de vizyona yetiştirmeye çalışacağım.

Teşekkürler.

(16 Eylül 2013)

Yeliz Bozkurt

Bir Kitap: Işık Gölge Oyunları / Yaşantı / Ümit Ünal > Gül Yaşartürk

Türkçe’ye çevirisi yapılmış, “yönetmen anıları” kaç tanedir, bilemiyorum, çok fazlasını okuduğumu zannetmiyorum. Bu arada bizim yönetmenlerin bu konudaki tutumları fazla bir umut vermezken, çoğunun sonraki kuşaklarının veya başkalarının elinde kalmış kimi anıları, yayına dönüşmeyip, bizlere ulaşmadıkça, sadece umutla beklemek kalıyor… Bir Baha Gelenbevi, bir Muharrem Gürses’in bu konudaki notları, hatırladıkları… bizlere -filmleri ne olursa olsun, görmüş olalım veya olmayalım- ve sinema tarihimize çok şeyler katacaktır. Bir kısmı aramızdan ayrılmış kimi yönetmenlerin -Seyfi Havaeri, Faruk Kenç- anıları ise bütün olarak hâlâ beklentilerimiz içinde. Atıf Yılmaz’ın üç ayrı ad’la yapılan üç aynı baskıdaki sözü edilenler de… Başlı başına bir kişisel (ve sinemasal) tarih. Şimdilerde bir kısım sinema kişileri ile yapılan sözlü tarih çalışmalarına maalesef çeşitli nedenlerle katılamadım (benim kusurumdur, kimseye sitemim yok). Bu konuda birçok aydınlatıcı bilgiler içermektedir hiç kuşkusuz; umarım kısa zamanda kolay ulaşılabilecek ortamlarda ilgililerine ulaşır.

Gelelim Ümit Ünal’ın Işık Gölge Oyunları‘na… Bir umut, yönetmenliğinin başında -onca filme rağmen- daha yapacağı pek çok işi vaat eden biri olarak yayınladığı (yayınlattığı) -“başlangıç”- anıları çok önemli ayrıntılar içermektedir. Sinemamız açısından, Ümit Ünal’ın dünyası açısından… Sinema dünyasında Ümit Ünal, Teyzem filminin senaryo yazarı olarak tanındı. Gerçi film Halit Refiğ’indi ve Ünal’ın, kitabında değindiği gibi çeşitli defalar, değişiklikler yaparak yazdığı senaryo, Refiğ’in, yönetmenin elinde -tekrar- farklılıklaşacak, filmin sonunda, yıllar sonra “teyze”nin evin kuytularına sakladığı notları bulan grup içinde yeğen olarak (oyuncu olarak) görülecek olan Ünal, hâlâ ciddiye aldığı senaryosu, genel olarak senaryolar üzerine dediği gibi, senaryo: “sinemada hem her şeydir, hem de aynı anda hiç bir şey…” (s. 101). Teyzem’de görüntülenmiş hali ile “…gerçek hayatta her şey hem filmdeki gibi oldu (olacak), hem de hiçbir şey filmdeki gibi değil (di)…” (s. 59 / 60) Ünal, dediğinde çok haklı, en gerçekçi film bile -belgesel film bile olsa- gerçek yaşam değildir, gerçek yaşamın filmidir… Aynı gerçeği bir başka yönetmen bir başka şekilde çekebilir.

Ünal, Teyzem’i yeniden çekmek düşüncesini hâlâ taşıyor (dediği gibi – s. 69) Kendini geri durduran haklı nedenleri var ama yeniden çekilecek yeni bir Teyzem, her ne kadar eskisi (Refiğ’in) ile karşılaştırılacaksa da, (düşünelim) bunu yapmaya ne kadar hakkımız var. Teyzem’i seyreden Ertem Eğilmez, filmin bazı bölümlerinin, Arthur Penn’in Bonnie and Clyde filmindeki -cinayetlerden / soygunlardan sonra Bonnie’nin memleketinden geçtiklerini fark edip, yolda durmaları ve Bonnie’nin köylü ailesi ile vakit geçirmelerini sahnelerinin çekildiği- gibi, “diffuse” filtre çekilmesi gerektiğini söylediğine değiniyor. (s. 74 – 75) Bu sahnelerde (Penn’in filminde) verilen “geri dönüşü olmayan bir dünya”dır. Teyzem’de de -Eğilmez’in dediği gibi çekimler yapılabilirdi, belki de yapılmıştı- çekim tekniğinde, filtre kullanımı gibi bir farklılık olmamasına rağmen… Filmin finalinden sonra, -ne gereği vardı diyemiyorum,- filmde var mı idi? Son geri dönüşte çocuk Ümit Ünal ile Teyze’nin gülerek -ve de mutlu olarak- birbirlerine sarıldıkları sahne… (Acaba Ünal bu konuda ne düşünüyor?)

Bundan sonra Ünal’ın senaryolarının filmleştirilmeleri devam eder, Milyarder, Hayallerim, Aşkım ve Sen, Arkadaşım Şeytan…. Hayallerim, Aşkım ve Sen için başrolü oynayan Türkan Şoray’dan -filmden- yıllar sonra aldığı övgü, (s. 79) (filmi) “benim kadar severek hatırlaması çok hoşuna gider”. (s. 79) Arkadaşım Şeytan’ın ilk sahnesinde -sonradan soyunacağı- reklâm yönetmeni rolünde oynadığını söylüyor, Teyzem’den sonra…

Hayallerim, Aşkım ve Sen içine, Sevgi Saygı’nın önerisi ile yerleştirilen Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü öyküsünden uyarlanan bölümler, Şoray’ın bir zamanlar Yeşilçam’da nasıl kullanılmadığına göndermeler yaparak, sinemamızın bir başka boyutuna da değiniyordu. Sinemamızda değişim başlamıştı, senaryo yazarı yine üvey evlâttı, Piano Piano Bacaksız, Berlin in Berlin, Yaz Yağmuru, Amerikalı… Bu filmler hakkında değişik görüşlerini, ilişkilerini anlatıyor, Ünal.

Arada yazarlık çalışmaları devam ediyor ve artık yönetmen Ümit Ünal ile tanışabiliriz: Ünal’ın ilk filmi, diğer birçok yönetmenin ilk filmi gibi el alıştırmak için yapılmış, bir film değil. Birçok kişinin birleştiği bir nokta ile sinemamızda hem kendi başına bir örnek hem de sinema diline değişik -sıra dışı- yaklaşımı ile bir dönüm noktasıdır. Ne yazık ki -maalesef- henüz filmi göremedim ama böyle filmleri görmenin zamanı yoktur. Filmin adı 9 -Ünal’ın altını çizerek söylediği gibi “dokuz” değil, 9. Ve Ünal devam ediyor: “Yazarken, çekerken, kurgularken, seyirciyi, eleştirmenleri, festivalleri hiç düşünmedim diyebilirim. Kendimi önceden bir formülle, bir sloganla kısıtlamadım. Sonunda ne çıkacağını bilmiyordum. Açıkçası tek odada geçen, sadece sözlere dayalı bu metinden bir film çıkıp çıkmayacağını bile bilmiyordum.” (s. 117) Ama film yapılır, sinema hakkında biraz düşünmüş olanlar, 9 adını duyunca -tabii filmi gördülerse- “herhalde” şapkaları olsa çıkarırlardı. (Görenlerin tepkilerini görünce, bende uyandırdığı intiba bu.) -Sanırım ilk fırsatta seyretmek durumunda kalacağım.-

Ünal’ın, İstanbul Masalları olarak düşünmeye başlaması ile ortaya çıkan eser, Anlat İstanbul sinemamız açısından ilginç bir filmdir. Bir kere Yeşilçam denen dönemde yapılan her tür film bir yerden sonra bir masala dönüşür. Bazen (pes) penbe, bazen (sim) siyah (bunlar facia-mıdır yoksa?) masallara… Oysa Anlat İstanbul gerçekten masallardan hareket eder ama bunlar dünya masallarıdır ve “beş ayrı” masaldır. Bu beş ayrı masal birbirinden ayrılmasa da, ayrı ayrı masallardır ve masallar zamanlarında değil günümüzde, hem de İstanbul’da (ama ne İstanbul) geçerler.

Birbirine bağlanmış (ayrı masallar) beş ayrı yönetmen tarafından çekilerek ama sinema dili içinde bütünlükle, anlatılan bir İstanbul oluştururlar -masallar nedeni ile anlatılan aslında İstanbul’da (masal İstanbul’unda) yaşayan insanlardır -biliyorsunuz artık İstanbul’lu diye kimse kalmamıştır… Anlat İstanbul’a dönersek, filmin açılışını ve kapanışını yapan (ve tüm diğer masal kahramanlarını bir araya toplayan) Fareli Köyün Kavalcısı (Ümit Ünal), Kül Kedisi (Selim Demirdelen), Kırmızı Başlıklı Kız (Ömür Atay), Pamuk Prenses (Kudret Sabancı), Uyuyan Güzel (Yücel Yolcu) tarafından çekilir. Bana göre yarınlara kalacak filmlerimizden biridir.

Ünal, gazeteci arkadaşı Haşmet Topaloğlu’nun, film çalışmasını ve kamera arkasını -çekim öncesi, çekim ve çekim sonrasını- 1.5 saatlik, ayrıntılarıyla ve zorluklarıyla bir belgeselle, filmi kadar keyifli bir sinemaya dönüştürdüğüne değiniyor. Film hakkındaki bu belgesel, filmin DVD.sinde bulunuyormuş. (s. 129 – 130) Ünal sözü buraya getirmişken, şimdilik teşebbüs halinde kalan -fakat henüz kenara konmamış, kotarılmayı bekleyen- Sultan Mutfakta, filminden söz ediyor. Tasarısı da önemli olsa da gerçekleşmemiş bir film hakkında konuşmayarak, sözünü edeceksek, gerçekleşmesine bırakıyoruz.
Ünal, Ara filmi için, 9 ve Nar ile – üslûp açısından- bağlantılı, bir üçlü oluşturacak filmler diyor. Yukarıda değindiğim gibi 9’u hâlâ göremedim ama Ara ve peşinden Nar, bir yönetmen filmi -her filmi bir yönetmen çeker ama bazı filmler yönetmen filmidir. Bunun açıklaması bu yazı boyutları dışında -ve filmlerin anlatılamayacağı düşüncesinde olduğumdan, sadece burada -bunu Ünal’in kendisine de söyledim- finaldeki tek çekimden oluşan (bir şarkı boyuna yayılan) sahnenin -sinemamız açısından- bir “tek başınalık taşıdığını”, bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini -filmi tartışabilirsiniz- belirtmek istiyorum. Film hakkında, Ünal’ın anlattıklarının, filme bakışa yeni bir boyut kattığını da… (filmi görmek yetmez, Ünal’ı da okumak gerek.)

Ünal, ARA’dan sonra bir uyarlama yapıyor. Önce filmi seyrettim, sonra okudum Hasan Ali Toptaş’ın kitabını. Edebiyat uyarlaması yapmak, bir sinemacı için ne ifade eder bilemem. Her uyarlama, uyarlanan kitap ve filmi ile ayrı ayrı incelenmeli ve öyle değerlendirilmelidir. Niye dense de, baştaki soruyu sormadan edemeyeceğim. Bir uyarlama yönetmen için ne ifade eder? Öncelikle senaryoyu kim yazacaktır? Yönetmen mi? Başkası (senaryo yazarı) mı? Edebi metin hareket noktası olarak mı alınacak, yoksa roman, uyarlama sırasında bütünlüğünü koruyacak mı? Hemen söyleyeyim ki, roman yazınsal bir metin, film ise görsel (bir) bütün olduğuna göre, öncelikle yapısal bir sorun vardır…

Ünal’ın Gölgesizleri (Toptaş’ın romanı ve Ünal’ın filminin adı) romana göre bazı bölümleri çıkartılarak ve bazı değişikliklerden sonra yapılmış ama bu Toptaş’ın romanının gerçeği ile Ünal’ın filminin gerçeğini değiştirmez. Ama “yurt içindeki seyircinin beklentisini karşılamaması” (s.167) ve ülkemizden giden “filmlerin kolay okunan minimalizmine alışık yurt dışı festival çevrelerine çok yabancı ve zor” (s. 167) gelmesi de filmin kendi gerçekliğinin bir parçası.

Ünal, bundan sonra “bir iş kazası” dediği Kaptan Fezayı yapıyor. Bir film, düşlenme aşaması ile gerçekleşip ortaya çıkmış hali ile uyum içinde olmayabilir. Bu uyum hiç bir film için %100 olmaz zaten ama oran giderek küçülürse, ortaya çıkana “iş kazası” demek öncelikle yönetmenin hakkı olmalıdır, diğerleri (? = eleştirmenler) istediklerini diyebilirler.

Ses, gelir sonra. “Korku” türü sinemamızda ele alınmaya başladı, buna moda oldu diyemiyorum. Aslında, sinemamızda bu konu film boyutunda değilse bile -birçok filmde- film içinde pasajlar şeklinde eskiden beri yer alır ama hiç zaman türleşmemiştir. Dediğim gibi son yıllarda her yıl örnekler veriliyor, Ses de bunlardan biri sayılabilir. Ünal psikolojik gerilim denemesi diyor, bunu demese bile diğer filmlerden farklılık gösteriyor. Ses’e “korku filmi” dememekle başlayalım işe, tartışma buradan devam etsin… (Kitabı okuyalı ve filmleri seyredeli aylar oldu, ayrıca yarım kalan bu yazıya da uzun süre ara verdim ama öncelikle kendime verdiğim söz var, Ümit Ünal’ın okuduğum ve çok sevdiğim kitabı hakkında bir şeyler yazmak…)

Nar tekrar görülecek, hakkında daha derinlemesine yazı yazılması gereken bir film… Ama sonuna yetişebildiğim bir Ümit Ünal söyleşisinden sonra, kendisi ile tanışınca, O’na şunları söyledim: “Filmi beğendim, iyi (ARA filmi için) fakat sonundaki -tek çekimden oluşan sahne- birçok filme değer, tek başına o sekans bile bana yetti. Başkalarının dikkatini çekmeyebilir, hatta hoşuna da gitmeye bilir ama Antonioni’nin, Altman’ın (ve benim bilemediğim başka yönetmenler varsa -ki vardır) yaptığını yaparken Ünal, sinema seyretmenin bize vereceği keyfi doruklarına çıkarıyor. Film bitiyor…

(15 Eylül 2013)

Orhan Ünser

Hadi Alışverişe Çıkalım

Varlıklı Los Angeles gençlerinin şöhret ve marka tutkusu üzerine absürd bir taşlama ‘Pırıltılı Hayatlar’. Filmin özgün adı ‘The Bling Ring’, ‘lüks eşya ve mücevher çetesi’ anlamında kullanılıyor. Nancy Jo Sales’in popüler magazin dergisi Vanity Fair’de yer almış ‘The Suspects Wore Louboutins / Zanlılar Louboutin Marka Ayakkabı Giyiyordu’ başlıklı makalesinden yola çıkan ve ilk kez geçtiğimiz Cannes Şenliği’nde gösterilmiş olan ‘Pırıltılı Hayatlar’, sinemacı usta babanın kızı Sofia Coppola’nın parlak kariyerinde şimdilik son halka.

Yetiştiği çevre ve insanlarının çok iyi bir gözlemcisi olan genç Coppola, mensubu olduğu varlıklı yaşamları mercek altına almaya devam ediyor. Yetenekli sinemacının Venedik Film Şenliği Altın Aslan ödüllü bir önceki filmi ‘Başka Bir Yerde’ (Somewhere) (2010) vadinin ihtişamlı hayatına ünlü bir film yıldızının cephesinden yaklaşır. Sürat, alkol, seks ve sefahatin üstesinden gelemediği büyük yalnızlığını, 11 yaşındaki kızıyla gecikmiş bir kısa beraberlikte gidermeye çalışan Johnny Marco’nun hikâyesini gayet etkileyici bir dokümanter drama üslûbuyla anlatır. Sofia Coppola benzer bir tavırla bir kez daha şöhret ve ihtişam temalarına yoğunlaşmış ‘Pırıltılı Hayatlar’da. Ancak bu kez öznesini şöhretlerin gösterişli yaşamına göz dikmiş yeni yetme gençler oluşturuyor. Genç sinemacının ergenler dünyasına ilk bakışı değil bu.

2000 yapımı ilk filmi ‘The Virgin Suicides’ (Bakire İntiharları), aşırı korumacı ailenin baskısı sonucu teker teker intihar eden beş kardeş genç kızın kara mizah yüklü hikayesidir. Takip eden çalışmalarından ‘Marie Antoinette’ (2006) ufak yaşta Fransız sarayına gelin giden yeni yetme prensesin varlık içinde yalnızlık öyküsünü güncel pop şarkıları eşliğinde anlatır.

Coppola bu defa basının diline düşmüş gerçek olay ve karakterlerden ve medyaya verdikleri demeçlerden yola çıkıyor. Marco ile Rebecca daha önce okudukları okullarla başları belâya girmiş iki sorunlu liseli. Sürgün geldikleri kolejde birbirlerini bulan iki kafadar açık bırakılmış lüks arabalardan topladıkları cüzdanlarla küçük hırsızlıklara başlar. Daha sonra iş ultra zenginlerin, ünlü oyuncuların evlerini soymaya kadar gider. ‘Hadi Alışverişe Çıkalım’ sloganıyla başlayan maceraya Nicki ve kardeşlerinin de katılmasıyla basının yakıştırdığı isimleriyle ‘The Bling Ring’ ekibi oluşur. Paris Hilton’dan Megan Fox’a, oyuncu model Audrina Patridge’den Orlando Bloom’a birçok ünlü kişinin evine girerek toplamda üç milyon doları bulan mücevher ve giyim eşyası çalarlar. Zaferlerini zengin partilerinde kutlayan mücevher çetesi, ganimetlerini takıp takıştırarak yerinde olmak istedikleri ünlülerin dans ettiği pistlerde cirit atmaya başlar. Bir tür ‘Bonnie and Clyde’ rüyasıdır gördükleri.

Lüks yaşam ve marka tutkunluğunun neredeyse cinselliğin bile önüne geçtiği ergenler dünyasının son model gençleri bu kez çok daha özgürler. Ancak yalnızlıkları ve boşlukları öncüllerinden farklı değil. Gençlerin nedenlerini, niçinlerini sorgulamamış Coppola. Yargılamıyor da onları. Sadece tespitle yetiniyor. Çete üyelerinin basına verdiği demeçler ya da kişisel gelişim uzmanı annenin ‘Secret’ tarzı yorumlarında kara mizah doruğa çıkıyor. Çekimlerden kısa bir süre sonra hayata veda eden ve Sofia’nın filmini adadığı görüntü yönetmeni Harris Savides’in etkileyici sinematografisi filmin önemli artılarından.

(15 Eylül 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hannibal Lecter Bir Kere Daha Döndü

Dünya sinemalarında 900 milyon dolardan fazla hasılat elde eden “Kuzuların Sessizliği” serisi Thomas Harris’in yazdığı dört çok satan romandan elde edilen beş sinema filminin üçünde (“Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği”, “Hannibal”, “Red Dragon-Kızıl Ejder”) “karanlık”, “karizmatik” “insan eti yiyen” Doktor Hannibal Lecter karakterini Anthony Hopkins’in ete kemiğe büründürmesiyle ve serinin Oscarlara boğulan ikinci filminde Jodie Foster’ın deneyimsiz ancak azimli ve zeki FBI ajanı Clarice Starling karakterine getirdiği unutulmaz yorumla belleklere kazındı…

Serinin iki, üç ve dört numaralı filmleri büyük kazançlar getirirken bir ve beş numaralı filmler kelimenin tam anlamıyla battı… Kısaca özetlemek gerekirse Hannibal Lecter’ı Anthony Hopkins’in canlandırmadığı bölümlere sinemaseverler ilgi göstermedi; böylece Anthony Hopkins’in aldığı yüksek ücretleri hak ettiği de ortaya çıktı.

İçinde bulunduğumuz yıl da seri “Hannibal” adıyla televizyon ekranlarına taşındı. Dizide Doctor Hannibal Lecter karakterini Danimarkalı Mads Mikkelsen, suç mahalli ve suçlu profili analizcisi FBI ajanı Will Graham’ı Hugh Dancy canlandırdı.

“Kuzuların Sessizliği” Sinema Filmi Serisi

* 1981’de yayınlanan “Red Dragon-Kızıl Ejder” adlı romandan başka bir adla uyarlanan “Manhunter-İnsan Avcısı”nı (1986) Michael Mann yönetti… Başroldeki FBI ajanı Will Graham karakteri Richard Gere, Paul Newman, Mel Gibson gibi adaylar arasından William Petersen’ın oldu. Film 15 milyon dolara malolurken hasılatı 8 milyon dolar da kaldı… Yani kelimenin tam anlamıyla büyük bir başarısızlıktı. Brian Cox, Doktor Hannibal’ı canlandırdı.

* 1988’de yayınlanan “Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” adlı romanın aynı adlı uyarlaması (1991) 19 milyon dolara maloldu ve dünya çapında sinema salonlarında 272 milyon dolar hasılat elde etti. Bu film yılın en iyi filmi, yönetmeni (Jonathan Demme), senaryo uyarlaması, kadın oyuncusu (Jodie Foster) ve erkek oyuncusu (Anthony Hopkins) dallarında Oscar ödülünü kazandı…

Jodie Foster, “Kuzuların Sessizliği”nden sonra “The Accused-Sanık”la ikinci Oscarını kazanırken, “Taxi Driver-Taksi Şoförü” ve “Nell”le de Oscara aday gösterilmişti… Anthony Hopkins ise “The Remains of the Day-Günden Kalanlar”, “Nixon” ve “Amistad”la da Oscara aday olmuştu…

“Kuzuların Sessizliği” ilk gösteriminden tam 20 yıl sonra 2011’de gelecek kuşaklara ulaştırılması amacıyla ABD Ulusal Film Arşivi’nde (National Film Registry) koruma altına alınmıştır.

* 1999’da yayınlanan “Hannibal” adlı roman ise aynı adlı 2001 filmine konu oldu. 87 milyon dolarlık bütçesi vardı ve dünya sinemalarında 351 milyon dolar hasılat topladı. Filmin ilk adı “Kuzuların Sessizliği 2”ydi ama bu addan vazgeçildi. Bu filmden Anthony Hopkins 15 milyon dolar ücret aldı.

* 1981’in romanı “Red Dragon-Kızıl Ejder” 2002’de bu kez 78 milyon dolar bütçeli bir prodüksiyona konu oldu. Dünya sinema hasılatı 209 milyon doları buldu. FBI ajanı Will Graham karakteri Edward Norton tarafından canlandırıldı. Bu filmden Anthony Hopkins 20, Edward Norton 8 milyon dolar ücret aldı.

* 2006’nın romanı 2007’de “Hannibal Rising-Hannibal Doğuyor” adlı 50 milyon dolar bütçeli filme konu oldu ve dünya sinemalarında sadece 82 milyon dolar hasılat elde edebildi…

Notlar: 13 Ekim 1972’de And Dağlarında meydana gelen kazadan sağ kurtulanlar hayatta kalabilmek için ölenleri yemişlerdi. Bu olay 1974’te çok satan bir kitaba, 1976’da “Survive!-Yaşamak Çabası”, 1993’te de “Alive-Yaşamak İçin” adlı filmlere konu oldu.

Thomas Harris, Hannibal Lecter karakterine esin kaynağı olan Doktor Alfredo Balli Trevino’nun 2009’da 81 yaşında öldüğünü söyledi… Eşcinsel olan Trevino tıp fakültesi öğrencisiyken erkek sevgilisi Jesus Castillo Rangel’i kıskançlık krizi sonucu öldürünce Meksika’nın Monterrey kentindeki Topo Chico Cezaevi’nde 20 yıl hapis yatmış.

(13 Eylül 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Antalya… Altın Portakal…

İlki 1964’de yapılmıştı… Heyecanlanmıştım. İstanbul dışında -belki ilk kez değil ama- sinemamız için, -o zaman önemli mi idi?- önemli bir sinema olayı, “bir festival” yapılıyordu. (Samsunlu olduğum için kıskanmadım değil! Ama sonradan kabul ettim, Samsun’da olmazdı, yıllar sonraki girişimimizin sonuç vermemesi de bu düşüncemi doğrulayacaktır.) Sonraki yıllarda festival devam etti. O zamanlar festivali izlemek, önceden haberlerin gazetelerde çıkması ile başlardı. Önce festival için başvuran filmler -liste halinde- yayınlanırdı, bunlar giderek çoğalınca, ön eleme yapılmaya başladı. Ama önceden gazetelerde yer alan listelerde, filmlerin ön elemeye girmeden önceki listesi yayınlandığı için -künyeleri ile birlikte- bu elemeyi geçemeyen filmlerde bilinebilirdi ve bu o filmler için hiçte olumsuz puan oluşturmazdı. Sonuçlar alınınca altın portakal sahipleri de belli olurdu. Şimdilerde ise rekor sayıda filmin -68- başvurusundan söz ediliyor. 12 film yarışacakmış, bu demek ki, 56 film elenecek. Bu filmleri tam bir şekilde hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Sadece yarışmaya katılacak 12 filmi öğrenebileceğiz. Bu söylediklerim diğer festivaller için de geçerli, onlarda da sadece yarışmaya katılanları bilebiliyoruz, gerisinde ses yok. Bu o kadar önemli mi? Tartışmaya açık bir konu. Uygulamayı savunanlar da olabilir, benim gibi karşı çıkanlarda… Festivallerin tarihçesini yazmaya çalışanlar için zor bir olay. Tabii bunda ön jürinin (seçiciler kurulu) kimlerden olduğu da önemli. Nasıl ki festival seçiciler kurulunun kimlerden oluştuğunun önemli olması gibi… Çünkü, hele 1965’de yapılan 2. Antalya Film Festivali’nin sonuçlarının açıklanmasından sonra aynı filmler için basın mensuplarının yaptığı değerlendirme hayli farklı görünüm taşıyordu. Sonra Adana Film Festivali’nde, ön elemeyi aşıp yarışmada da birinci seçilen Baba filminin sonra festival komitesi kararı ile yarışma dışı tutularak yeniden bir değerlendirme yapılması ise bu konu ile ilgili olmamakla beraber, söz festival (ve değerlendirmelerinden) açılınca değinilmeyecek bir olay (konu demiyorum) değildir.

*****

Yukarıdaki yazı ile ilgisi olmayan başka bir konuya geçerek Erdinç Dinçer’in ölümünden bahsedeceğim. Erdinç Dinçer bir pandomim sanatçısı idi. Sinemacı tarafı yoktu ve hiç bir filmde oynamamıştı. Ama Marcel Marceau ile çalışmıştı, hani şu dünyanın en önde giden pantomim sanatçısı ile… Sinemanın tarihini kurcalayan Mell Brooks, -şimdiki seyirci için garip gelecek şekilde- bir sessiz film yapar. Adını da Silent Movie koyar. Film renkli ama sessiz (pardon) “konuşmasız”dır. Aslında bu da doğru değil, filmin sonunda konuşma da vardır, “bir tek sözcük”: “NO” (hayır). Bu sözü de filmin oyuncularından olan dünyanın pandomim sanatçısı Marcel Marceau söyler. Erdinç Dinçer herhangi bir film de oynasa idi, konuşur mu idi (veya) konuşturulur mu idi? Bunları bilemiyoruz ama aynı sanatı icra eden grubun içinde en önlerde yer alan Marcel Marceau’nun kimsenin konuşmadığı bir filmdeki “tek repliği” bana ilginç gelmiştir. Tabii bu Brooks’un bir buluşudur ama Erdinç Dinçer’in başına gelmedi.

(10 Eylül 2013)

Orhan Ünser

Kahve Telvesinde Saklı Umutlar

Bağımsız film çekmek, hele ülkemizde hiç kolay değil. Filmin finansmanı kadar zorlu bir dağıtım sürecini de göze almak gerekiyor. Belmin Söylemez’in ‘Şimdiki Zaman’ı da ilk kez gösterildiği geçtiğimiz yılın İstanbul Film Festivali’nde geniş bir beğeniyle karşılanmasına, ulusal ve uluslararası festivallerde saygın ödüller kazanmasına rağmen ticari dağıtıma çıkması hayli gecikti. Haftasonu itibarıyla sınırlı bir dağıtımla gösterime giren bu başarılı ilk filmin, sinemaseverlerden layık olduğu ilgiyi görmesini umut ederek söze başlayalım.

Söylemez, kısa film ve belgeselden gelen bir sinemacı. Doksanlı yıllardan başlayarak sinema yapmak için mücadele vermiş. Ödüller almış kısa çalışmalarında, ‘hergün aşina olduğumuz ve üstüne kafa yormadığımız sokak hikâyeleri üzerinden hayatımıza dair bir şeyleri sorgulamaya odaklandığını’ belirtiyor şöyleşilerinde.

’34 Taksi’de taksiciler üzerinden İstanbul yaşamını anlatmaya soyunmuş, insan ilişkilerinin dinamiği, şehre bakış açıları, önyargıları gibi meseleleri deşmeye çalışmış. ‘Dalgalar’da, boğazda yüzen çocukların gözünden yine yaşadığı kent İstanbul’u, büyük şehre göçü ve şehrin değişimini kurcalamış. Bir diğer kısa filmi ‘Bıyık’ta, bu erkeklik sembolü üzerinden eril iktidar ve güce nasıl baktığımızı anlamaya çalışmış.

Söylemez’in zorlu bir sürecin ardından gerçekleştirme fırsatı bulduğu ‘Şimdiki Zaman’ özyaşamsal özellikler barındırıyor. Tıpkı baş kişisi Mina gibi, yönetmen de işsiz ve çaresiz kaldığı bir dönemde yaşadığı ülkeyi terk etmek, her şeye yeniden başlamak istemiş. Boş bir vize formuna bakarken ve formun içerdiği klişe sorulara cevap ararken kendini o bomboş kağıt gibi hissetmiş. Mina’nın para biriktirmek için bir kafede fal bakmaya başlaması ve hikâyeye damgasını vuran kahve falı metaforu filmin eksenine sonradan dahil olmuş. Benzer hayalkırıklıklarını yaşayan kadınların ortak bir iletişim aracı halini almış kahve falı ritüeli. Mina’nın deneyimli olduğu bir uğraş değildir bu. Olsa olsa, yönetmenimiz gibi daha önce annesinden, anneannesinden gördüklerinden, işittiklerinden aşinalığı vardır. Telve izlerinde bireysel geçmişinin izlerini, gelecek umutlarını dillendirir genç kadın. Ve ustaca yazılmış bir senaryo eşliğinde, sinemamızda daha önce hiç rastlamadığımız bir yöntemle, Mina’nın yaşadıklarını belli belirsiz keşfederiz kahve falı seansları boyunca. Tüm bu yaşanmışlıklar ve gelecek hayalleri müşterilerinin dertleri ve beklentileriyle buluşur. Ve böylece genç kadının kahve falıyla dillenen hikayesi üzerinden, gelecek, kader ve dostluk temaları çarpıcı bir biçimde sorgulanır.

Farklı hayatların düşünü kuran, çıkış arayan arafta kalmış kadın hikâyelerinin öne çıktığı son dönem sinemamızda ilgiye değer bir başka çaba ‘Şimdiki Zaman’. Yönetmen, Mina ve diğer kadınların öykülerinin fonuna bir kez daha ustalıkla yerleştirmiş İstanbul’u. Karakterlerin hüznüne ve ruh hallerine paralel olarak ilerleyen İstanbul’un değişim sürecinin arka plândaki yansıması son derece başarılı.

(08 Eylül 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Körü Körüne Boyun Eğmektir Öldürücü Olan

İngiliz yönetmen Sally Potter’ın 32. İstanbul Film Festivali’nde ilgiyle karşılanmış son çalışması ‘Ginger & Rosa’ bu hafta ticari gösterimine başlıyor. Soğuk savaş yıllarında geçen sancılı bir büyüme hikâyesi bu. İthalatçı firmanın uygun görmüş olduğu Türkçe ismi ‘Bir Hayalimiz Vardı’, baş karakterlerden Ginger’ın can dostu Rosa’ya yazmış olduğu şiirin başlangıcından alınmış. İki genç kızın hayali ömür boyu birbirlerinden ayrılmamak. Lâkin dostlukları, dünyanın sonunu getirecek ölümcül savaş tehlikesinin sürdüğü bir ortamda patlak veren aile içi bunalımlar ve cinsel devrimi haberleyen radikal karşı çıkışlarla büyük bir sınav verecektir.

Nükleer savaş tehlikesinin tüm dünyayı tehdit ettiği huzursuz altmışlı yıllar başlarındayız. Sovyetler Birliği’nin Küba’da konuşlanmış uzun menzilli füzelerine misilleme uyarılarıyla karşılık veren ABD’nin savaş çığlıkları sarmıştır her yanı. Savaş karşıtı aktivist babasının kızıdır Ginger. Nükleer tehdit sakin İngiliz kasabasındaki sorumsuz ergenlik coşkusuna gölge düşürmüştür, protestolara katılır. II. Dünya Savaşı dehşeti içinde büyümüş, küçük yaşta hamile kaldığı Ginger’ı büyütebilmek için ressamlık hayallerini terk etmiş kayıp kuşaktan anne ile büyük savaşa katılmayı reddedişinin bedelini hapis yatarak ödemiş idealist babanın mutsuz birlikteliğinin hüküm sürdüğü ev ortamı da huzurlu değildir. Beklenmedik bir gelişme, can arkadaşının babasıyla duygusal yakınlığı Ginger’ı derinden sarsar, devlet diktatörlüğüne karşı çıkarak özgür düşünceyi düstur edinmiş babasının küçük burjuva aile yaşamının hapsedici kurallarına başkaldırması küçük kızın hayata bakışını değiştirir.

‘Ginger & Rosa’ kolaylıkla bir aile melodramına kayabilecek hikâyesine mesafeli ve devrimci bir üslûpla yaklaşan, yönetmenin özyaşamsal anılarından beslenmiş yılın en iyi filmlerinden biri. Schubert’in müziğini duyduğunda gözyaşlarını tutamayan ‘Özgürlük Düşüncesi’ kitabı yazarı baba Roland’ın kişiliğinde insanoğlunun otoriteye başkaldırışını merkeze almış saygın bir çalışma. Ginger’da Elle Fanning, Roland’da Alessandro Nivola başta olmak üzere, Annette Bening’den Timothy Spall’e parlak oyuncu kadrosunun performansı üst düzeyde. Robbie Ryan’ın dönemin ruhunu yakalamış mükemmel sinematografisi ve çok iyi düzenlenmiş müzik kuşağının filme katkısını anmadan geçmeyelim.

(07 Eylül 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com